Anasayfa » Gizlenen Hakikat: KABİR SUALİNİN ANLAMI VE AÇILIMI

Gizlenen Hakikat: KABİR SUALİNİN ANLAMI VE AÇILIMI

Yazar: yonetici
0 Yorum 191 Görüntüleyen


Gizlenen Hakikat: KABİR
SUALİNİN ANLAMI VE AÇILIMI


Yaklaşık 20 yıl kadar önce, Milli Gazetede “Kabir suali nedir, nasıl anlamak ve hazırlanmak gerekir?” konusunu izah etmiş, Kabir Sualinin bu imtihan âleminden, hesap ve mücazaat ülkesine geçerken, “sınır kapısı olan kabirdeki ilk pasaport tetkiki ve kimlik tespiti” olduğunu belirtmiştik. Daha sonra birkaç medyatik ilahiyat profu, bu teşbih ve tahlillerimizi kopya edip kendi bulguları ve bilgileri gibi TV ekranlarında ve maalesef asıl önemli kısımlarını atlayarak şov yapmaya ve bilgiçlik taslamaya girişmişlerdi.

16 Eylül 2016 Cuma günü aramızdan ayrılan sadık ve sağlam bir Müslüman, sapmaz ve sarsılmaz bir dava adamı olan Kesirikli Hüseyin Öztürk kardeşimizi 52 yaşında ahirete uğurladığımızda Asri Mezarlıkta kabrinin üzerinde telkin yapılırken, cenazedeki bazı kardeşlerimize bu “Kabir Suali” gerçeğini bir kez daha hatırlatmış ve hoca efendiler kalıplaşmış duaları ve Arapça metinlerle okumanın yanında, acaba asıl bu hikmet ve hakikatleri niye hatırlatmazlar? diye de hayıflanıvermiştik.

İşte bu soruların doğru ve dobra yanıtlanıp, “ama”, “fakat”, “ancak” gibi kelimelerle başlayan ve kalbi marazlarına mazeret kılıfı uydurulan saptırmacalara kalkışmadan verilecek samimi cevaplar, bir kişinin (veya kesimin) gerçek ayarını ve amacını ortaya koyan mihenk taşlarıdır. Bu hakikat aynasına bakanlar, kendi iç dünyalarıyla karşılaşacak, nasıl bir inanca ve amaca sahip olduklarını kavrayacaklardır. Bazıları hep gizlemeye çalıştığı bu çirkin yüzünü gösteren aynayı kırmaya, böyle bir ayna tuttuğumuz ve içini dışa kusturduğumuz için bize sataşıp saldırmaya başlayacak, inşallah bir kısmı da batıl saplantılarını ve bağnaz sapkınlıklarını bırakıp yeniden hakikat kulpuna ve Kur’ani kurallara yapışacaktır. Bir hadisi şerifte: “(Misal olarak) İman, gömlek gibidir. (Taat ve takva ile) Bazen onu giyinip kuşanır, (isyan ve günahlarla) bazen de onu çıkarıp atarsın”[1]buyrulmaktadır. Başka bir hadiste Hz. Peygamber Efendimiz: “Yüce Allah örnek olarak size her iki tarafında duvar bulunan dosdoğru bir yolu veriyor. Bu duvarın da açık olan kapıları ve kapıların da perdeleri vardır. Bu yolun başında birisi: “Ey insanlar! Bu yola girin ve bir yere sapmadan yürüyün!” diye seslenmektedir. Yolun üzerinde aynı şekilde bir uyarıcı vardır. Yolda giden insanlardan biri duvardaki kapıların perdesini aralamak istediği zaman yolun üst tarafında bulunan iki kişi: “Sakın! Orayı açma! Şayet açarsan içeriye girmek zorunda kalırsın!” diye onu uyarır. Bu örnekte dosdoğru yol, İslam’dır. Yolun kenarındaki duvarlar da, Yüce Allah’ın buyruklarıdır. Açık kapılar, Yüce Allah’ın yasaklarıdır. Yolun başında insanları uyaran kişi, Yüce Allah’ın Kitabıdır. Yolun üst tarafında durup insanları uyaran kişi de, her Müslümanın gönlünde bulunan vicdandır!”[2] buyurmaktadır.

İşte kabir suali ve bu imtihan sorularının yanıtları:

1- Rabbin Kimdir:

a) Benim Rabbim, Âlemlerin ve her şeyin yegâne sahibi, yoktan var edip terbiye edicisi olan Cenabı Hak Zül Celal Hazretleridir.

b) Bizi tabiat güçleri meydana getirmiştir; Ben maymun soyundan türemeyim, annemin ve babamın sayesinde, kendiliğinden ve tesadüfen dünyaya gelmişim.

c) Ben Allah’ın oğlu İsa Mesih’in takipçisi, teslis (üç ilah) akidesinin temsilcisi ve dinlerarası diyalog düşünceliyim. Siyasi Siyonizm’in gönüllü hizmetçisiyim.

d) Ben çağdaş Batı Medeniyetinin bir kulu-kölesiyim. Tüm dini ve ahlaki kurallardan bağımsız hayvani bir hürriyetinin tarafgiriyim.

2- Dinin Nedir?

a) Faizci ve fahişeci demokratik kapitalizm.

b) Darwinist Sosyalizm ve Komünizm.

c) Irkçı liberalizm ve taklitçi şovenizm.

d) İslam Dini ve adalet düzeni.

3- Nebin (örnek ve önder rehberin) Kimdir?

a) Yahudi Siyonizm’inin küresel liderleri ve ülkemizde bulunan kahraman kılıflı yöresel çömezleri.

b) Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz.

c) Karl Marks dinsizi, Lenin, Mao türevleri.

d) Feto, Reto, Apo, Haydo gibi din istismarcısı ve dış güçlerin hizmetkârı kiralık kişiler.

4- Milletin Hangisidir?

a) Irkçı, ayırımcı-kayırımcı kavmiyet bağnazlığı illeti.

b) Batı (Avrupa ve Amerika) takipçiliği.

c) 1,5 milyarlık İslam Ümmeti (ki Kürt, Laz, Arap, Boşnak gibi farklı köken ve kültürden oluşan ve İslam mayasıyla kaynaşan Müslüman Türk Milleti de bu ümmetin, necip, aziz ve asil bir üyesidir.)

d) Hümanizm (sahte insan sevgisi) taklitçiliği ve masonluk biraderliği.

5- Kıblen (yönelişin) Neresidir?

a) Kâbe merkezli İslam kardeşliği hedefi.

b) Haçlı Avrupa Birliği gayesi.

c) ABD himayeli İsrail işbirlikçiliği.

d) Ateist, Budist ve komünist ülkeler birlikteliği.

6- Kitabın (Anayasa kaynağın ve hayat programın) Hangisidir?

a) Kopenhag (Haçlı AB) Kriterleri.

b) Marks ve Engels’in öğretileri.

c) Kur’an’ı Kerim’in hükümleri.

d) Doğal hukuka, genel ahlaka ve milli çıkarlara aykırı Avrupai yasaların Meclisten geçirilip T.C. kanunları kılıfı sarılmış hali.

7- Dünyada iken asli gayen ve görevin ne idi?

a) Şahsi makam ve çıkar uğruna BOP’a hizmetçilik, Büyük İsrail hedefine şövalyelik…

b) Sınırsız, sınıfsız, İslamsız ve insafsız Komünizm cenneti hayali.

c) Ülkemizde ve yeryüzünde; Kur’an’a, Resulüllah’a, akla, ahlaka, vicdana ve bilimsel doğrulara dayalı Adil bir Düzenin yerleştirilip yürütülmesi.

d) Helal-haram demeden kazanıp tüketmek, keyfince yemek-içmek, gezip eğlenmek düşüncesi.

Kur’an’ın ve Resulüllah’ın çok açık uyarılarına rağmen…

Faizi: Kâr payı, mevduat neması ve enflasyon farkı olarak tanımlayan ve resmen faiz sistemini sahiplenip yürütmekle Allah ve Peygamberle savaşan…

Zinayı: Resmen ve hukuken ceza almaktan ve suç olmaktan çıkaran ve ülkede fuhuş reklamcısı TV programlarını ve porno yayınlarını yaygınlaştıran…

Kumarı; şans kapısı, kazanç yarışı ve devlet yasası yapan…

Haçlı AB’ye katılmayı; medeniyet aşaması, modernizm sıçraması ve demokrasi sigortası olarak kutsayan…

İslam’a, ahlaka ve insanlık fıtratına aykırı olarak; idamı (kısası) kaldırmayı, Haçlı dayatması kanun paketlerini meclisten geçirip yasalaştırmayı çağdaşlık görevi ve demokrasi gereği olarak yorumlayan…

Siyonist ve zalim işgalci İsrail’le uzlaşıp anlaşmayı, barışçı ve akılcı dış politika çizgisi olarak yutturan…

Kısaca; helalı haram, haramı helal, günahı mübah, mübahı günah sayan liderlerin, hükümetlerin, bunlara fetva veren ve mazeret gösteren âlimlerin ve uyarıldıkları halde peşlerinden gidenlerin ve destekleyenlerin hepsi, Allah'tan gayrı Rabbler edinip şirke sapmışlardır.

Fatiha Suresinin başındaki: “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin= Her türlü hamdü sena, övgü ve minnet, hürmet ve itaat Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir ve O’na aittir” ayeti kerimesinden: Lafzai Celal olan ve tüm sıfatlarını kapsayan “Allah” kelimesinden sonra, Cenabı Hakkın en şamil isimlerinin başında Rabb sıfatının yer aldığı anlaşılmaktadır.

Rabb: Terbiye etmek, yetiştirmek, ıslah ve tamir etmek, yönetmek ve hayra yönlendirmek, sorumluluk yüklemek, istediğini yapabilmek; ayrıca başkan olmak, toplamak, yığmak, hazırlamak; malik ve sahip olmak ve nimeti artırmak manalarını taşır. Arapça üstünlük ve efendilik anlamlarındaki “r-b-b” kökünden türeyen Rabb; efendi, malik, sahip, terbiye edici, yetiştirici, düzeltici, tedbir alıp sorumluluk üstlenici, yönetici, nimet verici, ihtiyaçları giderici, kefil olan, otorite sahibi reis ve melik anlamındadır, çoğulu erbabtır. Kur’an’da 969 defa geçen Rabb kelimesi, Allah’ın ve insanların sıfatı olarak şu anlamlarda kullanılmıştır:

1- İhtiyaçları gideren “efendi, malik” anlamında insanın sıfatı Yusuf Peygamber, gayr-ı meşru ilişki teklif eden Zeliha’ya, “Allah’a sığınırım, gerçekten o (eşiniz Aziz Kıtfîr) benim efendimdir (Bana ikramda bulunmuştur, ona hainlik edemem) dedi.” (Yusuf 12-23) ayetinde geçen (Rabb) Mısır Azizinin sıfatı olarak kullanılmıştır.

2- İtaat edilen, sözü geçen, otorite sahibi, reis, efendilik ve üstünlüğü kabul edilen kişiler mesela; “(Yahudi ve Hristiyanlar) Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini Rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de (Rabb edindiler)” (Tevbe, 9-31) ve “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rablar edinmeyelim” (Al-i İmran, 3-64) ayetlerinde geçen “Erbab”; emir ve yasaklarına boyun eğilen, koyduğu kurallara uyulan, ilahi vahye dayanmadan helal ve haram dediklerine inanılan, ilahlık mertebesine yükseltilen kimseler anlamında kullanılmıştır.

3- Melik ve sahip olma, yaratma, hidayet buyurma, yedirip içirip doyurma ve bağışlama anlamında Allah’ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Mesela “Onlar bu Beytin Rabbine ibadet etsinler” (Kureyş, 106-3/4) ayetindeki “Rabb” kelimesi bu anlamdadır. Allah’ın sıfatı olarak “Rabb”, bütün varlıkları yaratan, yetiştirip olgunlaştıran, terbiye edip donatan, ihtiyaçlarını giderip barındıran, rızık verip görüp gözeterek sahip çıkan (Şu’ara, 26/77-82), insanlara, yerlere, göklere, gezegenlere, hayvanlara, bitkilere, ağaçlara, çiçeklere, toprağa, suya, havaya her şeye düzenini, güzelliğini, yeteneklerini bağışlayan, yaşamalarını sağlayan, her şeyin maliki ve sahibi olan anlamında kullanılmıştır. Rabb kelimesi; Kur’an’da “Er-Rabb” şeklinde hiç kullanılmamış, “çok merhametli Rabb” (Yasin, 36/58) ve “çok bağışlayan Rabb” şeklinde iki yerde nekre, bunun dışında; “âlemlerin Rabbi” (Fatiha, 1/2), “ulu arşın Rabbi” (Tevbe, 9/129), “göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbi” (Meryem, 19/65), “Musa ve Harun’un Rabbi” (Ta-ha, 20/70), “yedi göğün Rabbi” (Mü’minun, 23/86), “doğu, batı ve ikisinin arasında olanların Rabbi” (Şu’ara, 26/28), “Kâbe’nin Rabbi” (Kureyş, 106/4), “sabahın Rabbi” (Felak, 113/1), “insanların Rabbi” (Nas, 114/1), “her şeyin Rabbi” (En’am, 6/164) ve daha çok “Rabbin” (243 defa), “Rabbiniz” (118 defa) ve “Rabbimiz” (111 defa) terkipleriyle kullanılmıştır.

Rabb; sözlükte “bir şeyi yetkinlik noktasına varıncaya kadar kademe kademe inşa edip geliştirmek” manasındaki rab (rabb) kelimesi mübalağa ifade etmek üzere daha çok sıfat gibi kullanılır ve kelimeye hepsi de Allah Teâla hakkında olmak üzere “malik, seyyid, idare eden, terbiye eden, gözetip sahiplenen, nimet veren, ıslah edip geliştiren, mabudu hakiki, gibi anlamları vardır.[3] İbn Cerîr et-Tâberi bu manaların MalikSeyyid ve Muslihkelimelerinde yoğunlaştığını kaydeder. Malik “evreni yaratan ve yöneten”, Seyyid“hâkimiyetinde dengi ve benzeri olmayan”, Muslih de “lütfettiği nimetler vasıtasıyla yaratılmışların halini düzeltip geliştiren” demektir.[4] Ebü’l-Beka el-Kefevi rab kelimesinin Allah için kullanıldığında içerdiği manaları şu şekilde sıralar: Rab “malik” anlamına alındığı takdirde Allah’tan başka bütün varlıklarla, “muslih” olarak düşünüldüğünde kendi başına mevcudiyeti bulunmadığından ıslaha elverişli olmayan arazların dışındaki nesnelerle, “seyyid” diye açıklandığında sadece akıllı yaratıklarla, “mâbud” manası verilmesi halinde ise mükelleflerle ilgili bir muhteva taşır.[5]

Özetle, Kur’an’ı Kerim’de RAB kelimesi genellikle şu 5 anlamda kullanılmıştır:

1- Yaratıp yönetici, gereksinimleri giderici, terbiye edici ve yetiştirici.

2- Kefil, himaye edici, koruyup gözetici, ıslah edip düzeltici.

3- Çeşitli kimselerin oluşturduğu bir toplulukta merkezi bir sıfata sahip olan kişi.

4- Kendisine bağlananların efendisi, sözü geçen, üstünlüğü ve yüceliği kabul edilen ve tasarruf hakkına sahip, itaat ve boyun eğilen birisi, güç ve egemenlik sahibi reis;

5- Malik, efendi.

Rab kelimesi Kur’an’ı Kerim’de yukarıda açıkladığımız tüm manalarıyla yer almıştır. Ayetlerde, bazen bu manalardan sadece bir ya da ikisi bazen daha fazlası bazen de beş anlamıyla birden kullanılmıştır.

1. ve 2. şıktaki Rabb, Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:

“De ki: “O, her şeyin Rabbi (ve gerçek sahibi) iken, ben Allah'tan başka bir Rab mi arayayım?…” (En’am, 164)

“(Allah) Doğu’nun ve Batı’nın (bütün yönlerin ve ülkelerin) Rabbidir. O'ndan başka İlah yoktur. Şu hâlde (yalnızca) O'nu vekil tut (va’dine güvenip sarıl).” (Müzzemmil, 9)

“Onlar, Allah'ı bırakıp (Allah’ın velisi ve şefaatçisi zannettikleri) bilginlerini ve rahiplerini Rabler (ilahlar) edindiler …” (Tevbe, 31)

3. 4. ve 5. şıktaki Devlet yöneticisi ve hüküm verici anlamında:

“Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek (saraya özel hizmetçi olarak girecek), diğeri ise asılacak, kuş onun başından yiyecek. Böylece hakkında fetva istemekte olduğunuz iş (böyledir ve Ezeli kaderde her şey artık) olup bitmiştir.” O iki kişiden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: (Buradan kurtulup tekrar kralın hizmetine alınırsan) “Efendinin katında beni hatırla.”  Fakat şeytan (Hz. Yusuf'un sözlerini)efendisine (Mısır Melikine) hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf)zindanda kalıverdi. (Hz. Yusuf'un tedbiri, takdiri değiştirmedi.)” (Yusuf, 41/42)

“…Ona elçi geldiğinde (Yusuf:) “Efendine (Rabbine) dön de ona sor: Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir.” (Yusuf, 50)

Bu ayetlerde Hz. Yusuf Mısırlıları muhatap alarak Mısır Firavununu onların rabbi olarak nitelemiştir. Çünkü Mısırlılar Firavun’un merkezi kişiliğini ve üstün otoritesini kabul etmekte, onu emretme ve nehyetmeye tam yetkili olarak görmektedirler. Şu halde o onların rabbi idi.

Kur’an’ı Kerim, isim vermeden Hz. İbrahim’in (As.) Nemrut'la yaptığı tartışmayı aynen şöyle aktarmaktadır:

“Allah, kendisine mülk verdi diye, Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni (Nemrut kâfirini) görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” deyince; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” (istediğimi katleder, istediğimi öldürmekten vazgeçerim)demişti. (O zaman) İbrahim: “Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir; (haydi) sen de onu Batıdan getir” (de görelim) deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalıvermişti. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” (Bakara, 258)

Kur’an’ın naklettiği bu konuşmadan, asıl tartışmanın Allah’ın varlığı hakkında değil de, İbrahim’in (As.) kimi “rab” olarak algıladığı konusunda olduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki; önce Nemrut Allah’ın varlığını kabul eden bir kavme mensuptu. İkinci olarak, Nemrut’un yerin ve göğün yaratıcısı, ve bütün mahlukatın ihtiyacını karşılayıcısı olmak gibi ahmakça bir iddiaya kalkışabilmesi için, katıksız bir deli olması lazımdı. O halde o “Ben Allah’ım” veya “Ben göklerin ve yerin rabbiyim” gibi bir iddiaya kalkışmış olamazdı. Bilakis Nemrut, İbrahim (As.)’in de bir fert sıfatıyla yaşadığı ülkenin rabbi ve kanun koyucu meliki olduğunu savunmaktaydı. Onun bu rablik iddiası, rububiyetin birinci ve ikinci anlamları itibariyle sanılmasındı. Çünkü bu bağlamda bizzat Nemrut da; ay, güneş ve yıldızların Rabbi ve sahibi olamayacağının farkındaydı. Ancak, o kendisini ubudiyetin üçüncü, dördüncü ve beşinci manaları itibariyle, ülkesinin rabbi saymaktaydı. Yani, onun iddiası şuydu: “Ben bu ülkenin sahibiyim, ülkenin tüm sakinleri benim kulum yerindedir. Benim merkezi otoritem onların toplum düzeninin temelini oluşturmaktadır. Benim buyruklarım vatandaşlarım için kanun sayılır.”

Firavun da Rabblik iddiasında aynı konumdadır:

“(Ona gidip aynı şeyleri tekrarladıklarında, Firavun onlara) “Sizin Rabbiniz kim ey Musa?” demişti. (O da) “Rabbimiz her şeye yaratılışını (varlığının icabını, fıtrat kanunlarını ve yaşam koşullarını) veren ve sonra hidayet (hayır ve hizmet) yolunu Gösterendir” yanıtını vermişti.” (Ta-ha, 49-50)

“(Bunun üzerine) Firavun dedi ki: “Alemlerin Rabbi nedir?” (Hz. Musa) Dedi ki: “(Allah) Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir (yaratıp terbiye edeni ve her şeyin ihtiyacını gönderenidir). Eğer 'kesin bilgiyle inanıyorsanız' (böyledir).” (Firavun)Çevresindekilere dedi ki: “İşitiyor musunuz? (Bu adam neler uydurup söylemektedir?)“. (Musa:) Dedi ki: “O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir. (Hepiniz ve her şey aciz bir kuldan ibarettir.)” (Firavun) Dedi ki: “Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz(olduğunu iddia eden bu Musa), gerçekten bir delidir.” (Hz. Musa ise) “Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, Doğunun da, Batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir” (şeklinde cevap vermişti)(Firavun) dedi ki: “Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek (benim düzenimi ve hakimiyetimi istemeyecek) olursan, seni mutlaka hapse atacağım.” (Şuara, 23-29)

“(Zulüm saltanatının yıkılacağı kuşkusuyla) Firavun dedi ki: “Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp çıkarmaya (makam ve imkânlarımıza konmaya) mı geldin?” (Ta-ha, 57)

 “Firavun; “Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarıversin (bakalım kendisini kurtarabilecek mi?) Çünkü ben, sizin dininizi (mevcut hayat sisteminizi)değiştirmesinden ya da yeryüzünde (ülkemizi) fesada vermesinden korkuyorum” diyerek (halkı kışkırtıvermişti).” (Mü’min, 26)

“Dediler ki: “Bunlar (Musa ve Harun) her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak (imkân ve iktidarınıza konmak) ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi, düzeninizi) ortadan kaldırmak istiyorlar.” (Ta-ha, 63)

“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü, hikmeti ve peygamberliği verdikten, sonra insanlara: “Allah'ı bırakıp bana kulluk edin” deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, “Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler (Allah’ın dinine samimi ve daimi hizmetçiler) olunuz” (deme görevindedir.) O, (Allah) size; melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi (asla) emretmez. Siz, Müslüman olduktan sonra, size küfrü mü emredecek? (Allah şirkten ve kullarını şirke sevk etmekten münezzehtir.)” (Al-i İmran, 79-80)

Bu ayetlere bakarak, Ehl-i Kitab’ın sapıtmasına yol açan birinci noktanın şu olduğunu görüyoruz: Onları dindeki mevki ve makamlarından dolayı Peygamber, evliya ve melekleri sevgi ve saygıya layık görmüşler, ancak onlara karşı hürmet ve tazimde çok aşırı gitmişler, böylece onların gerçek makamlarını gözlerinde aşırı derecede büyüterek, ilahlık makamına çıkarmış, Allah’ın işine ortak yapmışlardı. Sonunda onlara tapmışlar ve onlardan niyazda bulunmuşlardı. Onları metafizik manada rububiyet ve uluhiyete ortak yapmışlar ve bağışlama, yardımda bulunma, koruma ve kollama yetkilerine sahip oldukları zannına kapılmışlardı. Cenabı Hak katında onları vesile kılmak, onların hatırına dualarının kabulünü ummak caiz olsa da; tutup doğrudan bunlara yalvarmak şirk sayılmıştır. Onların sapıttığı ikinci noktayı şu ayet açıklamaktadır:

“Onlar, Allah'ı bırakıp (Allah’ın velisi ve şefaatçisi zannettikleri) bilginlerini ve rahiplerini Rabler (ilahlar) edindiler …” (Tevbe, 31)

Ayet-i kerimenin de belirttiği gibi, din düzeni içerisinde, görevleri sadece, Allah’ın şeriatını öğretmek ve toplumun ahlakını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde ıslah etmek olan kişiler, gitgide öyle bir özellik kazanmaya başladılar ki, artık onlar kendi arzu ve heveslerine göre istediklerini haram, istediklerini de helal kılmaya başladılar. Allah’ın kitabından herhangi bir delil getirmeksizin istediklerini emreder ve istediklerini nehyeder, istediklerini sünnet ilan eder oldular. Böylece bu toplumlar da, daha önceleri Nuh, İbrahim, Ad, Semut, Medyen ehli ve diğer kavimlerin tutulduğu iki büyük temel sapıklığa düşmüş oldular. Aynen onlar gibi metafizik nitelikte melekler ve büyüklerini rububiyet bağlamında Allah’a ortak koştular. Yine aynen onlar gibi, toplumsal ve hukuksal rububiyeti Allah’a mahsus kılacakları yerde insanları otorite ve kaynak saydılar. Kendi medeni, toplumsal, siyasi ve ahlaki kanun ve prensiplerini Allah’ın delillerine gerek duymadan insanlardan almaya başladılar. Öyle ki iş ta şu noktaya dayandı:

“Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri (ama bu bilgi ve becerilerini nefsi hevesler ve dünyevi hedefler için istismar edenleri ve halk arasında alim ve fazıl bilinen münafık tipleri)görmez misin? Onlar Tağut’a (Şeytani rejimlere ve zalim güçlere) ve Cipt’e (Siyonist ve Haçlı liderlere) inanıp (peşlerine takılıyorlar) ve (saldırgan) kâfirler için: Bunlar, (Hakk nizam kurulsun diye fitne çıkaran) mü’minlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar. (Oysa asıl kendileri fasık ve münafık kişilerdir.)” (Nisa, 51)

“Onlara deki: Allah katında, sizin için kesinleşmiş bir ceza olarak (bu huysuzluk ve huzursuzluğunuzdan) daha şerlisini ve şerefsizini haber vereyim mi? (Böyleleri) Allah’ın lanet ettiği kimselerdir. Allah’ın onlara gazaplandığı ve kahrına uğrattığı kişilerdir. Onları Maymunlara ve Domuzlara çevirmiştir. (Maymunlar gibi batıyı ve batılı taklit etme, onların hizmet ve himayesine girme aşağılığına düşmüşlerdir. Domuzlar gibi milli namus ve onurlarını kıskanmayan ve zalim güçlere kahyalık yapan bir bayağılığa dönmüşlerdir.) Ve Tağut’a tapanlar (haline getirilmiş, zalim ve kâfir düzenlerin işbirlikçisi konumuna itilmişlerdir.) İşte bunların mevkii (konumu) çok daha şerli (ve şerefsizdir) ve Hakk yoldan sapıtıp gitmişlerdir.” (Maide, 60)

Cibt; sihir, muska, tılsım, kehanet, falcılık, uğursuzluk ve fıtrata aykırı işler gibi vehmin bütün kısımları ile hurafeler için kullanılan geniş kapsamlı bir sözcüktür. Tağut ise; Allah’a karşı isyana kalkışmış ve kulluk sınırını aşarak ilahlık bayrağını açmış bütün şahıs, zümre ya da yönetimlerdir. O halde, Yahudi ve Hristiyanlar, yukarıda zikrettiğimiz iki büyük sapıklıktan birinci sapıklığı işlemekle her çeşit vehim ve hurafeleri kalp ve kafalarına iyice yerleştirmişler, ikinci sapıklığı isteyerek de alim, rahip, zahid ve sofilerine kul olmuşlar; böylece Allah’a açıkça karşı çıkan zalim ve despotların tutsağı ve birer kuklası durumuna düşmüşlerdir.

Tarih boyunca bütün kavimler ve toplum kesimleri; teorik planda Allah’ı mutlak otorite, egemen güç vs. anlamlarıyla rab olarak görüyorlardı. Ama pratik hayatlarında ise toplum katında güçlü olan, nüfuz sahibi bulunan kimselerin, İslam’a aykırı ahlaki, siyasi ve toplumsal anlamdaki rububiyetlerini kabul ederek onlara itaat ediyorlar, onların tağuti otoritelerine itiraz ve karşı çıkmak yerine, severek ve isteyerek tabi oluyorlardı. Bu sapkınlığı ortadan kaldırmak için yüce Allah her dönemde değişik toplumlara kendi içlerinden peygamberler yollamış ve son olarak da bu görev için Hz. Muhammed (S.A.V.)’i memur kılmıştır. Söz konusu bütün peygamberler insanları şuna çağırmıştır; bütün anlamları itibariyle Rabb sadece Allah’tır. Rububiyet bölünmez imanı gerekli kılmaktadır ve kâinatta cari olan Allah’ın mutlak iktidarıdır. Rubibiyette hiçbir anlamda, hiçbir yaratığın Allah’tan başka hiçbir varlığın veya şahsın en ufak payı bulunmamaktadır. Kâinat nizamı tek bir ilahın yaratmış olduğu kâmil, külli bir nizamdır. Yine bu nizam üzerinde bir tek ilahın hâkimiyeti vardır. Bu nizamda bütün yetki ve güçlerin sahibi de yine o bir tek ilahtır. Bu nizamın yaratılmasında başka bir varlığın herhangi bir şekilde herhangi bir katkısı söz konusu olmamıştır. Bu nizamın yönetim ve idaresinde herhangi bir kimsenin rolü yoktur ve O’nun hâkimiyeti mutlaktır, ortaksızdır. Merkezi otoritenin sahibi olması itibariyle tek bir ilah olan sadece Allah’tır.

Buraya kadar sıraladığımız bütün bu ayetleri dikkatlice gözden geçirirsek, Rububiyet konusunda başka dönemlerde ve başka ülkelerde yaşamış toplumların içine düşegeldikleri sapkınlığın karanlık gölgesini Nil vadisinde de görmekteyiz. Yine, Musa ve Harun (As.)’un memur oldukları insanları çağırdıkları yönün de, onlardan önceki bütün peygamberlerin (As.) davet edegeldikleri taraf olduğunu ifade edebiliriz.

Yahudi ve Hristiyanlar da Rabb konusunda sapıtmışlardır

Firavun ve kavminden sonra karşımıza İsrailoğullarıyla, Yahudi ve Hristiyan inanç-ibadet sistemini benimseyen toplumlar çıkmaktadır. Bu toplumlar için Allah’ın varlığını inkâr ettikleri ya da O’nu ilah ve rab olarak görmedikleri gibi bir zanda bulunmak imkânsızdır. Çünkü bizzat Kur’an onları Ehl-i Kitap olarak tanımlamış ve onların bu konudaki inançlarına tanıklık yapmıştır. O halde, bizim asıl üzerinde durup düşünmemiz gereken şudur: Rububiyet noktasında Kur’an’ın bu insanları müşrik olarak nitelemesine yol açan, akide ve amellerinde alışkanlık haline getirdikleri belirgin sapmaların altında ne yatmaktadır? Bu sorunun kapsamlı cevabını bizzat Kur’an’da bulmaktayız:

“De ki: “Ey kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırılığa kaymayın ve daha önce kendileri sapmış, birçok kimseyi de saptırmış ve dümdüz yoldan ayrılmış bir topluluğun heva (istek ve tutku)larına uymayın. (Bu dalalet alametidir.)” (Maide, 77)

Bu ayeti kerimeden de anlaşılmaktadır ki, Yahudi ve Hristiyan kavimleri de kendilerinden önce gelen kavimler gibi aynı noktalarda sapıtmışlardır. Benzer şekilde bu sapıtmanın onlara dinde aşırı gitmeleri yoluyla sirayet ettiği anlaşılmaktadır. Şimdi, bu ayeti kerimenin ayrıntılarını açıklayan diğer ayetlere şöyle bir göz atalım:

“Yahudiler: 'Üzeyir Allah'ın oğludur' diyerek; Hıristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur' diyerek (sapıvermişlerdi). Bu, onların ağızlarıyla (dile getirdikleri asılsız) söylemleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini (şuursuzca) taklit etmektedir. Allah onları kahretsin; nasıl da (Hakk’tan) çevrili(batıla gidilmektedir.)” (Tevbe, 30)

“Andolsun, “Kesinlikle Allah, Meryem oğlu Mesih'tir” diyenler küfre sapmıştır. Oysa Mesih'in dediği (sadece şudur:) “Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz Cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. (Hiçbir şey ve hiç kimse onları kurtaracak değildir.)” (Maide,72)

“Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler de kâfir olmuşlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azap isabet edecektir.” (Maide, 73)

 


[1] Celalettin Suyuti. Camius Sağir-Öğütler Kitabı

[2] Celalettin Suyuti. Camius Sağir-Emsal Hadisleri

[3] (Râgıp el-İsfahânî, el-müfredât, “rbb”md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rbb”md.)

[4] (Câmiu’l-beyan, 1,93-94)

[5] (el-Külliyyât, s.466)

























BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi