Anasayfa » GERÇEKÇİ AYDINLARLA, TAKLİTÇİ KAFALARIN FARKI

GERÇEKÇİ AYDINLARLA, TAKLİTÇİ KAFALARIN FARKI

Yazar: yonetici
0 Yorum 156 Görüntüleyen

GERÇEKÇİ AYDINLARLA,

TAKLİTÇİ KAFALARIN FARKI

      4 Şubat 2006 Kanal 5’te AB ve Avrupalılaşmakla ilgili bir programa, Prof. Dr. Ferit Hakan Baykal ve ilahiyatçı Prof. Dr. Bekir Karlığa katılmıştı.

Ferit Hakan Baykal; Milli ve yerli kafalı, ulusalcı, özgür tavırlı, Siyonist ve emperyalist sömürüye karşı duyarlı ve tutarlı bir aydınımızdı… Bekir Karlığa ise; İslamcı, ilahiyatçı, Diyalog ve Hoşgörü edebiyatçısı, AB yanlısı bir din Hocasıydı…

Ferit Hakan Bey dostumuz:

“Avrupa’yı yöneten iktidarlarla, o ülkelerde yaşayan halkları ayırmak gerekir. AB’yi oluşturan 150 kadar holdingdir. (Ki bunların tamamına yakını Siyonist ve Evanjelik kökenli sermayedir.) Biz AB’ye kabul edilirsek; 70 milyonluk halkımız değil, sadece beş on holding girmiş ve kâr etmiş olacak demektir. Bazı yöneticilerimizin ve aydın geçinen çevrelerin: “AB’ye girersek; demokrasi, insan hakları ve din özgürlükleri gibi faziletlere… Ve ekonomik nimetlere erişeceğiz” beklentileri hem gerçek değildir hem de bizler için bir utanç vesilesidir. Çünkü bu değerleri onlar, zaten bizden öğrenmiştir… Osmanlı gibi, dünyaya adalet ve medeniyet öğretmiş bir tarihin varisleri olduğumuzu, bazıları bilmezden gelmektedir. Biz, Batı deyince; aklımıza Çanakkale, Kurtuluş savaşı, Bosna, Kıbrıs, Afganistan ve Irak gelmelidir. Ve Türkiye; tabii coğrafyası, tarihi mirası ve talihli fırsatlarıyla, kendisi yeni ve adil bir medeniyete öncülük etmelidir…”

İşte bu gerçekçi, cesaretli ve haysiyetli yaklaşıma; elbette sahip çıkılır, saygıyla alkışlanır ve selam çakılırdı…

Bir de ilahiyatçı ve o süreçte Fetullahçı olan, hem de AKP hayranı ve AB şakşakçısı Prof. Dr. Bekir Karlığa ise şöyle konuşmuşlardı:

“AB, bir barış projesidir. Çok tarihi ve önemli bir girişimdir. Türkiye’nin bu birliğe katılması gerekir. Böylece Batılılar da bizim güzel gelenek ve göreneklerimizden etkilenip düzelecektir. Böylece tarihi düşmanlıklar sona erecektir. Batı’yı ve Avrupa’yı çok kötü görmemek gerekir…”

Stüdyodaki öğrenciler bile, hayretler içinde kalmışlardı. Onların çok bilinçli tesbitleri ve seviyeli tahlilleri  Bekir Karlığa'yı bile terletip sıkıştırmıştı. Evet, bir kere daha ve açıkça anlaşılıyordu ki; “insanların gerçek ayarı ve değeri, tarafgirliği ile doğru orantılıydı…”

Aynı günkü Milli Gazetede çok mutlu bir tevafukla aynı konu ele alınmış, “İmani duyarlı ve Milli kafalı aydınla, Batı hayranı ve işbirlikçi iktidar borazanı ilahiyatçıların” bir mukayesesi yapılmıştı.

Okuyucularımıza kolaylık olsun diye bazı kelimeleri sadeleştirmek ve genişletmek suretiyle, sizlerle paylaşmak istedik.

Kur’an ve Sünnetten beslenen Realist ilahiyatçı ve Oryantalist kılıklı ilahiyatçı farkı.

Boyalı ve Batı uşağı basınımızda, bazı yazarların karpuz ısmarlar gibi “devrimci ilahiyatçı aranıyor” çağrısı bizde ilgi uyandırdı. Devrimci ilahiyatçıdan ne kast ettiklerini tahmin etsek bile, tam olarak açıklığa kavuşturmadıklarından dolayı, şimdi iki devrimci ilahiyatçı (doğrusu İslam âlimidir. Zira ilahiyat, Batı dillerinde kullanılan “teoloji-Tanrıbilim” karşılığı olarak kullanılır ki, İslam da Tanrıbilim’in konusu değildir) prototipi çizeceğiz. Acaba; Sayın Batı aşığı ve aynı zamanda kafası kiralık yazarlarımız, hangisinin yanında yer alıyor? Hangisini kendisine numune-i imtisal olarak seçiyor, doğrusu merak ediyorum. Bunu, onların diliyle iki şekilde kavramsallaştırmak istiyorum. Birincisi; gelenek denilen (Tradision): “Kökleri ezelde dalları ebede olan, kaynağı vahye dayanan, üzeri kapatılmak istenen kutsal hayat ağacından beslenen, her ortamda ve her türlü koşullarda hak, adalet, ahlâk, sevgi, aşk, merhamet, ihsan, cihad ve gaza kültürünü kaybetmeyen Şahsiyetli ilahiyatçı.” İkincisi; özellikle “Kur’an’ın tarihselliği, siyantizim (bilimperestlik) ve modernitenin anlam ve kavram çerçevelerini merkeze alarak yazan çizen, konuşan, gelenekle ilintisi kesildiği için bir nevi idraki hadımlaştırılmış Oryantalist kılıklı ilahiyatçı.” Şimdi her ikisinin en bariz özelliklerini sıralayalım:

1- Kur’an, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Aklı Selim Kaynaklı İlahiyatçı; daima halkın dilinden konuşur. Ama asla halk dalkavukluğu yapmaz. Eleştirisel bir tavrı vardır. Hem âlimdir hem aydın. Referanslarını daima Kur’an ve Sahih Sünnete dayandırır. Onun nazarında Peygamber, hâşâ, bir “postacı” değildir. Peygamberin Kur’an’ı nâtık olarak, Kur’an’ın teorik ve pratik hayata olan ilişkisini en iyi bildiğini önsel (apriori) olarak kabul eder. Bu yönüyle son Peygamberin tüm insanlığa gönderilen en son numune-i imtisal ve usve-i hasene olduğuna iman eder.

Oryantalist kılıklı ilahiyatçı ise; halkın dili ile konuşmaz, Batılı anlam ve kavram çerçeveleri ile konuşur. Vahyi dışlayarak akla öncelik verir. Yani vahyi, sulandırılmış kaba pozitif bir rasyonalizmin payandası yapar. Onun nazarında Kur’an, belli tarihsel koşullarda gelmiştir. Bundan dolayı emir ve yasaklarının evrenselliği yoktur. O sadece Arap yarımadası’nın tarihsel, sosyal, ekonomik ve politik koşullarına özgüdür, o kadar. Peygamber sadece vahyin taşıyıcısıdır. Bundan dolayı uygulamaları, Müslümanlara her zaman örneklik teşkil etmez.

2- Kur’an ayarlı ve Milli duyarlı ilahiyatçı; vahiy ve Tevhid kültürüne temelden karşı olan hiçbir makam ve otoriteyi meşru saymaz. Karşısında Firavun olursa Hz. Musa’nın, Nemrut olursa Hz. İbrahim’in, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan olursa Hz. Muhammed’in tavrını sergiler. Daima mustaz’afların yanındadır. Tüm insanlığın selameti için müşrik, kâfir, müstekbir, mele ve mürtefin ile mücadele halindedir.

Oryantalist kılıklı ilahiyatçı ise; daima müesses düzenden beslenir. Müesses düzenin Kur’an karşıtı uygulamalarını rasyonalite ve ictihad çerçevesinde değerlendirerek, mevcut düzenin inananlara yaptığı zulme, dini anlamda meşruiyet kazandırır. Güç kimde ise onun çizmelerini yalar. T. Hobes’cu ve makyavelist karaktere sahiptir. Tıpkı meşhur kardinal Richelieu gibidir. Gerçek İslam âlimlerinin açıklama ve beyanlarını, tıpkı Ferisi Hahamların Hz. İsa’yı ele verdiği gibi suç sadedinde değerlendirerek, beslendiği makam ve otoritelere şikâyet eder. Zira hepsinin bağlı olduğu bir Pontius Pilatus’u vardır. Dalkavuktur, halktan yana gibi gözükür, ancak gücü gördüğünde darbelere destek verir, televizyon televizyon dolaşarak şu hanımların eşlik ettiği bir koroyla, “İmam Hatipler ve Kur’an Kursları Türkiye için en büyük tehdittir” mistifikasyonunu seslendirir. Başörtülü kızlar gerçekte “potansiyel militanlardır”, yaygarasını basar.

3- Vahiy kaynaklı ve vicdan dayanaklı ilahiyatçı; hafifmeşrep değildir. Asaleti ile temayüz eder. Dini bilgisini makam, mevki, şehvet, şöhret ve politik amaçlar için kullanmaz, takva ve izzet sahibidir. O, sadece yaşadığı dönemin her türlü epidemik ahlâksızlığı meşrulaştıran modern paganizmle (müşriklikle) mücadele halinde değildir. O, aynı zamanda 1400 yıllık İslam tarihinde geleneğimize yerleşmiş olan Kur’an ve Sahih Sünnet temelinde anlamını bulmayan, İslam dışı örfi uygulamaları da sorgular. İslam kılıfı geçirilmiş tüm çıkar ilişkilerini, çürümüşlüğü ve yozlaşmışlığı meşrulaştırmaz.

Örneğin; müesses düzenin ismi İslam veya zulmeden Halife dahi olsa, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi gibi âlimlerin kırbaçlanmasına; Gaylan ed-Dımeşk, Caad bin Dürhüm, Molla Lütfi ve Şeyhülislam Sünizade gibi âlimlerin katledilmesine onay vermez. Efendimizin mübarek torunu Hz. Hüseyin’in şehit edilmesini; devletin bekası veyahut siyaseten katl müessesi altında meşrulaştırmadığı gibi, onun şehadetini, zulüm ve adaletsizlikle mücadele için en belirgin bir kilometre taşı sayar.

Oryantalist kılıklı ilahiyatçı ise; hafifmeşrep bir karaktere sahiptir. Bütün gücünü çıkar amaçlı ilişkiler ve İslam’ın Protestanlaştırılması için kullanır. Ya magazin basının konuğu ya da konusudur. “İslam için iyi örneklik teşkil etmiyor” gibi gerekçelerle, Müslüman âlimlere yönelen katliamları meşrulaştırır. Örneğin; Şeyh Yasir’in hunharca katledilmesi, İskilipli Atıf Hoca ve Seyyid Kutub’un idam edilmesi, Ali Şeriati’nin hunharca öldürülmesi olaylarında takındıkları tavırlar gibi. İdare-i maslahat icabı “şeriat geliyor” bahanesi ile her türlü katliamı devletin bekası için meşru sayar.

4- Değişmeyen Doğru’lara dayalı, ama değişen şartlara uyarlı ilahiyatçı; kadının toplumun tüm katmanlarından, ibadet alanından dışlanmasını kabul etmez. Onu aynen erkek gibi vahye muhatap olmada eşit sayar. Kadının mütesettir olmak kaydıyla; her türlü meşru mesleği, Sahih Sünnet uygulamalarının sınırları içerisinde kendisine farz ve sünnet olan her türlü ibadeti yapabileceğini kabul eder. Ancak onun; annelik duygularının dumura uğratılarak, vahşi kapitalizmin elinde bir tüketim aracına, tabiri caizse bir libidoya dönüşmesine onay vermez.

Tesettür ve kurban gibi konuları, dinin furuundan (teferruatından) sayarak modernitenin kucağına düşmez. “Kadın da imamlık yapabilir, erkeklerle karışık namaz kılar, çıplak namaz da sahihtir” gibi bahanelerle İslam’ın ibadet anlayışını sulandırmaz. Fitneye yol açmaz. Ancak bunu yaparken, geleneğimizde az da olsa bahis mevzu olan, Resulüllah’ın Sahih Sünnetinde olmayan; kadın aleyhine olan tarihsel ve örfi uygulamaları eleştirir.

Oryantalist kılıklı Batı’ya teslimiyetçi ilahiyatçı ise; geleneğimizde yer yer bahis mevzu olan kadın aleyhine olan uygulamalardan hareket ederek, “İslam erkekleştirilmiştir” savıyla, onun özgür olması gereğinden dem vurarak, onu modernite ve vahşi kapitalizmin tüketimine sunmanın dinsel meşruiyetini oluşturur. Her meslek ve emek kutsaldır ilkesini çarpıtarak, kadının vücudunun teşhir edilmesini hoşgörü ve tolerans olarak algılar. Bunun dini gerekçesi olarak da cariyeliği örnek verir.

5- Tutarlı, sağlam kaynaklara bağlı, olumlu ve olgun ilahiyatçı; vatanını ve milletini sever. Ancak onun vatan ve millet severliği ümmetçi olmasına, yani diğer Müslüman kardeşlerinin dertleriyle ilgilenmesine engel değildir. Onun milletini sevmesi, diğer İslam ümmetinin ve genelde insanlığın aleyhine değildir. Zira o antropolojik düzlemde anlamını bulabilecek her türlü milliyetçilik ve etnik kökenli bölücülük anlayışlarına karşıdır. Tüm insanlığı Hz. Ali’nin buyurduğu gibi ya hilkatte ya da dinde kardeş kabul eder.

Oryantalist kılıklı ilahiyatçı ise; vatan ve millet sevgisini çarpıtarak, İslam ümmetinin diğer üyelerini görmemezlikten gelir. “Araplar bizi arkadan vurdu” gibi bahanelerle, İslam Birliği gibi projeleri hayal olarak niteler. Menfi anlamdaki milliyetçiliği tırmandırarak, “önce vatan ve milletimiz önemli” gibi kavramların arkasında saklanarak; “bize ne elin Arab’ından… Yahut Filistin, Bosna, Irak, Türkistan, Darfur, Çeçenistan, İran ve Endonezya’dan, bizim İslam’ımız Türk İslam’ıdır” diyerek bölücülüğe ve emperyalizme çanak tutar. Metafizik kavramları dünyevileştirir.

6- İlim, iz’an ve irfan ehli özgün ve özgür ilahiyatçı; geleneğin merkezini oluşturan Kur’an, Sahih Sünnet ve ona bağlı olan ilim dallarına vukufu olduğu gibi; Batı medeniyetinin düşünsel arka planını oluşturan Aristo, Platon, Descartes, Rousseau, Voltaire, Kant, Hegel, Marx, Şchopenhauer, Neitzsche, Haidegger, Sartre, Derrida ve Faucault gibi filozof ve düşünürlerden, ayaküstü bahsedecek kadar donanım sahibidir. En az Elmalılı Hamdi Yazır’ın felsefi bilgisi kadar, felsefi ve düşünsel meselelere vukufiyet kesb eder. Reel politiği bilir ama reel politiği bir kader olarak algılamaz; onu gücü yettiği ölçüde, İlahi irade doğrultusunda değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışır. Kendisine dayatılan siyantizmin, biyolojizmin, sosyolojizmin ve historizmin (tarihselciliğin) zindanlarının farkında olarak, daima teyakkuz halindedir. Vahiy ve akıl dengesini iyi kurar, onları birbirlerinin mütemmimi (tamamlayıcısı) sayar.

Oryantalist kılıklı ve Protestan akıllı ilahiyatçı ise; geleneğin merkezini oluşturan Kur’an, Sahih Sünnet ve bu merkezin etrafında oluşan beyan, burhan, irfan gibi ekolleri derinlemesine bilmez; bildikleri oryantalist kırıntılardır. Batı medeniyetinin düşünsel arka planı ve bu medeniyetin greko-romen, anglo-sakson kollarının dayandığı anlam ve kavram çerçevelerini birbirinden ayıramaz. Onların sofralarındaki kırıntılardan aldığı yüzeysel kavramlarla, İslam’ı ve Müslüman toplumlarını analiz etmeye çalışır. Çünkü bir medeniyet tasavvuruna ve metafiziğine sahip değildir. Zihinsel yapısı, protestan rahipler gibi dönüştürülmüş yahut tamamen sekülerleştirilmiştir. Anladığı akıl, Kur’an’ın kastettiği akıl değildir. Hakikatte pozitivist bir akıldan söz eder ama bunun bile farkında değildir. Batı medeniyetine hizmet etmekten başka bir anlam taşımayan sosyal bilimlerin diliyle konuşur ve onları hakikatin kendisi gibi zanneder.

7- İslam merkezli, insan endeksli ve Milli bilinçli ilahiyatçı; gücünü Kur’an, Sahih Sünnet ve Müslüman halktan aldığı için, yaşama standardı toplumun vasatını teşkil eder. Toplumun mele ve mütrefini ile aynı katmanda değildir. Beş yıldızlı otellerde, tatil köylerinde, katlarda ve yatlarda zamanını geçirmez. Zira daima yaratılış gayesinin farkındadır. “Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir” ezeli ve ebedi ilkesini içselleştirdiği için, daima ezilenlerin yanında saf tutar. Sosyetenin ve devletlülerin alkışlarına, tebriklerine ve takdirlerine ihtiyacı yoktur. Çünkü gücünü, onlardan almaz.

Oryantalist kılıklı ve kiralık kafalı ilahiyatçı ise; zihinsel kalıpları ve aldığı güç itibarı ile topluma yabancı olduğu için, toplumu ezen, hakir gören, aşağılayan ve sömüren kesimlerle daima iç içedir. Onların vermiş olduğu partilerde ve davetlerde boy gösterir. Bunu çağdaşlığın ve laikliğin bir gereği olarak yapar. Ve bu yaptığına da dinsel bir kılıf geçirmek için, İslam’ın dünyadan nasibini unutmamayı emrettiğini söyleyerek, ayeti gerçek amacından ve bağlamından koparır. Bir nevi Bel’am’ı Baura gibi davranır. Nevrotik bir aşağılık kompleksi yaşadığı için, toplumun sosyetik ve jakoben kesimlerinin takdir ve alkışlarına çok önem verir.

8- Yüksek fikirli, örnek öğretici ve gerçek yol gösterici ilahiyatçı; gerçek Cihad-ı Ekber’in ve gazanın (büyük cihad) insanın kendi nefsine karşı olduğunu bilmekle beraber; bütün Müslümanların vatanının, milletinin, dininin, namusunun tehlikeye düştüğü ve işgale uğradığı anda, fiilen savaşmayı farz-vücub olarak kabul eder. Her türlü emperyalizmle ve sömürgecilikle mücadele eder. Onun nazarında Hak Dinin İslam, son Peygamberin de Hz. Muhammed (SAV) olduğu gerçeği asla değişmez ve hatta bu konuda yorum ve te’vile dahi izin vermez.

Oryantalist kılıklı ve batı hayranı ilahiyatçı ise; “Efendim, İslam barış dinidir, cihad nefse karşı yapılır” gibi suret-i Hak’tan olan kavram ve anlamları kullanarak, Müslümanın kendisini işgal eden ve köleleştiren düşmana karşı silahlı cihad yapma fikrini ortadan kaldırmaya çalışır. Bunu yaparken, artık küreselleşen dünyada İslam’ın çağdaşlaşması, muasır medeniyet seviyesine ulaşması gerektiğini söyleyerek; diyalog, tolerans, İbrahimi dinler, Dinlerin Aşkın Birliği gibi dış gerçekliği olmayan kavramları kullanarak, İslam’ın tek gerçek ve biricik din olduğu gerçeğini sulandırmaya çalışır. Bu yönüyle Müslümanların zihninde bir kaosa yol açar. Hz. Muhammed (SAV) ve Kur’an olmadan, İbrahimi din kavramının kandırmaca olduğunu, İbrahimi din denilen sürecin; orijinal haliyle ve tahrif olmadan, en mükemmel şekliyle Efendimizin şahsında temsil edildiği gerçeğini gizleme eğilimindedir.

9- İnançlı, kararlı ve yapıcı ilahiyatçı; cennet, cehennem, kıyamet, mahşer günü, öldükten sonra dirilme, ceza, berzah, mükâfat gibi; Allah’ın yaratması, kudreti gibi konularda te’vile gitmez, onları olduğu gibi kabul eder.

Oryantalist kılıklı ve yıkıcı ilahiyatçı ise; bütün bunların cismani-fiziksel olarak vuku bulamayacağını, bunların sadece ruhani düzeyde gerçekleşeceğini iddia ederek, Müslümanların ahiret fikrini fesada uğratmaya çalışır.

10- Doğru kaynaklardan esinlenen, gelenekten beslenerek geleceği projelendiren ilahiyatçı; dinin özünün Tevhid, kula kulluk etmeme, sevgi, aşk, ahlâk, adalet, ihsan ve barıştan ibaret olduğunu kabul etmekle beraber; dinin sosyo-politik, ekonomik ve kültürel düzeyde evrensel ilkeler getirdiğini de inkâr etmez. Hatta bu ilkelerin sağlıklı ve fazıl bir toplum oluşturmada başat rol oynadığını savunur.

Oryantalist kılıklı ve uşak yapılı ilahiyatçı ise; dinin sadece ahlâk, barış ve sevgiden ibaret olduğunu iddia ederek; dinin ukubat, (cezalar) ibadat, muamelat ve muhâkemat alanındaki ilke ve prensiplerini inkâr ederek, son tahlilde sekülarist ve laisistlerle aynı noktada buluşur.

11- Kur’an’ın sarih hükümlerine, Resulüllahın sahih sünnetine, Müçtehid Ulemanın salim prensiplerine dayalı, tarihi ve tabii geleneği iyi bilen, ama günümüz problemlerine de çözüm üreten ilahiyatçı; hiçbir halifenin, şeyhin, dervişin, mutasavvıfın, fakihin ve müctehidin lâyüs’el olduğunu iddia etmez ve onları ilahlaştırmaz. Faizi, fuhşu, kumarı, ahlaki ve ailevi tahribatı yaygınlaştıran, üstelik din istismarıyla oy toplayan şahısları ve oluşumları tenkit ve teşhir etmekten sakınmaz.

       Oryantalist kılıklı ilahiyatçı ise; bazı cahil Müslümanların türbelerdeki maksadı aşan hareketleri ve şeyhlerine karşı takındıkları tavırları, onları ilahlaştırdıkları gerekçesi ile eleştirirken; halka ilah gibi dayatılan çağdaş ve seküler monarklara ve Rabb yerine koyulan sahte kurtarıcılara ve filozof takımına itiraz etmekten ve eleştirmekten özenle sakınır.[1] Hayretle ve teessüfle belirtelim ki, o sırada ve Milli Görüş saflarında bu gerçekleri dile getiren şahıs, sonunda o da AKP ve Erdoğan yandaşı olup çıkmıştı.

 

          

NUSRET, GAYRETE ÂŞIKTIR!

        

Çalış çırpın yorulma, Hak davandan usanma

Çün Nusret-i İlahi, bu gayrete âşıktır…

Hikmetle bak her şeye, tesadüf olur sanma

Bil; inayet kuldaki, bu hayrete âşıktır…

      

Davasına âşıksa, yol zorluğu sorulmaz

Maksudunu arayan, çalışmakla yorulmaz

Dosta sadık sevdalı, sağa sola savrulmaz

Nazlıdır vuslat gülü, hoş hasrete âşıktır…

      

Her şey yaratan Allah, sebepler ancak faktör

Herkes imtihandadır, kader filminde aktör

Simülasyon kullanır, taşıyan külli traktör

Haddizâtında vahdet, bu kesrete âşıktır…

        

              

Çalış çırpın yorulma, Hak davandan usanma

        

“Mü’minlerden (Hakk’ın hâkimiyetini ve zulüm düzeninin değişmesini samimiyetle istemek şartıyla, bazı mazeretleri sebebiyle cihada katılamayanlar hariç) bir özürü olmaksızın (evinde ve iş yerinde, ibadet, ticaret ve diğer dini gayretler bahanesiyle) durup oturanlarla, Allah yolunda, (adalet nizamı kurulsun ve insanlar huzura kavuşsun amacıyla)mallarıyla ve canlarıyla cihat edenler, asla müsavi (eşit) sayılmayacaktır. Allah, malları ve canları ile (ülkesinde ve yeryüzünde Hakk hâkim olsun diye Kendi yolunda) cehdü gayret edenleri, yerinde oturanlara nazaran, derece bakımından çok daha faziletli kılmıştır. Gerçi Allah (mü'minlerin) hepsine güzellikler va’ad etmiştir; ancak Allah, mücahitleri, oturanlardan çok daha büyük ecirlerle üstün kılmıştır.” (Nisa: 95)

Davamız Hak’tır, ölçümüz Kur’an ve Sünnettir. Rabbimizin va’adi Hak’tır. Allah nurunu tamamlayacaktır. Adil bir Düzen, dünyada mutlaka kurulacaktır. Erbakan Hocamızın hazırlayıp hayata geçirdiği projeler sonuca ulaşacaktır. Bu; evrensel, tüm dünyaya Hak ve hakikati yerleştirecek projelere sahip çıkan ve olgunlaşıp tekâmüle ermesi için gayret gösteren tek kapı, Milli Çözüm ekibidir. Bu ekip içerisinde, takatimizin yettiği kadar ve ömrümüzün sonuna kadar çalışarak; ekipteki üzerimize düşen görevleri, malımızla ve canımızla Allah rızası için yerine getirmeye gayret göstereceğiz.

        

Çün Nusret-i İlahi, bu gayrete âşıktır…

        

Efendimiz, bir Kutsi Hadisi şöyle nakletmiş: “Allah Teâlâ Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun Benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, Beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o Beni nefsinde zikrederse, Ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir zira yaklaşırım. O Bana bir zira yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.” [Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da'avat 142, (3598)]

Kutsi Hadisin; “O, Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.” izahını yapan İbnu Battâl der ki:

“Burada Cenâb-ı Hak; Kendisini kuluna yaklaşmakla tavsif etti, kulu da Kendisine yaklaşmakla tavsif etti, ayrıca Kendisini, 'gelmek', 'koşmak'la tavsif etti. Bütün bu vasıfların hakikate hamli mesafelerin katedilmesini ve cisimlerin birbirine yaklaşmasını gerektirir. Bu ise, Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Arap edebiyatında meşhur olduğu üzere, ‘ifadenin hakikate hamli muhal olunca, mecaz kastedildiği’ ortaya çıkar.

Öyleyse kulun Allah'a bir karış, bir zira yaklaşma, yürüme, gelme gibi vasıflarının manası, onun itaatiyle farzlarını ve nafilelerini yapmalarıyla Allah'a yaklaşmasıdır. Allah'ın kuluna yaklaşması, gelmesi, yürümesi de kulun taatine karşı sevap vermesi, rahmetini ona yakın kılmasıdır. Böylece 'Ona koşarak gelirim.' sözünün mânası 'Kuluma sevabım (iyiliğim, yardımım ve zaferim) sür'atle gelir.' demektir.”

İbnu Battâl, Taberî'den şu yorumu nakleder: “Cenâb-ı Hak, kulun azıcık taatini ‘bir karış’a benzetirken, ona mukabil vereceği ikrâm ve sevabı ‘arşın‘a benzetmiştir. Bunu, taatine yönelen kimselere karşı ikramının bolluğunu göstermede bir delil kılmıştır…”

“Eğer Allah (herhangi bir konuda ve düşman karşısında) size yardım ederse, artık (hiç kimse) sizi yenilgiye uğratamayacaktır ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, O'ndan sonra da size yardım edecek kimse (çıkmayacaktır). Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etmeli (O’nun nusret ve inayetini gözlemelidir).” (Âl-i İmran: 160)

        

Hikmetle bak her şeye, tesadüf olur sanma

        

“Üzerlerindeki göğe (hiç ibretle ve dikkatle) bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl(muhteşem) bina etmiş ve onu nasıl (yıldızlarla) süsleyip (düzeltmişiz)? Onun hiçbir çatlağı (noksanı ve bozuk yanı da) mevcut değildir. [Not: Kâinatta şimdiye kadar 300 milyar galaksi, her galakside 250 milyar kadar güneş (yıldız) tespit edilmiştir ve bizim Güneş sistemimiz içindeki Dünyamız bir stadyum içinde sadece bir top kadar yer teşkil etmektedir. Bu muazzam ve mükemmel kâinat içinde, müthiş bir süratle dönen yıldız ve gezegenlerin milyonlarca yıldır hiç çarpışmaması ve bu harika denge ve düzenin bozulmaması, elbette İlahi kudret ve sanat eseridir ve açık bir mucizedir.]

Yeri de (nasıl) yayıp-döşedik? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik.

(Bunlar) ‘Samimiyetle Allah’a yönelen’ her kul için basiret (hikmetle bakan bir iç göz)ve bir zikirdir (ibretlik derstir) (Kâf: 6, 7, 8)

Hikmetle bakan bir insan; Allah’ın yaratış sırlarını, dünya hayatının gerçeğini, cennet ve cehennemin varlığını, olayların iç yüzünü kavrar. Allah’ın razı olduğu bir insan olmanın önemini daha iyi anlar, din ahlâkını gereği gibi yaşar, gördüğü her şeyde Allah’ın sıfatlarını tanır, Allah’ın emrettiği şekilde düşünmeye başlar. Bunun sonucu olarak da hem güzelliklerden herkesten çok daha fazla zevk alır, hem de gereksiz kuruntulara, dünyaya yönelik hırslarla kapılarak kendini sıkıntıya sokmaz.

Hikmetle Bakabilmek için Gaflet Perdesini Açmak Gerekir

Gaflet kelimesi, “unutmaksızın ihmal etmek, terk etmek, yanılmak, umursamamak, dikkatsizlik yapmak” gibi anlamlar içerir. Düşünmeyen insanların, içinde bulundukları gaflet hali de yaratılış amaçlarını ve dinin bildirdiği gerçekleri unutmanın veya bunları bilerek göz ardı etmenin bir sonucudur. Ancak bu, bir insan için son derece tehlikeli ve sonu cehenneme varan bir yoldur. Nitekim Allah, insanları gaflete kapılmama konusunda şöyle uyarmıştır:

“(Habibim) Sabah ve akşam (gafletle değil huzurla), içinden (tevazu ile) yalvararak ve korku duyarak, biraz aşikâre bir sesle Rabbini zikret ve gafillerden olma.” (Araf: 205)

“Sen de, sabah akşam, (her zaman) O’nun rızasını isteyerek, Rablerine dua edenlerle birlikte (olmaya, hizmet ve ibadet üzerinde durmaya) sabret. Dünya hayatının(geçici ve çekici) süsünü isteyerek gözlerini onlardan (Allah dostlarından) ayırıp kaydırma!(Sakın) Kalplerini, Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ‘heva ve heveslerine’ tabi olan (ve nefsi arzularına tapan) ve (her) işinde aşırılığa kayan (ve ölçüyü kaçıran)kimselere uyma! (Ki bunun sonu hasârettir.)” (Kehf: 28)

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.lerinin 31 kıtalık şiirinin ilk ve son kıtaları:

        

TEFVİZNAME

        

Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Ârif onu seyreyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

…

Vallahi güzel etmiş

Billahi güzel etmiş

Tallahi güzel etmiş

Allah görelim netmiş

Netmişse güzel etmiş

          

Allah; şer gibi görünen şeylerden hayırlar çıkarır… Allah'ı ve O'nun fiillerindeki incelikleri, hikmetleri bilenler olana-bitene ve başlarına gelen şeylere itiraz etmez, her ne takdir edildiyse ondaki hikmetleri ve Hak’kın tecelliyâtını temâşâ ederler… “Bakalım bunda Cenab-ı Hakk'ın ne hikmeti var, O ne yaparsa muhakkak güzel yapar” derler… Kur'an-ı Kerim’de buyuruluyor ki:

“… Aslında hoşlanmadığınız bir şey, belki de sizin için hayırlıdır; sevdiğiniz ve arzuladığınız bir şey de, olur ki sizin için şerli ve zararlıdır. (Her şeyin doğrusunu ve hayırlısını) Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

        

Bil; inayet kuldaki, bu hayrete âşıktır…

        

“(Bütün yerler ve yönler) Doğu da Allah'ındır, Batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi ve tecellisi, kudret ve rahmet eseri) oradadır. Şüphesiz ki Allah, (her şeyi)Kuşatandır, (hakkıyla) Bilendir.” (Bakara: 115)

Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın şu duayı yaptığı rivayet edilir: “Allah’ım, hayretimi arttır!”

Tasavvufta, Hayret makâmı vardır. Bu makâma gelen kişi, günbegün perdelerinin kalkmasıyla hayretten hayrete düşer. Çünkü, o güne kadar çeşitli şartlanmaların tesiri altında, yanlış bilgiler sonucu, olmayan şeyleri var sanarak yaşarken; işin hakikatine yönelme sonucu, eşyanın hakikatini görmeye başlayınca, büyük hayretlere düşer. Hayretin sebebi, her şeyin hakikati olan Allah’ın Esmâ’sını seyrin neticesidir.

“Allah’ı bilenin dili tutulur” hükmünce; gözündeki perdesi kalkarak, Zât-ı İlâhîyi müşahede eden sağır olur, izafî varlıklardan yükselen sözleri ve hükümleri işitmez olur; hakikati açıklayamayacağı için, dili konuşmaz olur, bilir ki hakkında konuşacağı varlık O’dur! Her an O’nun yeni yeni şanlarını seyretmekten hayrette olur! Ki Dünya’da da ahirette de böyledir.”

Bedüüzzaman: “(Biz her zaman hayattan) Şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü ve özünü görmeye çalışmalıyız.” (Tarihçe-i Hayat, s. 240)

İşte, bu hayret makamına ulaşan kişiler, Allah’ın lütuf ve inayetine mazhar olurlar.

        

Davasına âşıksa, yol zorluğu sorulmaz

        

“İçinizden (insanları Hakka ve) hayra davet edecek, (ve bunun sonunda elde edecekleri devlet ve hükümet imkânlarıyla ma’rufu) iyilikleri emredip yürütecek ve (münkeri)kötülükleri nehyedip önleyecek bir ümmet bulunsun. (Hizmet için bir liderin çevresinde organizeli bir teşkilat kurulsun.) İşte asıl kurtuluşa erecek olan bunlardır.” (Âl-i İmran: 104)

Ayetinde de haber verildiği gibi “iyilikleri emredip yürütecek ve kötülükleri nehyedip önleyecek” olan; Erbakan Hocamızın Adil Düzen sistemini yerleştirmek için gönül vermiş olanlar; cihat şuuruyla hareket ettikleri için, bu yoldaki engeller kendilerine hiç de zor gelmez.

Ferhat, Şirin’e âşık olduğunda, dağları delmek nasıl zor gelmiyorsa; sonsuz mevcudatın sahibi olan Allah’a iman eden; Kur’an’ı anlayan, Peygamberine ümmet olan, Allah’ın sevdikleriyle (…Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisi'ni sevdiği… Maide: 54) birlikte, yeryüzünde Adil bir Düzen kurulsun diye mücadele etmek, insanı sonsuz huzurlu hale getirecektir.

“Demek ki, gerçekten her zorlukla beraber (ona dayanacak ve aşacak bir) kolaylık vardır.

(Unutma) Muhakkak her zorlukla beraber, mutlaka bir kolaylık (ve rahatlık) vardır.(Sabret, her usr; iki yusr doğuracaktır. Çünkü gerçekten her zorlukla beraber (iki kere) kolaylık bulunacaktır).” (İnşirâh: 5-6)

        

Maksudunu arayan, çalışmakla yorulmaz

        

Yalnızca Allah’ın rızasına erişmek için ve O’na kavuşmak ümidiyle her anımızı yaşıyor isek eğer; yaptığımız her iş, bize yorgunluk değil, daha fazla bir şevk ve heyecan verir.

“Göklerde ve yerde kim (ve ne) varsa O'nundur. O'nun yanında (katında-huzurunda)olanlar, O'na ibadet etmekte kibirlenip büyüklüğe kapılmazlar ve (bu hizmet ve gayretten asla usanıp) yorgunluk ve yılgınlık duymazlar. (Hepsi huzurla ve şuurla ibadet ve hizmet üzerindedir.)” (Enbiya: 19)

        

Dosta sadık sevdalı, sağa sola savrulmaz

        

“(Ey mü’minler!) Sizin veliniz (sahibiniz ve destekçiniz) ancak Allah, O'nun elçisi, rükû ediciler (İslam nizamına boyun eğiciler) olarak namazı dosdoğru yerine getiren ve zekâtı veren mü'minlerdir.

Her kim Allah'ı, O'nun Resulü'nü ve (Kur'an'a uyan ve İslâm'ı uygulayan) mü'minleri veli edinir (onları sever ve seçerse) muhakkak biliniz ki galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın partisidir. (Hakk’ın takipçileri ve tarafgirleri olan hizip başarıya erişecektir.)” (Mâide: 55-56)

Allah’ı, O’nun Resulü’nü ve Kur'an'a uyan ve İslâm'ı uygulayan mü'minleri veli edinenler; dünya ve ahiret saadetini kazanacak olanlardır. Ve bu yoldan ayrılmazlar.

“Mü’minlerden öyle (mert ve metin) erler vardır ki, Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirip (Hakk uğrunda canını vermiştir), kimi de (gönülden cenneti ve şehadeti umup) beklemektedir. Onlar hiçbir vazgeçme ve yan çizme (bedel ve bahane) ile (Allah adına verdikleri sözlerini) değiştirmemiştir.” (Ahzâb: 23)

Kim ki şeytanı ve bâtıl düzenleri dost ve yol edinirse;

“(Ardından) ‘Onları muhakkak saptıracağım ve onları boş kuruntulara ve hayallere kaptırıp (günahlara sokacağım), onlara emredeceğim; hayvanların kulaklarını yaracaklar(böylesi bâtıl inançlara ve davranışlara sapacaklar) ve yine emredip fısıldayacağım, Allah’ın yaratışını değiştirip (bozacaklar. Kadınlar erkekleşecek, erkekler kadınlaşacak… İnsan tabiatına ve fıtrat dini olan İslam’a uymayan düşünce ve düzenlere kapılacaklar. Haramları helâl, helâlleri haram sayacaklar.)’ Artık kim, Allah’ın (Hakk Dinini) bırakıp, şeytanı (ve uşaklarını) dost edinip (bâtıl düzenine) uyarsa muhakkak o apaçık bir ziyana uğramıştır.” (Nisâ: 119)

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden (haklı ve hayırlı çizgiden) geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisi'ni sevdiği; mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cihad edip (çaba harcayan) ve (gerçekleri savunmak hususunda hiçbir) kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah(rahmetiyle Vâsi) geniş ve kuşatıcıdır, Alim’dir.” (Maide: 54)

        

Nazlıdır vuslat gülü, hoş hasrete âşıktır…

          

“Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla (kuru laf kalabalığıyla) söndürmek istemektedir. Oysa Allah, Kendi nurunu tamama (başarıya) eriştirecektir; kâfirler hoş görmese bile(Kur’an’ın Adil Düzenini getirecektir).” (Saff: 8)

Kur’an’ın Adil Düzeninin, yeryüzüne hâkim kılındığı zamanı yaşamak hasretiyle mücadelesini yapan Hak aşıkları, kendilerini bu yolda hizmete adamışlar ve Allah Dostu olmuşlardır.

        

Her şey yaratan Allah, sebepler ancak faktör

          

Bilindiği gibi, Samed ismi; “Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin Kendisine muhtaç olduğu Zât” demektir.

Meyve ve ağaç örneği üzerinde konuşacak olursak, meyveyi ağaç yapamaz, zira ağaç çok şeylere muhtaçtır. Her şeyden önce mevsime muhtaçtır, mevsimi gelmeden meyvesini veremez. Mevsimin gelmesi için de dünyayı Güneş etrafında döndürecek bir kudrete muhtaçtır. O halde meyveyi yapan, ağaç değil, mevsimi getiren Zât’tır. Keza, ağaç yağmura da muhtaçtır. Yağmur için Güneş’in denizi buharlaştırması, rüzgârın o bulutları taşıyıp ağacın imdadına yetiştirmesi gerekir. O halde meyveyi yapan mevsim değil; Güneş’i, denizi ve rüzgârı emrinde çalıştıran kudretin sahibidir.

Kısacası, meyvenin meydana gelmesi için bütün bir kâinatın birlikte çalışması gerekir. Meyveyi yapan ağaç değil, kâinatı sevk ve idare eden “Kudret-i Samedâniyedir.” Kaldı ki, o ağacın kendisi de bütün bir kâinattan süzülmüş bir kudret mucizesidir. O halde, meyveyi bizzat yapan, ancak ağacı yapan kudretin sahibidir. O kudret-i Samedâniye; kendini ağaç perdesinde göstermiş ve yine o kudret meyveleri o perdenin arkasında insanlara ikram edilmiştir.

Bir insan; kendi başındaki saçları yapamazken, ağacın meyve yaptığını, toprağın ağaç yaptığını nasıl iddia edebilir?! Ve yine insan; kendi kanında yüzen al ve akyuvarları yapmaktan aciz iken, balıkları denizin yaptığına nasıl inanılabilir?!.

Hiç kimse ve hiçbir şey hakiki manada bir şey yapıyor değiller, zira herkesi ve her şeyi Allah yarattığı gibi, bazı şeyleri de sebeplerin eliyle yine O yaratıyor.

“Görmedin mi Rabbin, gölgeyi nasıl uzatıvermektedir? Eğer dilemiş olsaydı onu durgun kılardı. (Hem) Sonra Biz Güneş’i ona bir delil kılmışızdır.” (Furkan: 45)

        

Herkes imtihandadır, kader filminde aktör

      

“Hiç şüphesiz, Biz her şeyi bir kadere (Nezdimizde bulunan bir düzene, bir ezeli projeye göre hassas bir ölçü ve miktar içinde) yaratıverdik. [Not: Elbette Cenab-ı Hak’kın, hücrelerden gezegenlere, enerjiden elektromanyetik sistemlere kadar “Her şeyi bir KADER (ölçü, miktar, formül, prensip ve proje) ile yarattığı” kesindir.] (Kamer: 49)

“…Oysa göklerde ve yerde her ne var ise, -istese de, istemese de- O'na teslim olmuş (vaziyettedir, mecburiyetindedir) ve (herkes ve her şey) O'na döndürülmektedir!” (Âl-i İmran: 83)

“Onlara, dünya hayatının örneğini (şöyle) ver; gökten indirdiğimiz (yağmur) suya benzer ki, onunla yeryüzünün bitkileri (yeşerip) birbirine karışır (ama sonra kuruyup), böylece rüzgârların savurduğu çalı-çırpı halini alır. Allah, her şeyin üzerinde güç yetiren(muktedir olandır) (Kehf: 45)

Yaşantımızı kaydedilmiş bir video olarak algılayıp, bize izletilen bu görüntülerde Allah’a teslim olup O’nun rızasına erişmeye çalışmalıyız.

        

Simülasyon kullanır, taşıyan külli traktör

        

Biz inanıyoruz ki bu dünya hayatı geçicidir ve asıl sonsuz hayat ahiret âlemindedir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV):

“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” buyurmuştur.

“(Ey Resulüm!) “Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de yemek yerler ve çarşılarda gezerlerdi” (diye onları tan ediyorlardı.) Oysa Biz, sizi birbiriniz için bir fitne ve deneme (vesilesi) yaptık. Ta ki sabrediyor (ve Allah'ın takdirine razı oluyor) musunuz?(Bunları bilelim.) Rabbin (her şeyi, her halinizi ve hareketlerinizi sürekli) Görendir.” (Furkân: 20)

Bize verilen cüzi irademizle, Allah’a tevekkül ederek dünya hayatımızda; Haklı ve hayırlı yolda çaba sarf ederek ve Allah’ı tesbih ederek ahiretimize en iyi şekilde hazırlanacağız. Ve tabi dünya ve ahirette saadete ermek için her şeyin Sahibi’ne duada bulunacağız.

“Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru’ diyerek (yalvarmakta ve dengeli davranmaktadır).” (Bakara: 201)

        

Haddizâtında vahdet, bu kesrete âşıktır…

        

Kesret ve vahdet, birbirine mukabil iki kavramdır. Kesret çokluk, vahdet birlik anlamındadır.

Tevhidin özüne varamayanlar, şu âlemde birbirinden farklı çok şeyler görürler ve bunlara bir anlam veremezler. Tevhidin hakikatine ermiş zâtlar ise, kesretten vahdete ulaşırlar. Bütün rakamların bir’in görüntüsü olması gibi, her şeyin Allah’ın isimlerinin tecellilerinden ibaret olduğunu anlarlar.

Cenab-ı Hak, vahidiyet içinde ehadiyet tecellileriyle, bizleri vahdete sevk eder. Meselâ bir ağaç; dal, budak, çiçek ve yaprak gibi farklı şeylerden meydana gelmiştir. Bütün bunlar “meyve”de vahdete ererler. Çünkü o ağacın bütün özellikleri, o meyvenin içindeki çekirdeğe -genetik şifre olarak- konulmuştur. İnsan da kâinat ağacının meyvesidir. Kendini böylece değerlendiren insan, kâinattaki kesret içinde boğulmaz, kolayca vahdete erer.

“Biz ayetlerimizi hem âfakta (dış dünyada), hem kendi nefislerinde onlara göstermekteyiz, (göstereceğiz); öyle ki, şüphesiz O’nun (Kur’an’ın ve Resulûllah’ın) Hakk olduğu kendilerine açıkça belli olsun… Her şeyin üzerinde Rabbinin şahit olması yetmez mi?” (Fussilet: 53)

“Ve de ki: ‘Allah'a hamdolsun, O size (yakında) ayetlerini gösterecektir (va’ad ettiklerini gerçekleştirecektir), siz de onları tanıyıp bileceksiniz.’ Senin Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Neml: 93)

 

 


[1] Dr. Lüffü Özşahin 4 Şubat 2006 Milli Gazete




























BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

acilis-duyuru-son