Anasayfa » HAREKÂTLA İLGİLİ KUŞKULARIMIZ MAALESEF HAKLI ÇIKMAYA BAŞLAMIŞTI __!!!!

HAREKÂTLA İLGİLİ KUŞKULARIMIZ MAALESEF HAKLI ÇIKMAYA BAŞLAMIŞTI __!!!!

Yazar: yonetici
0 Yorum 97 Görüntüleyen

HAREKÂTLA İLGİLİ KUŞKULARIMIZ

MAALESEF HAKLI ÇIKMAYA BAŞLAMIŞTI

        

“DEAŞ’la mücadele ediyor” bahanesiyle, Suriye’nin %33’ünü (üçte birini) PKK-PYD kontrolüne sokan ABD’nin bu işgal planını boşa çıkarmamız lazımdı ve bu maksatla “Barış Pınarı Harekâtı” kaçınılmazdı. Ancak kuşkulandığımız bazı tuzakların, bu harekâtın henüz 1. haftasında doğru çıkmaya başlaması endişelerimizi arttırmıştı.

Tel Abyad hapishanesindeki DEAŞ-IŞİD militanları PKK tarafından boşaltılmış ve bu tehlikeli teröristler sivil ve yerel elbiseler giydirilerek serbest bırakılmışlardı. Bunlar, her an bir köşe başında askerlerimizin karşısına çıkacak ve başımıza bela açacak canlı bombalar konumundaydı. Bu arada, bazılarının yaralarını kaşısa ve huzurlarını kaçırsa da; şimdi kovmaya çalıştığımız PKK-PYD çapulcularını, Kuzey Irak’tan gelip Türkiye üzerinden Ayn el-Arab’a (Kobani’ye) geçmeleri için yollarını açan ve destek sağlayıp yöre halkına kahramanlar gibi alkışlatan bu Erdoğan iktidarı olduğunu da hatırlatmamız lazımdı!? O süreçte, yandaş yazar ve yorumcu takımı, yaptığımız ve sonunda haklı çıktığımız uyarılar yüzünden, bizlere “barış düşmanı!” diye sataşmışlar ve hakkımızda davalar açtırmışlardı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin“(DEAŞ’lı) Teröristlerin orada bir sözde devlet teşkiline ve bunun sonucunda militanların eski Sovyet Cumhuriyetlerine akın etmesine ve oradan da Rusya topraklarına girmesine izin veremezdik” ifadelerini kullanmıştı. Oysa bu DEAŞ’lılar Rusların da desteklediği PKK-PYD korumasındaydı. Vladimir Putin, gerçekleştirdiği Riyad ziyareti öncesi Russia Today (RT), El-Arabiya ve Sky News Arabia televizyonlarına verdiği röportajda şunları aktarmıştı: “Suriye'ye meşru hükümete destek vermek için girdik, bilhassa meşru hükümete, bunun altını çizmek istiyorum. Bu, orada iç sorunlar olmadığı anlamına gelmiyor. Bu, mevcut yönetimin oluşan durumda hiçbir sorumluluğu bulunmadığı anlamına da gelmiyor. Ancak bu, terör örgütlerinin Suriye topraklarını ele geçirmesine ve orada bir sözde terör devleti kurmasına izin vermemiz gerektiği anlamına kesinlikle gelmiyor” diyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışmıştı.

ABD Başkanı Donald Trump, Twitter’dan Fırat’ın doğusuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Türkiye sınırındaki yoğun mücadeleye askerimizle katılmadığımız çok akıllıca. Bırakın birbiriyle savaşsınlar.” diyerek küstahlaşmış ve kötü niyetini açığa vurmuşlardı.

Doğudan ve Batıdan, bütün ülkelerle her türlü irtibat ve ittifaklar kurulmalı, ancak ne Amerika’nın ve ne de Rusya’nın güdümüne ve himayesine sığınılmamalıdır. Özellikle kardeş bölge ülkeleriyle sorunlarımızı karşılıklı diyalog ve dayanışma anlayışıyla çözmeye çalışmalıdır. Bu konuda Mevcut Suriye Yönetimiyle de artık ciddi ve gerçekçi münasebetler başlatılmalıdır. Ve özellikle İslam Birliği’nin ve Erbakan Hoca’nın D-8 girişiminin canlandırılması, hem Türkiye’nin ağırlığını ve caydırıcılığını arttıracak, hem de bölgemizde ve yeryüzünde çok daha saygın bir konuma taşıyacaktır. Bu, Mustafa Kemal’in de bir arzusu ve amacıdır. Bunlardan; mevcut irtibat ve ittifaklarımızı bozmak, kendimizi diğer dünyadan soyutlamak anlamını çıkarmak da yanlıştır, konuyu saptırmaktır.

“Bu iktidarın en başından bugüne kadar izlediği tümüyle yanlış olan Ortadoğu ve Suriye politikasında attığı tek bir olumlu adım ve başarı gibi görünen tek bir olay vardır; bu da Rusya ve İran’la başlattığı Astana Süreci olmaktadır. Başarı gibi görünen diğer olay ise, 10 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, BMGK’de Türkiye’nin kınanması önerisine hem Rusya’nın hem de ABD’nin karşı çıkmasıdır.” yaklaşımı da yanıltıcıdır. Bu konudaki haber, Amerika’nın Sesi İnternet Sitesi’nde Can Kamiloğlu tarafından özet olarak şöyle aktarılmıştı:

Türkiye’nin Suriye’de başlattığı askeri harekâtın kınanması yönünde öneri getiren Avrupalı konsey üyeleri; İngiltere, Fransa, Belçika, Polonya, Almanya ve Estonya’nın talebi, ABD ile Rusya’nın karşı çıkması üzerine gündeme alınmamıştır. Acaba uluslararası camia Suriye operasyonunu kınarken gerek ABD gerekse Rusya, birbirlerinden farklı nedenlerle, BMGK’de kınanmasını önleyerek neden Türkiye’ye sınırlı bir zaman kazandırmışlardır? “Türkiye’nin Ortadoğu bataklığından ve Suriye’deki iç ve dış savaştan kurtulmasının tek yolu olarak gösterilen ABD ile Rusya arasında görülen bu geçici mutabakat fırsatını mevcut Esad rejimi ile müzakereler yoluyla, Suriye sorununu çözmek için kullanmalıdır.” iddialarında haklılık payı vardır, ancak bunu yapacak bir irade Erdoğan iktidarında bulunmamaktadır.

“Hatırlayınız, ‘Arap Baharı’ olarak bilinen olaylar; Tunus’ta başlamış, ardından Mısır’ı, Libya’yı, Yemen’i de içine aldıktan sonra Suriye’ye sıçramıştı. Bu olaydan en fazla etkilenen dört ülke -Tunus, Mısır, Libya, Yemen- ile en son olarak onlara katılan Suriye arasında önemli bir fark vardı; ilk dört ülkede yönetimler değişmiş durumdaydı, ‘Arap Baharı’ ortaya çıktığında o ülkeleri yönetenlerin hepsi iktidardan atılmışlardı. Ancak, üzerinden geçen bunca yıldan sonra, yüzbinlerce masum kişinin ölmesi, milyonlarca insanın mülteci haline dönüşmesi ve tarihi kentlerin harabeye dönmesine mal olmasına rağmen, Suriye’de Beşşar Esad’ın rejimi yerli yerinde durmaktaydı. Tunus’ta Zeynelabidin bin Ali gitti, Mısır’da Hüsnü Mübarek gitti, Libya’da Muammer Kaddafi gitti, Yemen’de Ali Abdullah Saleh gitti, onlardan önce de Irak’ta Saddam Hüseyin gitmişti; Beşşar Esad ise gitmediği gibi “Çözüm” denildiğinde hemen herkes ‘Beşşar Esad’sız olmaz’ deyip duruyorlardı! Üstelik ABD de, Rusya da, İran da çözüm için sadece ‘Beşşar Esad’ isminde birleşebiliyorlardı. ‘Barış Pınarı Harekâtı’ operasyonunun beşinci gününde, Esad’ın ordusunun kuzeye doğru yürüdüğüne ve Münbiç’e gireceğine dair haberler dolaşmaktaydı ve aynen yaşandı. Yani Esad’ın hâlâ yürümeye takatli bir ordusu vardı. Arap Baharı palavraları başladığında onun da sonunun yakın olduğunu sananlar, diğerlerinin başına gelenin kısa sürede onun da başına geleceği hesaplarını yapanlar, şimdilerde hesaplarını yeniden gözden geçirmekle uğraşmaktaydı. Öyle ise, bizim Suriye hesaplarımızı Esad’la yapmamızı hem Milli gereksinimler hem mevcut dengeler zorunlu kılmaktaydı.

İyi de bu Esad’ı ayakta tutan hangi odaklardı?

Hesap yanlışlığı, Beşşar Esad’ı tek başına biri olarak görmekten kaynaklanmıştı. Kişi olarak Esad; şimdi işgal ettiği makamı aklından geçirmeden önce bir yabancı ülkede (İngiltere’de) sessiz sedasız yaşamaktayken, babası Hafız Esad’ın ölümü üzerine, o makam için yetiştirilmiş kardeşleri devre dışı kaldığından, geçici formül olarak iktidara taşınmıştı. Arkasında ülkeyi yarım asra yakın bir süredir yöneten bir esas güç vardı: Bu, Baas Partisi olmaktaydı. Diğer yanlış bir hesap da, Hafız-Beşşar Esad’ın Suriye’de azınlık olan bir dini gruba mensup oldukları, Baas Partisi’nin de gücünü yine aynı gruptan aldığı hesabıdır. 50 yılı bulan yönetimi sırasında Baas, ülkede çoğunluğu teşkil eden dini gruplarla da sıkı ittifaklar oluşturmayı başarmıştır. Yani Baas Partisi ülkenin kılcal damarlarına kadar işlemiş bir yapılanmadır. Şu an ABD, Rusya ve İran da Baas iktidarının ve Esad’ın yanında durmaktadır.” diyen Fehmi Koru, her nedense Amerika ve Rusya’yı hâlâ güdümünde tutan Siyonist odakları hiç gündeme taşımamaktaydı. Oysa bir dönem Erdoğan’la Esad’ı kanka yapan da, ardından kanlı bıçaklı yapan da aynı merkezler olmaktaydı. Ve yine kimi Selefi, kimi El Kaideci kiralık asker konumundaki ÖSO askerlerinin Milli Suriye Ordusu diye tanıtılması da ileride başımızı ağrıtacaktı. Bunlardan yararlanmak elbette lazımdı, ama farklı ve aslına aykırı tanıtılması ise yanlıştı. Bu konuda temkinli ve tedbirli olmakta fayda vardı.

Barış Pınarı Harekâtı’na yaptırım şantajları!

Türkiye’nin Batı destekli terör örgütü PKK’ya karşı operasyonlarını ısrarla “Kürtlerle Savaş” şeklinde yansıtmaya çalışan ABD Başkanı Trump, Türkiye’ye yönelik uygulanabilecek “3 Seçeneğin” olduğunu açıklamıştı.

DEAŞ üzerinden Suriye konusunda Türkiye ile yapılan diplomasinin başarılı olduğunu öne süren ABD Başkanı Donald Trump; “Suriye'de Türkiye'nin saldırısı altındaki bölgelerde artık askerimiz yok. Biz işimizi mükemmel bir şekilde(!) yaptık” ifadelerini kullanmıştı. Suriye'de, Türkiye'nin gerçekleştirdiği operasyona dair üç seçeneğin olduğunu belirten Trump; “Şimdi Türkiye Kürtlere saldırıyor, bu ikili 200 yıldır birbiriyle savaşıyor. Şimdi bizim üç seçeneğimiz var. Ya oraya asker göndereceğiz ve askeri olarak kazanacağız ya Türkiye'yi finansal olarak ve yaptırımlarla sert bir şekilde vuracağız ya da Türkiye ve Kürtler arasında bir anlaşma için arabuluculuk yapacağız” şeklindeki ifadeleri paylaşmıştı.

Türkiye’ye yaptırım hazırlığı neyi amaçlamıştı?

11 Ekim 2019’da ABD Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçi 29 parlamenter, Türkiye’ye yaptırım talep eden bir yasa tasarısı için girişimde bulunacağını açıklamıştı. Aynı türde bir yasa tasarısı hazırlığı, Senato’da Trump’ın partisi Cumhuriyetçiler ve Demokratlar tarafından bir gün önce başlatılmıştı. Temsilciler Meclis’indeki yasa tasarısı girişimine Kevin McCarthy ve Whip Steve Scalise öncülük ediyorlardı. ABD’nin derdi PKK’ydı… ABD Dışişleri Bakanlığı ise, Türkiye’nin güney sınırı ile ilgili ulusal güvenlik kaygılarını güya “anladıklarını”, ancak Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine yönelik operasyonunu onaylamadıklarını vurgulamıştı. ABD Dışişleri Bakanlığından üst düzey bir yetkili şunları aktarmıştı: “Alanda, bize hizmetçi ortaklara ihtiyacımız önemlidir. Bu ortak, PKK’nın Suriye uzantısı olan YPG’nin ağırlıkta olduğu SDG güçleridir. Evet, Türkiye’nin haklı endişeleri olabilir, ancak bu askeri harekâtını kesinlikle onaylamadığımızı bilmeleri gerekir!” Diğer yandan Bakanlık yetkilisi, Türkiye’nin başlattığı operasyonun durdurulması için Trump’ın, terör örgütü PKK’nın Suriye kanadı YPG ve Türkiye arasında “ara buluculuk” yapmak ve ateşkesi sağlamak için bir yol bulmaya çalıştığını aktarmıştı ve dedikleri aynen çıkmıştı.

Trump aslında YPG’ye arka çıkmakta, ama Türkiye’yi oyalamaktaydı!

Aylar süren müzakerelere, tartışmalara ve varılan mutabakatlara rağmen ABD’nin ikiyüzlü davrandığını, terör örgütüne zaman kazandırmaya çalıştığını açık bir şekilde görmesine rağmen, Suriye’nin kuzeyinde Güvenli Bölge oluşturmak için Türkiye harekâta mecbur kalmıştı. Kısacası, bilinen bir gerçek olan ABD’nin Türkiye’yi değil, terör örgütünü tercih ettiği netleştiği için harekât başlatılmıştı. Harekât başlatıldıktan sonra da ABD’nin, daha doğrusu Trump’ın sabah başka, akşam başka tavır sergilemesi de gösterdi ki, bu ülkeden Türkiye’ye dost olmazdı. Onlar dün olduğu gibi bugün de dünya Siyonizm’inin yanında yer alıyorlardı. Belki de buna kendilerini mecbur hissediyorlardı. Gelinen noktada sınırımızın hemen ötesinde iki ilçe, bir belde ve 55 köyü YPG terör örgütünün kaybettiğini görünce herhalde Trump’ın gönlü razı olmamış ki, “YPG’ye kaçın, ABD askerine bölgeden çıkın” buyurmuşlardı. Peki, YPG 30 kilometre çekilince ne olacaktı? Yani Suriye, terör örgütlerinden temizlenmiş mi olacaktı? Görünen o ki, Trump ve ABD’nin gündeminde Suriye’nin terör örgütlerinden temizlenmesi yoktu. Çünkü onların nihai hedefi, Suriye’de de Irak benzeri bir otonom bölge oluşturmaktı. Yani; Suriye’nin de parçalanmasıydı. Bunun için baştan beri PKK/YPG’yi destekleyip donatmışlardı. ABD ve Trump’ın attığı adımları ve yapılan açıklamaları, bu gerçeği unutmadan değerlendirmek lazımdı. Aksi halde yanılmalardan kurtulmak mümkün olmayacaktı. İşte gördünüz, Barış Pınarı Harekâtımızı hem de Rusya-Amerika ortaklığıyla ve PKK-YPG’nin yararına sonlandırmışlardı.

Türkiye harekâta başlamadan önce Trump’ın, “ABD askeri sahada olmayacak, bölgeden uzaklaşacak” şeklinde yaptığı açıklamaya rağmen, terör örgütünün sopa yemeye başlaması ile birlikte sanki daha önce böyle bir çağrıda bulunulmamış gibi Trump’ın YPG’ye, “30 kilometre güneye çekil” çağrısında bulunmasının izahı imkânsızdı.

Tüm bunlara rağmen bugün Trump’ın askerlerine çekilin çağrısını yenilemiş olması da gösteriyor ki, ya Trump ikiyüzlü davranıyor ya da ABD yönetiminde bazı çevreler Trump’ı dinlemiyorlardı. Durum nasıl olursa olsun; ABD olduğu sürece bölgemize huzur gelmeyeceği, ABD’nin sözlerine güvenilemeyeceği bir kez daha anlaşılmıştı. Çünkü ABD yönetimi yalan rüzgârı estirmeyi diplomasi olarak sunmaktaydı. Ama artık bu oyunu yutan kalmamıştı. Kaldı ki, harekâtın başladığı ilk günlerde bile ABD’nin YPG’ye 300 TIR silah ve mühimmat gönderdiği de düşünülürse artık ABD’ye, “Sizin dostluğunuz düşman başına!” demek lazımdı.

Ordumuzun Suriye'de büyük bir kararlılıkla yürüttüğü Barış Pınarı Harekâtı’na, Batı dünyası şiddetle karşı çıkmaktaydı. BM’den yapılan açıklamada, Türkiye ile ilgili yalan haberler gerekçe gösterilerek “soruşturma çağrısı” yapılmıştı. Barış Pınarı Harekâtı sonrası teröristlerin ortaya attığı yalan haberleri gerekçe gösteren Birleşmiş Milletler’den, Türkiye ile ilgili skandal bir açıklama yayınlanmıştı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ofisi’nden yapılan açıklamada; “Türkiye, Suriye’deki Kürt savaşçıların ve politikacıların ölümünden, uluslararası hukuka bağlı olarak sorumlu tutulabilir” ifadelerini kullanmıştı.

Açıklamada ayrıca, sosyal medyada yayınlanan videolardaki infaz görüntüleriyle ilgili bilgi toplandığı, Türkiye'ye de “olası savaş suçları için bağımsız soruşturmalar yürütme” çağrısında bulunmuşlardı. Oysa bu görüntüler yıllar önce, Yemen ve Suriye’deki Esad zulmünde çekilen fotoğraflardı. Barış Pınarı Harekâtı’nın başlamasıyla birlikte terör örgütüne yakın kaynaklardan Türkiye ile ilgili yalan haberler üretilirken, Batı medyası ise bu haberleri gerçekmiş gibi yansıtmaktaydı. Yetmez! Rusya da bize tavır almaya başlamıştı. ABD bizi PYD ile, Rusya ise hep kendi güdümünde kalacak bir Esad rejimiyle masaya oturtma çabasındaydı. Çin bile aleyhimize tavır almıştı. Bunun en büyük sorumlusu da Milli, dirayetli ve cesaretli plan ve politikalar üretemeyen, bölgemize ve İslam ülkelerine ümit veremeyen AKP iktidarıydı.

Trump’ın şu sıralarda tek bir takıntısı vardı. Gelecek yıl yapılacak Başkanlık seçiminde yeniden seçilmeye odaklanmıştı. Bunun gerçekleşmesi için yapmayacağı hiçbir şey kalmamıştı. Şu sıralarda ABD kamuoyu, Kongre’de Trump için açılacak azil soruşturması konusuyla uğraşmaktaydı. Soruşturma açılmasını zorlayan, yine Trump’ın bir Devlet Başkanına yakışmayan davranışlarıydı. Ukrayna’nın yeni seçilen Başkanına, “Ülkene 400 milyon dolarlık askeri yardımı hemen yollarım, ancak bir şartım var: Seçimde rakibim olacak siyasetçinin oğlu Ukrayna’da bir şirketle irtibatlı; onun hakkında babasını rezil edecek pislikler bulmalısın” anlamına gelen şeyleri telefonda konuşmuşlardı. Trump benzer bir ricayı, bu defa imzalaması beklenen ticaret anlaşmasını çabuklaştırma karşılığında, Çin Devlet Başkanına da iletmiş durumdaydı. Ve yine Rusya’dan da gelecek yıl yapılacak seçimde, kendisine yardım gelmesini beklediği de konuşulmaktaydı. Bu yardımın gelmesi için de Rusya’ya yardım etmesi lazımdı.

İşte şu sırada, Amerikan kamuoyu, Trump’ın Suriye’den askerlerini çekme kararının ilk sonucu olarak, bunun Rusya’nın bölgede güçlenmesine yaradığını konuşmaktaydı. Yani Trump, Suriye sınırında Türkiye’yi tercih ettiği için değil, Rusya’nın gücü artabilsin diye TSK’nın önünü açtığı yorumları yapılmaktaydı. Şam rejiminin gözü iki başkentte: Tahran ve Moskova’daydı… Önce Tahran, sonra Moskova. Ancak Trump’ın yol açması sonrasında bu sıra değişti. PKK/YPG yapılanması zora düşünce, Esad bölgeye ordusunu onların yardımlarına göndermişti, bu konudaki talimatı da Moskova’dan almıştı. Hatta Trump’ın ekonomimizi mahvedecek yaptırımlarından ve ABD’nin çekildiği yerlere yeniden ve daha fazla sayıda asker göndermeye hazırlanıldığından bahseden yorumlar da vardı. İyi de Erdoğan iktidarı bütün bu gelişmelere karşı gerekli ve yeterli tedbirleri almış mıydı?

Suriye sınırımız boyunca bir “Güvenli Bölge” oluşturma çabaları haklıydı. Ancak bunu Suriye Devletine rağmen yapmanın çok yönlü sakıncaları vardı. Çünkü; “Türkiye bu bölgeyi işgal ediyor!” iddiaları başımızı ağrıtırdı. Türkiye ve ABD arasında bu konuda askeri temaslar da kafa karıştırıcıydı. Efendim “Türkiye orada bir askeri üs değil, bir yaşam alanı oluşturmak istiyor” savunması da bizi kurtaramazdı. Evet, Güvenli Bölge ısrarımızın iki haklı ve temel sebebi vardı:

1) Sınırdaki YPG tehdidine karşı bir tampon bölge oluşturmak, yani ABD güdümlü olası bir PKK devletine karşı bir hamle avantajı sağlamaktı.

2) Düzensiz göçün ve İdlib’den gelebilecek olanlarla bir hayli yükselebilecek Suriyeli nüfusunun önemli bir kısmına burada bir hayat alanı açmaktı.

İşte bu amaçlara ulaşmanın, en kalıcı ve akılcı yolu, bu operasyonlara Esad yönetimini de katmaktı. Amerika ve Rusya’nın en büyük kuşkuları da bizim Suriye ile uzlaşmamızdı.

Habertürk yazarı Muharrem Sarıkaya, “Esad ile görüşme” başlıklı yazısında, Bakan Akar'ın CHP ziyaretinde neler konuşulduğunu aktarmıştı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Akar’a, “Esad ile bir görüşme, diyalog arayışı var mı?” diye sorduğunu, Akar’ın da buna yanıt olarak, “Bir arayış var. Bazı kurumlar üzerinden (irtibat) yürüyor” dediğini yazmıştı. Bunlar olumlu adımlardı. Sarıkaya, benzer bir diyaloğun Akşener ve Akar arasında gerçekleştiğini de belirterek; Akar'ın, İYİ Parti Lideri'ne de aynı cevabı verdiğini vurgulamıştı. Muharrem Sarıkaya, Akşener ve Kılıçdaroğlu'nun Şam ile temasın sağlanmasını hatırlattıklarını ve bu konuda hangi noktada olunduğunun da sorgulandığını aktarmıştı. Kılıçdaroğlu'nun “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Eylül sonu, Ekim başı gibi Fırat’ın doğusundan Suriye’ye girer; gelecek yıl veya bir sonraki sene de muhtemel ki seçime gider” öngörüsünü de hatırlatan Sarıkaya, bu varsayımın seçim aşamasının ne olacağını Kılıçdaroğlu'na sormuşlardı.

Sarıkaya yazısında şunları aktarmıştı:

“Muhalefet partilerinin liderleri, Suriye sahasında yaşanan olumsuzluklardan çıkışın yolu olarak Şam yönetimi Lideri Beşar Esad’ı gösteriyordu. Konu Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın CHP ve İYİ Parti ziyaretlerinde de gündeme gelmiş. Kılıçdaroğlu, ‘Esad ile bir görüşme, diyalog arayışı var mı?’ diye sorduğunda Akar’ın yanıtı, ‘Bir arayış var. Bazı kurumlar üzerinden yürüyor’ olmuştu. Anlaşılan o ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da yurt dışı ziyareti dönüşü uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada da belirttiği gibi kurumlar arası görüşme sürüyordu.”

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a, hemen her konuşmasında dile getirdiği Tank Palet Fabrikası konusunu açıp açmadığını da sordum. “Açmaz olur muyum? Tabi ki açtım…” dediğini aktarıyordu. Akar’ın, “Eleştirilerinizi bildirin, size bu konuda bir rapor verelim” yanıtını verdiğini de belirtiyordu. Kılıçdaroğlu’na bu aşamada 8 Ağustos’taki konuşmamızda, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Eylül sonu, Ekim başı gibi Fırat’ın doğusundan Suriye’ye girer; gelecek yıl veya bir sonraki sene de muhtemel ki seçime gider” öngörüsünü anımsatınca, Kılıçdaroğlu gülmeye başlıyor ve “Bir aşaması tamam…” diyordu. Çünkü zaten beş dakika önce tamamladığı grup konuşmasında “yarın seçim geldiğinde”, “seçim olduğunda” cümlelerini 5 kez tekrar ediyordu. Bu duruma da gönderme yaparak, Kılıçdaroğlu’na: “Öngörünüzün seçim aşaması ne olacak? Bir beklentiniz var mı?” diye sordum, uluslararası camiadan gelen tepkileri gösterip: “İstediği gibi gitse yapardı, ama şimdi nasıl yapacak? Bütün dünyayı karşısına aldı…” yanıtını veriyordu. Yani Milli Çözüm Dergisi’nin “Erdoğan, Barış Pınarı Harekâtı'nı bir erken seçim yatırımına dönüştürmek istiyor” uyarıları haklı çıkıyordu.

Suriye ile birlikte ve bütünüyle meşru bir zeminde “Güvenli Bölge” oluşturulmadan Barış Pınarı Harekâtı yarım bırakılırsa; PYD terör devletçiğinin kurulmasına engel olunamazdı!..

ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, “Türkiye'nin, Suriye'nin kuzeyinde yürüttüğü Barış Pınarı Harekâtı'nın 'durdurulması' için diplomatik çabalara hız verdiklerini” açıklamıştı. Bakanlıkta düzenlenen brifingde konuşan üst düzey bir yetkili, Suriye'deki son duruma ve Türkiye'nin yürüttüğü operasyona ilişkin değerlendirmeler yapmışlardı. Yetkili, “Türkiye'nin, Suriye'nin kuzeyinde yürüttüğü Barış Pınarı Harekâtı'nın 'durdurulması' için diplomatik çabalara hız verdiklerini” aktarmıştı. Üst düzey bir bakanlık yetkilisi, sürece ilişkin “ateşkes” ifadesini kullanarak, “Ateşkesin sağlanması için diplomatik çabalarımızı artırıyoruz” açıklamasında bulunmuştu. Bunun anlamı Türkiye’ye baskı yapıldığıydı. Bakanlık yetkilisi ayrıca, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Amerikan askerlerinin çekilmesine karşın, bu bölgedeki hava kontrolünün halen ABD hava kuvvetlerinde olduğunu da hatırlatmıştı. Bu yetkili, Suriye'nin kuzeyindeki durumu “kriz” şeklinde tanımlayarak, “krizin çözülmemesi durumunda Türkiye'ye yaptırımların artırılabileceği” uyarısında bulunmuşlardı. Aynı yetkili, ABD askerlerinin Münbiç'ten tamamen çekildiğini ve bu bölgede herhangi bir Amerikan askerinin kalmadığını aktarmış, ama hangi şeytanlıkla böyle davrandıklarını açıklamamıştı.

ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ise daha o toplantıda; Beyaz Saray'ın bahçesinde, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Türkiye'nin operasyonu ve Suriye'deki durumu görüşmek üzere Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O'Brien ile Türkiye'ye gidebileceklerini” duyurmuşlardı.

ABD Başkanı Trump, Türkiye'nin düzenlediği askeri operasyona karşı koymaya çalışan YPG güçlerine, sınır hattından çekilme tavsiyesinde bulunmuşlardı. Hava kuvvetlerine sahip bir orduya karşı, bundan yoksun bir askeri güçle galip gelmenin çok zor olduğunu belirten Trump, bu sebeple YPG güçlerinin Türkiye sınırından çekileceklerini duyurmuşlardı. ABD Savunma Bakanı Mark Esper ise “Hulusi Akar ile görüşmemde, harekâtı durdurmaları konusunda pek istekli olduklarına dair bir emare görmedim. Şu aşamada Suriye'deki askeri varlığımızda bir değişiklik yok. Ancak oradaki durumu, asker sayımızı değerlendirmeye devam ediyoruz.” ifadesini kullanmıştı. Esper, YPG/PKK'yı kastederek, “Ortaklarımızı terk etmedik. Onlarla Suriye'nin diğer bölgelerinde birlikteyiz.” demekten de sakınmamıştı. Anadolu Ajansı'nın haberine göre; ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley de sorular üzerine, “Türkiye'nin Suriye sınırında YPG/PKK kontrolündeki alanın 400 kilometrenin üzerinde olduğunu belirterek, Barış Pınarı Harekât alanının 125 kilometrelik alanı kapsadığını ve bu harekât alanı dışındaki bölgelerde SDG ismini kullanan YPG/PKK ile birlikte çalıştıklarını” hatırlatmıştı ve maalesef sonunda aynen böyle yapılmıştı. Milley, Türkiye'ye “vurulmayacak hedefler listesi” verdiklerini de vurgulamıştı. Milley, ABD güçlerinin hâlâ “Kürt güçleri”yle çalıştığını ve YPG liderlerinin bazı savaşçılarını kuzeye kaydırdıklarını, ancak ABD'nin “bu noktada aşırı tepki göstermemelerini tavsiye ettiğini ve bir tür diplomatik çözüme yol açmak için baskı yaptıklarını” da aktarmıştı. Milley, “70 yıllık NATO ortağımız Türklere karşı YPG güçlerine destek amaçlı askeri operasyon yapmamıza izin veren bir Güvenlik Savunma Alanı yok” şeklinde konuşmuşlardı. Guardian gazetesi ise ABD Genelkurmay Başkanı Milley'in; “Suriye sınır ötesindeki Türk askeri operasyonları halen oldukça sınırlıdır. Söz konusu operasyonlara yüzlerce Türk Komandosu ve yaklaşık 1000 kişilik Türk destekli Özgür Suriye Ordusu elemanı katılmaktadır. Harekât yapılan iki bölgeden birisinde 1-2 km ve de diğerinde yaklaşık 10 km derinliğe ulaşılmıştır.” dediğini yazmıştı. Genelkurmay İstihbarat eski Başkanı, emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin ise: “ABD'nin haberi olur mu, olmaz mı bilemem, ama teröristleri dağıtacağız. Suriye ile anlaşıp, Adana Mutabakatı dahilinde bu işi çözeceğiz. Onlar güneyden, biz kuzeyden operasyon yapacağız ABD'yi devre dışı bırakarak… ABD'nin amacı; teröristlerden oluşturduğu yapıyı muhafaza ederek, terör devletçiği kurmaktır. Operasyon ilerledikçe bunlar konuşulacak, terör devletçiği konuşulacak. Ne olacağını bilemem…” yorumunu yapmışlardı.

Evet, asıl sorun; ABD'nin Suriye’de PKK-PYD terör devletini kurmaktan vazgeçmemesidir. Türkiye'nin sınırlı harekâtı ise ABD'nin güvenli bölgenin güneyinde ve doğusunda “terör devleti” kurmasını önlemeye yetmeyecektir. En doğrusu, başından beri Suriye ile anlaşmak, hatta hiç bozuşmamaktı; ama Türkiye'yi yöneten kadro, şimdi sınırlı bir harekâta razı olarak, iç siyaseti yönlendirme yoluna gitmiştir. Mevcut harekât ile yetinilirse, sadece Özgür Suriye Ordusu'na toprak kazandırılmış olacaktı! ABD ile Türkiye'nin bu konuda anlaştığı belliydi. Trump, bu sebeple, PKK'ya “Geri çekilin” demişti. Çünkü geride ABD askerleri vardı! “Bu bir başlangıçtır” diyenler de vardı ama ABD'ye bilgi verilmeden tek bir adım atılmıyorsa, Kıbrıs Barış Harekâtı'ndaki gibi ikinci harekât yapılabilir miydi? Kıbrıs deyince, değinmeden geçemeyeceğim; Mustafa Akıncı'nın hem Kıbrıs Barış Harekâtı hem de Barış Pınarı Harekâtı'nda kan döküldüğünden bahsetmesi üzerine, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'ın kınama mesajı yayınlaması ilginçtir! Zamanında, Rauf Denktaş'a “Git kendi ülkende konuş” diyen Tayyip Erdoğan değil miydi? Akıncı gibi bir kişi, KKTC'nin başına bu politikalar yüzünden geçmemiş miydi?” tespit ve tenkitleri haklıydı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 13 Ekim’de Türkiye’nin Suriye harekâtı konusundaki tereddütleri sayarken, birinci sıraya IŞİD’le mücadeleyi koymuşlardı. İkinci sırada; Barış Pınarı Harekâtı’nın PKK’yı mı, yoksa Kürtleri mi hedef aldığı, üçüncü sırada ise; Türkiye’nin PKK/YPG kontrolünden çıkardığı Suriye topraklarına ilişkin hesaplarına dair tartışmalar vardı. Bu sıralama kafa karıştırıcıydı. Türkiye; PKK-PYD devletçiğini önlemek için mi, yoksa Batı’nın güdümündeki IŞİD’i dizginlemek için mi bu harekâta kalkışmıştı? Suriye’deki IŞİD militanlarının yeniden serbest kalırsa ne yapacağı bizden mi sorulacaktı? Erdoğan burada, iki gün önce AKP İl Başkanlarına yaptığı konuşmadaki sözlerini daha net olarak tekrarladı ve Türkiye’nin “Suriye’de bulunan DEAŞ’lılar konusunda her türlü sorumluluğu üstlenmeye hazır” olduğunu açıklaması bir akıl tutulmasıydı. Bu beyan, ABD Başkanı Donald Trump’ın IŞİD’lilerin sorumluluğun artık Türkiye’ye ait olduğu sözlerini haklı çıkarmaktaydı. Oysa Amerikalı yetkililer, sorumluluğun Türkiye’nin operasyon yaptığı, yaklaşık 120 km eninde, 30 km derinliğinde alan için geçerli olduğunu vurgulamıştı. Ama Erdoğan’ın sözleri, Ankara’nın durumun ciddiyetini daha fazla gecikmeden kavradığının kanıtıydı.

IŞİD Belasını Başımıza Batı Sarmıştı!

Suriye’de kamplarda tutuklu bulunan IŞİD militanları ve bir kısmının aileleri yakın zamana dek özellikle Batı’da “yabancı terörist savaşçılar” olarak anılmaktaydı. Aralarında Almanya, Fransa, İngiltere gibi AB üyesi olanlardan, Rus, hatta Çin ve tabi ki Türk pasaportu olanları da vardı. Endişe, bunların serbest kaldıktan sonra ülkelerine dönerek terör eylemlerine yeniden başlamasıydı. Nitekim 12 Ekim’de IŞİD endişesini dile getirenler arasına, “Ankara’nın ne yapacağından emin olmadığını” söyleyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de katılmıştı. Özellikle 103 kişinin öldürülüp, 500 kişinin yaralandığı 10 Ekim 2015 Ankara katliamının dördüncü yılını andığımız şu günlerde, IŞİD kaynaklı tehlikenin Türkiye için de söz konusu olduğunu söylemek lazımdı. ABD ile 2014’te Kobani (Ayn el-Arab) çatışmasından itibaren yaptıkları iş birliğinin bir parçası olarak YPG/PKK, IŞİD kamplarının gardiyanlığını ve güvenliğini de üzerine almıştı. Oysa Türk askeri harekâtının başlamasını takiben, Amerikalılara “Kendi canımızı düşünmek zorundayız” diyerek kampları boşaltmışlardı. Beklentileri, ABD Başkanı Donald Trump’ın da Erdoğan’a bu durumdan Türkiye’nin sorumlu tutulacağının vurgulanmasıydı. Hatta en son NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de bu konuyu hatırlatmıştı.

“Erdoğan’ın IŞİD konusundaki uyarıları ciddiye alması üzerinde durmak lazımdı. Türkiye’nin operasyon bölgesinde yer alan kamplardaki IŞİD’lilerin, hatta YPG’nin kontrolünden kaçıp Barış Pınarı operasyon bölgesine gelenlerin tutuklanacağı, ülkelerine iade edilemiyorsa sorumluluklarının üstlenileceğini, eş ve çocuklarının rehabilitasyon programına alınacağı gibi ayrıntıların konuşulması da kafa karıştırıcıydı. Ancak 2016’daki Cerablus (Fırat Kalkanı) operasyonunda ne kadar IŞİD’linin ‘etkisiz hale getirildiğinin’ hatırlatılmasının, bugünkü uluslararası siyasi algı bakımından bir karşılığı bulunmamaktaydı. Bu nedenle Türkiye’nin, Erdoğan’ın 13 Ekim’de söylediklerini yaptığını kanıtlayacak IŞİD’le mücadele örneklerine acilen ihtiyaç vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu harekâtın IŞİD terörizmini de kapsadığını göstermesi lazımdı. Böyle bir örnek, Kongre karşısında Erdoğan’ı savunan Trump’ın elini de rahatlatacak, hükümet üzerindeki siyasi baskıyı da hafifletip Türkiye üzerindeki IŞİD tehdidini de caydıracaktı!”[1] diyen yazar, sanki Trump ağzıyla ve Siyonist odakların adına konuşmaktaydı. Yoksa IŞİD’in sorumluluğunu almanın, başımıza ne işler açacağını anlamamak için ahmak olmak lazımdı.

Barış Pınarı Harekâtı’nın geleceği ile ilgili kuşkularımız artmaya başlamıştı!

TSK ve SMO'nun birlikte yürüttüğü operasyonlar sivillere zarar vermeden başarıyla sürdürülürken, YPG militanlarının sınır ilçelerimizde sivilleri ve gazetecileri hedef almasını görmezden gelen Batı başkentleri, Türkiye'yi durdurmak için harekete geçmişlerdi. Washington'da ABD Kongresi, Senatör Graham'ın başını çektiği “ekonomik yaptırım” tasarısını görüşecekti. Yine Fransa'nın öncülüğüyle Avrupa Konseyi, Türkiye'ye yaptırım seçeneğini değerlendirecekti. Paris, DEAŞ ile mücadele koalisyonunu da toplayarak Ankara'ya baskı yapmaya girişmişti. Eski Cumhurbaşkanı Hollande, Türkiye'nin NATO üyeliğini “askıya almayı” bile telkin etmişti. Mevcut Cumhurbaşkanı Macron ise “DEAŞ” ve “insani dram” kartını dillendirmişti. Neymiş, operasyon “DEAŞ halifeliğinin yeniden inşa edilmesini destekleyecek”miş! Bu harekât milyonlarca sivil için de “insani risk” oluşturuvermekteymiş!.. Çünkü, Barış Pınarı Harekâtı Kuzey Suriye'deki mevcut statükonun oyunlarını bozmuştu. YPG'nin sürülmesi binlerce militanın bölgeden uzaklaştırılması anlamını taşıyordu. Bu harekât sadece Kürtlerin zorla göç ettirilmesi değil; aksine Arapların da topraklarına dönmesini temin etmeyi amaçlıyordu. Aslında Macron gibi Avrupalı liderler ciddi anlamda “insani risk” yaşanmadan YPG'nin tasfiye edilmesinden korkuyordu. Bu örgütlerin Suriye'de karşılığının olmadığının görülmesinden çekiniyordu. Bu sebeple Batı, ellerindeki her türlü yalan dolan argüman ve mekanizmaları ile saldırıyordu.

Avrupalı siyasetçiler, “DEAŞ geri dönecek” ve “istikrar bozulacak, milyonlar risk altında” söylemleriyle yaman bir kurnazlığı maskeliyorlardı. Yaptırımları baskı aracı olarak kullanıp Türkiye’nin Milli ve dirayetli politikalar üretmesinden korkuyorlardı. Bu nedenle, TSK’nın kontrolüne geçirdiği yerlerden tehditle çekilmemesi ve Suriye ile birlikte güvenliği tesis etmesi lazımdı. Barış Pınarı'nın Tel Abyad ve Resulayn ile sınırlandırılmasına asla razı olunmamalıydı. Yani Batılılar, hatta Ruslar; Türkiye’nin 480 km uzunluğunda ve 30 km genişliğindeki bölgenin tamamını kontrol altına almasını engellemeye çalışıyorlardı. Geri almaları gereken DEAŞ'lı vatandaşlarının sorumluluğunu da Türkiye'nin üzerine bırakmak istiyorlardı. Rusya lideri Putin’in DEAŞ kartını kullanması da enteresandı: Türk Ordusu kontrolü alamadan, DEAŞ militanlarının hapisten kaçabileceğini” vurgulamıştı. Anlaşılan NATO üyelerinin Türkiye'yi baskılamaya çalıştığı bir ortamda, Rusya fırsatları değerlendirmeye çalışmaktaydı. “DEAŞ'ın geri dönüşü korkusunu” büyüterek, Türkiye'nin NATO'dan uzaklaştırılacağı ve yalnızlaştırılıp kendilerine mecbur ve mahkûm olacağı ortamlar kollanmaktaydı.

“S-400 geriliminden beklenen hararet, Trump ve Erdoğan'ın liderliğiyle dindirilmişti. Şimdi Putin, NATO üyelerinin Ankara'nın PKK-YPG terörüyle mücadelesine bu denli olumsuz yaklaşmasını kullanma niyetindeydi. Süreci, PKK-YPG tehdidini her türlü stratejik hesabın üstünde gören Ankara'yı, Şam ile yakınlaştırma emelindeydi…” diyen Burhanettin Duran, bunca küstahlığına ve açıkça düşmanlığına rağmen ABD ile stratejik ortaklıktan hiç rahatsızlık duymuyorken, Suriye Yönetimiyle irtibat kurmaya bu denli karşı çıkması, acaba Milli çıkarlarımız ve duyarlılıklarımız adına mıydı, yoksa ABD ve İsrail hesabına mıydı?

ABD Başkanı manyak ve mostra Donald Trump'ın 9 Ekim'de Türkiye'nin Suriye'de Barış Pınarı Harekâtı’na başladığı gün Sn. Erdoğan'a yazdığı bir mektubu, Amerikan basını 16 Ekim akşamı yayınlıyordu. Daha önce yazmıştık, tekrar hatırlatalım:

Trump'ın Erdoğan'a “Suriye'de PKK'lılarla anlaşmayı” tavsiye ettiği mektubu; şantajın, skandalın ve küstahlığın çok ötesinde bir utanç vesikasıydı. Çünkü Trump'ın mektubu, Erdoğan'ın şahsında Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Aziz milletimize yönelik bir hakaret hezeyanıydı. Söz konusu mektupta Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hitaben “Sen binlerce kişinin katledilmesinden, ben de Türk ekonomisinin yok edilmesinden sorumlu olmak istemem. Sert bir adam olma! Aptal olma! Seni daha sonra arayacağım.” ifadelerini kullanacak kadar zıvanadan çıkmıştı. “Dünya tarihinde; ilk defa Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ve Cumhurbaşkanlığının şahsi manevisine her türlü diplomatik ve kişisel nezaket sınırlarını hiçe sayan böyle bir hakaret yapılmıştı” saptamaları haklıydı. Ama Sn. Erdoğan'ın neden anında tepki koymadığını ve devlet yönetiminin bu durumu örtmeye çalıştığını anlamak imkânsızdı. Bu saygısızlığın, bu küstahlığın resmi düzeyde de asla karşılıksız kalmaması lazımdı. Amerikan basını 16 Ekim akşamı ABD Başkanı Donald Trump'ın 9 Ekim'de yani Türkiye'nin Suriye'de Barış Pınarı Harekâtı’na başladığı gün yazdığı bir mektubu yayınlar yayınlamaz, Türkiye'de yer yerinden oynaması lazımdı. Trump, Erdoğan'a Suriye'de PKK’lılarla anlaşmayı tavsiye ettiği mektubunu, “Sert adam olma! Aptal olma!” cümleleriyle tamamlamıştı. Maalesef gerçek olduğu anlaşılan bu mektup utanç verici bir skandal ve küstahlıktı. Ne diplomatik ne de kişisel nezaket kurallarına uyan bu haddini çok aşan mektup, Türkiye Cumhuriyeti'nin şimdiye dek karşı karşıya kaldığı en kötü hakaret sayılmalı ve en net ve sert biçimde yanıtlanmalıydı.

Bu skandal küstahlıkla ilgili Cumhurbaşkanlığı kaynakları, mektubun “çöpe atıldığını” en iyi yanıtın ise aynı gün saat 16:00’da başlatılan askerî harekât olduğunu söylemekle halkımızı avutmaya çalışmışlardı. Aynı gün Ankara'daki ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve ekibiyle yapılacak görüşmelerde onlara bazı uyarılar bile yapılmamıştı. Mektuptaki skandal, sadece Türkiye Cumhurbaşkanına karşı kullanılan saygısız üslupla sınırlı sanılmasındı. Mektuptan; Trump'ın 9 Ekim günü YPG şefi “General Mazlum” ile görüştüğü, ondan aldığı bir mektubu da Erdoğan'a gönderdiği de anlaşılmıştı. “General Mazlum”, ya da Mazlum Kobani, Türkiye'nin terör eylemleri nedeniyle en çok arananlar listesinde yer alan PKK'lı Ferhat Abdi Şahin’in takma örgüt isimlerinden sadece birisiydi, bir diğer adı da “Şahin Cilo” olmaktaydı. PKK terör başları arasında orta çaplı bir YPG şefi olan bu şahıs; 2015’te ABD Özel Kuvvetler Komutanı Raymond Thomas’ın “YPG’nin PKK ilişkisi biliniyor, daha dostça bir isim bulun” demesi üzerine “Suriye Demokratik Güçleri-SDG” ismini uyduran eşkıyaydı, bunu da Thomas 2017'de açıklamıştı.

ABD Başkanı Trump’ın, 9 Ekim'de Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gönderdiği bu talihsiz ve terbiyesiz mektup, Kremlin sözcüsü Peskov tarafından bile hayretle karşılanıyordu.

Barış Pınarı Harekâtı’nın başladığı gün, ABD Başkanı Donald Trump'ın Türkiye Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'a gönderdiği ortaya çıkan mektup için Kremlin'den yapılan yorumlar enteresandı: Dili bakımından Trump için dahi “yeni ve düşük bir seviye” sayılan mektupta Erdoğan'a hitaben, “Sert adamı oynama! Aptallık etme! Seni sonra arayacağım.” gibi ifadeler içermesi şaşkınlıkla karşılanmıştı. Kremlin sözcüsü Peskov, konunun kendisine sorulması üzerine sızdırılan mektup hakkında; “Böyle bir dil kullanımına devlet liderlerinin yazışmalarında nadiren rastlanacağı, bunun son derece olağandışı ve aşağılayıcı bir tavrı yansıttığını” vurgulamıştı. Şimdi Sn. Cumhurbaşkanımızdan, kurmaylarından ve yandaş yazar ve yorumculardan, en azından Rus Peskov kadar ciddi ve cesaretli bir yanıt beklemek herhalde hakkımızdı.

Sonunda skandal kararname imzalanmıştı…

Bizimkiler arasında çoğunlukla adına “skandal kararname” denilen ABD’nin “Türkiye’ye uygulayacağı yaptırımlar” ile ilgili kararname, sonunda ABD Başkanı Trump tarafından imzalanmıştı. Kararname ile üç Bakan ile iki Bakanlık yaptırım uygulanacaklar listesine alınmıştı. Türkiye’nin sınırlarımızın hemen güneyinde Güvenli Bölge tesisi için operasyon başlatması, bölge ile ilgili başka hesapları olanların huzurunu kaçırmıştı ve Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını kararlaştırmışlardı. Erdoğan’ın dostu ABD Başkanı Trump da bu yaptırım uygulanması çağrılarını cevapsız bırakmayarak hazırlanan kararnameyi imzalamıştı. Trump kararnameyi imzalamadan önce, Türkiye’ye yönelik tehdit mesajlarını peş peşe sıralamıştı. Biz bu tehdit mesajlarından duyduğumuz kaygıyı dile getirirken operasyonu başlatanlar, Başkan Trump’ın verdiği mesajların iç kamuoyuna yönelik bir tutum olduğunu savunuyorlardı. Şimdi Türkiye’ye “yaptırım uygulanması” ile ilgili kararname imzalandığına göre, verilen mesajların sadece ABD iç kamuoyuna yönelik bir tutum olmadığı ortaya çıkmıştı.

Bu mesajlar ABD iç kamuoyundan çok, Türkiye’ye yönelik düşmanca bir tavırdı. İçişleri Bakanımız, Milli Savunma Bakanımız ve Enerji Bakanımız bu yaptırım kararnamesi kapsamına girmiş durumdalardı. Başkan Trump’ın elinde “önemli bir koz” olduğunu da kabullenmek durumundayız. Türklerle her görüşmesinde imzalanmış olan kararnameyi öne süreceği, çizdikleri sınırların dışına çıkılmaması için uyarıda bulunacağı ve istekleri dışında bir şey yapılmaması için bu kararnameyi koz olarak kullanacağı unutulmamalıdır. ABD bir taraftan, “Bölgede bizim ne işimiz var, niçin burada savaşalım ki” edebiyatı yaparken, bir taraftan da bölgeye silah ve mühimmat sevkiyatını artırmışlardı. Bölgeden gerçekten çekilmek niyet ve arzusunda olanlar silah ve mühimmat sevkiyatını durdururlardı. Ve imzalanan yaptırım kararnamesi karşılıksız bırakılmamalıdır. Amerikalıların ülkemizdeki varlıklarının; başta İncirlik Üssü olmak üzere, gözden geçirileceği mesajının çok ciddi bir biçimde verilmesi lazımdır.”

Türkiye’nin Fırat'ın doğusunda yürüttüğü harekâttan rahatsız olan İsrail, YPG'ye silah yardımında bulunacağını açıklamıştı.

TSK, Barış Pınarı Harekâtı'nı başarılı bir şekilde sürdürürken; NATO müttefiklerimiz ve AB üyelerimiz ve maalesef İslam ülkesi yöneticilerimiz dâhil birçok ülke Türkiye'ye karşı tavır almıştı. Harekâta tepki gösteren ülkelerin arasında İsrail de vardı. İsrailli bir yetkilinin yaptığı açıklamada; “YPG'ye silah yardımında bulunacaklarını” açıklamıştı. İsrailli üst düzey bir yetkili Independent Arapça'dan Emced-es Said'e yaptığı açıklamada, ABD’nin Suriye'nin kuzeyindeki birliklerini geri çekmesini, “Kürtleri kendi kaderine terk etmesini” ve İran ile müzakere etme girişimlerini, İsrail'in şaşkınlıkla karşıladığını aktarmıştı. “İsrail'in gerektiğinde Kürtleri, Türkiye'ye karşı korumak ve desteklemek için çeşitli önlemler alacağını” da belirten Siyonist yetkili; “Kürtlere yapılacak herhangi bir saldırıda, İsrail'in Türk güçlerine karşı askeri eylemde bulunmayacağını, ancak zorlukları aşmak ve silah sağlamak gibi farklı destekler sağlayacaklarını” vurgulayacak kadar şımarmıştı.

Bu İsrailli yetkili, “İsrail'in, Suriye savaşı sırasında IŞİD ile çatışan ve onları mağlup eden Suriye'nin kuzeyindeki Kürtlere yönelik desteğin kaldırılmasından endişe duyduklarını” söyleyerek, güvenlik alanında İsrail'in Kürtlerle koordinasyonu bulunduğunu ve ilişkilerin çok iyi olduğunu savunmaktan da sakınmamıştı. Şimdi sormak lazımdı; bu küstah İsrail’le hâlâ, imzaladığı Normalleşme Anlaşması’nı askıya almayan AKP iktidarının, kimlere ve hangi diyet borçları vardı ki, böylesine aciz ve çaresiz davranmaktaydı?

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nda, birinci aşamada elde edilen bölgenin sınırlarını da ABD hazırlamıştı. Ama Rahmetli Erbakan’ın özel gayret ve cesaretiyle Türkiye, ikinci harekâtı ise kendi kararıyla yapmıştı. Şimdi ABD, Türkiye'nin 30 kilometre derinlikte, 120 kilometre genişlikte bir bölgeyi ele geçirdikten sonra durması için Başkan düzeyinde tehdit etmeye başlamıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı ile Kıbrıs'ta iki devlet kurulmuş olmaktaydı. O zamana kadar, anlaşmaya göre Türklerin de içinde olduğu tek devlet vardı. EOKA darbesi, bu yapıyı bozduğu için Türkiye anlaşmadan doğan müdahale hakkını kullanmış ve bugünkü Kıbrıs'ın siyasi coğrafyası ortaya çıkmıştı.

Peki, şimdi Fırat'ın doğusunda 30'a 120 kilometrelik yani 3600 kilometrekarelik bir alanı ele geçirerek burayı Suriye Milli Ordusu adı verilen bir yapıya devretmek, ağırlığını daha güneye kaydırmış olan PYD'nin devlet olmasını önlemeye yeterli olacak mıydı? Çünkü eğer önlemezse, bu yapının Barzani devleti ile birleştirilerek bağımsızlık ilan etmesi de planlanmıştı! Yoksa, dar kapsamlı bir harekât bölgesini, Milletimizi aldatmak için Türkiye'ye yem olarak mı sunmuşlardı? Bu işin sonunda mat olmak ve elimizdekini kaçırmak da vardı! Bu arada, Türkiye'de IŞİD yöntemleriyle rejim de değiştirilirse, BOP tamamlanacaktı… Bu oyun ancak Türk askerinin gücüyle bozulacaktı.” endişeleri haklıydı ve kulak asılmalıydı.

 


Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:

 

 

 

 


[1] https://yetkinreport.com/2019/10/14/erdogan-isid-konusunda-da-soyledigini-yaptigini-gostermeli/




















BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi