Anasayfa » ERDOĞAN’IN KARANLIK YÖNLERİ

ERDOĞAN’IN KARANLIK YÖNLERİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 181 Görüntüleyen

 

    ERDOĞAN’IN KARANLIK YÖNLERİ

Sn. Başbakan bugünlerde PKK elebaşıyla resmen uzlaşma sürecini demokratik(!) bir metanetle ve Yahudi Lobilerince takılan üstün cesaret madalyasının kerametiyle yürütürken,“Kürtlerin anadilde savunma yapabilmeleri, Güneydoğu (Kürdistan federasyonu) özerk Bölgesinde Kürtçenin eğitim dili haline getirilmesi” konusunda hassasiyet gösterirken… Daha önce 1. Hatay Medeniyetler Buluşmasındaki bütün dünya dillerinin “TEK DİL-TEK DİN” hedefini hatırlayıp hayretler içinde kalmıştık. Bir yandan bütün dillerin ve dinlerin birleştirilmesini isteyen başbakan niye Türkiye’de Kürtlerin ayrışma girişimine ve Kürtçenin resmileşmesine gayret göstermekteydi?!

“Sn. Erdoğan’ın Yahudi ağzıyla konuşması!

Sn. Ahmet Musaoğlu’nun 06-08. Şubat 2007 tarihinde Milli Gazete’deki yazısında vurguladığı gibi:

1.HATAY “Medeniyetler Buluşması”nın açılışında Başbakan Erdoğan: “Bugün farklı medeniyetlerin bir ideal etrafında bir araya geldiği, bu idealin, ‘Babil Kulesi’ felaketinden bu yana, insanların özlemlerinin en önemlisini temsil ettiği bilinmektedir. Bu toplantı Babil’de dağılan insanlığın tekrar bir araya nasıl getirilebileceği üzerine bir adım olarak da kabul edilebilir, Artık Babil Kulesi sendromunu aşmanın da vakti gelmiştir”[1] dediği hatırlanacaktır.

Sayın Tayyip Erdoğan’ın sözünü ettiği “Babil Sendromu” ya da  “Babil Kulesi Efsanesi” denilen şey, insanlık ailesinin “bir (bütün)” iken trajik bir biçimde parçalanarak yeryüzüne dağılış efsanesini anlatmaktadır!..

Muharref Tevrattaki bu efsaneye göre, Tanrı (!), Âdem’in torunlarının, O’na karşı geliyor olmalarını cezalandırmak için ‘Babil Kulesi’ni yıkmış ve lânet olarak da hiç kimsenin bir başkasıyla anlaşamaması kararını almış, insanlar arası iletişimi (-dili) yok etmek için dillerin çoğalmasını ve birbirlerini anlamamalarını insanların başına bela yapmıştı. Tufandan sonra (Nuh Tufanı’ndan kurtulan) insanlığın ‘dil’i ‘bir’, sözü bir iken; kibri yüzünden, Rab ile (!) yarışa girip, göğe ulaşacak (pişmiş kerpiç ve ziftten göklere yükselen) bir ‘kule’ yapan insanoğlunun, bu davranışını Tanrı  bir küstahlık saymış ve ‘Babil Kulesi’ni yıkarak, öncesinde ‘tek dil’ konuşan insanların, dillerini (farklılaştırıp) birbirinden uzaklaştırmıştır! Kısaca ‘Babil Kulesi Efsanesi’, dillerin, insanlığın bir daha uzlaşmamak üzere Babil Kulesi’nden ayrılıp yeryüzüne dağıldığı ‘inancı’ olmaktadır.

İşte, tarihte yaşandığı ileri sürülen bu hadise, bugün yeryüzündeki mevcut bütün kavgaların ve anlaşmazlıkların sebebi gibi sunulmakta ve ‘Babil laneti’ sonrası ortaya çıkan dağılma aynı zamanda, ‘Babil Sendromu’ olarak da tanımlanmaktadır.

Babil Sendromu’nun çıkış noktası.

Kökeni Yahudilik olan bu inanç, İslam’da ya da bilimsellikte yerini bulamamakta, Tevrat’ta ise, Babil Kulesi ve dillerin ayrılması haberi şu şekilde anlatılmaktadır:

1- Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözlerle anlaşırlardı.

2- Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulmuşlar ve orada kalmışlardı.

3- Birbirlerine, “Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim” diyerek, taş yerine tuğla, harç yerine zift kullanmışlardı.

4- Sonra, “Kendimize bir kent kuralım”. “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” (Birlikte yaşarız, kararı almışlardı.)

5- RAB insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağı inip yaptıklarına baktı.

6- ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.” Bunun üzerine:

7- “Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirini anlamasınlar.” buyurmuşlardı.

8- Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını akamete uğratmıştı.

9- Bu nedenle kente Babil adı takıldı. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı (Tevrat/Tekvin/Yaratılış Kitabı 11).

Tahrif edilmiş Tevrat’a göre, dillerin çoğalması böyle ortaya çıkmış, o güne dek huzur ve bolluk içinde bir arada yaşayan insanoğlu, bölünüp parçalanmış, birbirinden farklı dillerde konuşmaya, bunun yüzünden de birbirleriyle çatışmaya ve kavgaya başlamışlardır! İşte bu hadise, insanlık tarihine ‘kaos’un sembolü olarak yazılmış, dolayısıyla da bu ‘sorun’un çözümü (çatışmanın sonu), aynı zamanda ‘huzur’un başlangıcı olacağı varsayılmıştır.

Oysa Tevrat’ın bildirdiği bu haber uydurmacadır. Çünkü, bütün dillerin Babil Kulesi’nden dağıldığı (doğduğu) iddiası, Âdem (a.s.) neslinin konuşacağı dillerin genetik yollarla kodlanma gerçeğine aykırıdır. Bırakın İslam’ın/bilimin bu haberi tekzip etmesini, Tevrat’ın kendisi bile, Tekvin/10’undaki haberi ile Babil Kulesi Efsanesi’ni yalanlamaktadır. Çünkü Tekvin/10’da, dillerin doğmasının Babil Kulesinden önce olduğu kayıtlıdır. “Yaratılış 10” bölümünde ise; Tufan’dan sonra Nuh’un oğullarının dünyaya yayılmasından söz edilirken, Yafes’in soyu ile ilgili olarak, ‘Memleketlerden her biri diline göre, milletlerinde kabilelere göre, milletlerin adaları bunlardan bölündüler’ (10:5) denmekte ve Ham (10:20) ile Sam (10:31) oğullarından söz edilirken neredeyse benzer sözlerle bu safsata tekrarlanmaktadır.

Tek dil ve tek din özlemi Siyonizm’in hâkimiyet aracıdır!

Sorun, neden dillerin çoğalması (ayrımlanması) ‘uğursuzluk (lanet)’ olarak algılansındı? Ya da insanlık-uygarlık, dillerin çoğulluğundan neden olumsuz etkilenecek de çatışsındı. Ya da insanların çatışmalarının sebebi dillerin çok olması mıydı? Bu soruların olumlu (bilimsel) bir cevabı olamazdı. Yani dillerin çok olması çatışma sebebi sayılmazdı.

Başbakan Erdoğan’ın hatırlattığı, Babil Kulesi Sendromu’nu aşma özlemi, Babil Kulesi’nden dağıldığına inanılan insanlığın (dillerin-dinlerin), tekrar bir araya getirilmesi (birleştirilmesi) isteklerinden başka bir şey sayılmazdı. Babil Kulesi Sendromu’nun Yahudilerin bir öngörüsü olduğunu göz önüne aldığımızda, “tek dil (-tek din)” özleminin, neyin ve kimin için olduğu (arka planı) ortaya çıkmaktaydı.

O halde, dillerin (-dinlerin) birleşmesi ya da Babil Kulesi’ni yeniden inşa etmek imkânı var mıydı?

Bu sorun (Babil Sendromu denilmesi ile anlatılmak istenen şey),  artık Avrupa Birliği’nde de sıkça kullanılan bir tabir halini almış bulunuyor. Dillerin çok çeşitli olmasının ‘mali külfet’ getirdiğinden söz ediliyor, “Birliğin birbirini anlamak için bu yıl harcayacağı para, 665 milyon dolar. Son genişlemeyle çeviri masrafları yıllık 1 milyar Euro’ya çıktı. Her yıl çevrilmesi gereken sayfaların sayısı 2006’da 2.4 milyona çıkacak. Ve tabii AB’nin çevirmen ordusu, teorik olarak 380 olası dil kombinasyonu yaratmak için cebelleşecek. Birliğin 80 bin sayfayı bulan yasal müfredatı, her gün yapılan seminerler, toplantılar vs.’nin her dile yazılı ve sözlü olarak çevrilmesi derken, bu özgürlüğe bürokrasi dayanır mı bilinmez..” deniliyor[2]. Bu ‘Kaos’a (Babil Kulesi Sendromu’na) çözüm, AB ile de gündeme gelmiş bulunuyor. AB’nin, ‘Babil Kulesi’ sendromunu aşmaya çalıştığından söz ediliyor, resmi dil sayısının yeni katılımlarla 20’ye çıktığı, dil karmaşasının maliyet artışına sebebiyet verdiği, bu sorunun aşılabilmesi için de (bu kadar çok sayıda dilin konuşulduğu bir ortamın ‘Babil Kulesi’ne dönmemesi için) bir “resmi dilin (-tek dil)” seçilmesi gerektiğinden söz ediliyor.  ‘Babil’ örneğini yadsırcasına dillerin çeşitliliğini benimsemiş bir yapı olan AB’de, artık ‘çok dillilik’ büyük bir sorun olarak görülüyor. Kimileri “resmi (tek) dil” sorununu Esperantoyu yeniden gündeme getirerek çözebileceklerini söyleseler de, asıl amaç belli, yıkılan Babil Kulesi (!) öncesi kullanılan ‘ata dil’e dönülmek isteniyor. AB’deki mali külfet sorunu aslında, Babil Kulesi’nin yeniden inşâsı, ‘küreselciler’in dillerin birleşmesi, “tek (evrensel) dil” olması özlemleri oluyor. Yani Siyonizm’in hâkim olduğu bir dünyada, küresel köleler aynı dili kullansın, aynı batıl dine (Siyonizm’e) inansın diye beyinler yıkanıyordu.

Bu ‘inanç’ yüzünden ‘tarih’ yeniden kurgulanıyordu. Küresel (ideolojik) aktörlerden Samuel Huntington’un ve Francis Fukuyama’nın, “Tarihin (Günlerin) Sonu”nu önermelerinin ya da Altın Çağ beklentilerinin sebebi de bu, ulaşılacak “ilk ata dil” ve “ilk ata din”e dönüş özlemi oluyordu.

İyi de, başlangıçta huzur ve bolluk içinde bir arada yaşayan Âdemoğullarının, dillerin ayrılması sonucu parçalanmasından (birbirinden farklı dillerde konuşmaya başlamalarından) sonra tekrar “aynı (ata) dile” dönme imkânı var mıydı?  Ya da hangi Tanrı’ya ve hangi dine inanacaklardı? Bir başka şekilde sorarsak da, ‘küreselleşme’nin amacı olan Babil Kulesi’ni yeniden inşâsı Deccalin- Şeytanın hükümranlığı mıydı?

Siyonist bilim adamı Yehezkel Landau ile, İstanbul’da yapılan, “Çok Kültürlü Bir Dünyada İmanlı, Anlamlı ve Barış İçinde Yaşama Pratiği: Risale-i Nur Yaklaşımı” başlıklı uluslararası sempozyum sırasında, “Yahudilerin üstünlük kompleksi olmamalı. ‘Seçilmişlik’ fikrinin anlamı; eski zamanlarda Sina Dağı’nda Tanrı İsrail kavmiyle, onları Mısır’dan kurtardıktan sonra bir anlaşma yaptı: ‘Siz benim tek ve doğru Tanrı olduğuma şahitlik edecek özel kavmimsiniz.’…sonra… Hıristiyanlar aynı fikirle geldiler. Ardından İslam geldi. Yahudilerin artık özelliği kalmamıştı. Ama aslında vardı. Çünkü onlar ilk tek tanrılı din olarak seçilmişlerdi. ‘Seçilmişlik’ denince hepsi bu. Ailede başka kardeşler de var. Biz sadece ilk doğmuş kardeşiz. Anne ve baba, çocukları arasında ayrım yapabilir mi?” demesi[3]ile Recep T. Erdoğan’ın Hatay Medeniyetler buluşmasındaki temennileri ortaktı, çünkü aynı merkezlerin planıydı.

Müslüman kalarak Yahudi’nin istediği yönde değişmek imkânsızdı!

1.HATAY “Medeniyetler Buluşması”nın açılış konuşmasında küreselleşme konusuna da değinen Başbakan Erdoğan, ‘Küreselleşmeye karşı kategorik reddediş çağrılarının karşılıksız kalmaya mahkûm olduğunu’söylemesinin yanında“tarih çevrimsel bir hat üzerinde sanki tekrar başa dönüyor, insanlık binlerce yıl aradan sonra yeniden aynı dili konuşan tek bir aile, yeryüzü tek bir coğrafyaya dönüşüyor” demiş[4]. Sayın Erdoğan, Huntington ve Fukayama ile aynı tezleri paylaşmıştı.

Tayyip Bey’in, ‘Yeniden aynı dili konuşan tek bir aile’ özleminin Siyonistlerin Babil Sendromu olduğu açıktı. Bu batıl inancı, Sayın Tayyip Erdoğan’dan yaklaşık 2 sene önce, Amerika’dan (1997-2000 arasında Washington’da haber kovalayıp gelen adam), halen basın danışmanı (sözcüsü), Bay Mehmet Akif Beki de yazmıştı.

Siyonistlerin ve işbirlikçi siyasetçilerin önümüze koyduğu bu hurafeyi, “dinler arası diyalog”u savunan ılımlı ve gâvurlara bağımlı İslamcılar da hoş görüyor (!), “…insanlığın durumu Babil’den dünyaya dağılanlardan çok da farklı değil. Farklı diller ve kültürler zenginlik değil bir çatışma nedeni olarak kabul ediliyor. Bir dinin ya da kültürün üstün olduğu, diğerlerinin yanlışlığı üzerine politikalar geliştiriliyor. Bu açıdan bakıldığında Hatay’da pazar akşamı Başbakan Erdoğan’ın açılışını yaptığı Medeniyetler Buluşması Toplantısı, Babil’de dağılan insanlığın tekrar bir araya nasıl getirilebileceği üzerine bir adım olarak da kabul edilebilir.” deniyordu[5]. Peki, “Ben Müslümanım” diyen insanlar, bu Yahudi safsatalarına nasıl inanıp kutsal bir ideoloji gibi savunabiliyordu?

Başbakan Erdoğan, uygulamadaki aksaklıklar konusunda uyarıda bulunan (AB’den) Verheugen’e, “Bu alandaki eksikliklerimizin bilincindeyiz. Ancak uygulama bir zihinsel dönüşüm sürecidir. Zaman alır”[6] diyordu. İyi de, “zihinsel dönüşüm” ne anlama geliyordu ve kim kimin için ne yapıyordu? Kur’an, insanlığın, Kıyamet anına kadar bir/bütün (tek) olamayacağını bildirmesine rağmen, İmam Hatip mezunu Sayın Tayip Erdoğan, Tevrat’ın kendi içerisinde bile “tutarlı” olmayan Babil Sendromu haberini, neden insanlık, dolayısıyla da biz Müslümanlar (!) için ‘özlem’ olarak öngörüyor ve bunun havariliğini üstleniyordu?

Tayyip Bey için (hurafe dolu) kitapçık yazan, şimdiki sözcüsü M. Akif Beki, “Tayyip Erdoğan adı etrafındaki tartışmalar dönüp dolaşıp zihniyet dönüşümü’ ve ‘niyet sorgulaması’ noktasında düğümleniyordu. Aslında daha derinlerde Tayyip Erdoğan üzerinden ‘İslamcı idealler’in terk edilip edilmediği tartışıldığında, ‘Hâlâ Müslüman kalarak bu yönde değişmek mümkün mü?.. Sorusu kafaları kurcalıyordu. Eğer doğruysa, doğduğu günden bu yana Ortodoks İslam yorumu çizgisinde yaşanan en derin kırılmaya tanık oluyoruz demektir. Ve Tayyip Erdoğan, bu kırılmayı temsil eden en önemli fenomen olarak karşımızda duruyor.” diyordu[7]. Bu tespiti ile de, Tayyip Erdoğan fenomeninin, geleneksel İslam’ı değiştirdiğini, İslam’ı bir başka İslam olarak ortaya koyduğunu (-lightlaştırdığını, Protestanlaştırdığını) itiraf ediyordu. Yani İslam’ın aydınlık yüzünden, bilimdışılığın karanlık gününe geçiliyordu!

İnsan aklı, bu kadar keskin dönüş yapamayacağına göre, neler oluyordu?

Bir peygamberle sıradan bir insan arasından kurulan paralellik için; “Sağduyu sahibi olanlar ve olaylara mantıklı yaklaşanlar. Hz Musa ile Erdoğan arasında ne alaka var? Diye sormakta haklıydı. Doğrudur.. Hz. Musa, Tayip Erdoğan gibi Batıl din mensuplarıyla ittifaka girmek için mi uğraşmıştı? Hayır! Hz. Musa batıl din mensuplarına taviz üstüne taviz mi sunmuşlardı? Hayır! Hz. Musa kendi şahsi çıkarları için müşriklerin her dediğini yapmış mıydı? Hayır! Hz. Musa’nın hayatında ‘Papa 10. Innocent gibi bir şirk ehlinin heykelinin önünde haçlı anayasasına imza atmak’ gibi bir olay var mıydı? Hayır! Hz. Musa’nın hayatında dönemin emperyalist güçlerine karşı boyun eğmek var mıydı? Hayır!”[8].

Sayın Tayyip Erdoğan ve Onun gibi Milli Görüşten kaytaranlar, AKP’nin kuruluşuna kadar kamuoyunda, İslami hassasiyeti olan kişiler olarak tanınmıştı. İslami kimliklerini öne çıkardıkları için de sevilip, umut bağlanmışlardı. AKP ile birlikte, İslami hassasiyetlerini ´kaldırdılar´, yıllarca savunduklarını inkâra kalkıştılar. İnsan aklı, bu kadar keskin dönüş yapamayacağına göre, neler olmaktaydı?

Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibilerin (- ve diğerlerinin) cevaplamaları gereken soru şuydu: Müslümanlık, dün de bugün de farklı anlaşılamayacağına göre bu değişim ve dönüşüm neyi amaçlamıştı?

Medeniyetler buluşmasının gerçekleştiren Hatay’ın, Valisi Abdülkadir Sarı Bey ile diğer zevatı, kentin sorunlarına çözüm ararlarken (!) karma dini buluyor, Hatay Müftüsü Mustafa Varlı’nın önerisiyle oluşturulan ve içlerinde, Katolik, Ortodoks, Musevi cemaat liderleri ve yerel temsilcilerin de bulunduğu ‘Hatay Evrensel Değerleri Koruma Komisyonu’’, Hatay’ın ‘A’sını ‘Davut Yıldızı’, ‘T’sini ‘Hıristiyanların haçı’, ‘Y’sini de ‘Müslümanların hilali’ yaparak amblemlerini oluşturuyordu[9]. Böylelikle de farklı diller ve ayrı dinler (!), aynı dili konuşarak (!) bir potada birleşiyordu!..

Amerikan Yahudi’si, ideolog Samuel Huntington, dinlerin karışması gerektiğini 1993’de öngörmüştü. İnsanlardan istenen, tek din sahibi olmak değil, herkesin kendisini diğer dinden de olmayı hissetmesiydi, bu amaç hayata geçiyordu. Ridley Scott’ın “Kingdom of Heaven (Cennetin Krallığı” filmi ile, 12. Yüzyıl’da Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’ü savunmak üzere şehri örgütleyen genç bir demircinin hikayesi anlatılıyor gibi görünse de, filmde ‘Müslümanlar’dan, Yahudiler’den ve Hıristiyanlar’dan oluşan bir Kardeşlik Birliği’nden (karışık bir kültürden) söz edilmesi, filmin de ‘Babil Kulesi’ inşâsı olduğunu gösteriyordu.

İslam’ı lightlaştıran (karışık bir din yapan, protestanlaştıran) bu ‘model’, sadece ülkemizde değil, İslam olan her alanda ürüyor, Antakya’dakine benzer bir uygulama, aynı dönemde Tataristan’da da yeşeriyordu. “Dinler Evi’nde üç sembol. 145 milyonluk Rusya’da 20 milyon Müslüman’ın başkenti haline gelen özerk Tataristan Cumhuriyet’i başkenti Kazan bininci kuruluş yıldönümünü kutlarken yeni inşa edilen Dinler Evi’nin üzerindeki hilal, haç ve Yahudi yıldızıyla dinler arası hoşgörü mesajı veriyor.” deniyordu[10].

İspanya Başbakanı Zapatero ve bizim Başbakanımız Erdoğanlı çalışan, “Medeniyetler İttifakı projesi” de durmuyor, meyvesini alıyor, İspanya’da yaşayan 80 bin Müslüman’ı temsil eden (-tabii ki edemeyen, Müslümanları değiştiren) İslam Konseyi, İspanya Başbakan Jose Luis Rodriguez Zapatero’dan, (Cami iken katedral olan) Cordoba Katedrali ve Ayasofya Cami’nin evrensel ibadet yerleri olmasının sağlanmasını istiyordu. İslam Konseyi’nde yapılan açıklamada, Hıristiyanlar, Müslümanlar, diğer dinlerin inananları aynı Allah için birlikte dua edebilir ve ruhsal düğümleri aza indirebilir deniliyordu.[11] Ortada ‘aynı’ olan Allah yok, tek (Tanrı) olan Allah ile, tanrı olmayan tanrılar karıştırılıyordu.

Aydın Doğan: “Babil Kulesi İstanbul’da kurulsun”diyordu!

Üç dinin (!), dillerin karmalaşması hizmetinin siyasi ve dini ayağı yanında, bir de ‘medya’ boyutu bulunuyor, Dünya Gazeteciler Birliği’nin 57. kongresinde (2004 Haziran-İstanbul), Türkiye Gazete Sahipleri Birliği Başkanı Aydın Doğan bunu ortaya koyuyor; Babil Kulesi’nin, İstanbul’da kurulmasını istiyordu. “Birbiriyle çatışma halinde görülen üç din Ortaköy’de barış içinde yaşıyor, dünyaya mesaj veriyor… 21’inci yüzyılda dünyanın bir yerine barışı temsil eden bir Babil Kulesi inşa edilse, bunun için en iyi yer İstanbul olabilir… İçinde bulunduğumuz bugünlerde birbiriyle çatışma halinde görülen bu üç din, Ortaköy’de birlikte yaşamayı başarabiliyor… Ortak yaşamayı ve barışı temsil eden bu yeni Babil Kulesi’nin mimarı medya olmalı. Dünya Gazeteler Birliği’nin kongresi bizi ortak bir anlayışa götürecek olan bir Babil Kulesi’nin temel atma töreni olarak görüyorum.” diyordu[12]. Tabii ki de arzulanan ‘ortak anlayış (karma model’imiz)’, insanlık tarihinde “kaos”un sembolü olarak geçen Siyonist Yahudi öngörüsü, Babil Sendromu’nun aşılması arzusu oluyordu. İstanbul ise, anlaşılan yeni kutsal merkez olarak seçiliyordu.

“Yedi Kollu Şamdan”ın Başbakanlık’ta ne arıyordu?

Son birkaç senedir İstanbul’da çok önemli Uluslararası toplantılar yapılıyordu, AKP’li milletvekili Egemen Bağış; İstanbul’un Avrupa’nın kültür başkenti olması için verilecek kararın, “kültürel uyum ve barış içinde birlikte yaşama” olacağını söylüyor; bunun için yapılan tanıtımda, minareler ile çan kuleleri ortak gösteriliyordu; İstanbul’un kimliği (-tabusu) olan Minareleri örter bir şekilde ‘kule’ projeleri yeşeriyordu! Türkiye için kültürel darbe olan ‘Dubai kuleleri’, ‘Babil Kulesi’nin temel atımı gibi duruyor! Sahi, Merkez Bankası İdare Merkezi’ni, hükümet niçin Ankara’dan İstanbul’a naklediyor ya da neden İstanbul uluslararası sistemin ‘finans merkezi’ yapılıyordu? Yoksa Babil’den ayrılanlar ‘Yeni Babil’e geri mi dönüyordu?

Doksanlı yıllardan sonra düzenli olarak ABD ziyaretini aksatmayan Tayyip Erdoğan’ın, sadece Siyonizm’e hizmet eden devlet adamlarına verilen  madalyalarla ödüllendirilmesi ne anlama geliyordu?  Sayın Tayyip Erdoğan’ın, Yahudi efsanesi ‘Babil Sendromu’ özlemi ile, Musevi olan Hz. Musa ve Sayın Tayyip Erdoğan arasında ilişki kurulması birbirini açıklar gibi görünüyordu. Açıklanması gereken bir şey daha var: “Akif Beki’yi anlayabiliriz. 10 Eylül 2004 tarihinde gazeteci Ali Kırca, Başbakanlık konutunda Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la bir röportaj yapmıştı. ATV’den yayınlanan röportaj sırasında ekranda bir görüntü dikkat çekiyordu; başbakanın oturduğu koltuğun hemen yanında, Atatürk tablosunun altında bulunan sehpa üzerinde, Yahudilerin kutsal yedi kollu şamdanı (Menora) vardı. Yahudilerin kutsal yedi kollu şamdanını Başbakanlık konutuna kim, neden koymuştu? Yahudilerin kutsal yedi kollu şamdanının gösterilmesinin nedeni dekor değildi herhalde. Mutlak bir nedeni olması lazımdı. Ama ne? Başbakanlıktan bu konuda hiçbir açıklama yapılmamıştı.” deniyordu.[13]

Erdoğan İslam’ın “Mehdi”si mi, Yahudilerin “Mesih”i mi oluyordu?

Kimse kafasını yormasın, Akif Beki nam zat, bu soruların yanıtını zaten ortaya koyuyordu: ‘Kıyamet saati’ değil ‘Seçim Vakti’ başlığı altında, Üçlemecilerin (-Kıyamet  alameti olarak Nüzül-i İsa, Mehdi, Deccal bekleyenler… İsa Mesih önderliğinde, önce Hıristiyan, peşinden de Yahudiler ile birleşmek için) bekledikleri Mehdi’nin kim (ne) olması gerektiğini şöyle izah ediyordu: “Ve Ona (Deccale) karşı çıkıp tepeleyecek olan Mehdi’nin, söylendiği gibi Şam’dan çıkıp geleceği sanıldı… Oysa göklerden beklenen ‘kurtarıcı’, insanlar arasından zuhur etti. Hem de göksel değil dünyevi bir kurtarıcı, bir siyasi lider olarak… Büyük bir kitlenin son umudu[14] demekten sakınmıyordu. Yani işbirlikçi bir figüran Mehdi Aleyhisselam diye yutturuluyordu!

Dahası, Tayyip Bey’e bir ‘ayrıcalık’ da Hûrifi (-Harflerin bir takım gizli manalarına sahip olduğunu ileri süren) Ömer Çelakıl’dan geliyordu; Kur’an’ın, 14’üncü suresi, 24’üncü ayetinde Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olduğu yıla işaret edildiğini ileri sürüyordu.[15]

Yeri gelmişken, Bay Erdoğan ve şürekâsının şu soruları da yanıtlamasını bekliyorduk:

$11-     A&G Araştırmasının sahibi Adil Gür 2011 sonlarında 48 ilde 6500 hanede gerçekleşen ve Akşam gazetesinde neşredilen ankette “Hükümet Öcalan’la görüşmeli mi” sorusuna, Kürtlerin %65’i, Türklerin ise sadece %11’i “Evet” derken, ortalama ise ancak %19’u bulurken; henüz bir yıl bile geçmeden 14-19 Eylül 2012’de ve 27 ilde 1275 kişi ile yapılan ankette bu sefer katılımcıların %42’si “Hükümetin PKK ile barış görüşmesine” “Evet” demişti!.. Peki, 1 yılda toplumun aynı konuda birden bire görüş değiştirip, önce şiddetle karşı çıktığı biri girişime şimdi hararetle destek vermesi, onların hür tercihi ve vicdani kanaati miydi, yoksa beyin yıkama mekanizması olan yandaş medyanın manipülasyon marifeti miydi? Ve işte buna da demokrasi denmekteydi!?

$12-     Bilindiği gibi PKK’nin en önemli gelir kaynağı uyuşturucu ticaretiydi. Dünyada 1 Trilyon doları aşan uyuşturucu trafiğinin önemli kısmı Afganistan-İran ve Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine yönelikti. Yıllar önce Boğaziçi Üniversitesindeki bir sempozyumda E. Org. Sabri Yirmibeşoğlu “Londra’dan Tokyo’ya korkunç bir uyuşturucu demokrasisinin kurulduğundan” söz etmişti. Bizzat AKP İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin Gazi Üniversitesindeki “Suç Ekonomisi” panelinde, Avrupa’ya sevk edilen uyuşturucuların yarısından fazlasının Türkiye üzerinden yapıldığına dikkat çekmişti. Bu uyuşturucu mafyasının en başında MOSSAD ve CIA bağlantılı Yahudi baronları, onların altında ilgili ülkelerin istihbarat teşkilatlarının bulunduklarını ve kurye olarak ta özellikle PKK militanlarını kullandıklarını herkes bilmekteydi. Sorumuz: acaba Hakan Fidan Abdullah Öcalan’la görüşürken ve MİT Kandil ile temas kurarken bu “uyuşturucu pastasından pay alma” süreci ve sistemiyle ilgili konuşulup uzlaşma sağlanabilmiş miydi?

$13-     Afganistan’da bazı Taliban müftüleri “Din düşmanımız olan Batılıların uyuşturularak zayıflatılması caizdir” fetvası vererek fakir ve çaresiz halkı uyuşturucu ekimine teşvik ettikleri gibi, acaba Sn. Recep T. Erdoğan ve diğer ılımlı İslamcılar da, Müslümanlar ve Hıristiyanlar dâhil bütün halkların eski ve köhne (!) inançlarından kurtulup, Hatay Medeniyetler buluşmasında beyan buyurdukları gibi “ortak bir insanlık DİN’ine” kavuşmaları için, beyinlerinin uyuşturulması ve hayali mutluluk iklimine ulaşmaları gibi ulvi (!) bir amaçla, PKK’nın bulaştığı uyuşturucu trafiğine “ilaç üretimine katkı, sağlık ekonomisine yardım” gibi mübarek kılıflar geçirmeyi düşünüp deneyebilirler miydi? Daha açığı; malum merkezler böyle teklif ve temenniler iletmişlerse, bunlara direnebilirler miydi? Ha, şunu da belirtelim ki, ara sıra yakalanan ve günlerce propagandası yapılan uyuşturucu miktarı ise, tam anlamıyla “devede kulak” mesabesindeydi. Ve tabi, nasıl oluyor da, deveyi fark etmeyip sadece kulağını görmeleri ise, bunların kerametiydi!…

Biliyorum, Erbakan Hocamızın tabiriyle; nice “sakallı Hüsnüler” hala bize “ya hu niye hüsnü zan etmiyorsunuz?”diye sitem edeceklerdi!

 


[4] http://www.akparti.org.tr/site/haber/2418/1-hatay-medeniyetler-bulusmasi-basbakan-erdogan-medeniyetler-catismasina-ha

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/agustos-2013/erdoganin-karanlik-yon

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi