KIBRIS
AKDENİZ'DEKİ, ADALAR İSE EGE'DEKİ SON SAVUNMA HATTIMIZDIR!
Türkiye El Bab'da kesin bir zafer kazanmıştı. Terörle mücadele tarihine güçlü bir imza atmıştı. DEAŞ'la mücadeleyi küresel ölçekte güvenlik planı olarak pazarlayanların, işin içine Türkiye girince, desteklerini bir anda çekmiş olmalarına, ülkemizi yalnız bırakmalarına, tüm ihanetlerine ve sabotajlarına rağmen, bugüne kadar DEAŞ'a en ağır darbeyi Kahraman ordumuz vurmuş durumdaydı. ABD ile Irak yönetimi ve PKK'nın ortaklaşa yürüttüğü Musul şovu alay konusu olurken, koalisyon güçleri ya da yerel güçler hiçbir zaman DEAŞ'a karşı bir arpa boyu yol alamazken, Fırat Kalkanı'nın 177. gününde ilçe geri alınmış, örgüt ilk kez en önemli mevzilerinden birini elden kaçırmış, savunması kırılmıştı. Peki, sizce dünya medyası neden sessiz kalmıştı? Dikkat ediyor musunuz; neredeyse hiç kimse Türkiye'nin bu zaferini gündeme taşımamıştı. İçeride sessizlik, dışarıda sessizlik, Türk medyasında eksiklik, dünya medyasında suskunluk vardı! Bizim medyada derinlikli analizler göremiyoruz. Bunun ne anlama geldiğine, bundan sonra ne olabileceğine, Fırat Kalkanı ve El Bab başarısının değerine ilişkin güçlü yazılar, yorumlar yapılmamıştı. Sanki kimse bu sonuçtan memnun olmamış gibi davranmıştı. Sanki birileri bu zaferi gizlemeye çalışıyorlardı. Zafer Türkiye'nin olunca, başarıyı Türk Silahlı Kuvvetleri kazanınca; bir kıskançlık, bir umursamazlık öne çıkmaktaydı! diyen yandaş Yeni Şafak yazarı Sn. İbrahim Karagül haklıydı. İyi de bu değerli kardeşimize sormak lazımdı: Kıbrısın adım adım elimizden alınmaya çalışılmasını ve iktidarın bu hain girişimlere çanak tutmasını, Yunanlıların Ege Adalarımızı işgal edip Karakollar kurmasını, gerekli ve önemli bir adım olarak El-Babı temizlemenin ardından Türkiyenin bu sefer Rakka batağına çekilme çabalarının yanlışlığını ve haksızlığını yazıp yetkilileri uyarmamanın da aynı suça ortaklık olduğunu hatırlatmamıza niye bu denli gocunurlardı?
ABD'nin Adana Konsolosluğu tercümanı da PKK'lı çıkmamış mıydı? Adana ABD Konsolosu Linda Stuart Specht göreve başlar başlamaz bölgedeki HDP'li belediyeleri ziyarete başlamamış mıydı? Konsolos hanımın MHP'li ve CHP'li belediyeleri değil de HDP'li belediyeleri ziyaret etmesi nasıl amaç taşımaktaydı? Güneydoğudaki o meşhur ve melun hendeklerin bu ziyaretler sonrası ortaya çıkması nasıl yorumlanacaktı? Konsolos Specht, PYD ile çalıştıklarını Türkiye'nin de Suriye'den derhal çıkmasını söyleyecek kadar küstahlaşmıştı. ABD Adana Konsolosu yanındaki tercüman aracılığıyla hem FETÖ hem de PKK ile irtibat sağlamaktaydı ve işte o tercüman sonunda gözaltına alınmıştı. Tamam iyi de be yandaş kardaş, Sn. Erdoğan da bu konsolosu atayan ABDnin (ve Yahudi Lobilerinin) hazırladığı Türkiye dahil 26 İslam Ülkesini parçalayıp Büyük İsrail İmparatorluğunu kurmayı amaçlayan BOPun eş başkanlığını yapmamış mıydı? PKK ile uzlaşıp sözde Çözüm Sürecine karşı çıkanları vatan hainliği ile suçlamamış mıydı?
ABD başkanı Trump, Sn. Erdoğanı telefonla aramışlardı… ABD genelkurmay başkanı gelip, Sn. Akarla buluşmuşlardı ABD savunma bakanı teşrif edip, bizim savunma bakanıyla konuşmuşlardı… CIA başkanı koşup, MİT müsteşarıyla anlaşmışlardı… ABD başkan yardımcısı, Binali Beye telefon açmışlardı… .Çünkü; Rakka batağına çekilecek kahraman, daha doğrusu ucuz kurban lazımdı… Oysa Sn. Cumhurbaşkanı: El-Babda duracağız, daha derinlere dalmayacağız, sınır bölgemizde güvenli bir koridor oluşturacağız! buyurmuşlardı. Kore savaşı sırasında ABD dışişleri bakanı Yahudi John Dulles utanmadan sıkılmadan açıklamıştı: En ucuz askeri Türkiye'den temin ediyoruz, Türk askerinin maliyeti 23 cent'e denk geliyor diyecek kadar küstahlaşmıştı. Ama en acı tarafı, doğruları konuşmaktaydı. John Dulles'in kardeşi de CIA başkanıydı. Dünyadaki bütün insan pazarlarına bakmışlar ve en ucuza bizi bulmuşlardı. Yıllarca bize: Amerikaa Amerikaa, Türkler dünya durdukça Beraberdir seninle, hürriyet savaşındaa diye şarkılar çağırtmışlardı. Daha sonra; renkli devrimlerin sponsoru, liboşların gurusu George Soros, 2002 senesinde Sabancı Üniversitesi'ndeki konferansında: Türkiye'nin en iyi ihracat ürünü ordusudur deyip çıkmıştı. Peki bunlar yalan mıydı? Hayır Öyleyse bu gerçekleri hatırlatanlara niye bu denli öfkelenip kızılırdı? Rahmetli Erbakan Hoca: Siyonistler adam kullanmakta öylesine ustalaşmışlardır ki, sana İslamcı marşlar söylete söylete, İsrail ordusunda askerlik yaptırırlar da haberin bile olmaz! derken kitabın tam ortasından konuşmaktaydı.
Siyonistler Yolsuzluklarını Örtmek İçin Gazze'ye Savaş Açmışlardı
AKP iktidarı ise bunlarla Normalleşme anlaşması imzalamıştı! İsrailde iç karışıklık ve yolsuzluklarla çalkalanan Siyonist otorite için flaş gelişme ortaya atılmıştı. İsrailli Yeş Atid Partisi üyesi Milletvekili Haim Yellin, Netanyahu Gazzeye savaş açacak ve böylece yolsuzluklarını unutturup kapatacak açıklamasını yapmıştı. Haim Yellin, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahunun hakkında açılan yolsuzluk davalarında dikkatleri başka yöne çekmek için Gazzeye savaş açacağını vurgulamıştı. İsrailin Kanal 2 Televizyonu'nun haberinde, merkez sağ partisi Yeş Atid üyesi Milletvekili Yellinin Netanyahu, hakkında açılan yolsuzluk davaları nedeniyle kendisine yönelen dikkatleri yönlendirmek için, güneye (Gazze) yeni bir operasyon başlatarak, ülkeyi savaşa sokacaktır. ifadeleri yer almıştı. Peki böyle bir hıyanet ve cinayet şebekesiyle normalleşme anlaşması imzalayıp, İsrailin işgal ve zulümlerine meşruiyet kazandıran AKP iktidarına nasıl bel bağlanır ve referanduma EVET oyu atılırdı? Sorumlu bir devlet adamı olarak tanınan Antalya Milletvekili Deniz Baykal, Afyonkarahisar'ın Dinar ilçesinde partililerle konuşurken: Aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir dalga var, milletin bağrından yükselen bir 'Hayır' dalgası var. İnşallah 16 Nisan'da çıkacak 'Hayır' kararı sonrası Türkiye'de çok köklü, çok büyük bir değişim yaşanacak. Aksi halde geleceğimiz ve güvenliğimiz tehlikeye atılacak uyarılarını laf olsun diye mi yapmıştı?
AKP, umursamazlığıyla vatan topraklarını da sahipsiz bırakmıştı. Yunanistan işgal ettiği Egedeki adalarımıza karakollar kurmaktaydı!
Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı, muzaffer bir komutan edasıyla tek kurşun atmadan işgal ettiği adalarımızdaki askerlerini teftişe çıkmıştı. Bunun fotoğraflarını da resmi internet sitesinde yayımlamıştı. Ülkemizin Güneydoğu'sunda devletin varlığı yani ağırlığı ve saygınlığı, maalesef giderek azalırken, Ege Denizi'nde ise Kanuni Sultan Süleyman ve 4. Mehmet döneminde fethedilen, tüm baskılara rağmen Lozan'da verilmeyen 16 ada ve bir kayalığı Yunan askerleri tek kurşun atmadan, kolayca işgal edip sahip çıkmıştı. Didim'deki Bulamaç ve Eşek adalarının işgaliyle başlayan gelişmeleri, adalarımızla ilgili çalışmalarıyla bilinen Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri Albay Ümit Yalım şöyle anlatmıştı:
Türkiye Cumhuriyeti, Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlık görevi sırasında Batı'dan bölünerek tarihinin ilk ve en büyük toprak kaybını yaşadı. 2004 yılında Yunan Silahlı Kuvvetleri Türkiye Cumhuriyeti'ne ait toplam 16 ada ve 1 kayalığı teker teker işgale kalkıştı. Erdoğan, TSK'ya işgalin önlenmesi için direktif vermediği gibi, Yunanistan'a da adaların boşaltılması için bir tek nota bile verildiğine şahit olunmadı. İşgale sessiz kalan Erdoğan ve AKP Hükümeti, 17 Aralık 2004'te Avrupa Birliği'nden müzakere tarihi aldı. Anlaşılıyor ki müzakere tarihi, 16 Türk adası ve 1 kayalığın karşılığında alınmıştı. Yunanistan'a alenen verilen adalar ve kayalıklar, 1936 yılında dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin envanterine kayıt yaptırılmıştı. İzmir, Aydın ve Muğla il sınırları içerisinde bulunan bu adalarda Yunan Bayrağı dalgalanmakta ve Yunan askerleri dolaşmaktaydı. İşgal altındaki adalarımıza pasaport ile giriyoruz. Adalarımızın çevresindeki karasularımız Yunan Sahil Güvenlik Botları tarafından her gün ihlal ediliyor.
Erdoğan, önce 16 ada ve adacığın AKP döneminde niye Yunanistana bırakıldığını yanıtlamalıdır!
Lozanda 12 Adanın geri alınması için ısrarlı davranılmamıştı. Bu adalarda Rumların çoğunlukta olması bahanesine sığınılmıştı. Türkiye sadece adaların silahsızlanmasınışart koşmuş ve bunu resmen belgelere yazdırmıştı. Erdoğanın Lozanı bir övüp bir yermesi okuduğu demeçleri yazan danışmanlar arasındaki derin görüş ayrılıkları mıydı, yoksa toplumu avutma ve oyalama palavraları mıydı?
Türk Hava Sahasını 6 Mil İhlal Eden Yunan Helikopterine Önleme Bile Yapılmamıştı!
Türk hava sahasını 6 mil ihlal eden Yunan helikopteri, 11 Şubat 2016 günü Muğla'nın Ardıççık Adası'na düşmüştü. Helikopterde bulunan subaylar hayatını kaybetmişti. İhlal skandalı, Yunanistan'ın Arama/Kurtarma NOTAM'ına karşılık olarak İstanbul'dan yayımlanan NOTAM (havacılara duyuru) ile ortaya çıkmıştı. NOTAM'da söz konusu bölgenin Türk Bölgesi olduğu ve arama/kurtarma çalışmalarının Türk yetkilileri ile koordine edilerek yapılması gerektiği açıklanmıştı. Düşen helikopterde hayatını kaybeden Yunan subaylar için 9 Mart 2016 günü Ardıççık Adası'nda anma töreni yapılmıştı. Anma töreninde çekilen fotoğraflar Yunan Savunma Bakanlığı'nın resmi internet sitesinde yayımlandı. Bakan Panos Kammenos, Genelkurmay Başkanı Oramiral Vaggelis Apostolakis ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral Giakoumakis ile birlikte askeri helikopterle Muğla'nın Ardıççık Adası'na iniş yapmışlardı. Türk Hava sahasını 6 mil ihlal eden Yunan helikopterine hiçbir önleme yapılmamıştı. Yunanistan Başbakanı Çipras, İzmir ziyaretinde, Yunan hava sahasının ihlal edildiği iddiasını ortaya atmıştı. Çipras'ın asılsız iddiasından bir gün sonra, Yunan bakan ile askeri yetkilileri taşıyan helikopter, Türk hava sahasını 6 mil ihlal etti ve Türk toprağına iniş yaptı. Muğla'nın Ardıççık Adası'ndaki törende, Savunma Bakanı Kammenos, hayatını kaybeden subayların ailelerine başsağlığı diledi, plaket dağıttı. Adaya getirilen bir papaz da törene katılmıştı.
Muğla sınırları içinde bulunan Ardıççık Adası, 12 Ada bölgesinin batısında yer alan ve halihazırda Yunan işgali altında olan Koçbaba Adası'na 5 mil uzaklıktaki Türk Adasıydı. Ardıççık Adası, İstanbul'daki Büyükada'dan daha büyük bir adaydı. 1943 Tarihli İngiliz haritasında, anma töreninin yapıldığı Ardıççık (Kinaros) Adası'nın, 12 Ada deniz sınırının dışında ve Türkiye'ye ait olduğu açık bir şekilde yer almaktaydı. Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Albay Ümit Yalımın, Dışişleri Bakanlığı'nın internet sitesinde, hava sahası ihlalinin yayımlanmaması birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Başbakan Davutoğlu, Ege Denizi bölgesinde, hava sahası ihlallerinin önlemesi için TSK'ya neden direktif vermiyor? Yunan helikopterlerine angajman kuralları neden uygulanmıyor? 16 Ada ve 1 kayalığı Yunanistan'a alenen veren AKP hükümeti, şimdi de Ardıççık Adasını mı veriyor? soruları hâlâ yanıtsızdı. Emekli Albay Ümit Yalım, Kardak krizi sırasında, kayalıklara Yunan papazın gelmesinin büyük olay olduğunu hatırlatıp şunları vurgulamıştı:Şimdi, Muğla'nın Ardıççık Adası'na Yunan papazı geliyor, Yunan helikopteri iniyor, Yunan Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı geliyor, kimsenin sesi çıkmıyor. AKP hükümeti ise tam bir sessizlik ve aymazlık içinde bulunuyor. 11 Şubat 2016'da, İstanbul'dan NOTAM yayımlayan devlet memuru Ardıççık Adası'na ve egemenlik haklarımıza sahip çıkıyor ama maalesef Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanı egemenlik haklarımıza sahip çıkmıyor.
Kıbrıs, için için kanamaktadır!
Kıbrıs sorununun, Yeniden Büyük Türkiye olma sorunu olduğu unutulmamalıdır! Önce bizim Kıbrıs diye bir sorunumuz bulunmamaktadır, Rahmetli Erbakanın dirayet ve cesaretiyle başlatılan ve başarılan 1974 şanlı Kıbrıs harekâtıyla bu sorun sonlandırılmıştır. İşbirlikçi iktidarların gevşekliği ile tekrar başımıza sarılan Kıbrıs sorununun çözümünün ancak Türkiyenin belirleyeceği milli politikalar sonucu çözüleceği açıktır. Çözüm temelde Türkiyenin Yeniden Büyük Türkiye planları mı yoksa bu şekilde günübirlik politikalarla mı devam edecek sorusunda saklıdır. Türkiyenin Osmanlı Devletinin mirasçısı bir dünya gücü olarak hareket etmesi kaçınılmazdır. ABnin kapısında bekleyerek bu sorunların çözülmesi imkânsızdır. 1974 yılında Adadaki kaos ortamına son vermek üzere Türkiye müdahale kararı almış ve tarihi görevini yapmıştır. Ancak, Batı bunu kendine yapılan bir harekât olarak algılamıştır. Çünkü Kahraman ordumuz Viyana Kuşatmasından bu yana ilk defa toprak kazanımı şeklinde değerlendirilebilecek bir başarı kazanmışlardır.
Kıbrıs konusunda en sinsi gelişme, 2002de başlanan Annan Planıdır. Annan Planı ile sanki AB herkese para verecek gibi düşündürülüp Kıbrıs halkı aldatılmaya çalışılmıştır. Referandumda evet oylarının çoğunluk çıkmasının arkasındaki neden Türkiyede AKPli Başbakanın 2003te iktidara gelince Kıbrıs konusundaki milli politikadan caymasıdır. En az dört kere değiştirilmiş Annan Planı masaya taşınmış, Türkiye tarafı evet, Rum tarafı yüzde 74 oranında hayır çıkmıştır. Rumlar bilmeyerek hayır oyu vererek, oyunu bozmuşlardır. AB bu duruma çok kızmıştır.
Kıbrıs Elimizden Kaymakta, Türkiye Kuşatılmaktadır!
Hz. Osman'ın Halifeliği döneminde miladi 649 yılında fethedilen Kıbrıs, Larnaka'da şehid olarak medfun bulunan Hala Sultan, Larnaka'da hem bir Peygamber müjdesi hem de Resuluzişan hatırasıdır.
Kıbrıs 964 yılında yine Bizansın işgaline uğradı. Jeolojik devirlerde Anadolu'dan ayrılan bir parça olduğu söylenen Kıbrıs, Mısır ve Hititler arasında sürekli mücadele konusu yapılmıştı. Sonra sırasıyla Fenikeliler, Asurlular, Mısırlılar, Persler, Makedonlar, Mısırlılar ve M.Ö. 58'de Romalılar sahip olmuşlardı. M.S. 394 yılında Doğu Roma'ya kaldı. İslâm Orduları 632'den 964 yılına kadar Kıbrıs'a 24 kuşatmaya katılmışlardı. Üçüncü Halife Hazreti Osman Dönemi'nde 649'da Kıbrıs fethedilip, 694'te yine Bizans'ın eline geçen Kıbrıs III. Haçlı seferinde İngiltere Kralı I. Richard (Arslan Yürekli Richard) tarafından 1191'de Şovalyelere, sonra Kudüs Kralı'na satıldı. Latin Krallığı'ndan İtalyan şehir devleti Cenevizlilere, oradan 1425 yılından itibaren Memlük Sultanı Baybars'ın müdahalesiyle bir yıllığına Memlüklerin eline geçen Kıbrıs 1425'te İtalyan şehir devleti Venediklilere bırakıldı. Osmanlılar 1489'da Karpaz bölgesine çıkartma yapmıştı. Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethetmesiyle artık Kıbrıs, Osmanlı'nın bir adasıydı. Osmanlı 1521'de Rodos'u fethettiğinde Venedikliler telaşlandı. Kıbrıs, Hicaz Yolu'nun güvenliğini sabote etmekle kalmamakta, Osmanlı'nın Akdeniz'e iniş yoluna da engel çıkarmaktaydı. Hac ve tüccar gemilerine saldıran Venediklilere, 11 Şubat 1570'te Osmanlı adayı terk etmeleri için bir nota yolladı. Osmanlı 360 gemiden oluşan donanmayla Kıbrıs'a doğru yola çıktı, 2 Temmuz 1570'te adaya ilk çıkarma yapıldı, 4 Ağustos 1571'de Lala Mustafa Paşa tarafından ada tamamen fethedilip teslim alındı. Meis Adası'na kadar 206 gemiyle gelen Müttefik Haçlı donanması Lefkoşe'nin düştüğünü haber alınca geri dönmek zorunda kaldı. (Eylül 1570).
Ada artık Osmanlı yönetimi altındaydı, Akdenizde güvenlik sağlanmıştı, Hac yolu emniyete alınmıştı.
Osmanlı Devleti'nin gerileme dönemi; 1853-1856 tarihleri arasında üç yıl süren Kırım Savaşında, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın işbirliği ile Rusya'ya karşı başarı kazanıldı, ama Osmanlı çok yıpranmıştı. 1856 yılında Paris Anlaşması yapıldı. Rusya Boğazları alıp İskenderun'a ve Basra Körfezi'ne inmek arzusundaydı. 1875'te Hersek isyanı başladı, Osmanlı isyanı bastırdı, Rusya 31 Ekim 1876'da verdiği ültimatomla mütareke imzalattı. 31 Mart 1876'da aktedilen Londra Protokolünü Osmanlı reddedince Avrupa devletleri Osmanlıyı yalnız bıraktı. Bunun üzerine Rusya tekrar bize savaş açtı, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı Devleti büyük topraklar kaybederek 31 Mart 1878'de Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Rusya'nın elde ettiği güç İngiltere'nin Ortadoğu çıkarlarına aykırıydı. İngiltere, Ayestefanos'un şartlarını hafifletmek, Rusya'yı geriletmek ve Osmanlı'dan yeni imkânlar koparabilmek için uzun bir diplomasi atağına başladı. Ve İngiltere geliri Osmanlı Hazinesine verilmek şartıyla geçici bir süre için Kıbrısı Osmanlı'dan 12 Temmuz 1878'de kiraladı. Sultan Abdülhamit Han, zaten fiilen işgal edilen adayı, ilk fırsatta geri almaya açık kapı bırakmak için, İngilizler tarafından kuşatıldığını değil, kiralandığını resmiyete sokacaktı. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında katılmasıyla İngiltere 5 Kasım 1914'te tek taraflı olarak Kıbrıs'ı ilhak ettiğini açıkladı. 23 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Anlaşması'yla Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs'ın İngiliz mülkü olduğunu kabule mecbur kaldı. Kıbrıslı Türkler adadan göç etmeye başlarken, Rumlar 1959 yılına kadar adayı Yunanistan'a ilhak (Enosis) için uğraştı. Kıbrıs Türk Halkı adanın ilhakına karşı 1 Ağustos 1956'da Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı'nı (TMT), başka cemiyetler ve birlikler kurarak direniş başlatıldı. 11 Şubat 1959'da Türkiye-Yunanistan arasında imzalanan Zürih Anlaşmasıyla, 15-16 Ağustos 1959'da Kıbrıs Cumhuriyeti kurulup resmiyet kazandı, üç yıl bu işlev devam ettikten sonra Enosisçilik baskın çıktı ve Türklere karşı zulümler katliamlar başlatıldı. Türkiye 1963'ten sonra katliamlara müdahale etmek için hamlelere kalkıştı ama netice alamadı.[1]
15 Temmuz 1974'te EOKA'cı Samson Kıbrıs'ta darbe yaptı, katliamlara başladı ve adayı Yunanistan'a bağlama kararı aldı, bütün dünya ise EOKACI çeteye sadece seyirci kaldı. Filistin'deki, Çeçenistan'daki soykırım ve katliamı seyrettikleri gibi davranmışlardı. Garantör devlet olarak Türkiye diğer garantör ülke ile görüşmek üzere Erbakan Hoca, yanına Oğuzhan Asiltürkü de katıp Türkiyeden uzaklaştırarak Ecevitle birlikte İngiltere'ye uğurladı. Artık bir saniye bile vakit kaybına tahammül kalmamıştı. Başbakan'a vekaleten Erbakan, Genelkurmay Başkanı ile görüşüp, durumun çok nazik olduğunu hatırlattı. Çünkü EOKA'cı çete gemi azıya almış durumdaydı, her an yeni bir katliamın başlama ve Kıbrısın Yunanistan'a her an ilhakı ihtimali vardı. Erbakan, GKB. Semih Sancar'a, emir verilirse Kıbrıs'a ne kadar zamanda intikal edilebileceğini sorduğunda üç günde, cevabını alınca, hemen harekete geçilmesini, Mersin'e intikal edilmesini ve Ecevite ise İngiltere'den döndüğünde haber verileceğini belirtip harekâta gizlice başlanması talimatını vermiş bulunmaktaydı. 20 Temmuz 1974'te Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs Barış Harekâtı'nı fiilen başlatmıştı. Böylece EOKA'cı ve ENOSİS'çilerin karanlık emelleri boşa çıkarılmış ve Kıbrıs'taki Türk halkı özgürlüğüne kavuşmuş olmaktaydı. MSP-CHP koalisyonunda, Erbakan ve arkadaşlarının aktif davranması sonucudur ki Kıbrıs, Girit olmaktan kurtarılmıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı'nda Koalisyon Hükümeti MSP ve Erbakan tarihi bir görevi başarıyla tamamlamıştı. Ama maalesef, Erbakanın koyduğu ileri hedeflere koalisyon ortakları yanaşmadığı, gelen hükümetler de bu persperktifi kavrayamadığı için Kıbrıs olayı tekrar sorun olmaya başlamıştı.
20 Temmuz 1974'te 1. Barış Harekâtı, 14 Ağustos 1974'te II. Barış Harekâtı yapıldı. Erbakan'ın, hemen bağımsız devlet kurulması önerisi maalesef Batılıların baskısıyla dikkate alınmadı. 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Erbakan, Ne demek-Federe?” diye isyan ediyordu. Ama dış güçler ve işbirlikçiler bağımsızlığa razı olmuyordu Yunanistan ve Rumların gayretleriyle 13 Mayıs 1983 tarihli BM kararıyla Kıbrıs Türk Federe Devleti de (KTFD) ortadan kaldırılıyordu. Kıbrıs Türk halkının Rauf Denktaş'a yoğun baskılarıyla 15 Kasım 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan ediliyordu. Rumlar, Yunanistan, İngiltere, ABD, AB, NATO- BM bu tarihten sonra harekete geçecek, Kıbrıs Türkünü devletsiz ve Rumlara azınlık yapmak, Türkiye'nin Akdeniz cihetinden önünü kapatmak, İsrail'in güvenliğini sağlamak, Ortadoğu'yu ve Kafkasları denetlemek için herkesin gözü önünde seyreden, gördüğünüz gibi kumar masasını kuruyor ve İşbirlikçi hükümetler de bu kumara alet oluyordu.
Kuzey Irak politikalarının iflasından sonra, KKTCnin imhasına ve Kuzey Kıbrısın Büyük İsrail Projesi hesabına ABD üssü yapılmasına yönelik bilinçli ve kasıtlı yanlışlarının başlarına açacağı belaları fark edip; bunlara yönelik Milli tepkileri gevşetme ve kendilerini mazur gösterme telaşıyla, Sn. Erdoğan 30.04.2004te yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında, yuvarlak ve yavan laflar arasında, ağzındaki baklayı da çıkarıvermişti. Ülkede ekonomik sıkıntı ve sarsıntıların ve sosyolojik kaynamaların giderek arttığı bir ortamda, bu konulara tek kelime olsun değinmeyip, bütün konuşmasını Kıbrıstaki referandum sonuçlarına ayırması da, bu telaş ve tedirginliğin sırıtan bir göstergesiydi. Şimdi bu laklakılar arasından baklaları çıkarmaya çalışalım:
… Büyük bir diplomasi zaferi olan bu referandum sonuçlarına katkılarından dolayı, Genel Kurmayımıza, Dışişleri Bakanlığımıza ve Kuzey Kıbrıs hükümetine ve halkına teşekkürlerimi arz ediyorum… Yani… KKTCyi Rumlara bağlamanın ve ABD üssüne hazırlamanın planlarını; Genel Kurmay, Dışişleri ve M. Ali Talatla birlikte hazırladık!..
… Statükoyu, halk iradesinin üstünde tutanlar ve dünyanın geldiği şartlara gözünü kapayanlar bu başarıyı hazmedemiyorlar… Yani… Türkiyenin bağımsız ve güçlü kalmasını, yerli imkânlar ve milli politikalarla kalkınmasını isteyenler statükocudur ve bunlar bizim Siyonist Emperyalizme teslimiyet başarımızı kıskanıyorlar!..
… Artık sınırların kalktığı, ekonomi ve kültürün milliyet ve memleket tanımadığı dünyada yaşadığımızı unutmamalıyız… Yani… Türkiyenin de Gizli Dünya Devletinin bir eyaleti ve Siyonist İsrailin bir vilayeti yapılmasına, milli ve manevi değerlerimizin yozlaşmasına ve sınırlarımızın yıkılmasına razı ve hazır olmalıyız!.. … Hiç kimsenin, dünya gerçeklerini hiçe sayarak siyaset yapma lüksü yoktur… Yani… Sömürücü sermayeye ve Yahudi Siyonizmine rağmen, milli ve haysiyetli politika üretmek, çoluk çocuk için imkânsız bir durumdur. Teslimiyet en kolay yoldur…
… Milli menfaatleri korumanın tek yolunun, statükoyu sürdürmekten geçtiğini zannedenler, aldanıyor Yani… Milli bütünlük ve bağımsızlığımızı… Ülkemizin kalkınmasını ve çıkarlarımızı savunanlar, statükocudur!..
… Uyguladığımız politikalarla, katıldığımız her uluslararası toplantıda takdir ve tebrik topluyoruz… Yani… Kendilerine hizmet ettiğimiz için, Siyonist merkezlerden madalya alıyoruz!..
… Kültürel olarak, zaten birbirine çok yakın ve yatkın olan Yunanistanla Türkiyenin yakaladığı bu sıcak ve samimi ortamı daha büyük boyutlara taşıyacağız, sorunlarımızı böylece aşacağız… Yani… Ege, Batı Trakya ve Kıbrıs konusundaki kırmızı çizgilerimizi, aynen Kuzey Irakta olduğu gibi terk edip uzlaşacak ve uysallaşacağız…!
… Dünya hızla değişirken, biz yerimizde sabit duramayız. Küreselleşen yenidünyaya uyum sağlamalıyız… Yani… ABD ve AByi taşeron olarak kullanan, Siyonist sömürü hakimiyetine ve Büyük İsrail hedefine teslim olmalıyız!..
… Türkiyeyi AB hedefinden geri koymaya çalışan marjinal çevrelere yüz vermemeliyiz… Yani… Milli ve dirayetli duruş ve direnişleri önemsiz görmeli, bu konudaki duyarlılık ve uyarıların sahipleri olan Kuvayı Milliyeden çekinmemeliyiz!..
Ve zaten 1 gün sonra, yani 1 Mayısta Esenboğa Havaalanında yaptıkları basın toplantısında, Sn. Recep T. Erdoğan KKTCyi tanıyacak mısınız? sorusu üzerine: Dünya ile çelişerek ve ters düşerek bir yere varamazsınız… Bütün dünya tanımış, siz tanımamışsınız, ne çıkar!.. cevabını verince, Abdullah Gül hemen kendisini uyarmış veDerhal düzeltelim; yoksa bu sözlerinizden KKTCyi tanıyacağız anlamı çıkabilir… demiş ve Başbakan da, bocalayıp ne anlama geldiğini kendisinin de bilmediği sözlerle durumu düzeltmeye çalışmıştır… Artık bu kafalarla Türkiyenin düze çıkma şansı kalmamıştır..! Şu anda Irakta, Suriyede, Libyada; Şehirlerin yıkımından, bebeklerin katliamına… İşkence barbarlığından… Kadınlardan, kızlardan erkek çocuklarına kadar yapılan tecavüz ahlaksızlığına bütünüyle ortak olan… Kuzey Kıbrısı Rumlara bağlayıp Yunanistanın nahiyesi yapmaya çalışan politikalarla hiçbir yere varılamayacaktır.
Teslimiyet devlet politikası yapılmıştı
Türkiye'nin Avrupa Birliği macerası ile ilgili stratejik karar, 1999 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz tarafından alınmıştı. Bu karar, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından da paylaşılmış ve destek çıkılmıştı. Oysa bu karar, Kıbrıstan da vazgeçmemiz anlamını taşımaktaydı. O süreçte Foreign Affairs dergisinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Avrupa Birliğine bakışıyla ilgili ortak makaleleri yayınlanan Ersin Aydınlı, Nihat Ali Özcan, Doğan Akyaz'ın tespitlerine göre, Türk Silahlı Kuvvetleri, uzun süredir mücadele verdiği güya İslamcı ve Kürt ayrılıkçı hareketleriyle başa çıkma konusunda, Türkiye'nin AB üyeliğine en iyi strateji olarak sahip çıkmaktaydı.
Fikret Bila'nın makaleden çıkardığı özete göre, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin “Neden AB?” sorusuna bakışı şöyle yorumlanmıştı:
“TSKnin bu kararı, ordunun bir asır boyunca desteklediği modernizasyon sürecinin son aşamasının AB üyeliği olduğu düşüncesiyle uyumluluk göstermekteydi. Genelkurmay Başkanlığı, belirsiz ve tehlikeli de olsa AB üyeliğine giden yolun Türkiye'nin büyük sorunlarından bazılarına çözüm olabileceği görüşündeydi. (Kürt sorunu, yükselen İslamcılık, Yunanistan'la kötüleşen ilişkiler, kronik ekonomik sorunlar, Irak'ta ABD politikaları konusundaki anlaşmazlıklar, Türkiye'nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasının dışında tutulması olasılığı gibi sorunlar) TSK'da, Kürt ayrılıkçılığı, Marksist eylemler, radikal İslamcılık, ultra milliyetçilik gibi tehditlerin onlarca yıl geçmesine karşın yok edilememiş olması nedeniyle doğan bir yorgunluk sezilmekteydi.”
Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB üyeliğinin devlet politikası haline getirilmesine dayanak olarak gösterdiği iddia edilen gerekçelerin hiçbiri geçerli sayılmazdı. Zira modernizasyon sürecinin dayandığı noktanın, egemenliği Avrupa'ya teslim etmek olduğu, bağımsız bir ülkenin silahlı kuvvetlerinin düşüncesi olamazdı. Zaten bu karar demokratik bir karar da değil, apaçık bir dayatmaydı. Ayrıca, modernizasyonun götürdüğü noktanın teslimiyet olduğunu öngören bir anlayıştan medeniyet diye söz edilmesi yanlıştı. Bizce bu karar, Türkiye'de, Türkiye'nin karar mekanizmaları tarafından alınmamıştı. Türkiye'nin karar mekanizmaları, kendilerine önerilen ve hatta dayatılan bu sözde stratejiyi, Türk halkına rağmen uygulamak zorunda kalmıştı. Sözde strateji diyorum, çünkü milli egemenliği sona erdirmek kararından strateji diye söz etmek imkânsızdı. Olsa olsa buna teslimiyet kararı demek lazımdı. Türkiye'nin iradesi demek, Türk halkının iradesi demektir ve bu iradenin eksik ve hatta yalan-yanlış verilerle oluşması, iradenin de sakatlanması anlamını taşır. Kısacası, Türkiye'nin AB'ye katılım konusunda net bir iradesi oluşmamıştır. Atatürk'ün kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne kazandırdığı kuruluş felsefesinin, AB'ye girişle birlikte değiştirilmek istendiği, ancak, “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milleti'nindir” ilkesi ile yetişmiş TSKnın ve halkımızın, egemenliğin AB'ye teslim edilmesine şiddetle karşı çıkması doğaldır.
AB, Kıbrıs ve Ege Adaları Sorunları Nasıl Aşılacaktı?
Maalesef Kıbrıs Sorunu Yunanistan ve yandaşı Batılılar tarafından, AB genişleme süreci ile ilişkili hale getirilmiş bulunmaktaydı. Kıbrıs'ta yaşayan Rumlar bir zamanlar Türkleri yok etmek için katliama başlamışken, Türkiye anlaşmalardan doğan haklarını kullanarak askeri müdahaleye kalkışmış, Türklerin ayrı bir alanda ve güvenlikli ortamda yaşamlarını sağlayan tedbirleri almıştı. Ortağı olduğu Ecevit Hükümetindeki Erbakan Hocanın büyük dirayet, gayret ve cesaretiyle, 1974 yılında gerçekleştirilen bu hareketten önce Ada'da kanlı çatışmalar yaşanırken, insanlar öldürülür, yerinden yurdundan edilirken; bu harekâttan sonra her iki tarafta hemen hemen hiçbir olay olmamış, barış ve huzur gelmiş durumdadır. Ayrıca özellikle Rum tarafı da çok çarpıcı bir kalkınma içerisine girmiş bulunmaktadır. Kıbrıs Harekâtı Yunanistan'da Cuntanın yıkılmasına, demokrasinin yeniden canlanmasına da yol açmıştır. Yunanistan Megali İdea'sı doğrultusunda 150 yılda şu gelişmeler yaşanmıştı:
1821 Mora isyanı, 1830 Bağımsızlığın ilanı, 1869 İngilizlerden 7 adanın alınıp Yunanistana bağlanması, 1890 Teselya ve Narda'nın topraklarına katılması; 1887 sınır anlaşması, 1908 Girit'in elimizden çıkması, 1913 Makedonya, Epir, Batı Trakya ve Ege Adalarının ilhakı, 1951de, 12 Ada'nın bizden alınması, asla unutulmaması gereken tarihi olaylardı. Yunan Megali İdea'sının bundan sonraki hedefleri şunlardı:
Kıbrıs'ın tamamında ve Ege Denizinde egemenlik kurulması, İstanbul Rum Ortodoks Kilisesinin ve İstanbul'un dünya Ortodokslarının merkezi yapılması (Kilise'ye Ekümenlik kazandırarak) ve İstanbul'a çeşitli şekillerde sahip olunması; Doğu Karadeniz'de Pontus Devletinin kurulması, Anadolu'nun Ege kıyılarında hâkimiyet sağlanmasıdır. Bu Yunanlılara yıllarca amaçları hiç unutturulmamış, maalesef bizde ise eskiyi hatırlatmak dahi şovenlikle suçlanmıştır.
Erbakan Hocanın tespitiyle Evrenin Kıbrıs çıkartmasıyla ilgili çelişkili tavırları
Kitabında gördüğümüz bizi üzen asıl önemli bir çelişki de şudur: Sayın Evren anılarında, başından sonuna kadar ordumuzun silah, malzeme ve teçhizatının yetersizliğinden, eskiliğinden, demode oluşundan şikâyet etmekte, bağımlılığın ve ambargoların ne büyük sıkıntılar getirdiğini itiraf etmektedir. Askerlik hayatının ilk günlerinde başlayan bu şikâyet Genel Kurmay Başkanı olduktan sonra da devam etmektedir. Nitekim anılarının 214. sayfasında Genel Kurmay Başkanı olmasından sonra ilk 30 Ağustos münasebetiyle bir derginin sorularına verdiği cevapta: “Ayrıca bugün Türk Silahlı Kuvvetleri'nin elinde bulunan silahları da tamamıyla modern saymak mümkün değildir. Bütün çabamız, büyük bir kısmı 2. Cihan Harbi'ne ait olan silahlarımızı geleceğin harplerinde kullanabilecek modern silahlarla değiştirmeye yöneliktir. Tabii, bunu ekonomik gücümüz oranında tahakkuk ettirebiliyoruz. Bugün için bu silahların hemen hemen hepsini dış ülkelerden tedarik etmek zorundayız. Üzülerek ifade edeyim ki, aynı ittifak içerisinde bulunduğumuz müttefiklerimiz, çok pahalı ve peşin ödeme gücümüz mahdut olan bu silahların alımında kolaylık ve anlayış göstermemektedirler.”
Evren Paşa devamında şunları anlatmıştı:
“Vaktiyle yapılan hataların cezasını şimdi bizler çekiyoruz. NATO'ya girmeden önce, o zamana göre fena sayılamayacak harp sanayimiz mevcuttu. Amerikan yardımı başladıktan sonra, sanki bu yardım sonsuza dek sürecekmiş gibi, Harp Sanayimiz ile uğraşan fabrikalarımızın kapısına zincir vurduk veya başka maksatlarda kullandık. Bir zaman geldi ki, ABD askeri yardımı durdu; fakat ABD menşeli olan bu silah ve araçların idamesi için milli bütçeden yedek parça almaya devam etmek zorunda kaldık. Öyle zannediyorum ki, Amerikan ordusunun elinden çıkarıp bize hibe şeklinde verdiği bu silah ve araçların fiyatı kadar parayı bugün, onların yedek parçalarına ödemekteyiz. Bu dört senelik ambargo bize çok şey öğretti, bizi kamçıladı. Bugün birçok yedek parça ve malzemeyi kendi fabrika ve atölyelerimizde imal edebiliyoruz. Türk mühendisi ve işçilerinin kendilerine imkân sağlandığında çok büyük işleri başarabildiğini bizzat yerinde yaptığım incelemelerde gördüm. Bu bakımdan biran evvel yerli harp sanayimizin geliştirilmesinde büyük yararlar görmekteyim. Kimseye fazla güvenilmemesi gerektiği, bu ambargo olayı ile büsbütün su yüzüne çıkmıştır.”
Şimdi bunları yazan bir insanın ağır sanayi kurma hamlesi karşısında çok büyük bir alâka ve heyecan duyması, bu hamleyi ciddi olarak takip bilgi alması ve bu hamlenin hedefine ulaşması için her bakımdan yardımcı olması gerekirdi. Hâlbuki anılarında üzülerek görüyoruz ki bu büyük hamlenin heyecanını duymamış, yakından takip etmemiş, sadece emperyalistlerin maksatlı propagandalarına kapılmıştır.
Kıbrıs harekâtının başlatılması
Evren'in zihniyetine kalsaydı Kıbrıs çoktan elden çıkardı. Bu gerçeği belirtmek için bazı açıklamaları gerekli görüyoruz. Milletimize yaptığımız en büyük hizmetlerden biri Kıbrıs'ta harekâtı başlatmamız, hedefine ulaştırmamız ve o günden beri kurtarılan haklarımızı korumamızdır. Sayın Evren'in anılarında açıkça görülüyor ki, kendisi bizim Kıbrıs harekâtını nasıl başlattığımızı bilmiyor. Bu harekâtı hedefine ulaştırmak için neler yaptığımızdan haberdar değildir. Ve o günden beri kurtarılan hakların korunması için gösterdiğimiz gayretin ve tutumumuzun sebeplerini anlamamıştır.
Evrenin çarpıtmaları:
“Koalisyon kanadı Milli Selamet Partisi, Kıbrıs'ta ele geçirilen topraklardan bir karışının bile verilmesine razı olmuyor, sanki ulaşılan hedef, kazanılan araziyi kendisi kararlaştırmış gibi 'Kanla alınan toprak verilmez' diyerek bütün görüşmeleri baltalıyordu. Hâlbuki ele geçirilen topraklar esasında kararlaştırılandan fazla idi. Sebebi de yapılacak müzakerelerde bu fazlalıklar bir taviz olarak verilebilecekti. Fakat Erbakan, sanki kendisi cephede savaşmış gibi bir mücahit havasıyla her müzakereyi neticesiz bırakıyordu. Nihayet Cumhuriyet Halk Partisi, Erbakan'la ortak olarak memleket işlerini yürütmenin mümkün olamayacağını anlamış olacak ki, koalisyonu bozdu ve hükümetten çekildi.”
(Anılar 82. sayfa): “Kıbrıs meselesi ise hâlâ bir sonuca ulaştırılamamıştı. Karşı tarafın istediği toprak fedakârlığı yapılamıyordu. Zira Erbakan, hem 1974'teki Ecevit Hükümeti döneminde ve hem de her iki Milliyetçi Cephe Hükümetleri döneminde 'Kan dökülerek alınmış toprakların bir karışı bile geri verilemez' diye tutturmuş ve bu yüzden de görüşmeler bir sonuca ulaştırılamamıştı. Belki harekâttan sonra başlayan müzakerelerde bir kısım toprak parçası ve Maraş Bölgesi verilebilseydi Kıbrıs problemi daha o tarihte halledilebilecek ve uyuşmaz taraf olarak biz olmayacaktık” diye yazmaktadır.
Erbakan ve MSP, Cephedeki Mehmetçik gibi çırpınmıştı!
Yukarıdaki açıklamalarımız ışığında Evrenin bu beyanları incelendiğinde ortaya çıkan sonuç şudur: Demek ki biz, o günden bugüne kadar Kıbrıs meselesini “Sanki kendimiz cephede savaşmış gibi” canla başla savunmuşuz. Bu tespit doğrudur. Çünkü vatanseverliğin gereği budur. Ve bizim Kıbrıs harekâtının başından sonuna kadar yaptığımız başarılı hizmetlerden bir tanesi bile aksamış olsaydı, Kıbrıs harekâtı başarıya ulaşamazdı. Mesela:
Müdahalenin zamanında yapılmasını temin etmeseydik,
Ecevit'in, çıkartmanın ilk günü BM Güvenlik Konseyi'nin kararına uyarak ateşin kesilmesi için yaptığı teşebbüsü önlemeseydik,
Kanton çözüme rıza gösterseydik,
İkinci harekâtı başlatmak için diretmeseydik,
Kıbrıs'ta istenilen toprak tavizlerini verseydik, Askeri harekât başarılı olamazdı ve Kıbrıs çoktan elden gitmiş olurdu. Bu sebepten dolayı bizim Kıbrıs için yaptığımız hizmetler, bu mühim meselenin hem tarihi ve siyasi sorumluluğunu üstlenerek karar vermek, hem de bu kararı en iyi ve başarılı şekilde sonuca ulaşacak tarzda icra ettirmektir. Bu hizmetler bizzat cephede çarpışmak kadar, hatta daha da önemlidir. Zira dökülen kanların heder olmaması ancak bu sayede mümkün olabilmiştir. Sayın Evren bunu anlayamamış görünüyor. Sergilediği mantık da sakattır. Bu mantığa göre şayet bir milli meseleye candan sahip çıkmak için mutlaka cephede çarpışmak şartı koşulursa, bu takdirde ne Evren'in ne de bu günkü iktidarların Kıbrıs'tan bahsetmeye hakları olamazdı.
Sayın Rauf Denktaş Evren'in “Söz konusu fazla topraklar ile Maraş'ın Rumlara iadesi halinde Kıbrıs sorunu o dönemde çoktan çözüme kavuşturulmuş olurdu” iddiasını reddetmiş, buna verdiği cevapta: “Zamanında havaalanının müşterek kullanımına karşı Maraş'ın bir kısmının iadesini önerdik. Kipriyanu bunu reddetti. Rumların istedikleri tüm Kıbrıs'tır. Şimdiki halde işgalci çıksın herkes yerli yerine dönsün diyorlar. Konuya yaklaşımları bu olan Rum liderliğini toprak tavizi ile tatmin edemezsiniz. Onlar her şeyi kendilerinin biliyorlar ve bunu elde etmek için de Dünya'yı kandırmaya, en vahim şekilde silahlanmaya devam ediyorlar” demiştir. Sayın Evren, bizim milli menfaatlerimizi korumak için başvurduğumuz ve haklı olduğumuz için de etkili olduğumuz bu mücadelemizden niçin hoşlanmıyordu? Yoksa içeriden, dışarıdan oynanan bu oyunların farkında değil miydi? Bu dış müdahaleleri tasvip mi ediyor yoksa, karşı mı çıkıyordu? Bize göre asıl rahatsız olunması gereken şey bu tür dış müdahalelerdir. Anlaşılıyor ki Türkiye, bir zamanlar İsmet İnönü'nün şikâyet ettiği durumdan çok daha gerilere gitmiştir. Bunun sorumlusu da Sayın Evren dâhil devletin yetkili organlarında görev yaptıkları halde bu durumun devamına, bilerek veya bilmeyerek karşı çıkmayanlardır.
[1] Bak: (Osmanlı İdaresinde Kıbrıs-Nüfusu, Arazi Dağılımı ve Türk Vakıfları-, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Yayın Nu: 43, Ankara 2000.)