Anasayfa » İSLAM VE İLİM SEMİNERİ – TEKNOLOJİ

İSLAM VE İLİM SEMİNERİ – TEKNOLOJİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 276 Görüntüleyen

    

     İSLAM VE İLİM SEMİNERİ

 

 

Tam kırkiki yıl önce Erbakan Hoca bunları 1969 yılında anlatıyordu:

Böyle bir konuyu aramızda konuşmaya çok büyük ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü Müslümanlar olarak; dünyanın gelmiş geçmiş en büyük düşünce sistemine sahip bulunuyoruz. Fakat bu büyük mana ve düşünce sistemine sahip Müslümanların karşısında -mücadele suretiyle sevapları ve şerefleri artsın diye- karşısında daima batıl fikirler ola gelmiştir. Bu batıl fikirler, bir Müslüman diyarı içerisinde bizleri, kendi dinimizi, kendi hakikatlerimizi öğrenemeyecek hale getirmişlerdir. Bakın, ben bugün size, dinimizin yaydığı ışıkla yapılmış olan ilmi çalışmaların bazılarından bahsedeceğim. Eminim ki, çoğumuz bu çalışmalar hakkında fikir sahibi değiliz. Niçin? Çünkü kendi geçmişimizi ve gerçeklerimizi öğrenmeğe imkân bulamamış kimseleriz.

Önce, mevzuun ehemmiyeti hakkında bir noktayı belirtmek istiyorum: Bizim düşünce sistemimizde aslında hiçbir noksanımız yoktur. Ancak yetiştirilme tarzımız dolayısıyla yanlış düşüncelere düşebiliyoruz. O da şu: Efendim, ortada bir Müslümanlık var. Müslümanlık bilhassa ahirete, manevi ilimlere, ahlâki değerlere fıkhi ve diğer ilimlere ait birçok esaslar getirmiş, biz bunları öğrenmişiz, fakat zannediyoruz ki, Müslümanlık dışında başka hakikatler de vardır. Neymiş bu hakikatler? Efendim bakınız eloğlu çalışıyor. Amerikalı Avrupalı ne büyük mamureler meydana getiriyor; Aya ve yıldızlara gidiyor! İyi de, bu insanların çalışmaları, Kur’an-ı Kerim’e istinat eden ilimler münasebetiyle midir, değil midir? Bunu iddia edecek vaziyette değiliz, diye düşünüyor ve diyoruz ki:

“Bunlar böyle güneşin tutulmasını saniyesi saniyesine hesapladıklarına göre, aya şu kadar zamanda gideceğim, deyip o dakikada gittiklerine göre, onların da istinat ettikleri bir hakikat kaynağı var” sanıyoruz. Ve böylece Müslümanlık dışında sanki başka bir hakikat kaynağı olabilirmiş gibi Avrupalıların düşünce sistemine bir pay ayırmağa kalkışıyoruz.

Şimdi biz, bu konuşmamızda bilhassa belirtmek istiyoruz ki, “Müslümanlık dışında başka hiç bir hakikat kaynağı olamaz”. Peki bu Avrupa’da gördüğümüz adamların yaptıkları işler ne oluyor? Bunlar nasıl meydana geliyor? İşte sizlere Batılıların düşünce sistemleriyle ve yaptıkları ilerlemelerle; Müslümanlık arasındaki münasebeti belirtmeğe çalışacağız.

Önce şöyle bir noktadan başlayalım: Sizinle beraber seyahate çıksak, dünyanın muhtelif yerlerinde çalışmalar yapılan yerleri dolaşsak: dışarıdan baktığımız zaman, “Aman ne büyük binalar, ne büyük köprüler yapmışlar; bu jetlerle, bu roketlerle nasıl uçuyorlar, aya nasıl gidiyorlar? Bu laboratuardaki karmakarışık aletler üzerinde nasıl çalışıyorlar” diye hayretle bunları seyrederiz. Amerika’da aya giden herhangi bir füzenin hareketini kontrol eden bir gözetleme merkezinde çalışan insanın yanına yaklaşıp, bu adamın bilgi muhtevası nedir, diye incelemeye başlasak, ne göreceğiz? Tabi bizler öyle bir yetiştirilme tarzının içerisine konulmuşuz ki: bu laboratuarda çalışan insanlara ister istemez büyük bir hayret hissiyle bakıyoruz, onları kendimizden çok büyük görüyoruz. Şimdi biz bu büyük görme meselesinin tahliline girişmek istiyoruz. Onun için bu laboratuarda çalışan büyük âlimlerden bir tanesinin yanına yaklaşsak ve desek ki: “Beyefendi, siz burda ne yapıyorsunuz?” diyecektir ki, “Ben burada şu füzenin aya gidişini kontrol ediyorum.” Peki nasıl kontrol ediyorsun? “İşte sadece şu aleti kullanıyorum” diyecek. Alet nasıl yapılmış, desek, adam bize birtakım formüller yazacak. Bu formüllerin baş taraflarına birtakım harflerle rumuzlar koyacaktır. İçimizden deriz ki, bu adam bilmediğimiz ve hiçbir zaman da akıl erdiremeyeceğimiz mevzulardan bize bahsediyor. Hâlbuki bir Müslümanın böyle bir durumla karşılaştığı zaman, bunları çok büyük bir mesele olarak görmemesi lâzımdır. Ve yine herhangi bir laboratuarda çalışan bilim adamına bu işleri nasıl yaptığını sorduğumuz zaman, o da bize bir takım formüller göstermeğe başlayacaktır. Şimdi biz bu formül meselesinin içerisine girip bunlardan ne kastedildiğinin bir hülâsasını yapmak istiyoruz: Bakın bu adam bize hangi formülden bahsederse etsin, bunun bahsetmiş olduğu formülün şekli ve muhtevası mühim değil. Aslında formül diye yapmış olduğu şeyler, bir takım fikir sistemlerini ve düşünce silsilelerini rumuzlarla yürütmekten başka bir şey değildir. Mesela bu adamın aya füzenin gidişiyle yapmış olduğu hesap ile, mahiyet itibariyle; şu pencereden aşağıya bir taş atsak, bu attığımız taşın ne kadar zaman sonra yere geleceğini hesaplama arasında prensipleri itibariyle bir fark yoktur.

Niçin mi? Şimdi arkadaşlarımızın çokları bilhassa lise seviyesine kadar mekanik ve fizik dersi okumuş olanlar, biz şu pencereden bir taş bıraksak, aşağıya bu taşın ne kadar zaman sonra düşeceğinin hesabını çok iyi bilirler. Hemen arkadaşımız oturup ve o Amerika’da gördüğümüz beyaz gömlekli, makinenin başındaki görevli gibi derhal karşımıza bir formül yazar ve der ki, efendim on metreden mi taşı aşağı düşürüyorsunuz? O halde buraya 10 yazacağız, 2 ile çarpacağız, 20 olacak. Yerçekimi 9.81dir. Buna böldüğümüz zaman 2 çıkacak. Karekökünü aldığımız zaman 1,41 çıkacak. Bu taş 10 metrelik bir yerden serbest bırakılırsa, 1,41 saniye sonra aşağıya düşmüş olur. Hakikaten pencereden bir taşı bıraktığımız zaman bir kronometre tutarsak taşın aşağıya tam 1,41 saniyede indiğini görürüz. Şimdi tabiî biz bu manzarayı görünce “vay canına, bu adam bu işi biliyor” diyoruz. Aslında bu adamın bildiği şey nedir? Efendim bu taş buradan aşağıya doğru düşerken herhangi bir anda taşı yer çekiyor. Bir çekim kuvveti var. Kuvvet diye bir şeyden bahsedecek. Sonra diyecek ki, efendim, “taş aşağı doğru inerken bir ivme kazanıyor. Bu ivmeden dolayı taşın bir atalet kuvveti var. Taş aşağı doğru inerken yerin çekmiş olduğu bu kuvvet yukarıya doğru mevcut olan atalet kuvvetine eşittir” çünkü daima her yerde, nerede karşılaşırsak karşılaşalım “tesir, aks-i tesire müsavidir.” (etki-tepki) Sahi öyle midir? Başlayacak bize misal vermeğe. Diyecek ki, bakın ben masayı bir kilo kuvvetle şöyle itersem, o da bir kilo ile bu tarafa doğru beni itmiş olacaktır. Ve nereye gidersek gidelim, tesir, aks-i tesire eşittir. Şimdi bugün bütün dünyada her sahada yapılmış olan ilmi çalışmalarda bize esas bilgiyi veren, “tesir müsa-vi aks-i tesir” diye bir prensiptir. Tesir, aks-i tesire müsavidir (etki tepkiye eşittir).Yani herhangi bir kuvvet daima karşısındaki başka kuvvetlerle dengededir.

Şimdi bir taşın düşme zamanını hesaplamak için “tesir aks-i tesire eşittir” prensibinden faydalanıyoruz. Bunun gibi başka hesaplarda faydalandığımız başka prensipler de vardır. Bu prensiplerden önemli bir tanesi “Madde yoktan var edilmez, vardan yok edilmez” prensibi. (Maddenin tahaffuzu prensibi). Diğer bir prensip ise “enerji yoktan var edilemez, vardan yok edilemez” prensibi.

Bugün bütün dünyadaki teknik sahada yapılmış olan çalışmaların hepsinde kullanılan asıl fikri muhakeme, temel ve genel formül işte bu üç prensipten ibarettir. Bugün hiçbir fizik, hiçbir kimya, hiçbir mekanik meselesi yoktur ki, bu üç prensip vasıtasıyla hesaplanmamış olsun. Bunun dışında başka bir prensip yoktur. O halde bizim karşılaşmış olduğumuz herhangi bir Batılı ilim adamı bir hesap yapıp da bize bir marifet gösterdiği zaman bilelim ki, bu marifetin altında ve arkasında yatan asıl hesapların hepsini sıksak yere üç tane damla düşer: Biri “Tesir, aks-i tesire eşittir” prensibi. İkincisi “madde yoktan var olmaz, vardan yok olmaz” prensibidir. Üçüncüsü de “Enerji yoktan var olmaz, vardan yok olmaz” prensibidir. Bu üç prensibe istinaden bu hesaplar yapılır.

Şimdi bu hesapları yapıp bir takım neticeleri ortaya koyan bilim erbabına desek ki, “beyefendi sen bu hesaplan yaparken bir takım tabirlerden bahsediyorsun.

Madde, gerçekten var mıdır?

Kuvvet diyorsun, enerji, madde diyorsun. Nedir bu söylediğin şeyler?” İşte Batılı bir âlim bütün bu hesapları yaptığı halde kuvvetin ne olduğunu, enerjinin ne olduğunu, maddenin ne olduğunu bize tarif edemiyor. Bu mefhumları alıyor, kullanıyor ama, bunlar nedir, dediğimiz zaman anlatamıyor, gösteremiyor. Aman efendim insan maddeyi gösteremez olur mu? işte şuradaki masa, direk v.s. görülüyor madde işte budur. Hayır meseleye ilmi açıdan bakıldığı zaman bu kadar basit değildir. Madde nedir dediğimizde şu masadır, diye bize gösterdiği takdirde, “acaba bu masa nedir? diye bir incelemeye kalkışırsak; masanın üzerine çok büyük bir mikroskopla yaklaşmaya başlarız. Maddenin ne olduğunu anlamak için, ilk önce masanın üst yüzeyinden birtakım pürüzler görürüz. Sonra bu pürüzlerin içerisine girdiğimiz zaman, eğer ağaçtan yapılmış bir ahşap masa ise bu nebatın hücrelerini görürüz. Bu hücrelerin de kendi içerisinde birtakım organik maddelerden ve bu organik maddelerin ise birtakım moleküllerden yapıldığını görürüz. Bu moleküllerin içerisine bir elektron ‘mikroskobu ile bakacak olursak, maddenin içindeki bu en küçük parça dediğimiz molekülün bir takım atomlardan yapılmış olduğunu fark ederiz. Atom nedir deyip içerisine girdiğimiz zaman ise görüyoruz ki, atom bizim güneşe ve etrafında dönen yıldızlara benzeyen bir yapıya sahiptir. Ortasında tıpkı güneş gibi bir merkezi kısım bulunuyor. Buna proton deniyor. Bunun etrafında dünyanın ve diğer yıldızların dönüşü gibi bir takım elektronlar dönüyor. Tıpkı dünya ve diğer yıldızlar güneşin etrafında nasıl dönüyorlarsa, şu masanın içerisindeki her bir atomda da bu şekilde ve sürekli hareket ediyor.

Peki, bu atom dediğimiz şey nasıl bir şeydir? Elektron mikroskobu ile gelip bunun içerisine girdiğimiz de anlıyoruz ki, şimdi nasıl bir güneşi dünyadan pek çok uzaklarda görüyorsak, bunun gibi; atomun protonu ile elektronu arasında (yani güneş ile dünya arasında) da çok büyük bir boşluğun olduğunu görüyoruz. Öyle ki, biz dünya ile güneşin arasına on bin tane dünya koyarsak ancak güneşe erişiriz. Hâlbuki atomun içerisinde elektron ile protonun arasına (yani oradaki dünya ile güneşin arasına) yüz bin tane koyduğumuz zaman ancak ulaşabiliriz. Bunun manası şudur:

Biz madde diye her tarafını dolu olarak görmüş olduğumuz cismin içerisine girdiğimiz zaman bir boşlukla karşılaşıyoruz. Hâlbuki zahiren dolu zannediyoruz. Peki bunun aslı neymiş? Boşluk. Ama ne boşluğu? Efendim işte bir elektron var, bir de proton var madde dediğimiz şeyin içerisinde. Ve bunların arasında da arz ile güneşin arasındaki boşluğun tam on misli büyük boşluk var. Oysa biz bunu dolu zannediyorduk. Evet dışarıdan baktığımız zaman dolu sanılıyor… Çünkü içerisini göremiyoruz. Görme kabiliyetimiz yetmiyor. Gerçekte ise bunun içerisinde boşluk var…

Şimdi bu Amerikan laboratuarında bize o hesaplarla fiyaka yapan insanı getirip de mikroskopla bu boşluğun içerisine sokup: “beyefendi sen demin hesaplarında maddeden bahsettin. O halde nerede bu madde?” dediğimiz zaman, o kişi bu boşluğun içerisine girip kayboluyor. Çünkü bunun içerisindeki elektron ve proton dediği şeylerin aslında bir ağırlığı veya herhangi bir hacmi görünmüyor. Dünyadaki bütün altınların hepsini, eğer atomlarının içindeki boşlukları çıkartacak kadar bunları sıkıştırabilirsek, sadece bir yüksüğün içerisine sığacak kadar küçülür. Halbuki dünyadaki bütün altınlar bir ucu Lizbon’da bulunan öbür ucu Sibirya’ya kadar uzanan bir katarı dolduracak kadar görülür!..

Yani bizim gördüğümüz, altın gibi en ağır bir madde dahi aslında büyük boşluklardan meydana geliyor. İşin içerisine girdiğimiz ve hakikati fark ettiğimiz zaman, orta yerde madde diye bir şey kalmıyor. Hatta deniliyor ki: “Efendim bu kenardaki elektron dahi aslında yoktur.” Ya ne varmış? “Şöyle bir dalga var. Bu dalga devamlı dönüyor, kabul ediliyor” diyorlar. Nasıl bir dalga? Meselâ şu salonun bu ucundan karşıya kadar bir ip gersek şu ucundan aşağıya çekiversek, bu dalga buradan oraya kadar yürür gider. İşte siz elektron dönüyor diye kabul ediyorsunuz. Hâlbuki aslında dönen elektron değildir. Dönen neymiş? Dönen bu dalgadır. Özetle madde diye bir şey yoktur.

O halde bugün Batı, bir takım hesaplar yapıyor, bir takım işler başarıyor gibi gözüküyor. Ama kendisinin kullanmış olduğu mefhumların ne olduğunu bile hala bilmiyor. Bugün Batıdaki bir insan madde nedir bilmez. Batıdaki bir insan enerji nedir bilmez. Batıdaki bir insan kuvvet nedir bilmez!..

Niçin bu konu üzerinde duruyoruz? Müslüman kardeşlerimiz, yarım yamalak batı ilimlerini okumuş bazı insanlara rastladıkları zaman, bunların küçümsemesiyle karşılaşıyor. Batılılar kendi küçüklüklerini ve düşüklüklerini bilmiyor. Ben bu akşam size; Müslümanları küçük gören insanların aslında kendilerinin küçük olduğunu ispat etmek için huzurunuza geldim.

Gitmiş, Batıda biraz tahsil yapıp gelmiş, Müslümanlığı küçük görmeye kalkıyor. Niçin? Efendim dünyada ilim var, fen var diye hava atıyor. Nedir senin ilim dediğin? Aya çıkılıyormuş, yıldızlara gidiliyormuş… Gel söyle bakalım, aya yıldızlara hangi hesaplarla gidiliyor? Onun bunların hiç birinden haberi yoktur. Bu hesapların nereden çıktığını bilmiyor. Bildiği takdirde gerçeği kabullenmeye mecburdur. Diyecek ki, bir takım prensipler var. Bu prensipleri biz tecrübelerle tespit ettik. Bu prensiplere inanıyoruz. Bu prensiplere istinaden hesaplar yapıyoruz. Nedir bu prensipler? İşte “Tesir aks-i tesire eşittir. Madde vardan yok olmaz, yoktan var olmaz.” Peki, senin bu madde dediğin nedir? Enerji ve kuvvet dediğin nedir? diye sorduğumuz zaman bize karşı, o büyüklük pozları takınan insanlar, bunların ne olduklarını izah edemiyor, burada takılıp kalıyor. Niçin? Çünkü onlar asıl ilim nedir, onu bilmezler. Bazı basit tatbikatları ilim zannederler. Hâlbuki onların gelip tıkandıkları bu yer var ya, işte ilim ondan sonra başlar aslında… Sen madde nedir bilmeden, sen enerji nedir, kuvvet nedir bilmeden, gelip de boşuna böbürleniyorsun burada! Madde dediğiniz şey var mı yok mu? Daha bunu orta yere koyamıyorsun. Bak biriniz böyle söylüyor, diğeriniz başka söylüyor. Biriniz diyor ki, “Evet madde vardır. Öbürünüz hayır madde yoktur, bu bir dalgadır, şudur, budur diyor.” Şimdi bunların en büyük yetişmişlerinden bir tanesinin ismini işitmişinizdir: Einstein (Aynştayn) adlı Yahudi bilgini… Einstein bütün bu meselelerle senelerce uğraştıktan sonra ömrünün sonlarında şunları söylemiştir: “Ben ömrümde uzun müddet, hakikaten bu madde ve enerji ile, kuvvetle uğraşıp bir sürü hesaplar yaptım, ama bütün hayatım boyunca bunların ne olduğunu anlayamadım. Hatta size bir şey söyleyeyim. Acaba biz hesaplar yaparken “madde, enerji, kuvvet” gibi mefhumları kullanacağımıza, bunların yerine başka mefhumları kullanmış olsaydık, acaba daha mı kolay hesap yapardık? Bunu da bilemiyorum. Yalnız hissettiğim bir şey var, o da böyle enerji, madde, kuvvet diye birbirinden ayrı üç mefhum olmadığıdır. Ben bu işte bir tevhit (birlik) hissediyorum. Bir tek mefhum olsa gerek ki, bu bazen enerji haline, bazen de madde haline giriyor; bazen kuvvet haline giriyor. Evet bunun ne olduğunu hissediyorum ama bir türlü bulamıyorum” diyor. Nitekim atom parçalandığı zaman madde enerji haline geliyor. Yine enerjiyi bir yerden toplamak mümkün olduğu takdirde ondan da madde meydana geliyor. O halde madde nerede? Enerji nedir? Asıl olan bunların hangisidir? Diye sorduğumuz zaman bugün Batı ilmi ve Einstein, gibi bilginleri bunun cevabını veremiyor. Ve bu sorular karşısında, kendi durumlarının bir çıkmaz içinde olduğunu kendileri itiraf ediyor. Hani gelip de bir Müslümana yukarıdan bakan bir insan var ya, o insan bilmelidir ki, kendisinin bir varlık olarak istinad etmiş olduğu Batı ilmi, bugün gelmiş, bir çıkmazın içine saplanmıştır. Bir tıkanıklığın içerisindedir. Bu tıkanıklık, mefhumların ne olduğunu bilmemekten ileri geliyor. Ve tabi daha başka sebepleri de bulunuyor. Meselâ Batılı insan bu prensipleri tatbik etmek suretiyle hesap yapmak istediği zaman, bugün hesapları da yapamıyor. Bir çıkmazın, bir tıkanıklığın girdabındadır. Bütün Batı memleketlerinde doktoralar yaptırılıyor. Bu doktoralarda birazcık karışık bir mesele olduğu zaman, bunları çözüp halledemiyorlar. Ama bunları çok defa açıklıkla söyleyemiyorlar. Şimdi şu anda ben çok arzu ederim ki, Batı üniversitelerinde doktoralar yaptırmış bir ilim adamı karşımızda olsa da, bu meseleyi biz onlarla münakaşa etsek, siz aramızda hakem olsanız. İsbat etmek üzere iddia ediyorum ki; “Batı bugün yapmış olduğu hesapların, kullanmış olduğu mefhumların ne olduğunu kendisi bilmez, bu bir. İkincisi bu hesapları yaparken bir çıkmazın içindedir. Batının hesap ve riyaziye imkânları, bunları çözmeğe yetmez.” Bunlara sorsak: Peki ne yapıyorsunuz siz bu doktora çalışmalarınızda? Bakın, ben size anlatayım: Mesela şuradan bir gemi gidiyor, bu geminin arkasında acaba nasıl dalgalar meydana gelecek? Bunu hesaplayın deseler, şimdi bizim üniversitelerimizde ilim diye yaptığımız şey şudur: Bu gemiyi yürütüyoruz, geminin arkasındaki dalgaların, bir modelin üzerinde fotoğraflarını alıyoruz. Bakıyoruz ki; şöyle dalgalar meydana geliyor, sonra geçiyoruz masa başında, bunu hesaplamaya çalışıyoruz. Bunun için yaptığımız şey, şu üç tane prensibi formüllerle yazmaktır. Ama ondan sonrasını çözemiyoruz, yani muhakeme silsilesini yürütemiyoruz, iyi mefhumlar seçmediğimiz için bir yerde tıkanıp kalıyoruz. Bundan sonra bir takım kolaylıklar yapıyoruz. Ama bu kolaylık ilim değildir.

Bu kolaylık bir ressamın resim yapması gibi hususlardır. Üzerinde “şu önemli değildir, bu önemlidir diye” hesapları kendi elimizde oynayarak o fotoğrafını almış olduğumuz şekle benzetmeğe çalışıyoruz. Ve istiyoruz ki, daha önce fotoğraftaki şekil buradaki hesabın neticesi olarak meydana gelsin. Neden böyle bir çalışma şekline giriyoruz, çünkü bu prensip ve kuralları ve kullandığımız kavramları çözmek için matematik bilgimiz yetmiyor. Çünkü bizim içerisine girmiş olduğumuz yol çıkmaz bir yoldur. Siz Batılıların bugün aya füzeyle gittiğine bakmayın, ilim sahasındaki çalışma itibariyle bir çıkmaz noktanın içerisine gelip saplanmıştır Batı. Peki ne olacak? Şu çıkmaz yoldan kurtulmanın mümkün olup olmadığı meselesini görüşmek için, Müslümanlığın bu ilimlere nasıl baktığı meselesini, incelememiz gerekir.

İlimde sıçrama noktaları ilahi kaynaklardır:

Bakın bu formüllere ve bu hesaplara Müslümanlar nasıl bakıyorlar? Bunun için önce bu batılı adamın birtakım fiyakalarla kullanmış olduğu şu formüllerin, bütün şu bilgilerin asıl sahibi kimdir? Önce bunu araştıralım. Şu Batılılar ne biliyorsa getirsin hepsini üst üste yığsın karşımıza, “Ben şunları biliyorum” desin. Bunların hepsini üst üste koyalım; bunun bir boyu var, bir karıştır. İşte onun bildiğinin hepsi bu kadardır. Hepimiz iyi biliriz; insanların bütün bilgisini toplasak Cenab-ı Hakk’ın sonsuz ilmi karşısında denizdeki bir noktayı dahi tutmaz. Onun için bu adamların böyle fiyaka yapmaları boş kuruntulardır.

O kulluğunu bilse, Cenab-ı Hakk’ın ilminin genişliğini takdir ve tasavvur edebilse, o pozların hiç birini yapmaz. Cenab-ı Hak’tan sadece kendisine daha fazla ilim vermesini niyaz eder. Şimdi bu bilginin gerçek sahipleri kimdir? Bu bilgi nasıl meydana gelmiştir? Bunu mutlaka incelememiz gerekir. İnsanlığın bugün sahip olduğu bilgilerin hepsinin insanlık tarihinde bir biri üzerine eklene eklene meydana geldiğini biliyoruz. Bugün elimizdeki yazılı vesikalar beş bin sene öncesine kadar gidiyor. Ondan öncesine ait bir yazı olmadığı için acaba daha önce insanlar neler biliyorlardı? Bu hususta bir bilgimiz yok. Onun için şimdi bugünkü durumdan geriye doğru gidelim ve insanlığın beş bin senelik tarihinde acaba ilim nasıl gelişmiş onu incelemeğe bakalım. İlk insanı sıfır kabul edelim. Beş bin sene önceki insan: taş devrinde, mağarada yaşıyor. Ateş nedir henüz bilmiyor. Yavaş yavaş öğreniyor. Cenab-ı Hak insanlara zeka vermiş, akıl vermiş, birtakım nimetler ve faziletler vermiş, insan diğer mahluklardan farklı bir yaratıktır. Diğer hayvanlar meselâ bir aslan, maymun vs. muayyen kabiliyetlerle teçhiz edilmiştir. Fakat insanlardaki zekâ bunlarda yoktur. Meselâ bir insan; karşısındaki hayvana bir taş atacağı zaman bu taşın ne büyüklükte olması lâzım ki o hayvanı devirebilsin, bunu aklıyla takdir edebiliyor. Hayvanlar ise karşısındaki düşmana ne büyüklükte ve ne atacağını akıl edemiyor. Ama insanlar Allah’ın lütfettiği akıl gibi nimetler vermiş. Bu nimetler sayesinde muhtelif şeyleri takdir etmeğe başlamış. İnsanlık tarihinde bilgi bakımından mühim bir husus, ateşin öğrenilmesidir. Belki insanlar yanardağların lavlarını gördüler; tahtaları ve taşları birbirine sürdüler, ateş yaktılar. Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz. Ama insanlık yavaş yavaş ateşi farkettiler. Bundan sonra insanlar, muhtelif tarihlerde muhtelif şeyler öğrene, öğrene bugüne kadar geldiler. Bu arada ilk insanın bilgisini, ilk çağdaki insanın bilgisi olarak söylemekten çekiniyorum. Çünkü Âdem (as)’ın Allah tarafından eğitildiğine ve gerekli bilgilerle donatıldığına inanıyoruz.. Biz ilk insanlardan bahsediyoruz taş devrinde yaşayan insanların bilgisini konuşuyoruz.

Acaba beş bin senelik insanlık tarihinde, ilk noktadan zamanımıza kadar insanlar bu günkü bilgilerini nasıl elde ettiler? İlk akla gelen izah, insanlar bu günkü bilgilerini; zamanla araştıra araştıra, merdivenden çıka çıka elde ettiler, demek olacaktır.

Fakat ilimler tarihinde yapılmış olan incelemeler gösteriyor ki, insanlar ilk seviyelerinden bugünkü bilgilerine; böyle basamak basamak muntazam bir merdiveni çıkarmış gibi gelmemişlerdir. Bunu incelediğimiz zaman şöyle bir gelişme görüyoruz: ilk devrin insanları yavaş yavaş bilgi sahibi olmuşlardır. Böylece bir yere gelmişler, bu yerden sonra birden bire bilgileri artmıştır. Ondan sonra bu artış yine yavaş yavaş cereyan etmiş, ve tekrar bir noktaya gelip tıkandıktan sonra yine büyük bir gelişme yaşanmıştır. Peki, ama insanlık tarihinde bilgilerin birden bire arttığı başlangıç nokta neresidir? İki tane mühim nokta var (B ve C noktaları). Nerelerdir bu yerler? Bugünkü ilimler tarihi diyor ki, insanlar bilgilerin artmaya başladığı birinci nokta Asr-ı Saadettir. Bu nokta 7. asra rastlıyor. Asr-ı Saadette insanların ilimleri birden bire artmaya başlıyor. Nereye kadar gitmiş? (C) noktasına kadar gitmiş. Burası miladi 14. ve 15. asır (Hicri 7. ve 8. asır)

Bu iki noktadan biri (B) Müslümanlığın ilmi bütün insanlardan teslim alıp inkişaf ettirmeğe başladıkları tarihtir. Diğer nokta (C) Haçlı seferlerinden sonra, Rönesans’ta Avrupalıların ilimleri Müslümanlardan aldıktan sonra yürütmeğe başladıkları tarihtir. Binaenaleyh insanlık tarihinde Asr-ı Saadetten Rönesans’a kadar geçen yedi asırlık bir devir var ki, bu devirde bütün insanlığın ilimlerini, Müslümanlar inkişaf ettiriyor. Araştırmalar gösteriyor ki, bugünkü mevcut bilgilerin en aşağı yüzde 60-70 ini Müslümanlar inkişaf ettirmişlerdir. Bu ne demektir? Bize poz yapan, şu karşımıza gelip de Müslümanları küçük görmeğe kalkan insanın, ilminin yarısından fazlasının sahibi Müslümanlardır. O insanın bu tavrı takınması sadece bunları bilmediğinden dolayıdır. Acaba hakikaten Müslümanlık devrinde, bu ilimlerin inkişafı bu derece yükselmiş midir? Bunun izahına geçmeden önce sizlere şu iki noktaya ait üçer hususiyet söylemek istiyorum. Bakınız Asr-ı Saadette Müslümanların ilme yapmış olduğu hizmet nasıl olmuştur? Rönesans’ta Avrupalıların Müslümanlardan ilmi alışı nasıl olmuştur?

Batılılar, bilim hırsızlarıdır:

Bazı insanlar sadece, “Batı ilmi diye bir şey vardır, sizin bundan haberiniz yoktur” demekle kalmazlar, ayrıca bazı İslâm düşmanı müsteşriklerin kendilerine öğrettikleri birtakım yanlış fikirlerle de doludurlar. Ve bunlar: Müsteşriklerin şu sözlerini tekrar ederler: “Müslümanların ilme, aslında sizin büyüttüğünüz kadar hizmeti olmamıştır. Onlar eski Yunan’da, eski Hindistan’da, eski Mısır’da bulunan ilimleri almışlar, öğrenmişler, insanlık sevk-i tabiisiyle bunları da bir miktar inkişaf ettirmişler ve ondan sonra bu ilmin sahibi olan Avrupalılara getirip tekrar teslim etmişlerdir” derler. Bu külliyen yanlıştır. Müslümanlar hakikaten eski Mısırlıların, eski Yunanlıların ve eski Hintlilerin ilimlerini inceleyip almışlardır. Fakat bu alışta, üç mühim hususiyet vardır:

1) Bu ilmi, bu bilgiyi kimin kitabından aldıklarını açıklamışlardır. Demişlerdir ki, “Biz Batlamyus’un kitabında okuduk, biz Öklid’in kitabında okuduk, böyle diyor; biz Pisagor’un kitabında okuduk, şöyle diyor” diye daima aldıkları kaynağı belirtmişlerdir. Bilgi gaspına ve bilgi hırsızlığına tenezzül etmişlerdir.

2) İslâm âlimleri bu eskilere ait kitapları okuyarak bilgilerini alırken, bunları ezbere almamışlardır. Bunları hemen kabul de etmemişlerdir. Bu bilgileri tashih etmişlerdir, düzeltmiş ve değerlendirmişlerdir.

 3) İslâm âlimleri Yunanlılardan, Mısırlılardan, Hintlilerden bazı ilmi alırken kendileri yüksek seviyede bulunup, aldıkları milletler aşağı seviyede bulunuyorlardı. Yani aşağıdan yukarıya doğru almışlardır. Buna mukabil Haçlı seferleri yayılıp da Avrupalılar Müslümanlarla temas ederek onlardan bir takım ilimler almaya başladıkları zaman da üç hususiyet göze çarpmaktadır:(a) Avrupalılar bu ilmi kimden aldıklarını katiyen söylememişlerdir. Müslümanların kitaplarını okumuşlar, fakat kimin kitabından hangi bilgiyi aldıklarını kendi kitaplarında zikretmemişlerdir. Diğer Avrupalılar bu kitapları okudukları zaman, o adam bunu kendi yazmış zannetmişlerdir. Böyle bir takım yanlış yere büyütülmüş insanlar var Avrupa’da. Bizim kitaplarımıza bugün bu isimler gelip geçmiştir. Biz bu prensipleri onların bulmuş olduklarını zannederiz. Oysaki onlar bu prensipleri Müslümanların kitaplarını okuyarak almışlardır. Acaba böyle midir? Bunların ispatı için size misaller arz edeceğim. Yalnız önce şu hususiyetleri bitirelim.

(b) Avrupalılar, Müslümanlardan ilmi alırken bu ilimleri anlamadan almışlardır. Bizim bugün büyük gördüğümüz Avrupalı muhterem insanlar nasıl anlamazlar, nasıl olur efendim? Şimdi misaller vereceğim. Hep beraber göreceğiz, anlamadan aldıklarını.

(c) Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırken kendi seviyeleri bu ilimleri almaya müsait değildi. Yani Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırken yukarıdan aşağıya almışlardır. Müslümanlar yukarıdaydı, Avrupalılar aşağıdaydı. Ne bakımdan Müslümanlar yukarıdaydı? Avrupalılar, bu ilimleri alırken önce lisanları bu ilimleri almağa müsait değildi. Müslüman kitaplarındaki mefhumları kavrayamıyorlardı.

14. asırda tercüme ettikleri bir kitaptaki mefhumları ancak 18. asırda anlamağa başlamışlardır. Yani dört asır sonra. Bazı ilimleri ise ancak beş asır sonra anlamışlardır.

Muhterem kardeşlerim, özetle, Müslümanlar başkalarında ilmi alırken bunu kimden aldıklarını bildirmişlerdir. Üstelik bu ilimleri, olduğu gibi almamışlar, yanlışlarını düzeltmişler, tashih etmişlerdir. Bilgiyi aldıkları milletlerden daha yukarı seviyede idiler. Ama Batılılar ise: Kimden ne aldıklarını zikretmemişlerdir. Yani ilim hırsızlığı yapmışlardır. Bu aldıklarını anlamak için de çok asırlar harcamak mecburiyetinde kalmışlardır.

Şimdi biz, bunları burada aramızda rahatlıkla konuşuyoruz. Fakat, asıl önemli olan İslâm düşmanı müsteşriklerin karşısında bunları konuşmak ve onlara bu meseleyi kabul ettirmek. Onun için bu konuşmuş olduğumuz hususların hakikate uygunluğunu ispat etmek mecburiyetindeyiz.

Müsbet ilim kurucuları Müslümanlardır:

Şimdi ortaya daha büyük bir iddia koyuyorum. Diyorum ki, bugün Batılının ilmi dediğimiz Fiziği, Kimyayı, Matematiği, Astronomiyi, Tıbbı, Tarihi, Coğrafyayı ve hatta bugünkü ilimlerin hepsini Müslümanlar kurmuşlardır. Bu tabiî çok büyük bir iddia… Fakat bu iddianın ispatına hazırız.

Bakınız, meselâ en önemli gelişmelerden bir tanesi, Aya, yıldızlara gitme konusudur bugün, değil mi? Bu Aya yıldızlara gitme konusu bizim astronomi dediğimiz yıldızlar bilgisine ait bir husustur. Ve biliyoruz ki; astronominin kurucusu Müslümanlardır. Size bunlardan sadece birkaç örnek vereyim: Meşhur İslâm âlimlerinden el-Battanî isimli büyük bir astronomi âlimi, yani feza ilmi âliminden bahsetmek istiyorum. El-Battanî kimdir? içinizde bilen var mı? Bizim kendi alimlerimiz maalesef bize öğretilmemiştir. Çoğunuz Batlamyus’un ismini işitmişizdir. (Ptoleme veya Batlamyus diye..) Çünkü maalesef bizim kitaplarımız, bu Batılı bilginlerin ismini yazar. El-Battani’ye gelince ismini bile zikretmez. Neden? Çünkü bizim kitaplarımız birtakım taraf tutan Batılıların kitaplarından tercüme edilmiştir. Halbuki Pîtoleme (Batlamyus), nerede, el-Battanî nerede? Bakın bunların arasındaki farkı size açıklamaya çalışayım: El-Battanî kendisinden önceki Mısırlı âlim Batlamyus’un güneşin fezada bulunmuş olduğu yerden aynı yere tekrar gelmesi için, yani bir senelik bir zamanın geçmesi için; bizim bugünkü tabirimizle dünyanın kendi etrafında 260 defa dönmesi lâzımdır, dediğini, yani bir seneyi 260 gün zannettiğini görüyor. El-Battanî, ise Batlamyusun düşüncesinde yanıldığını, bir senenin 365 gün, 5 saat, 46 dakika, 22 saniye olduğunu söylüyor. Şimdi müsteşrikler, ve batı taklitçileri bize el-Battanî ile Batlamyus arasındaki farkın basit bir fark olduğunu iddia edebilir mi? Şu görmüş olduğumuz rakam bugünkü en hassas ölçü aletleriyle yapılmış olan ölçüye nazaran bir senenin hakiki müddeti bakımından sadece 2 dakika ve 24 saniye kadar farklı bir miktardır. El-Battanî, senenin uzunluğunu işte bu kadar hassas bir şekilde ölçüp ortaya koymuştur. Peki, bir seneyi 260 gün zannetmenin ilmi seviyesi nerede, bir seneyi, saniyesine kadar bildirmenin derecesi nerede? Evet bu farklar, başka sahalarda da şimdi göreceğimiz gibi devam edecek. Niçin? Çünkü Müslümanlar ilmi ellerine almış, bunları düzeltip hızla artırmıştır. Bu tarihlerden sonra Batlamyus gibileri ise eski devirlerde ve çok gerilerde kalmış olan bir insan konumundadır.

Eski Mısırlılar Akdeniz’in genişliğini, meselâ Mersin’den İskenderiye’ye kadar olan mesafeyi, bugünkü gerçek uzaklığının yirmide biri kadar zannediyorlardı. Yani Ankara ile Konya’nın arası 260 kilometre. Onlar Ankara ile Konya’nın arasını 10 kilometre zannediyorlardı. Ama iş İslâm âlimlerine gelince: Akdeniz’in hakiki genişliğini ilk defa ve en doğru biçimde ölçmüşlerdir. Nasıl ölçtüler? Abbasiler devrinde Halife Me’mun, “Ben Akdeniz bölgesindeki Müslüman toprakların kadastrosunu çıkartmak, herkesin hakkını ve sınırını tespit etmek istiyorum. Bana bütün Akdeniz boyundaki İslâm diyarlarının ölçülerini kesin olarak çıkartıp getireceksiniz.” dedi ve bu işi âlimlerine vazife olarak verdi. İslâm âlimleri o zamanki imkânlara göre Akdeniz’in genişliğini ölçmek için şöyle bir yol takip ettiler: Akdeniz’in kenarında sahilde kurulan bir şehirden ölçüye başladılar. Yüksek bir tepenin üstüne çıkıyorlar, o tepeden itibaren görebildiği kadar, ileriki mesafeye bakıyorlar. Sonra çıkmış olduğu tepenin denizden yüksekliğini ölçüyorlar… O zamanki aletlerle güneş batarken bulundukları tepeden aletlerle aradaki açıyı hesap ediyorlar. Daha açık bir misal üzerinde konuşursak, meselâ Konya’da bir tepeye çıktık. Bakıyoruz, Kulu kasabasında güneş batıyor. Güneşin orda kaç derecelik bir zaviye ile battığını hesaplıyoruz. Ardından bulunduğumuz tepenin yüksekliğini ölçüyoruz. Bu yüksekliği ve bu zaviyeyi belirledikten sonra aradaki mesafeyi matematikle buluyoruz. Yani Kulu’dan Konya’ya kadar olan mesafeyi hesaplıyoruz. Nasıl yapıyoruz? Sırf bunu hesaplamak için bizim bugün trigonometride kullandığımız sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant mefhumlarını icat ederek hesaplıyoruz. Bu mefhumları ilk defa bulan Halife Me’mun zamanındaki Müslüman âlimlerdir. Bunlar bu mesafeyi hesaplarken karşısındaki açının sinüs ve kosinüsünü hesaplıyor ve bu hesaplar vasıtasıyla mesafeleri ölçüyorlar. Buradan gidiyor, Kulu’daki tepeye çıkıyor; oradan da Ankara istikametine bakıyor. Ara yerdeki mesafeyi ölçüyor, böylece tepelere çıka çıka şehirler arasındaki mesafeleri ölçe ölçe Akdeniz’in bütün uzunluğunu hesaplıyor. Bu suretle bulmuş oldukları uzunluk; Akdeniz’in bugün bildiğimiz uzunluğunun ta kendisidir. Eski Mısırlıların Akdeniz’in uzunluğunu bugünkünün yirmide biri kadar zannetmelerine rağmen, Müslüman âlimleri işi ele alınca o günkü imkânsızlıklara rağmen, hakiki mesafeyi hesaplayabiliyorlar.

Şimdi bu “sinüs” meselesine gelelim. Trigonometri okuyan nispeten yaşlı kardeşlerimiz, ağabeylerimiz burada bilirler ki, eskiden trigonometri dersi okunurken sinüs, kosinüs kelimeleri yerine “ceyp, taceyp” kelimeleri kullanılırdı. Bizim otuz sene önce yazılmış lise kitaplarında bunlar ceyp, taceyp olarak geçer. Ceyp kelimesi arapça bir kelimedir. İlk defa halife Me’mun zamanındaki Müslüman âlimleri mesafe ölçerken bu kelimeyi kullanmışlardır. Bu uzunluğu o zamanki insanlar “cebe” benzetmişler ve buna bizim türkçede cep demek olan ceyp demişlerdir. Hesaplarında, kitaplarında “ceyp aşağı, ceyp yukarı” diye bir sürü hesaplar yapmışlardır. Şimdi bu kitapları Haçlı seferlerinden sonra Avrupalılar almışlar, bakmışlar ki, bunlar Akdeniz’in genişliğini fevkalâde doğru bir şekilde ölçmüşler!. Ama Bunu nasıl yaptıklarını ve hesaplamalarda kullandıkları ceyp gibi tabirleri anlamamışlardır. Bu hesapları hiç anlamadan lügatı açmışlar, Arapça’daki ceyp kelimesinin Lâtince karşılığı olan (sinüs) kelimesini kullanmışlardır. Avrupalılar buna (sinüs) dedikleri için, biz de her şeyimizi Avrupalılardan aktarmağa kalktığımızdan, bugün kendi mekteplerimizde kendi bulduğumuz ilimlerin adlarını onların anlamadan kullandıkları kelimelerle okutuyoruz. Onun için sinüs, kosinüs tabirlerini kullanıyoruz. Hâlbuki bunları bulanlar Müslümanlardır. Malın sahibi Müslümanlardır. Avrupalı bizden bunu anlamadan almış, bizde yine anlamadan onlardan alıyoruz.

Matematik, cebir, geometri Müslümanların malıdır:

Elbette Müslümanların yaptıkları sadece bunlardan ibaret değildir. Müslümanlar bugünkü coğrafyada bildiğimiz arz daireleri arasındaki mesafeleri ölçmüşlerdir. Halife Me’mun zamanında, Harran ovasında, bizim Türkiye’de bulunan bir kaza ile Irak’ta bulunan diğer bir şehir arasındaki mesafelerin fiilen ölçülmesi ve mesafelerde güneş bölgelerine ait yapılan hesaplarla tespit edilmiştir. Arz daireleri arasındaki miktar bugünkü bilgilerimize göre 111.000 kilometredir. Daha Halife Me’mun zamanında bunun 111.000 km. olduğu hesaplanarak ortaya konulmuştur.

Ve yine Müslümanlar, bu ilimler arasında sinüs, kosinüs v.s. bulduktan başka bunların tablolarını da yapmışlardır. Sinüs cetvelini bugün mekteplerde kullanıyoruz. Hattâ bu cetvellerin çokları tercüme edilmiştir. Tercüme edilen kitaplara bakarsak, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da basılmış kitaplardır. Ve biz zavallı insanlar olarak bugün zannederiz ki bu kitapların içindeki hesapları ilk defa yapanlar Avrupalılardır. Hâlbuki ilk defa trigonometri cetvellerini Müslümanlar hazırlamışlardır. Hem de öylesine hassasiyetle ki. Büyük Müslüman âlimlerinden Horasanlı Gıyasettin Cemşîd, “Risâletü’l-Muhitiyye” adlı kitabında bir derecenin sinüsünü ilk defa hesaplamışlardır. Şimdi tekrar karşımıza Avrupalıyı, hususiyle müsteşriki alıp soralım: Siz diyorsunuz ki, Müslümanlar bu ilimleri Yunanlılardan ve Mısırlılardan aldılar. Gösterin, Nerede Mısırlılarda sinüs mefhumu, nerede Mısırlılarda trigonometrik hesap mefhumu? Nerede Mısırlılarda sinüs bir derecenin kıymeti? Böyle şeyleri onlar bilmezler Ama Gıyaseddin Cemşid, sinüs bir dereceyi bakın ne hassasiyetle hesaplamıştır: 0, 017 452 404 437 238 371. Takriben virgülden sonra 18 hane hassasiyetle sinüs bir dereceyi hesaplıyor. Bugün bu hesabı elektronik makine ile yaptığımız zaman bir tek rakamı bile şaşmıyor!. Gıyaseddin Cemşîd, trigonometri cetvelini bu hassasiyetle oturup yapmıştır. Nasıl yapmış? Onların bu işi nasıl yaptıklarını düşündüğümüz zaman akıllar duruyor. Öyle metotlar karşısında, hayranlıktan başka bir şey duymak mümkün değildir.

Keza bugün yine Avrupalılara “pi sayısı”nın kimin tarafından bulunduğunu sorsak, efendim pi sayısını eski Yunanlılar bulmuşlar derler. Hayır, pi sayısını ilk defa bulan ve pi sayısının rakamlarını hassasiyetle hesaplayanlar yine Müslümanlardır. Ve yine Gıyaseddin Cemşîd’in Risâletü’l – Muhitiyye adlı kitabından bu hesabı sizlere veriyorum. Gıyaseddin Cemşîd pi sayısı için şu rakamları veriyor; 3,141592635589743 yani virgülden sonra 15 hane hassasiyetle pi sayısını doğru olarak hesaplıyor. Bugün elektronik makinelere hesaplattığımız zaman bunun hiçbir rakamının yerinden oynatamıyoruz. Çünkü asr-ı saadet gelmiştir, insanların ilmi, Müslümanların eline geçmiş ve ilim, asıl ilim olmağa başlamıştır.

Müslümanlar sadece trigonometri ve astronomi ilimlerini kurmakla kalmamışlardır. Müslümanlar bugün okuduğumuz “cebir” ilmini kurmuşlardır. Müslümanlar bugün gördüğümüz bütün matematiğin esaslarını ortaya koymuşlardır. Bakın, bizim karşımıza gelip “Biz aya gidiyoruz, yıldızlara gidiyoruz”, diyen insanlardan birine, şu hesabı nasıl yapıyorsunuz? dediğimiz zaman birtakım rakamlar yazacak… 1,2,3,….9 gibi bildiğimiz rakamlara başvuracak Bu rakamların sahibi de Müslümanlardır. Bu rakamların şekillerini Müslümanlar bulmuşlardır. Avrupa’nın şu rakamları: Afrika ve İspanya’daki Batı Müslümanlarının kullandıkları rakamların aynısıdır. Eski yazıda kullandığımız rakamlar ise Doğu Müslümanlarının kullandıkları rakamlardır. Binaenaleyh Avrupalıların kullandığı rakamların sahibi dahi Müslümanlardır.

Daha ileriye gidiyorum. Karşımızda bizi hakir görme alışkanlığı içerisinde fiyaka yapan insanların; bütün hesapları yaparken kullanmış olduğu metotları onlara verenler de Müslümanlardır. Nasıl olmuş? Bakınız, müsteşrik bize geliyor ve diyor ki, “Müslümanlar eski Hindlilerden, eski Mısırlılardan ve eski Yunanlılardan ilmi almıştır.” Tabi ki iftira ediyor ve gerçeği çarpıtıyor. Bu nasıl ilim alıştır ki, eski Yunanda rakamlar 60’tan daha büyük değildir. Zira eski Yunanlıların kaç tane harfleri varsa o kadar da rakamları vardır. Yani harfleri bitiyor, rakamları da bitiyor. Hâlbuki Müslümanlar geliyor ve diyor ki, “bizim geniş ufkumuza sizin basit kalıplarınız kifayet etmez.” Biz yeni bir rakam sistematiği getireceğiz. Ne getireceksiniz? Cevap olarak diyorlar ki, biz her türlü sayıyı ifade edecek bir rakam sistemi getireceğiz. Meselâ biri ele alalım. Bunu şöylece, (1) işaretiyle ifade edeceğiz. Bunu böyle yazar önüne bir nokta koyarsanız bu o zaman (10) olacak; iki tane nokta koyarsanız (100) olacak; üç tane nokta koyarsanız (1000) olacak, deyip bugünkü “aşarî” (onluk) sistem dediğimiz sistemi icat ediyorlar.

Bu sayede sonsuz sayıyı ifade etmek mümkün oluyor. Dahası var. Bu aşarî (onluk) sistemi getirmek ve geliştirmek suretiyle bugünkü toplama çıkarma ve bölmenin de prensiplerini koyuyorlar. Hâlbuki eski Yunanlılar toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeleri yapamazlardı. Çünkü onların rakam sistemleri buna müsait değildi. Bu çeşit toplama ve çıkarmaları yapmak için çubuklarla çalışırlardı. Muhtelif boylarda çubukları uç uca eklemek suretiyle hesap yaparlardı. Nihayet Müslümanlar bunların yaptıklarını incelediler. Çok yetersiz bulup bu aşarî sistemi getirdiler. Bu ondalık sistem insanlığa yapılan ne büyük hizmettir ve ilme en büyük katkıdır.

Müslümanlar sadece “her şeyi size veriyoruz ama, yalnız şu bizim ondalık sisteminizi verin” deseler, ortada Avrupa’ya ait hiçbir şey kalamaz. Fakat beyler geliyorlar, diyorlar ki, “bu sizin Müslümanlık dediğiniz şey gericiliktir.” Hay hay biz bu gericiliğe razıyız, yalnız bizim mallarımızı bize geri verin, çıkın bizim karşımıza da ilericilik diye “biz artık ondalık sistem kullanmayacağız” deyin. Yeni bir hesap metodunu getirin de görelim sizi. Bu çeşit hesap metotlarını getirmiş ve bu çeşit ilimleri insanlığa hediye etmiş olan Müslümanlardır. Ama biz kendimizi tanımıyoruz!..

Bunun gibi Müslümanların yaptıkları, Müslümanlar cebir ilmini de bulmuşlardır. Nedir bu cebir ilmi dediğimiz? Cebir ilminin kelimesi el-Câbir adlı İslâm âliminden geliyor. Avrupalılar da buna el-Câbir demeğe dilleri dönmediği için, bunun okunmasını, beceremedikleri için el-Câbir adını el-Gebra diye okurlar ve bugün İngiltere’de Almanya’da basılan bütün cebir kitaplarının üzerinde el-Gebra demek suretiyle el-Câbir’in adına izafeten bu ilmi liselerde cebir diye okuyoruz. Kim bulmuş bunları? Elbette Müslümanlar bulmuştur. Peki, ne yapmıştır bu Câbir? Câbir’in yaptığı şu: Eski Yunanlıların ve Hindlilerin yaptıklarını incelemiş. Ama müsteşriklerin dediği gibi onlara sahip çıkmamış. Ya ne yapmış? Onların inceledikleri hususlara bakmış, bir takım cebir meselelerini üçgenlerle, hendesi şekillerle yaptıklarını görmüş. Çünkü cebir ilmi eski Yunan’da, Mısır’da ve eski Hit’te yoktu. Câbir birtakım büyüklükleri harflerle göstererek bugünkü cebirin esaslarını ortay koymuştur. Bugün bizim karşımıza geçip de fiyakasını yaptıktan bu ilmin sahibi de Câbir’dir… Yani cebrin sahibi de Müslümanlardır. Bir eşitliğin iki tarafına aynı miktar ilâve edilirse, çıkartılırsa, çarpılırsa veya bölünürse bu eşitlik kafiyen bozulmaz diyen Câbir’dir. Câbir ne yapmış? Birinci derecedeki denklemlerin ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü vermiş kitabında… Daha da ileri gitmiş…

Aynı zamanda üçüncü derece denklemlerinin çözümünü vermiş, ayrıca karekök de okuyan talebelerimizin çokları üçüncü dereceden denklemi çözemezler. Fakat Câbir yani Müslümanların ilimleri ilerlettiği devrin büyük bir âlimi olan el-Câbir, üçüncü dereceden denklem çözmeyi göstermiş ve hem de bütün bunların yanında küp kök almayı da göstermiştir. Bunlar öyle büyük mesafelerdir ki, bu mesafeleri eski basit vaziyetinden alıp da götürmek ancak Müslümanların ferasetiyle olmuştur. Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Müminin ferasetinden korkun. Onlar Allah’ın nuruyla bakarlar” bu bakış sadece manevi sahada olmamıştır, maddi sahada da olmuştur, İslâm âlimlerinin bu ilimlere getirdikleri disiplinleri incelediğimiz zaman aklımız durur. Bunlar bu büyük otoriteyi, bu büyük disiplini nasıl kurmuşlar, diye hayret edersiniz. Çünkü eskiden çubuklarla, şekillerle bu meselelerin çözülmesi nerede? Bu gün on asır geçmesine rağmen hâlâ Câbir’in getirdiği ilmin yerine daha iyisini getirmek mümkün olmamıştır. Hadi ilericilik yapın da görelim sizi…

Şu bizim cebirde kullandığımız “sıfır” mefhumunu da Müslümanlar getirmişlerdir. Bugünkü cebirin en yüksek kısımlarını gösteren limit hesapları vardır.

Müslümanlar ayrıca “logaritmayı” bulmuşlardır. Bugün logaritma dediğimiz cetvelleri ve logaritma mefhumunu ilk defa bulan el-Harzem adlı İslâm âlimidir.

Fizik ve kimya ilimlerini Müslümanlar kurmuşlardır:

Müslümanlar bütün bu riyaziyeyi kurmakla kalmamışlar, ayrıca tarihi, fiziği, kimyayı kurmuşlardır. Peki, Müslümanlar fizikte ne yapmışlardır? Müsteşrikin dediği gibi eski Yunanlı bilginlerin söylediğini hemen almamışlardır. Bir misalle anlatayım: Bugünkü fiziğin kurucusu İbn-i Heysem’dir. Kimdir bu İbn-i Heysem desem, tabiî maalesef hiç birimiz tanımıyoruz, dersiniz, içimizde çoğumuz lisede ve yüksek okulda okuduk. Fakat İbn-i Heysem’in adı dahi bize öğretilmedi Ama İbn-i Heysem fiziğin kurucusu, fiziğin babasıdır, İbn-i Heysem ayrıca bu günkü atom ve molekül nazariyesini getiren insandır, İbn-i Heysem bu atom ve molekül nazariyesine istinaden kırılma kanunlarını bulup getiren insandır. Eski Yunanlılardan meselâ Öklit; kırılma kanunu olarak demiş ki, bir prizmadan ışık kırılarak öbür tarafa geçer, Öklid’e göre ışık prizmanın bir taraftan öbür tarafına geçerken ışığın hızı kesilir ve bu kesilmiş olan hız aradaki açılarla orantılıdır. İbn-i Heysem, Öklid’in yanlış düşündüğünü, aslında açıların kendileriyle değil, sinüsleriyle orantılı olduğunu ileri sürüyor. Bu hızların kırılması bu malzemelerin yoğunluklarıyla orantılıdır, diyor. Ve bu malzemelerin içerisindeki molekül nazariyesine istinaden bu hesapları yapıp ortaya koyuyor.

Kimya ilminin kurucusu da yine Müslümanlardır. Câbir b. Hayyan kimyanın kurucusudur. O ilk defa atomun parçalanabileceğini söyleyen insandır, ikinci hicrî asırda yaşamış büyük bir âlimdir. Hemen Asr-ı Saadetten sonra kimya ilmine ait incelemeleriyle bilinen Câbir b. Hayyan muazzam bir insandır. Atom nazariyesini ortaya koymuştur. Câbir b. Hayyan bugün bize kimya derslerinde okutulan Lavoisier prensibini koymuştur. Newton prensibini koymuştur. Kaç asır önce? Avrupalılardan takriben on asır önce. Câbir b. Hayyan 8. asrın insanı. Hâlbuki Newton prensibinden ancak 19. asırda Avrupa’da bahsedilmiştir. Câbir b. Hayyan yerçekimi kanunları koymuştur. Nereden biliyorsunuz? Yakında Almanya’da 4 ciltlik bir kitap basılıyor. Câbir b. Hayyan’ın kitabının fotokopileriyle yayınlanacak. O kitabın içerisinde herkes bilmeye ve görmeye başlayacak. Avrupalılar Câbir b. Hayyan’ın kitabını 14. asırda tercüme etmişlerdir. Ama ancak 16. asırda ne olduğunu anlamışlar ve böylece Lavoisier prensibi ortaya çıkmıştır. 17. asırda diğer söylediklerini anlamışlardır. Gay Lussac prensibi ortaya çıkmış. Ve 19. asırda cazibe prensibini anlamışlar, böylece Newton prensibi ortaya çıkmış. Ama bunları Câbir b. Hayyan on asır önce ortaya koymuştur. Câbir b. Hayyan bütün ilim tarihinde ilk defa laboratuar kuran ilim adamıdır, ilk defa müşahede ve deney metodunu ilme getiren insandır. Hattâ kendi laboratuarında ilk sun’î hücreyi yapmış insandır ki Avrupalı bugün dahi onun seviyesine ulaşamamıştır. Tabiî buraya gelince aklınız durur. Ama Câbir b. Hayyan Hicrî 2. asırda kimya ilmini bu noktaya getiren insandır. Bugün Almanya’da Câbir b. Hayyan’ın eserleri üzerinde doktora çalışmaları yapılıyor. Fakat maalesef biz kendi insanlarımızı, bulmuş olduğu ilim dallarını Batılılardan aldığımız için ve Batılılarda Müslümanların kitabını kendilerine aktarırken isim zikretmedikleri için, kendi büyüklerimizin farkında değiliz.

Tarih, coğrafya ve sosyoloji bilimlerini Müslümanlara borçlulardır:

Müslümanlar, tarihi bulmuşlar, coğrafyayı kurmuşlardır. Eskiden tarih hikâyelerden ibaretti, ilk defa İbn-i Haldun “Mukaddime” sinde tarihin bir hikâye ilmi olmadığını, bütün insanların, milletlerin yaşayışlarını sebepleriyle, neticeleriyle inceleyen, bunların tahlilini yapan bir ilim olduğunu belirtti ve ilk tarih kitabını yazdı. Ve yine ilk defa coğrafya haritasını çizen Müslümanlardır. Hatta Amerika’nın keşfi ilk defa Müslümanlar tarafından yapılmıştır. Müslümanların haritalarında Amerika’nın mevcudiyeti gösterilmekte idi. Biz biliyoruz ki, Amerika’yı Kristof Kolomb keşfetti. Neden böyle biliyoruz? Çünkü biz bilgilerimizi Avrupalılardan aktarıyoruz da ondan. Bakın Kristof Kolomb hakkında yeni yapılan tetkikler neleri gösteriyor: Kristof Kolomb Venediklidir. Yani ticaret gemileriyle İslâm alemiyle en fazla temasta bulunan bir yerden. Kitaplar daha ziyade Venedik’te, Ceneviz’de tercüme edilerek Avrupa’ya intikal etmiştir. Kristof Kolomb Venedik’te Müslüman kitaplarından “batıya doğru gidildiği zaman, yeni kıtalara rastlanacağını” okumuş ve öğrenmiştir. Bundan dolayı kendisi de bu işi merak etmiş bende gidip bunu göreyim, demiş ve ilk defa Atlantik’e açılmak cesaretini göstermiştir. Kristof Kolomb Atlantik’te aylarca gidiyor fakat bir türlü karaları bulamıyor. Hattâ öyle bir noktaya geliyor ki, gemisinin içerisindeki insanlar bunaltıdan dolayı isyan etmeye kalkıyorlar. Geri döneceğiz diyorlar. Sen bilmediğin yere bizi götürüyorsun, bunun sonu çıkmaz diyorlar. Yapılan tetkikler gösteriyor ki, o gemide bulunan bazılarının hatıra defterindeki notlardan anlaşıldığına göre Kristof Kolomb şu sözleri söyleyerek isyanı bastırıyor: “Öğle çıkışmayın, böyle söylenmeyin. Ben devamlı olarak Batıya gidildiği zaman yeni karalara rastlanacağı fikrini ve bilgisini Müslümanların kitaplarından okudum. Bu karaya mutlaka varacağız. Çünkü Müslümanlar yalan ve yanlış söylemezler.” Ve nitekim sabrediyorlar, devam edip gidiyorlar. Nihayet Amerika kıtası karşılarına çıkıyor.

Batı, taklitçi ve kopyacıdır:

Müslümanların tarihe, coğrafyaya, fiziğe, kimyaya, matematiğe, cebire yapmış oldukları hizmetin ardı arkası gelmez. Bundan dolayı bu ilimlerin yukarıya doğru fışkırmasında Müslümanların büyük rolleri olmuştur. Avrupalılar bu ilimleri nasıl aldı Müslümanlardan? Biraz da bu noktaya gelelim: Avrupalılar Haçlı seferlerini yaptılar ve Müslümanlardan bu ilimleri yavaş yavaş kendi lisanlarına tercüme edip öğrenmeye başladılar. Fakat başlangıçta ne olduğunu anlayamadılar. Fransızlar muhtelif seferler yapıp ispanya’da bir takım İslâm şehirlerini zapt ettikleri vakit bu şehirlerdeki İslâm âlimlerinin çalışmalarının ne olduğuna akılları ermek şöyle dursun, bu kitapları toplattılar ve yaktılar. Yalnız Kurtuba şehrinin meydanlarında otuz bin adet kitap yakılmıştır. Hülâgu Bağdat’ı istila ettiğinde Bağdat kütüphanelerindeki kitaplar, Bağdat’tan gecen Dicle ve Fırat nehirleri üzerine atıldığı zaman, bir hafta sürmüş kitapların akışı. Fransızlar İspanya’yı işgal ettikleri zaman İspanya’daki birçok İslâm merkezinde bulunan rasathanelerin ne olduğunu uzun müddet anlayamamışlardır.

Ve sonra bunları anladıktan zaman Müslümanlara karşı büyük hayranlık duymuşlardır. O kadar ki daha iki asır öncesine gelinceye kadar Paris’teki Sorbon Üniversitesinde ders veren profesörler kürsüye Müslüman hocaların kıyafetiyle, sırtlarında cübbe, başlarında sarıkla çıkıyorlardı. Çünkü ilmi bu insanlar yapmışlardı, ilim adamı olmak için bu kisveye girmek lâzım diyorlardı. Avrupa’nın İslâm ilimlerine karşı hayranlığı sadece iki asır öncesine kalmış değildir. Bugüne kadar devam edip gelmiştir.

Batılılar, temizliği ve sosyal düzeni Müslümanlardan öğrenip almışlardır:

Avrupalı içtimai hayatın birçok örneklerini de Müslümanlardan almıştır. Sırası gelmişken başka bir vakayı arz edeyim. Bir gün Almanya’da Düsseldorf şehrindeki bir iktisat müzesini geziyordum. Bu müzede çeşit çeşit bölümler var. Öyle hazırlanmış ki alt katında ev banyolarının zamanla inkişafı gösterilmiştir. Yukarı katta mesela arabaların inkişafı gösterilmiştir. Onun üstündeki katta tayyarelerin inkişafı gösterilmiştir. Yalnız tayyarelerin inkişafı için bütün bir salon tahsis edildiği halde, ev banyosunun inkişafını gösteren kısım bunun yanında çok küçük kalmaktadır. Neden? Çünkü Avrupa’da ev banyosunun tarihi yok. Çünkü onlar eskiden yıkanır değillerdi. Niçin yıkanır değillerdi? Müzenin banyolar kısmının duvarına şu sözler bulunan levha asılmıştı: “Almanların meşhur filozofu Goethe bir gün banyo yaparken gözü takvime ilişti ve baktı ki, daha önceki en son yıkanışı tam bir sene önce imiş.” Çok affedersiniz bugün bizde sosyetik olanlar yatağın yanına konan dolaba komidin derler. Ne dolabı bu komidin? Biz bunu Avrupalılardan almışız. Komidinin lügat manası (çok affedersiniz) içerisine lâzımlık konan dolap demektir. Niçin böyle? Çünkü Avrupalı yıkanmayı bilmez, yüznumarayı da bilmez. Nitekim Fransa’daki Versay sarayında yüznumara yoktu. Bu saraya yabancı elçiler öğleden sonra kabul edilirlerdi bir asır öncesine kadar. Niçin? Çünkü sabahleyin yüznumara noksanlığından hasıl olan kokular elçilerin gelmesine mani idi. Müslümanlar bütün insanlığa sadece bu müsbet ilimleri vermekle kalmamışlar, insanlığı edep ve ahlakı da getirip vermişlerdir. Bugün Avrupa’da gördüğümüz temizlik Müslümanlardan alınmış bir husustur. Onun için bugünkü bir Avrupalının Müslümanların karşısına çıkıp da fiyaka yapmağa, pozlu vaziyetler takınmağa hiçbir hakkı yoktur. Müslümanlar Batılıların üzerindeki hakkını isterlerse, çırılçıplak bir zavallı olarak orta yerde kalırlar. Çünkü kafasındaki ilmin, sırtındaki elbisenin ve her türlü içtimai hayatın prensiplerini Müslümanlardan almışlardır. Müslümanlık insanlığa hem maddi, hem manevi ilimleri getirmiştir. Avrupalılar bu ilimleri anlamadan aldılar. Fakat uzun asırlar boyunca bunları yavaş yavaş anlamaya başladılar. Kendiliklerinden bir şeyler yapmak istediler. Bugünkü tıkanık noktaya geldiler kaldılar. Bu tıkanık noktadan ileriye gitmeye de güçleri yetmez. Niçin güçleri yetmez? Çünkü yukarıda belirtilen mefhumların yerine yeni mefhumlar getirebilmek için onların güçleri kâfi gelmez. Ne olacak? Şöyle bir söz vardır: “İnsanlara temel bilgiler Peygamberler tarafından getirilmiştir.” Sadece manevi bilgiler değil, dinin, imanın, yapılacak ibadetlerin şekillerinin Peygamberler vasıtasıyla geldiğini biliyoruz. Ama maddi ve müspet ilimlerin de Peygamberler vasıtasıyla gelmiş olduğunu hepimiz bilmeyebiliriz.

Mesela gemicilik sanayiine ait temel fikirleri Nuh (as) getirmiştir. Terziliği İdris (as), tıbbı İsa (as), sihirlere (kimya ve simya) ait ilimleri Musa (as) getirmişlerdir. Peygamberlerin bunlara benzer temel fikirleri getirmesiyle bu ilmî inkişaftan yapılmıştır. İçinde bulunduğumuz âhir zamana ait bütün ilimlerin hepsinin temelini de Kur’an-ı Kerim insanlara getirmiştir. Onun için bizim içinde bulunmuş olduğumuz devir, mutlaka Kur’an-ı Kerim’in göstermiş olduğu yollar içerisinde kalmaya mahkûm bir devirdir.

Batının ilmi tıkanıklığı, Kur’an nuruyla aşılacaktır:

Bugün biz feza asrında (uzay çağında) yaşadığımızı söylüyoruz. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de fezaya ait ne kadar ayetler vardır. Adeta bize, önümüzdeki dönemin feza devri olacağını söylemektedir. Fakat biz bunun farkında değiliz. Bütün bu ilimlerin temelleri Kur’an-ı Kerim’de vardır. Fezaya gidilmekle Kur’an-ı Kerim arasında ne münasebet vardır, söyleyelim. Burada muhtelif âyetlerin tefsirini yapacak değilim. Yalnız bir noktayı açıklamak istiyorum, o da şu: Daha önce ifade edildiği gibi, muhtelif formüllerin sahibi Müslümanlardır. Bu formülleri sıktığımız zaman yere düşen esans, üç damladan ibarettir. Bu esansın ne olduğunu da onlar bilmezler. Yeni mefhumlar bulmak lâzım. Bu yeni mefhumların bulunması için insanların Kur’an-ı Kerim’den ışık aşmaya ihtiyaçları vardır. Efendim nasıl olacak? Bakınız bir arkadaşımızın bir makalesi vardır. Kendisi on sene Amerika’da profesörlük yapmıştır. Geçenlerde mühim bir noktayı aktarmıştır. Eski eserlerden bir tanesi eline geçmiş. Bu kitap meşhur Yusuf Has Hâcib’in “Kutadgu Bilig” adlı şiir kitabıdır. Yusuf Has Hâcib aslında büyük bir âlim. Biz bu zata sadece bir takım manevi şiirler yazmış bir insan gözüyle bakarsak çok hata ederiz, Kutadgu Bilig’teki bir şiirde şunları yazıyor; bu riyaziye profesörü arkadaşımızda bu satırlara dikkati çekiyor: “Ey bir olan Tanrı, bir başkası sana şerik koşulamaz; başta, her şeyden evvel ve sonda, her şeyden sonra Sensin. Yaratıcı varlığına yaratılmış olanlar şahittir. Yaratılan iki, Birin hazır şahididir.” Şimdi bazılarımız bunu okuduğumuz zaman Cenab-ı Hakka ve Onun sıfatlarına ait yazılmış manevi bir şiir, sanıyor. Halbuki, on sene riyaziye profesörlüğü yapmış olan arkadaşımız, ise bunu okuduğu zaman beyninden vurulmuşa dönüyor. Niçin? Çünkü biz farkında değiliz. Bu arkadaşımız ise tabiî sayılarla ilgili çalışmalar yapmış 1,2,3,… dediğimiz sayılar var ya, işte bu sayılara ait kitap yazmış. Bu sayılar öyle sayılardır ki: önce bir birim varlığı kabul edilir, diğerlerinin hepsi onun tekrarıyla meydana gelir. Bunların ezelde ebette sonu yoktur. Matematikte “aksiyomlar” dediğimiz bir takım konular vardır, İtalyan Peano beş sene uğraşmış, tabiî sayıların aksiyomunu hazırlamak için. Bu profesör arkadaşımız da Peano’nun kitabından bu bilgileri almıştır. Tabiî sayıların aksiyomlarına bugünkü matematikçiler Peano aksiyomu diyorlar. Şimdi bu matematik profesörü arkadaşımızın İslâm Medeniyeti adlı mecmuada yazdığı makalede: “Bu aksiyomları Peano beş senede zorla hazırlamış. Yusuf Has Hacip ise, dört tane satırın içerisinde, Cenabı Hakkın birliğini ifade etmek için bir zekâ eseri gösteriyor, o zekâ eseri, Peano’nun tabiî sayılar aksiyomunu ortaya koymak için gösterdiği zekâ eserinden bin kat daha keskin. Ben kitabımı düzeltmek istiyorum. Yusuf Has Hâcib’in bu keskin zekâsı karşısında; hem Peano’nun söylediklerini kabul ediyorum hem de bu aksiyomlara artık Peano aksiyomu diyemem. Ben bu aksiyomlara Peano-Yusuf Has Hacib aksiyonu demeğe mecburum. Çünkü bu zekâ eserini Yusuf Has Hacib’in, Peano’dan dört asır önce getirdiğini fark etmiş bulunuyorum.” Buraya kadar Batıdaki ilmin bugün hangi noktaya gelip tıkandığını belirtmeğe çalıştım. Şimdi bu son kısımda ise; bütün bunları toparlayıcı ve bizi neticeye ulaştırıcı bir hülâsa (özet) yapalım.

Önce bir defa şu suali sormağa mecburuz: Acaba hangi sebepten dolayı bütün tarih boyunca ilim yavaş yavaş ilerlerken, Asr-ı Saadetle, birden bire bugünkü mânada hakiki ilim olmaya başlıyor? Bu devrim ve değişimin sırrının, insanlığa bu hızı ve heyecanı veren tılsımın kaynağı nedir? Bunun cevabını Kur’an-ı Kerim’den başka bir şeye bağlamak mümkün mü? Evet, insanların ilim sahasındaki bu büyük inkişafların tılsımı dünya ve âhiret saadeti getiren Kur’an-ı Kerim’den başka bir şey değildir. Bugün Batıdaki ilimlerin gelip tıkandığı şu noktada ona Kur’an-ı Kerim’in ışıklarıyla yol bulunabilir. Onun için Kur’an-ı Kerim üzerinde inancı ve araştırması olmayan insan, müsbet bilim sahasında gerçek ilim adamı olamaz. Burada Doğu ve Batının mukayesesini yapıyoruz bir bakıma. Çok kıymetli bir mütefekkirimizin güzel bir benzetişi var. Kendisi bir defa uzun bir konuşma yapmış, Batıdaki felsefeler ile Doğudaki İslâm âlimlerinin düşüncelerini hülâsa ettikten sonra şu suali sormuş, demişti ki: “Batıdaki felsefeleri size anlattım. Görüyorsunuz hep birbirleriyle çatışmış ve çürütmüşler. Descartes gelmiş, kendinden önceki bilmem falancanın nazariyesini nakzetmiş, yanlış düşünüyor demiş. Arkasından bir başka adam gelmiş, hayır Descartes öyle söylüyor ama aslı şudur demiş. Hasılı Batıdaki fikir ve düşünce silsilesi bugüne kadar hep birbirini tekzip ederek gelmişlerdir. Doğudaki fikir silsilelerine baktığımız zaman ise bütün İslâm âlimleri birbirini te’yid ederek, tasdik ve takviye ederek geliyor. İmam-ı Azam Hazretleri, “Peygamber efendimizin buyurdukları gibi” diye söze başlıyor. Ashab-ı Kirâm’dan birinin sözü nakledildiği zaman “falanca zatın rivayet ettiğine göre” şeklinde eleniyor. Muhyiddin-i Arabî hikmet ehli birbirlerini te’yid ede ede konuşuyor. Avrupalılar ise birbirlerini tekzip ede ede konuşuyor. Şimdi soruyorum, dedi o arkadaş, eğer hakikaten mutlak bir hakikat varsa bu hakikat birbirlerini tekzip eden Batılıların arasında mı, yoksa birbirlerini te’yid eden Müslümanlar arasında mıdır? Hakikat tekzip olunur mu? Ama Batılıların işleri güçleri hep birbirlerini hep tekzip etmek. Bir hakikat var ise -ki muhakkak vardır- elbette İslâm âlimlerinin getirdiklerinin içindedir.” ilim âlemine yukardan bakış yaptığımız zaman Doğu ile Batı’nın mukayesesinde manzara şudur: Batı’daki insan gözleri kapalı nereye gideceğini bilemiyor. Elleriyle bir takım hakikatleri arıyor, tutuyor, fakat “herhalde bu değildir”, diyor, öbürünü tutuyor, “bu da olmayabilir” diyor. Batı’daki ilim adamlarının hali budur. Doğu’daki ilim adamının hali bundan tamamen farklıdır. Müslümanlar, ilim sarayının içine iman anahtarıyla giriyor. Kur’an-ı Kerim’den almış olduğu ilhamlarla onun her tarafını aydınlatarak dolaşıyor, öğreniyor, öğretiyor. Bu itibarla gerçek ilim, bu devrin müsbet ilmi, Müslümanlar tarafından getirilmiş olan ilimdir. Bizim karşımıza geçip de, Batıda şu vardır, bu vardır” diye kimse konuşmasın. Hem Müslümanlar, hem de Batılılar için tek çıkar yol İslâmlaşmaktır. Bunu sadece hamd edeceğimiz imanımızdan dolayı söylemiyorum. Müsbet ilimler sahasında senelerce çalışmış bir kardeşiniz olarak açıkça ilan ediyorum ki bütün müsbet ilimler gelmiş tıkanmıştır. Bu tıkanıklıktan dışarıya çıkmanın yolunu, bütün her türlü maddî ve manevi düşünce sistemimle mutlak surette inanıyorum ki, ancak Kur’an-ı Kerim’den almış olduğumuz ışıkla bulabiliriz.

Sözlerimi şu âyeti kerimenin duasıyla bitiriyorum:

“Rabbim, benim ilmimi ve anlayışımı arttır ve beni salihler zümresine ilhak et” {AMİN}[1]

 


 

[1] Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca’nın 1969 yılında Verdiği bir konferansın Teyp bandı çözümüdür

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi