Anasayfa » BİR İNÖNÜ ANALİZİ VE KEMALİZM SALGINI

BİR İNÖNÜ ANALİZİ VE KEMALİZM SALGINI

Yazar: yonetici
0 Yorum 192 Görüntüleyen

BİR İNÖNÜ ANALİZİ VE KEMALİZM SALGINI

        

Şunu peşinen vurgulayalım ki, İsmet İnönü hem Kurtuluş mücadelemizde hem de Cumhuriyet tarihimizde önemli yeri olan bir komutan ve devlet adamıdır. Ancak devamlı ve kasıtlı olarak aynı şey gibi gösterilmeye çalışılsa da, aslında Atatürkçülük ve Kemalizm, birbirinden çok farklı, ayrı ve hatta aykırı kavramlardır. Atatürkçülük; her bakımdan tam bağımsızlığı, milli ve yerli kalarak kalkınmayı temel alırken, Kemalizm, başta ABD olmak üzere, Batı emperyalizmine sığınmanın ve kapitalizme kapılmanın adıdır. Çünkü Kemalizm; Atatürk’ten sonra, CHP milletvekili ve sözde Profesör Yahudi Avram Galanti gibilerce uydurulup, makam hatırına masonların güdümüne alınan İsmet İnönü eliyle uygulatılmış ve Mustafa Kemal’in devamı ve davası gibi gösterilip, ama Onun aziz hatırasından intikam kastıyla hazırlanmış bir “karşı devrim” sahtekârlığıdır.

Zaten İsmet İnönü, ne siyasi, ne de askeri olarak, hiçbir zaman bağımsız bir Başkan ve kararlı bir Komutan sıfatını ortaya koyamamış; liderliğe değil, emirberliğe yatkın bir şahıstır. İşte Kemalizm, Atatürk’ün şaibeli ölümünden sonra, gizli Sabataist cunta ve Mason Localarınca, Mustafa Kemal tarafından yönetimden ve yetkilerinden uzaklaştırılmasının ve dışlanmışlığın intikam hırsıyla yanıp tutuşan İsmet İnönü’yü “2. Adam” rolüyle başa geçirerek, uyguladıkları despotizmin ve din tahribinin suçunu Atatürk’ün üstüne yıkma planı ve palavrasıdır. Atatürk’ün ismini duvarlardan indiren, resmini paralardan sildiren, Ona bir mezar yerini bile çok görüp yıllarca Etnografya Müzesi’nin küflü mahzenlerinde bekleten ve bütün devlet kadrolarını değiştirip hıyanetleri sebebiyle Atatürk’ün kovduklarını, hatta yurtdışından getirtip en önemli ve stratejik noktalara yerleştiren İsmet İnönü’nün bağlılık göstergesi de ve Atatürk’ün kapattığı kahpe ve mel’un Mason sürüsünün Kemalistliği de; Atatürk’ü dejenere etmenin ve milli hedeflerini değiştirmenin jelatinli kılıfıdır.

Kemalizm; Laikliği yanlış tanımlayıp yozlaştırarak iki yönlü din düşmanlığı yapmıştır:

1- İnönü’nün CHP’si maalesef dini ve manevi hayatı tamamen dışlamış, İslami olan her şeye saldırıp savaş açmıştır. Böylece, Atatürk’ün konjonktür gereği zahiren ve mecburen kabul ettiği, ama sürekli ertelediği ve ayakları yere basınca tam aksine hareketlere giriştiği; örneğin Filistin’de bir İsrail devleti kurulmasına ve Vahhabilerin Hz. Peygamberimizin kabrini yıkmasına karşı, İslam gayretiyle cesaretli ve etkili tepkileri tarihi belgelerde kayıtlıdır. Ancak Lozan’ın Türk Milletinin İslamiyet’ten tamamen koparılmasına yönelik gizli anlaşma maddelerini ise İsmet İnönü tatbikata başlamıştır.

2- Bu din tahribatını ve dindar halkımıza her türlü baskı ve barbarlığı acımasızca yürüten Kemalistler, bir yandan da, İslami kavram ve kurumların içini boşaltmak, Hristiyan kafalı Müslümanlar oluşturmak ve bugünkü ılımlı İslamcılığın temellerini atmak üzere, tamamen istismar ve suistimal amaçlı İmam Hatip Kursları ve İlahiyat okulları açmaya çalışmıştır.

Oysa Atatürk, İslam Dinini; hurafe ve bid’atlardan ve koflaşmış kurumlardan kurtarma, ruhsuz şekilcilik ve taklitçilik hastalığını kurutma, toplumu yaygın cehalet ve meskenet tuzağından çıkarıp müspet bilime ve imani bilince ulaştırma gayreti yürütürken, İsmet İnönü ve Kemalistler tam tersine, kabuk ve yamuk bir din anlayışını destekleyip, İslam’ın özünü çürütme ve kökünü kurutma gayesi gütmüşlerdir.

Bir internet sitesinde rastlamıştık:

1978 yılında Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nde öğrenciyken o zaman okul komutanımızın 10 Kasım’da bize anlattıklarını aktarmak istiyorum. Törende Bursa Valisi de davetliler arasındaydı ve mutad olduğu üzere “karga kovalayan Atatürk”ten başlayıp “pembe boyalı ev”in ayrıntılarına kadar girmişti. Ardından okul komutanı kürsüye çıktı ve: “Sizlere pembe boyalı evden, kargalardan bahsedecek değilim evlatlarım” diye sözlerine başladı. Devamla: “Orman Çiftliğindeki bir akşam yemeğinde Atatürk çevresindekilere şu soruyu sormuş: “Ben öldükten sonra, benim için ne diyecekler?” Masada bulunanların tamamı, yağcılık yarışı yaparak şu türden cevaplar vermişler:

Kimi; “Büyük komutandı” diyecekler, derken, bir başkası; “Büyük insandı” diyecekler demiş. Bir diğeri; “Yeryüzüne gelmiş en büyük insandı” raddesine kadar ulaşırken, ötekilerden biri; “Son Peygamber makamındaydı!” diyecek kadar raydan çıkabilmiş. Atatürk bütün hepsinin yağcılığını ve abartılarını dinledikten sonra;

“Hiçbiriniz bilemediniz. Ne diyecekler biliyor musunuz? Eğer, etrafındakiler olmasaydı, daha büyük işler yapacaktı, diyecekler” demiş.”

Evet, bütün dâhi liderler gibi Atatürk’ün de en büyük talihsizliği yakın çevresindeki bazı kalitesiz, kabiliyetsiz ve sadakatsiz kimselerdir.

“İsmet İnönü’ye nesnel bakmak” başlıklı şu tarafsız ve tutarlı tespitler oldukça ilginç ve önemlidir.

“Yazımızın başlığını okuyanlar Türkiye’nin bugünkü koşullarında İsmet İnönü’yü doğru anlamanın neden önemli olduğunu düşünebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, bugün; dün ile önceki günün sentezidir; yarın ise dün ile bugünün! Bugünü dünden, yarını bugünden bağımsız olarak kavramak mümkün değildir. O nedenle, tarih bilimi, toplumlar ve siyaset adamları için çok önemlidir. Tarihi doğru anlayıp değerlendirdiğimiz ölçüde toplumsal olayların yönünü öngörebilir ve gerekiyorsa yön düzeltmesi yapma olanağı bulabiliriz. Aksi takdirde, tarihin öznesi değil nesnesi oluruz; diğer bir ifadeyle, başka öznelerin bize biçtiği rolü oynayan figüranlar durumuna düşer, adeta bir nehrin akıntısına kapılmış küreksiz ve dümensiz bir sandal gibi sürüklenip gideriz. Uluslar için bu kader, tarihin kayalıklarında parçalanmak ya da girdabında yok olup gitmektir. İşte bu nedenle, İsmet İnönü’yü doğru değerlendirmeliyiz. Zira Türkiye’nin bugünkü durumunu anlamanın anahtarı İsmet İnönü dönemi Türkiye’sidir.

Kişilik olarak İsmet İnönü

İsmet İnönü (masonların güdümüne sokulan ve yozlaşma dönemine rastlayan) bir Osmanlı kurmay subayı görünümündedir. Bulunduğu konum bakımından olduğu gibi zihinsel durumu bakımından da böyledir. Zihnen Batı tarafından devşirilmiş, Tanzimat döneminin ürünü bir Osmanlı subayı gibidir. Mustafa Kemal ile arasındaki düşünce derinliği yanında, temel farklardan biri de bu sayılabilir. M. Kemal düşünce yapısında bağımsızlığı önceleyen ve önemseyen bir şahsiyettir. Değer verdiği en önemli özellik de hem bireyler, hem de uluslar ve ülkeler için tam bağımsızlık ilkesidir. Bu nedenle “Bağımsızlık benim karakterimdir” demiştir. İnönü ise düşünce yapısı bakımından Batı’ya bağımlı birisidir. Bunun en önemli kanıtı olarak, Kurtuluş Savaşı sürecinde, 27 Ağustos 1919 tarihli, Kâzım Karabekir Paşa’ya yazdığı mektup gösterilebilir. Bu mektupta, o dönemdeki İngiliz ve Amerikan mandası taraftarı gruplar ve onların gerekçelerini belirttikten sonra, kendi görüşünü de şöyle dile getirir:

“Eğer Amerika’nın gelmesi suya düşerse İngilizlerin bugünkü taksim vaziyetini genişletmekten (tevsi etmekten) başka bir şey yok gibidir ki, İngilizlere diğerleri bu hususta yardım (muavenet) edecekler, muhalefet etmeyeceklerdir. Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri yolunda (zemininde) Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniliyor ki, ben de tamamen bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerika denetimine bırakmak (murakabesine tevdi etmek) yaşamak için biricik en az zararlı (yegâne ehven) çare gibidir.”[1]

Daha sonra Kurtuluş Savaşı ve 10 Kasım 1938’e kadar olan dönem, hem Türkiye Cumhuriyeti tarihi hem de İnönü’nün düşünsel gelişiminde önemli bir süreçtir. Atatürk’ün ölümüyle bu parantez kapanmış ve düşünce yapısı tekrar kendi yatağına kavuşarak doğal akışına dönüvermiştir. Atatürk dönemi tam bağımsızlığı, ulusal egemenlik amacını ve çağdaş standartlara ulaşıp aşmayı amaçlamış ve 15 yıl gibi yalnızca ulusların tarihinde değil, insan yaşamında bile kısacık bir sürede bunlara yaklaşmayı ve yakalamayı başarmış bir liderdir. Ama yakın arkadaşları(!) bu parantezi kapatıp, yola kendi kaldıkları yerden devam etmişlerdir.

İsmet İnönü kişilik yapısı bakımından çalışkan, azimli ve çok hırslı bir kişidir. Ancak bir devleti yönetecek düzeyde, hele de yeni kurulmuş bir Cumhuriyeti yönetecek nitelikte bir devlet adamı değildir. Hızlı algılama, hızlı ve doğru karar verme yeteneği gelişmemiştir. Oysa bu özellikler kırılgan, yeni doğmuş bir devletin, üstüne üstlük savaşla burun buruna kalmış bir numaralı adamı için olmazsa olmaz niteliklerdir. İnönü çok zor karar veren birisidir. Bu nedenle de daha baştan yitirmiş durumdadır. Elde ettiği bazı başarılar ancak çok çalışarak zaman içerisinde kazandığı başarılardır ve öğrencilik yaşamına ilişkindir. Devlet yaşamında ise böyle bir zaman kolaylığı yoktur. Her olay, neredeyse örneği olmayan biricik olaydır ve çabuk karar verilmesini gerektirir. O ise, zamanın karar vermesini bekleyen bir tiptir. Zira bu eksikliğinin bilincinde olan İnönü’de ciddi bir özgüven yetersizliği görülmektedir. İsmet İnönü’deki özgüven yetersizliği doğal olarak onun kararlı olamamasına yol açmıştır. Bu kararsızlığı, hem askeri yönetiminde (1. ve 2. İnönü, Eskişehir-Kütahya) hem de devletin yönetiminde görülmüş ve acı faturaları Türk halkına çıkarılmıştır. Bu psikolojik zaaf onun göreli olarak çabuk karamsarlığa kapılmasına da neden olmaktadır. Kötümser kişilik yapısı, 29 Kasım 1918 tarihinde Kâzım Karabekir Paşa ile yaptığı söyleşide kendini açığa vurmaktadır. Kâzım Karabekir Paşa bu görüşmeyi şöyle aktarır:

“Pek eski ve pek samimi arkadaşım İsmet Bey bedbin (kötümser) idi. Bana: “Gördün mü Kâzım? Her şey mahvoldu. Vaktiyle gördüğün gibi sürüklediler ve bitirdiler. Derdin ki, batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz. Fakat benim hiçbir ümidim kalmadı. Ben kararımı sana söyleyeyim mi Kâzım: Köylü olmak! Köylü olalım…”[2] Bu sözler tam bir teslim oluş psikolojisidir! O güne kadar bütün yaşamı boyunca savaşmak, teslim olmamak üzerine eğitilmiş Miralay (Albay) İsmet, kendini düşmanın insafına bırakmaya ve “İsmet Ağa” olmaya karar vermiştir.

Bu ruh yapısının bir başka yansıması Kurtuluş Savaşı’nın kritik bir anında, Eskişehir-Kütahya savaşında yaşanan bozgunda ortaya çıkar ve tarihin yapraklarında iz bırakır:

“- Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) her tarafından geriye akan insan selinin ortasında İsmet Paşa’nın şöyle dövündüğünü aktarır: “- Her şey bitti Yakup Kadri! Hayale yer yok! Gerçek bu!..”

Cepheye koşup, durumu gören M. Kemal’in tepkisi ise çok farklıdır;

“- Deja (işte, şimdiden) kazandın!..[3] Görülüyor ki, o durumda alınması gereken askeri kararı, sorumlu konumundaki Garp Cephesi Komutanı değil, BMM Başkanı vermektedir: Ordunun düşmanla arayı oldukça açarak Sakarya Nehri’nin gerisine çekilmesi! Zira İsmet Paşa, ne bu kararı verecek, ne de sorumluluk alabilecek durumda değildir; yıkılmıştır! Ordunun toparlanabilmesi için önce onun komutanının kendine getirilmesi gerektiğini gören M. Kemal, stratejik bir sabırla İsmet Paşa’ya zafer kazanmış bir komutan gibi davranır ve orduya geri çekilme emri verir! Böylece Hızır gibi yetişmiş ve Paşa’yı bataklıktan çekip çıkarmıştır; her zaman olduğu gibi!

İşte bu kişilik yapısı nedeniyle İnönü, tam bağımsızlığa bütün kalbiyle, bütün ruhuyla bağlanamamış birisidir. Kendine güvenmediği içindir ki topluma da hiç güvenmemektedir. Hep bir dış dayanak aramanın peşindedir. Ona göre, bu ulus kendi başına adam olamaz; bir hamiye (koruyucu kollayıcı) gereksinimi vardır. En uygun hami de, ona göre, ABD’dir. Ama bilmesi gerekirdi ki, uluslararası ilişkilerde her “hami” aslında bir “haramidir” (haydut, hırsız). Osmanlı’nın çöküş evresi bunun örnekleri ile doludur. İsmet İnönü’nün bunları bilmemesine olanak yoktur. Ama insanın özgüveni olmayınca, kendisine ve toplumuna inanıp güvenmeyince bakar kör durumuna düşer! En açık gerçekleri bile göremez (panik-atak durumu). İsmet İnönü başarıya hep hırs ve hilekârlıkla ulaşmıştır. Bunun bir örneğini kendisi aktarır: “Ben istidadı (yeteneği) geç keşfolunmuş bir çocuğum. Sivas Askeri Rüştiyesi son sınıfında evvela sınıfta döndüm (kaldım). Ama ondan sonra?… Ondan sonra aklımı başıma topladım.”[4]

Bu sınıfta kalma deneyiminden sonra öğrenci İsmet (İnönü) çareyi bir sonraki yılın derslerini yaz tatilinde çalışmakta bulacaktır. Böylece başarılı bir öğrenci olacak ve okul birinciliklerine bundan sonra ulaşacaktır. Devlet yönetiminde böyle bir yaz tatili olmadığı için, kritik bütün sorunlarda verdiği kararlar ya geç, ya yanlış, ya da hem geç hem de yanlış olmuş, her üç durumda da Türk Milleti zarara uğramıştır. İsmet İnönü ne asker ne de devlet-siyaset adamı olarak başarılı sayılır. Onun İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği yanlış, ikircikli, zikzaklı siyasalar ve savaş sonrasında imzalanan ikili anlaşmalarla Türkiye ABD emperyalizminin yörüngesine kaymıştır. Bugün AKP’nin yaptığı sadece bunun üzerine tüy dikmek ya da son noktayı koymaktan ibaret bir işbirlikçilik ve teslimiyetçilik yaklaşımıdır. Özgüveni olmayan bir devletin, yurttaşına güvenmeyen bir Cumhuriyetin varacağı nokta, tarihin kayalıklarında parçalanmak ya da girdabında yok olmaktır. M. Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Başka milletlerin yardımlarıyla kalkınmış, çağdaşlaşmış bir devlet var mıdır? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.”

Komutan olarak İsmet İnönü

İsmet İnönü’nün bir komutan olarak askeri yönetimde ne derece başarılı olduğunu sorgulamak lazımdır. Garp Cephesi Komutanı’nın Kurtuluş Savaşı sırasında birinci dereceden yetkili ve sorumlu olduğu çarpışmaları mercek altına aldığımızda bazı gerçekler daha net anlaşılacaktır. Bu çarpışmalar; 1. İnönü, 2. İnönü ve Eskişehir-Kütahya Muharebeleridir.

1. İnönü Muharebesi (9-11 Ocak 1921): İsmet İnönü’nün meydan savaşı dediği, Yalçın Küçük’ün ise “sokak manevrası” olarak gösterdiği bu muharebenin, ileri kolların birbirlerini yoklama çarpışmalarından öte bir anlamı yoktur. Albay İsmet komutasındaki Türk askeri güçleri çatışmaların gelişimi içerisinde, önce bulundukları mevzileri bırakarak geri çekilmişler; ancak, aynı sırada bir köylünün haber vermesiyle anlaşılmıştır ki; Yunan güçleri de geri çekilmişlerdir. Bunun üzerine Türk birlikleri başlangıçtaki mevzilerine geri dönmüşlerdir. Yunan güçlerinin geri çekilmesi kendi harekât planının bir neticesidir. Yunan ileri kollarının bu harekâtında amaçları, demiryolunu tahrip etmek, Türk güçlerinin cephanelerini ele geçirmek veya kullanılmaz hale getirmek ve bu arada da silahlı güçlerimize olabildiğince çok zarar verip ilk konumlarına geri dönmektir. Bu çarpışmanın bizim açımızdan önemi, yeni kurulmuş düzenli ordu birliklerimizin ilk çatışmada hezimete uğramayıp ayakta kalabilmiş olmalarından ibarettir. Hele askeri bir zaferden asla söz edilemez! Askeri zafer, bir savaş alanında karşı orduya verdirilen büyük kayıplar ve alınan tutsaklar; ya da arka arkaya indirilen vuruşlarla yıpratarak onu savaşı sona erdirmeye zorlayan büyük başarılar dizisidir. Şüphesiz, düşman güçlerin topyekûn imha edilmesi askeri zaferlerin en büyüğüdür, ama bu tür utkulara tarihte çok nadir rastlanır. Bu çarpışmada verilen kayıplara göz attığımızda bu gerçek net olarak görülecektir. Türk tarafının kayıpları; 4 subay, 117 er şehit, 12 subay, 35 er yaralı, 5 subay 29 er esir, toplam 252 kayıp. Yunan tarafının kayıpları; 8 subay, 49 er ölü, 9 subay ve 145 er yaralı, toplam 211 kayıp (Türk İstiklal Harbi, II. Cilt 3. Kısım, sayfa 247).

Peki, Mustafa Kemal de Nutuk’ta 1. İnönü Muharebesi’ni niye zafer olarak nitelemiştir? Çünkü bunun askeri ve siyasi nedenleri vardır. Kurtuluş Savaşı’mızın o aşamasında düzenli orduya geçilerek Kuvay-ı Milliye (gerilla güçleri) tasfiye edilmiştir; Çerkez Ethem komutasındaki Kuvay-ı Seyyare maalesef, Yunan güçlerine katılmıştır. Bu dönemde Çerkez Ethem’in BMM’deki prestiji çok yüksektir ve hatta düzenli orduya geçme kararı, önemli sayıda bir Meclis grubu tarafından eleştirilmektedir. Tarihin o anında, M. Kemal ve arkadaşlarının hem cephedeki askerin moralini arttırmak, hem de Meclis’teki eleştirileri karşılamak ve yandaşlarının moral üstünlük kazanmalarını sağlamak bakımından, askeri zafere duyduğu gereksinim üst düzeydedir. Böyle bir zafer yoksa bile var gösterilmelidir! M. Kemal de bunu yapmış, İnönü Savaşı’nı bir zafer olarak ilan etmiştir. İsmet İnönü’nün gerekçesi ise kişiseldir. O saygınlığını pekiştirmek, bu yolla rütbe ve yetki elde etmek peşindedir. Bu amacına da sonunda ulaşacak ve Tuğgeneral olarak Paşalık unvanını elde edecektir.

Harekâtın yönetimine gelince; Albay İsmet 9 Ocak’ta çarpışmaların meydana geldiği İnönü mevkiine dönmüş olması gerekirken, Kütahya’da kalarak ulaşım işlerini düzenlemeyi tercih etmiştir. Yani komutan kesin sonuç yerinde bulunmayarak, askeri yönetimde zaaf göstermiştir. Ayrıca 10 Ocak’ta 24. Tümenin, daha sonra da güney kesimindeki 4. ve 11. Tümenlerin geriye çekilmesi, Beşkardeş-Zemzemiye-Oklu hattının oluşturulması, askeri olarak ağır bir hata sayılabilir. Zira bu sırada Yunan güçleri de geri çekilmektedir. Bu durum, Garp Cephesi Komutanı’nın cepheye hâkim olamadığının en somut göstergesidir.

2. İnönü Muharebesi (27 Mart – 1 Nisan 1921): On üç gün süren bu çarpışmalar, 1. İnönü Muharebelerine göre daha şiddetli geçmiş olmakla birlikte, yine bir meydan savaşı olarak tanımlanamaz. Daha ciddi bir çarpışmadır, o kadar! Burada da Yunan ileri kolları birincisinde olduğu gibi demiryoluna, cephaneye ve askeri birliklere zarar verip onların güçlerini test etmek ve tekrar geri çekilmek amaçlarını taşımaktadır. Düşman güçlerin bu çarpışmalarda 1. İnönü Muharebesi’nden ve öngördüklerinden daha fazla kayıp vermiş oldukları söylenebilir. Kayıpların dökümü şu şekilde verilmiştir; Türk Birlikleri: 156 subay (44 şehit, 102 yaralı, 4 tutsak, iki kayıp, 4 kaçak), 4.794 er (637 şehit, 1.720 yaralı, iki tutsak, 1.359 kayıp, 1.076 kaçak) olmak üzere 4.950’dir. Yunan kayıplarına gelince; 722 ölü, 2.627 yaralı, 403 kayıpla toplam 3.752’dir. Bununla birlikte, Garp Cephesi Komutanı’nın bir zafer kazandığından söz etmek yine anlamsızdır. Yukarıda verilen sayılarda, bizim verdiğimiz kayıpların daha fazla olduğu açıktır. Düzenli ordu birliklerimiz sadece ayakta durmayı başarmışlardır. İsmet İnönü’nün komutanlık kalitesini yorumlamaya gelince, maalesef olumlu şeyler söylemek yine gerçeklere aykırıdır.

“Garp Cephesi Komutanı’nın kimi birliklere gereksiz hareketler yaptırması, düşman çekilmesini geç fark etmesi ve gönülsüz bir kovuşturma (takip) yapması” yönetim zaafının açık ispatıdır. Düşman çekilmesinin erken tanımlanmasını, tavında ve gereken güçte verilen kovuşturmayı 2. İnönü Savaşı’nda göremiyoruz. İkinci İnönü sadece etkin ve atak bir savunma ve kaçak bir kovuşturma sayılır.”[5] Evet 1. ve 2. İnönü Muharebelerini büyük başarılar olarak nitelemekten kaçınmayan askeri tarihçi bir General bile yukarıdaki yorumlarda bulunmaktan kendini alıkoyamamaktadır. Savaşın içinden tanık bir General olarak, Refet Bele ise, Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu) bu çarpışmaları şöyle aktarmıştır:

“- (Refet Bele) Sizin, İnönü Zaferi münasebetiyle İsmet’i bir milli kahraman mertebesine çıkaran makalenizi okudum. Çok şairaneydi doğrusu o yazınız. Fakat hakikatle hiçbir alâkası yoktur.”

“- (Yakup Kadri) Şu halde Mustafa Kemal Paşa’nın İsmet Paşa’ya çektiği tebrik telgrafı da sizce bir şiirden mi ibarettir?”

“- Ona ne şüphe. Bahsettiğiniz telgrafı yazanın da sizin edebiyat arkadaşlarınızdan biri olduğunu biliyor musunuz?”[6]

Refet Bele’nin burada belirttiği tarihi olay“Türk’ün makus talihini yendiniz” ifadesinin geçtiği telgrafı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in yazdığı ve Mustafa Kemal’in imzaladığı gerçeğidir. Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa böyle bir zaferin olmadığını belirtmektedir. Verilen kayıplar değerlendirildiğinde, bu saptamanın doğru olduğu görülmektedir.

Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10-25 Temmuz 1921): Bu çarpışmaların sonucu, maalesef kesin bir yenilgi olacaktır. Türk ordusu bu nedenle, Sakarya Nehri’nin gerisine, Ankara’nın eteklerine kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Burada bir kez daha İnönü’nün askeri yönetim yeteneklerinin ne kadar kısıtlı olduğu, aksi ileri sürülemez biçimde ortaya çıkmıştır. Garp Cephesi Komutanı’nın cepheye hâkimiyeti zayıftır. “Albay İzzettin (Çalışlar)’ın üstelemesine dayanamayarak Eskişehir doğrultusuna çok birlik yollaması, kuvvetleri parçalaması ve çok az yedek ayırması ve stratejik kanat hesapları yanlıştır. Eskişehir saldırısını da gerektiğinden büyük çapta yaptırmasının da eleştirilmesi lazımdır.”

Nitekim Mustafa Kemal, Batı Cephesi Komutanı’nın Kütahya-Eskişehir Savaşlarının yönetiminden memnun kalmadığını, kısa bir süre sonra Moskova’dan dönen Ali Fuat’a (Cebesoy) açıklamaktan sakınmamıştır:

“1. Grup Komutanı Albay İzzettin (Çalışlar); İnönü mevzilerinin savunulması için çok kuvvet istemekte direnmiş ve cephe komutanını genel duruma aykırı duruma sürüklemiş, İnönü bunu fark etmemiştir.

3. Grup Komutanı Albay Arif (Ayıcı); birliklerini tahkim yapmaya geç başlamış ve 4. Tümeni 4. Gruba vermesi yolundaki buyruğu geç uygulayarak zafiyete sebebiyet vermiştir.

4. Grup Komutanı’nın 4. Tümeninin Nasuhcal’a gelmesini bekleyerek 8. Tümeni 12. Grup buyruğuna kaydırmayı geciktirmesi, gerek 15 Temmuz akşamı ve gerekse 20 Temmuz akşamı birliklerinin durumu üzerine yanıltacak iyimser bilgi vermesi de sayılmaya değer zafiyetlerdir. Süvari tümenleri grup buyruğuna geçinceye dek olan eylemlerinde belirgin bir varlık gösterememişlerdir.”[7] Yani Atatürk’e göre İsmet İnönü, kendi emrindeki komutanlara bile hükmedemeyen ve hele bağımsız karar veremeyen birisidir.

Bu konuda asıl şu sorunun yanıtı aranmalıdır: Mustafa Kemal Batı Cephesi’nin yönetimini ve sorumluluğunu neden üzerine almıştır? Burada yapılan, General İsmet’in görevden alınması ve yerine, Başkomutan sıfatıyla, Mustafa Kemal’in BMM tarafından bir yasayla atanmasıdır. Çünkü, bütün güçlerimizin yoğunlaştırıldığı (o sırada başka cephe kalmamıştır) Batı Cephesinde ciddi bir yenilgi yaşanmıştır. O kadar ki, BMM’nin Sivas veya Kayseri’ye taşınması gündeme gelmiştir. Savaş Ankara’ya dayanmış, top sesleri Meclis’ten duyulmaya başlamıştır.

Mustafa Kemal derhal cepheye gelip durumu görünce, ordunun kendisini toparlayabilmesine fırsat tanımak için, düşman güçlerle arada önemli bir mesafe bırakarak Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilme emri vermiştir. Bu olayın psikolojik boyutu kadar, stratejik konumu da önemlidir. Bu muharebelerin tamamı dikkate alındığında, İsmet İnönü’nün askeri yönetimi, en hafif deyimiyle, gevşekliktir. Bir akademisyen İnönü hakkında yazdığı kitapta şu yargıda bulunmuştur: “O kendini yaratan adamdır.”[8] Oysa bu, doğru değildir! Bugün resmi Cumhuriyet Tarihi yazınında bir İnönü efsanesi varsa, bunu Mustafa Kemal’e borçlu olduğu saklanmaya çalışılmaktadır. Ve Atatürk’ün şaibeli ölümünden sonra sabataist cunta ve masonik odaklar, İsmet İnönü’yü kahramanlaştırmaya uğraşmış ve başarmışlardır.

İnönü’nün atandığı görevlerle ilgili sıkıntıları gideremediği ve sorunları içinden çıkılmaz hale getirdiği her durumda, Mustafa Kemal Hızır gibi yetişmiş ve sorunu onun adına çözmeye çalışmış ve başarmıştır. İnönü’yü Kurtuluş Savaşı’mızın bir kumandanı, Lozan diplomatı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12 yıl süreli Başbakanı yapan hep Mustafa Kemal olduğu unutulmamalıdır. 10 Kasım 1938’de öldükten sonra İnönü efsanesinin ne hale geldiğinin şahidi ise yakın tarihimiz olacaktır.

Devlet ve siyaset adamı olarak İsmet İnönü

Bu bölümde siyaset adamı olarak İsmet İnönü’nün kamusal alana yansıyan kişiliğini algıladığımız dış ve iç politikadaki somut, kritik uygulamalarını masaya yatıracağız. İlki, 2. Dünya Savaşı sırasında izlemiş olduğu dış politika yaklaşımı ve bunun devamı olarak savaş sırasında ve sonrasında ABD ile yapmış olduğu ikili anlaşmalar; ikincisi ise, iç politikada çok kritik bir karar olan “çok partili siyasal yaşama” ya da toplum tarafından algılandığı biçimiyle, “demokrasiye geçiş” uygulaması olacaktır.

Yeri gelmişken belirtelim, dış politika iç politikanın bir uzantısı ya da devamıdır; ancak bunun tersi de doğru sayılır. Bu karşılıklı ilişkide yönü belirleyen devletin içinde bulunduğu konum ve şartlardır. Söz konusu devlet bağımsız, güçlü, ağırlığı olan bir devlet ise, iç politika şahsiyetli dış politikayı belirlemiş olacaktır; ancak tersi durumda ise dış politikanın iç politikayı belirlemesi kaçınılmazdır. Örneğin, sömürge veya yarı-sömürge bir ülkenin iç politikası bütünüyle dış ilişkilerinin ülkeye yansıması olarak gerçekleşir. Daha açık bir söyleyişle, iç politika emperyalist devletin istekleri ve çıkarları doğrultusunda biçimlenir. Eşyanın tabiatı budur. Aşağıdaki bölümlerde bu ilişkiler çok açık olarak gözlemlenebilir.

A- İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye; Dış politika alanında İnönü’nün yaklaşımı Mustafa Kemal’in yaklaşımı ile taban tabana zıttır! “İnönü döneminde oluşturulan denge siyasetinde, Atatürk dönemindeki ‘aktif tarafsızlık’ siyasetinin yerini ‘pasif taraflılık siyaseti’ almıştır.”[9]

Atatürk’ün dış politikadaki tarafsızlık ilkesinin niteliğini belirleyen temel unsur, dünya siyasetine yön veren büyük devletlerin (süper güçlerin) kendi aralarındaki sorunlarda asla taraf olmamak; buna karşılık, süper güçlerin politikalarının, stratejik planlarının bir nesnesi (malzemesi) olmamak için de bölgesel güç olma yolunda etkin olan ve inisiyatif alan bir dış politikadır. Mustafa Kemal’in etkin, tarafsız ve evrensel barışı amaçlayan, bunu gerçekleştirmek için de bölgesel güç olma yolundaki dış politikasının somut sonuçları, Balkan ve Sadabad Paktları’dır. Çok taraflı, saldırmazlık, dostluk ve yardımlaşma amaçlı bu antlaşmalarla Türkiye, bölgesel güç olma ve saygınlık kazanma yolunda büyük mesafe almış ve Hatay bu politik yaklaşım sayesinde, savaşmaksızın ulusal sınırlar içine katılmıştır.

Mustafa Kemal ölmeden önce, hasta yatağında yaklaşan savaşı görmüş ve siyasi bir vasiyet olarak hükümet yetkililerine şunları aktarmıştır:

“Türkiye tarafsız kalmalıdır. Bir ittifak içine girmemelidir. Bizim şimdiye kadar izlediğimiz açık, dürüst ve barışçı politika memlekete çok yararlı olmuştur. Gerçek ve yaşamsal zorunluluklar dışında, bu politikamız devam eder gider… Sovyetler Birliği’ne karşı asla bir saldırı (düşmanca) politikası gütmeyeceksiniz. Doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Sovyetlere yöneltilmiş herhangi bir antlaşmaya girmeyecek ve böyle bir anlaşmaya imza koymayacaksınız…”[10]

Atatürk’ün yaşamı boyunca en yakınındaki kişilerden biri ve yaklaşık 12 yıl Başbakanlığını yapmış olan İsmet İnönü ise iktidara gelir gelmez; önce İngiltere (12 Mayıs 1939) sonra Fransa (23 Haziran 1939) ile işbirliği bildirgeleri (deklarasyonları) imzalamış; savaş başladıktan sonra da “Türk-İngiliz-Fransız Üçlü İttifakı Antlaşması”nı 19 Ekim 1939’da imzalayarak, Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı’nın “hukuken tarafı” durumuna sokmuşlardır. Evet savaşa fiili olarak katılmamış, savaş dışı kalmış olmamız ise bizim başarılı bir dış politika izlememizden değil, gerek Mihver Bloku’nun gerekse Müttefikler Bloku’nun (savaş içindeki dalgalanmalar dolayısıyla) uzunca bir süre, açık ya da örtük, bu duruma onay vermesinden kaynaklanmıştır.[11] İmzalanan bu ittifak anlaşması sonucu, Balkan Antantı dağılma sürecine başlamış, Balkanlara İtalya ve Almanya’nın işgalci güç olarak yerleşmelerine yol açılmış, olanak sağlanmıştır. Türkiye bu girişimiyle, bölgesel güç olma niteliğinden uzaklaşıp, işbirliğine girdiği ülkelerin uydusu konumuna düşmekten kurtulamamıştır. İnönü savaş sırasında başka antlaşmalara da imza atmıştır. Bunlar kısaca şunlardır:

1- 17 Şubat 1941 tarihli Bulgaristan ile imzalanan Ankara Anlaşması: Bu anlaşmanın 1. maddesine göre, “Türkiye ve Bulgaristan her türlü saldırıdan kaçınmayı, dış siyasetlerinin değişmez bir esası” olarak saymıştır. Türkiye, bu anlaşmayla güya Bulgaristan sınırını güvence altına almayı amaçlamıştı. Ancak, Bulgaristan 1 Mart 1941’de, kendi isteğiyle Mihver Bloku’na katılmış ve Alman askerleri Bulgaristan’a konuşlanmıştır. İsmet İnönü de bu hamlesinin yanlışlığını iki hafta dolmadan görmek durumunda kalmıştır.

2- 18 Haziran 1941 tarihli Almanya ile imzalanan saldırmazlık paktı: Almanya o sırada Türkiye’nin de hukuken içinde yer aldığı Demokrasi Cephesi ile savaş durumundadır. Bu anlaşmaya göre; iki devlet birbirlerinin toprak bütünlüğüne uyacak, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak birbiri aleyhinde her türlü hareketlerden sakınacaklardır. Almanya ve Türkiye ortak çıkarlarını ilgilendiren her konuda birbirlerinin onayını alacaklardır. Almanya’nın bu anlaşmadan beklediği, Sovyetler Birliği’nin bütünüyle yalnızlaştırılması, Türklerin Müttefiklere (Demokrasi Cephesi) hiçbir yardımda bulunmaması, Almanya’yı gözeten bir tarafsızlığı sürdürmüş olmasıdır.[12] Aynısı ile istediği gibi olmuş, amacına ulaşmıştır.

3- 25 Mart 1941 tarihli Türk-Sovyet ortak demeci: SSCB ile 1925 yılında imzalanmış olan “Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması” yürürlükte kalmıştır (1945 yılında feshedilmiştir). Bu ortak demecin amacı, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nın gereği olarak, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nin dostluğuna güvenebileceğini uluslararası kamuoyuna güçlü bir şekilde duyurmaktır.

Bütün bu anlaşmalar ve politik yaklaşımlardan sonra İnönü’nün izlediği dış politikayı şöyle nitelendirebiliriz: Özgüveni olmayan, tutarsız, dolayısıyla ilkesiz, sadece günü kurtarmayı hedefleyen, stratejik derinlikten yoksun bir dış politikadır. Hiç kuşku yok ki, Atatürk’ün de söylediği gibi, Türkiye bu savaşa girmemeliydi ve öyle olacaktı. Ne var ki bu sonuca, Mustafa Kemal’in etkin, tarafsız, onurlu dış politika yaklaşımıyla ulaşılmalıydı. Bu yol, belki daha kolay değildi ama kesinlikle daha güvenliydi ve milli bir tavırdı. Sonuç olarak da en azından, Sovyetler Birliği’nin güveni ve desteği kaybedilmiş olmaz, bu devletle savaş sonrası yaşanan sorunlar ortaya çıkmazdı. Doğal olarak, ne ABD ve NATO’nun ne de diğer Batılı ülkelerin kucağına düşülmemiş olacaktı.

B- ABD ile yapılan ikili anlaşmalar[13]: Söz konusu anlaşmalar, Türkiye’nin savaş sırasında izlediği dış politikanın devamı ve doğal sonucu sayılmaktadır. Bu anlaşmaların en önemlileri şunlardır:

1- 23 Şubat 1945 tarihli T.C. Hükümeti ile ABD arasında imzalanan 11 Mart 1941 tarihli Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu’ndan yararlanmak için yapılan anlaşma: Bu anlaşmayla ABD yalnızca savunma alanında yükümlülük alırken, Türkiye savunma dışı alanlarda da milli çıkarlarımıza aykırı sorumluluklar sırtlanmış, sınırları özenle çizilmemiş genel ve geniş yükümlülükleri onaylamıştır. Bu anlaşma, iki bağımsız ve eşit devlet arasında karşılıklı yardım anlaşmasından çok daha fazla, emperyalist bir devletle sömürge devlet arasında yapılmış bir anlaşma özelliği taşımaktadır. Böylece ABD Türkiye’nin bağımsızlık duvarındaki ilk gediği açmış, bundan sonra elde edilecek ödünler için dayanak noktası sağlamıştır.

2- 27 Şubat 1946 tarih ve 4882 Sayılı Kanun’la Kabul Edilen On milyon Dolarlık Kredi Anlaşması: Türkiye’nin sınırları dışında bulunan ve ABD’nin işine yaramayan savaş artığı silah ve malzemeyi alması şartıyla, ABD hükümeti Türk Hükümeti’ne on yıl vadeli on milyon dolarlık kredi açmaktadır. Gerçekte ABD, Türkiye’ye para yerine on milyon dolarlık savaş artığı, kullanılmış, tasfiye halinde (çöpe atılacak) malzeme yollamıştır. Ayrıca bu borçlanma için bizden önemli oranda yıllık faiz alacaktır. Bu faiz dahil olmak üzere, yıllık taksitlerin resmi kur üzerinden TL olarak ödenmesini de ABD isteyebilecek konumdadır. Merkez Bankası’na yatırılacak bu paralar, ABD’nin arzusuna göre, kültürel, eğitimsel ve insani amaçlarla, ABD’nin Türkiye’deki masrafları ile Türkiye’deki Amerikan memurlarının ücretlerinin ödenmesinde kullanılacaktır. Yukarıda belirttiğimiz ilk anlaşmada olduğu gibi, burada da kültür, eğitim ve insani amaçların sınırları belirlenmemiş ve söz konusu mali kaynağı kullanacak ABD Büyükelçisi, sömürge valisine tanınabilecek yetkilerle donatılmıştır.

Bu savaş artığı silahları üretmiş olan fabrikalar ya kapanmış ya da üretimlerine son vermiş olduklarından yedek parçaları da bulunmamaktadır. Türkiye malzemenin büyük kısmından yararlanamadığı gibi, yararlandığı küçük bir bölümü için de değerlerinin 3-4 katını ödemek zorunda kalmıştır. Türkiye tarafından satın alınan malın mülkiyeti ABD’de kaldığından, ABD’nin Türkiye üzerinde politik baskı kurabilmesi için olağanüstü bir olanak sağlanmıştır! Zira ABD sattığı silah ve malzemenin kendisine gerekli olduğu veya veriliş amaçlarının dışında kullanıldığı gerekçeleriyle geri isteme hakkına her zaman sahip olacaktır. Dış yardım konusunda teslimiyetçi bir politika benimseyen İnönü hükümeti, sömürgeciliğin yeni bir uygulaması olan bu anlaşmanın koşullarını kabul ederek, bir kez daha Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık anlayışından ayrılmıştır. Böylece, Lozan’da kazandıklarımızın yavaş yavaş geri verilmesi süreci başlatılmıştır.

3- 12 Temmuz 1947 Tarihli Yardım Anlaşması: ABD Başkanı Truman’ın 12 Mart 1947’de Kongre’de açıkladığı “Truman Doktrini” kapsamında ABD Kongre’si Başkan’a, SSCB tehdidine karşı, Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardım yapma yetkisi sağlamıştır. 12 Temmuz 1947 tarihli anlaşma bu yasaya göre yapılmış olup, ABD’nin savaş sonrası askeri yardımlarının başlangıcı sayılır. Bu anlaşmayla Türkiye güya SSCB’nin saldırı veya tehdidi karşısında, bağımsızlığını ve özgürlüğünü korumak amacıyla, ABD’den yardım almayı talep etmiş ve bu talep onaylanmış olmaktadır. Yardımın bu amacı dışında, her türlü kullanımı yasaklanmıştır. ABD hükümetinin onayı olmadan hiçbir madde veya bilginin mülkiyet ve kullanım hakkının aktarılamayacağı ve verildikleri amaç dışında kullanılamayacakları, anlaşmanın iki ayrı maddesinde, bütün ayrıntılarıyla tekrarlanarak sağlama bağlanmaktadır. ABD ayrıca, Türkiye’deki kendi propagandasının yapılması görev ve sorumluluğunu Türk Hükümeti’ne yüklemiş bulunmaktadır. Bir devlet böyle bir yükümlülüğü onaylayabiliyorsa, artık onun bağımsızlığından, ve tarafsızlığından bahsedilmesi anlamsızdır.

İlahi adaletin sonucu ve ders niteliğinde bir rastlantı olarak, 1964 Kıbrıs Krizi sırasında Türk hükümeti son çare olarak askeri harekâta karar verdiğinde Başbakanlık koltuğunda yine İnönü oturmaktadır. Dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson İnönü’ye çok ağır ve küstahça bir mektup yazarak, Başbakanımızdan, 12 Temmuz 1947’de imzalamış olduğu yukarıdaki anlaşmanın koşulları gereği harekâtı durdurmasını dayatmış, İnönü de bu isteğe boyun eğmek zorunda kalmıştı. Tarih yapılan hatalar bakımından acımasızdır, affetmez! Bir gün faturanın bedelini mutlaka ödetir. Tarihin bu anında hatayı yapan ve faturanın yöneltildiği kişi aynı kişidir, ama bedeli ödeyen, her zaman olduğu gibi, Türk Halkı olmuştur; İsmet İnönü değil! Amerikalılar bu anlaşmadan sonra ilk iş olarak, örgütlenmesini, eğitimini değiştirerek Türk Ordusu’nu ABD’nin denetimi altına almayı başarmışlardır. Türkiye’de ve ABD’de kurs gören TSK mensuplarının sayısı arttıkça, Amerikalıların başarısı da artarak yayılmıştır. Kore Savaşı ve 1952’de NATO’ya girilmesinden sonra, Türk Ordusu silah, araç, gereç, eğitim, savaş, doktrin ve kurallarından, üniforma ve yürüyüşüne kadar Amerikanlaştırılmıştır. Bu dönüşümün mimarı da İnönü Meydan Savaşları’nın unutulmaz komutanı, Lozan Fatihi Başvekil İsmet İnönü olacaktır!

4- Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkında 27 Aralık 1949 Tarihli FULBRIGHT Anlaşması: ABD kültür emperyalizmini kurumsallaştırmak için ilk önemli ödünü bu anlaşmayla kazanmıştır. Türkiye’de, “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” adı altında bir resmi kurum oluşturmaktadır. Bu komisyonun sekiz üyesinden dördü ABD’li dördü Türk olacaktır. ABD Büyükelçisi de bu komisyonun fahri başkanı sayılmaktadır. Bu FULBRIGHT eğitim anlaşmasına dindar kahraman AKP iktidarı da hâlâ uymaktadır. Oyların eşit olduğu durumlarda, başkan oy kullanarak anlaşmazlığı çözümlemiş olacaktır. Komisyon her türlü eylem ve işlemlerinden ötürü ABD Dışişleri Bakanlığı’na karşı sorumlu tutulacak, bütçesi ve denetimi yine aynı organ tarafından yapılacaktır. ABD Dışişleri Bakanlığı gerekli gördüğü durumlarda, Komisyon’un her konudaki kararlarını değiştirebilecek ve kaldıracaktır. ABD yasalarına göre çalışacak bu komisyon, ABD hükümetlerinin mutlak denetimi altında olacak, ABD’nin bir organı olarak faaliyet yapacaktır. Bu kuruluşun amacı; Türk eğitimi hakkında araştırma yapma, bilgi toplama, ABD’li uzman ve araştırmacıların(?) okul, üniversite ve bakanlıklara yerleştirilmesi ve faaliyetlerinin kolaylaştırılmasıdır.

Bu anlaşmayla Türkiye’nin Başkenti’nde Türk eğitimi ile ilgili bir “Amerikan Eğitim Komisyonu” oluşturulmuş ve Türk hükümetine bu kurumu denetleme hakkı dahi tanınmamıştır. CIA’nın bağlantı ofisi niteliğindeki bu kuruluş, İnönü hükümetinin onayı ve desteğiyle hazırlanmış; CIA faaliyetlerinde kullanılabilecek uygun kişilerin devşirilmesi, yetiştirilmesi, bürokraside etkin konumlara yerleştirilmesi için yönlendirici bir rol oynamaya başlamıştır. Bu çalışmaların doğal sonucu olarak söz konusu komisyon, Türk Milli Eğitimi’nin(!) yapılandırılmasında da elverişli ve yönlendirici bir aygıt olarak görev yapmıştır. Yalnızca bu anlaşmanın imzalanmış olması bile, İnönü’nün Batı, özellikle ABD hayranı ve dışa bağımlı kişiliğini göstermeye yeterli sayılır.

C- Çok partili siyasal yaşama giriş: İnönü iktidarı, 1945 ve 1946 yıllarında Cemiyetler (Dernekler) Kanunu, Ceza Kanunları ve Matbuat (Basın Yayın) Kanunları’nda yaptığı değişikliklerle, CHP dışında kurulacak siyasi partilerin oluşmasına ve çalışmasına olanak tanıyan hukuksal bir ortam sağlamıştır. Bu gelişmelerin sonucunda; Temmuz 1945’te Milli Kalkınma Partisi, Ocak 1946’da Demokrat Parti ve Temmuz 1948’de Millet Partisi kurulmak suretiyle, “çok partili yaşama”, ya da yaygın ama yanlış bir tanımlamayla, “demokrasi”ye geçilmiş olmaktaydı.

Bizim burada, tartışmak istediğimiz, İnönü’nün şahsında, çok partili siyasal yaşama geçişte temel etkenlerin neler olduğu konularıydı. Bu hususta şu üç sorunun yanıtını aramak lazımdı:

1) Bu geçişin zamanlaması isabetli miydi?

2) İnönü ve CHP demokrat bir düşünce yapısına sahip miydi?

3) Dış etkenler bu tercihi ne ölçüde etkilemişti?

Batı’da demokrasi, sanayi devriminden sonra, özellikle 19. yüzyılda kurumsallaşmaya başlamış ve sınıf çıkarlarını savunan siyasal partilerin kurulmasıyla; toplumsal ve siyasal yaşamda somut gerçeklik kazanmıştır. Öz olarak söylemek gerekirse, bu sorun toplumsal bir zorunluluk olarak kendisini dayatmış ve uğrunda verilen kanlı, çileli ve uzun mücadeleler sonucu kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Şunu söylemek istiyoruz; demokrasi, öyle İnönü gibi tek bir kişinin iradesiyle gerçekleşebilecek bir siyasal ve toplumsal olgu sanılmamalıdır. Toplumsal altyapı buna hazır olmalıdır. Feodal yapının dağıtılması; serf-senyör, efendi-kul, ağalık-şeyhlik yapılarının ortadan kaldırılması ve bireyin / yurttaşın şuur ve sorumluluk kazanması lazımdır. Aksi halde, dört veya beş yılda bir seçim sandıklarına gitmekle, birden çok siyasi partinin iktidar için çekişmesiyle “demokrasi”yi kurmuş olamazsınız! Böyle bir siyasal rejimin adı, en iyimser yaklaşımla “şekli demokrasi”, gerçekçi bir değerlendirmeyle ise “oligarşi” olacaktır. Çünkü, insanlar bağımlılık ilişkisinden kurtulamamış, özgür iradelerini sandığa yansıtamamışlardır. Seçmenlerin bilinçleri ve iradeleri özgür olmadığı için belli çevrelerin çıkarları doğrultusunda kolaylıkla manipüle edilebilir durumdadır. Erbakan Hoca’nın tabiriyle, demokrasi kılıfı altında Türkiye’ye “Demokratur – seçim hilesiyle gelen diktatur” rejimi dayatılmıştır.

1945 yılında Türkiye’de siyasal iktidarların 22 yıllık Cumhuriyet yönetimi boyunca siyasal, toplumsal yapıyı demokratik bir rejime hazırlayamadıkları ortadadır. Anadolu’nun doğusunda da, ortasında da, batısında da toprak ağaları, toplumsal yaşamda hâkim unsurlardır. Türkiye toprak reformu yaparak toprağı bizzat emek verip, işleyen köylüye dağıtamamıştır. Sanayi devrimi ise, bütün çabalara rağmen, bu kısa sürede başarılamamıştı! Bu şartlar altında, “çok partili siyasal yaşama geçiş” demokratik bir düzen zaten oluşturamazdı. Sonuç, oligarşik bir yapının inşa veya tahkim edilmesi olmuş, bu da zamanlamanın yanlışlığını kanıtlamıştır! İsmet İnönü ve CHP’nin demokrat özelliklere sahip olup olmadıkları konusuna gelince; bu soruya da olumlu yanıt vermek imkânsızdır. İnönü Cumhurbaşkanı seçildikten kısa bir süre sonra, 26 Aralık 1938 tarihinde toplanan CHP Olağanüstü Kurultayı’nda yapılan bir tüzük değişikliği ile “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan” sıfatlarını kazanmıştır. Bu kavram ve sıfatların demokrasi kavramı ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur, ama “Duçe”, “Führer”, “Faşizm”, “Nasyonal Sosyalizm” kavram ve sıfatları ile çok yakın akrabalık ilişkileri açıktır. Şüphesiz İnönü kadar, ona bu sıfatları layık gören CHP yönetimi de demokrasiden payına düşeni almamıştır. O dönemde, CHP toplumsal-taban bakımından bir “eşraf partisi” konumundadır. Böyle bir toplumsal tabanda demokrasi düşüncesinin oluşması ve yaşama şansı bulması elbette mümkün olmayacaktı. Bu yapıdan güç alan İnönü de bütün iktidarı boyunca, doğası gereği, demokratik bir çalışma ortamı yaratamamış; dış politikayı yürütme işini bütünüyle tekeline almış, iç politikada da dış politika belirleyici olduğundan, gerek hükümet gerekse parti bünyesinde ilgili kişi ve yapılar söz sahibi olamamışlardır. Kısaca, iktidar yapısı içerisinde en küçük bir demokratik kurum, kural ya da işleyiş tarzına bir türlü ulaşılamamıştır.

Öte yandan, bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti, bırakın bir hukuk devleti olmayı, kanun devleti olmanın bile uzağında kalmıştır. Örneğin, yargılamalar yasalara göre değil dış ilişkilerin gelişimine veya iktidarın keyfine göre sonuçlandırılmaktadır.[14]

Çok partili yaşama geçme kararı aldıktan sonra ise, kendi uygun gördükleri parti, dernek, sendika vb. kurumların dışındaki hiçbir kurum ve kuruluşa, özellikle dini duyarlılık taşıyanlara asla yaşama şansı tanınmamış, derhal kapatma yoluna başvurmuşlardır. Bu kapatma işlemlerinden en büyük payı sol eğilimli kuruluşlar ve İslam kokan oluşumlar almış, kuruldukları anda kapatma kararları çıkarılmıştır. Demokrat Parti (DP) o dönemde, bu nedenle, “muvazaa partisi” olarak adlandırılmıştır! DP’nin anlaşmalı, CHP denetimi altında, danışıklı dövüş partisi olduğu suçlaması boşuna yapılmamıştır, zaten CHP’nin algılaması da bu yönde olmuştur; külahların değişildiği 1947 seçimlerine kadar!

Son olarak, dış politikanın çok partili siyasal yaşama geçişte ne ölçüde etkili olduğunu irdelemek de yararlı olacaktır.

En son söylenecek olanı baştan söyleyelim; kanımızca, “demokrasiye geçiş”te(!) İnönü’nün kararını etkileyen ve onu yönlendiren temel belirleyicilerin, dış etkiler (Siyonist merkezler ve ABD Yahudi Lobileri) olduğu açıktır. Zira Türkiye 2. Dünya Savaşı sonunda, savaş sırasında izlediği tutarsız dış politika nedeniyle son derece yalnızdır. Zihnen Batı tarafından devşirilmiş olan İnönü, var olabilmenin, ayakta kalabilmenin tek çaresinin Batı’yla işbirliği olduğu kanaatini taşımaktadır. Bu arada, söz konusu politik yaklaşım nedeniyle, SSCB’ye bütünüyle cephe alınmış, Sovyet hükümeti Aralık 1945’te süresi dolacak olan “Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması”nı yürürlükteki koşullarıyla sürdürmeyeceklerini açıklamıştır. Bu şartlar altında, Batı ile işbirliği konusunda o kadar ileri gidilmiştir ki, İsmet İnönü; “Hiç yeri ve gereği yokken, 1944 Kasım’ında On iki Ada üzerinde hiçbir isteği ve iddiası olmadığını Yunan Hükümeti’ne bildirmiştir. (F. Armaoğlu 20. Yüzyıl, s. 414). Daha sonra İngiltere Adalar konusunda, Paris Konferansına -1946 İtalyan Barış Konferansı- hazırlanırken İngilizler bu konferansa katılma konusunda iki girişimde bulunmuşsa da, Türk Hükümeti, İngiltere’nin bu iki girişimine de yanıt vermemiştir.[15]”[16] Sanki İnönü, On iki Ada’yı yeniden Yunanlılara hediye etmiştir.

Diğer yandan, ABD ve Batılı ülkeler kurulacak Birleşmiş Milletler Örgütü’nde yer almak için 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş ilan etmiş olmak koşulunu şart koşmuşlardır. Ayrıca, açıkça bildirilmemiş olmakla beraber, kulaklara fısıldanan ikinci koşul çok partili siyasal düzene geçiş dayatmasıdır. Çünkü tek parti oldukça güçlenip, İnönü de bu şartları derhal kabul ederek, gereklerini yerine getirmiştir. Şüphesiz çok partili siyasal yaşama geçerken başka etkenler de dikkate alınmış olabilir; bizim burada belirtmek istediğimiz, dış etkinin tek faktör değil, ama başat rol oynamış olduğu gerçeğidir!

Çalışmamızın son bölümünde, İsmet İnönü’nün iktidarı yitirmeden önce yapabilmeyi başardığı diğer işleri, satır başlarıyla vererek konuyu bitirmek istiyoruz. Bu işler şunlardır:

– Mason derneklerinin (locaların) tekrar açılmasına izin çıkarılmıştır.

– Atatürk’ün kötü maksatlıların istismarını önlemek için kapattığı Türk Ocakları tekrar açılmıştır;

– Devletin dirlik ve düzenini koruma amaçlı çıkarılan, ama kötü amaçlı da kullanılan İstiklal Mahkemesi Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır;

– Dini Yozlaştırmak niyetiyle İmam Hatip Okulları açılmasına zemin hazırlanmış, daha sonra Menderes bundan yararlanmıştır.

– İlahiyat Fakültesi açılması da bu maksatlıdır.

– Türk Büyüklerine ait bazı türbeler yeniden açılmıştır.

– İnönü’nün bizzat kendisi, 1950 seçimlerinden önce millete, Anayasa değişikliğine giderek Altı Ok’un Anayasa’dan çıkarılacağını vaat etmeye başlamıştır. (Ulus Gazetesi 26 Mart 1950)

– İttihatçıların ünlü İslamcısı, İlahiyat Profesörü Şemsettin Günaltay Başbakanlığa atanmıştır. Bunların tamamı istismar ve yozlaştırma hesaplıdır.

Feroz Ahmad bu dönemi değerlendirirken şunları yazmıştır: “Allah’ın adını bile asla anmamaya özen gösteren ve kararlı bir laisist olarak bilinen İnönü, buna rağmen okullara din dersi konulması kararını almıştı.” Türkiye’deki eğilimleri daima dikkatle gözleyen sosyalist Mehmet Ali Aybar o sırada şu yorumda bulunmuşlardı: “Bugüne kadar devrimciliği ve laikliği ile övülen bu parti (CHP), artık selameti, hayatının en kritik döneminde dini kucaklamakta buldu.”[17] Yani İnönü, sonunda din istismarına sığınmış ve İslam’ı yozlaştırmayı amaçlamıştı.

İsmet İnönü, gazeteci Mustafa Ekmekçi ile yaptığı bir söyleşide şu itirafta bulunmuşlardı: “Atatürk bir devrimciydi! Her şeyi hepimizden önce görür ve karar verirdi. Ben bir siyasetçiyim; gücümün sınırlarını bilirim. Nerede duracağımı, nerede geri adım atmam gerektiğini hesap ederim.”

Evet, eklenecek başka bir şey yok! İsmet İnönü sadece fırsatçı, şark kurnazı ve bazı odaklara bağımlı, sıradan ve sinsi bir siyaset adamıydı, hepsi o kadar![18]

Bu tespit ve tenkitler, tarihi şahsiyetlerimizden İsmet Paşa’yı, aşağılamak ve hakkında yanlış algılara yol açmak için asla yapılmamıştır. Amacımız, yakın geçmişimizi doğru anlamak ve geleceğimizi uygun kurgulamak isteyenlere, gerçekçi saptama ve yorumlar sunmaktır. Ve tabi asıl kastımız, Atatürk’ü tabulaştırıp Kemalizm kılıfı altında devrim simsarlığı ve din düşmanlığı yapanların, yanlışlık ve haksızlıklarına projektör tutmaktır.

 


[1] Şerafettin Turan, İsmet İnönü, Kültür Bakanlığı Yay., 2005, s. 18.

[2] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi Kitabevi, 1976, s. 123.

[3] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, 18. Basım, 2003, s. 443

[4] Age, s. 26

[5] Celal Erikan, Komutan Atatürk, Türkiye İş Bankası Yay., 3. Basım, 2001, s. 479.

[6] Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Salyangoz Yay. 2007, s. 404.

[7] Celal Erikan, age, s. 510.

[8] Metin Heper, İsmet İnönü, Tarih Vakfı Yurt Yay. 1999, s, 29.

[9] Şerafettin Pektaş, Milli Şef Döneminde Cumhuriyet Gazetesi, Fırat Yay. 2003, s. 1.

[10] Doğan Avcıoğlu. Milli Kurtuluş Tarihi, Tekili Yay. 4. Basım, s. 1489-1490

[11] Niyazi Berkes. Unutulun Yıllar, İletişim Yay., 2005. 3. Basım, s. 219.

[12] Şerafettin Pektaş, age, s. 114.

[13] Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Kaynak Yay., 2001, s. 17-41, 135-142 (Bu bölümün yazılmasında age temel alınmıştır).

[14] Baskın Oran, Türk Dış Politikası c. 1, İletişim Yay., 2006, s. 396-397.

[15] F. Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 yıl, 226-227

[16] Dr. Necdet Ekinci, Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkiler, Toplumsal Dönüşüm Yay., 1997. s. 250 (dipnot 108).

[17] Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yay., s. 154.

[18] Teori: Ocak 2008 – A. Hakan Alay. (Bazı düzeltmelerle ve özetle)

https://www.millicozum.com/mc/ekim-2017/bir-inonu-analizi-ve-kemalizm-salgini

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi