Anasayfa » BAŞİKA KAMPI VE MUSUL TUZAĞI

BAŞİKA KAMPI VE MUSUL TUZAĞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 197 Görüntüleyen

BAŞİKA KAMPI VE MUSUL TUZAĞI

Her hususta olduğu gibi, Suriye ve Irak konusunda da elbette ve herkesin üstünde, Cenabı Hakkın da bir hesabı vardı ve Allah takdir ve tanziminde asla yanılmayandı. Ayrıca Devletimizin ve onun asker ve sivil kademelerinin de herhalde, farklı ihtimallere karşı Milli ve stratejik planları bulunmaktaydı. Ancak AKP daha doğrusu Erdoğan iktidarının, Beşar Esad ve Suriye politikası gibi, şimdi Musul macerasının da hezimetle sonuçlanacağı ve bize pahalıya mal olacağı yönündeki kuşkularımız giderek artmaktaydı.“Misak-ı Milli sınırlarımız içinde bulunan ama gafil ve hain yöneticilerimizce elden çıkartılan Musul ve Kerkük’ü, doğrudan ve resmen olmasa da, dolaylı biçimde ve fiilen, tekrar kontrolümüze alma fırsatını kaçırmayınız!” şeklindeki sinsi ve Siyonist zokayı maalesef yutmuş görünüyorlar ve stratejik zekâdan ve milli duyarlılıktan mahrum kafalar bu istikamette tehlikeli ve tedbirsiz adımlar atıyorlardı. Çünkü aynı heves ve hesaplarla, Kuzey Irak’taki küçük İsrail Barzani Kürdistan’ını da AKP iktidarına kurdurmuşlardı.

Öncelikle şu hususu özellikle vurgulamamız lazımdı:

İnşallah çok yakın bir gelecekte gerçekleşeceğini beklediğimiz, akıl ve ilim terazili, Kur’an ve Resulüllah endeksli, insan ve barış merkezli yeni ADİL DÜZEN medeniyetindeki:

1- İslam (Barış projeli) Birleşmiş Milletleri,

2- İslam (Barış) ortak Para birimi,

3- İslam (Barış) Savunma işbirliği,

4- İslam (Barış) ortak Pazar girişimi,

5-İslam (Barış) ortak Bilim ve Teknoloji üretim ve transferi sisteminde ve sürecinde; a)Geçerli ve değerli Paraları ortak, b)Anayasa temel Prensip ve kuralları ortak,                          c)Pasaportları ortak, d)Bilimsel ve teknolojik araştırma Programları ortak, e)Ekonomik Pazarları ve sanayi yatırım Planları ortak ve askeri savunma Paktları ortak olan ülkelerin:

•Birbirlerinin topraklarında, yer altı ve yer üstü kaynaklarında gözleri olmayacaktır, buna ihtiyaç da kalmayacaktır.

•Bu nedenle hem mevcut sınırlarına, hem de bütün ülkelerin ulusal yapıları ve bağımsızlıklarına asla dokunulmayacaktır.

•Yani ne Türkiye, ne de başka bir ülke, diğerlerini işgal edici ve sömürgeci konumunda olmayacaktır.

Hayret; “Barzani üzerinden Musul ve Kerkük’ü kontrolümüze alacağız!” hülyaları kurulurken Kıbrıs satılığa çıkarılmıştı!

Erbakan Hoca’nın yüksek bir dirayet, feraset ve cesaretle başlattığı ve kahraman Ordumuzun başardığı 1974 barış harekâtından sonra Kıbrıs’ta 40 yılı aşkın süredir devam eden müzakerelerde BM’ye Türkiye karşıtı bir teklif ulaştırılmıştı. Teklife göre, Yunanistan ve Güney Kıbrıs, Türkiye’nin ülkedeki çözüm sürecinde ‘garantörlük’ seviyesinden ‘danışmanlık’ seviyesine indirilmesi talebini sunmaktaydı. “Lozan zafer değil, hezimettir(!) Abdülhamid Han kahraman değil, dikta kafalı bir sefildir(!)” tartışmaları arasında İsrail’le barış zaferi(!) kazanan AKP iktidarı, bir yandan da AB’ye katılım hatırına KKTC’yi gözden çıkarma şerefine ulaştıracak adımlar atmakta ve yandaş yalaka takımı bu sinsi adımları hiç gündeme taşımamaktaydı.

Devletin ve Askeri otoritelerin ABD’ye beş uyarısı!

ABD’nin Musul operasyonunda yeni mezhep çatışmalarını beraberinde getirecek planlama hatalarına Türkiye karşı çıkmaktaydı. Türkiye ve ABD arasında, Dışişleri Bakan Yardımcısı Antony Blinken ve Başkan Barrack Obama’nın DAEŞ’le Mücadele Küresel Koalisyonu Özel Temsilcisi Brett McGurk’un Ankara’da yaptıkları ziyaretin ardından DAEŞ’e karşı işbirliği kararı alınmıştı. Bu arada ABD askeri Kuzey Irak’a üstlenmiş durumdaydı. Musul’a yönelik büyük operasyon için ABD askerleri, Irak ordu birlikleri ve Haşdi Şabi güçleri, kent merkezlerinin 55 kilometre güneyindeki Kayyare ilçesinde üslenmiş durumdaydı. Buradan harekete geçecek üç unsura, Musul’un doğusundan ve kuzeyinden de Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne bağlı güçler destek olacaktı. Görüşme trafiğinde yer alan bir yetkiliden alınan bilgiye göre, Türk tarafı kendisine sunulan operasyon planında sakıncalı bulduğu ve bölgenin fay hatlarını değiştirmesinden korktuğu çekincesini Washington’a iletmiş bulunmaktaydı. Bunlar sıra ile:

1- Türkmen kenti Telafer’i Şii milislere bırakmanız mezhep savaşını doğuracaktır.

2- Şii milisler Telafer’den Suriye-İran-Irak “mezhep koridoru”nu açacaktır.

3- Musul’dan kaçan militanlar Fırat Kalkanı Harekâtı’nın önüne yığılıp TSK’nın karşısında yapılanacaktır.

4- PKK, Şii milislerle beraber Irak-Suriye sınırında kalıcı hâkimiyet kuracaktır.

5- Türkiye’nin Başika’da eğittiği 3 bin Musullu da mutlaka bu operasyona katılmalıdır.

Hatırlayacaksınız; terör örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD’nin lideri Salih Müslim, Cerablus operasyonunun ardından Twitter hesabından şu küstahlıkları paylaşmıştı:

Salih Müslüm’in İngilizce olarak “Türkiye Suriye batağında. DAİŞ gibi bozguna uğrayacaktır” yazarken altına da Türkçe olarak “Türkiye Suriye batağında çok şey kaybetmiş olacaktır” ifadelerini kullanmıştı. Ama asıl kafa yorulması ve yanıtı aranması gereken soru şuydu: Salih Müslim, sınır ötesi harekâtla Akdeniz’e uzanacak koridor hesaplarını bozan Türkiye’ye duyduğu kızgınlık ve hırçınlıkla mı bunları yazmıştı? Yoksa şeytani bir planla Türkiye’yi adım adım Suriye batağına çeken Amerikalılardan duyduklarını mı aktarmış veya ağzından kaçırmıştı?

Üç yıl önce Suriye batağı üzerine Amerikalı siyaset bilimci Yahudi Brzezinski ile önemli bir röportaj yapılmıştı:

Eski ABD Başkanlarından Jimmy Carter’in Milli Güvenlik Danışmanı, ve Yeşil Kuşak Soğuk Savaş stratejisinin fikir babası olan “Zbigniew Brzezinski” ile, The National Interest Dergisi baş editörü Jacob Heilbrunn’un 21 Haziran 2016’da yaptığı, bu ilginç röportajda, Suriye sorunlarının kaynağı ve BOP’un adım adım uygulanması konusunda çok önemli ve gizemli açıklamalarda bulunmuşlardı:

Jacob Heilbrunn: Obama yönetimin beşinci yılındayız Siz Batı’nın ‘büyük bir propaganda’ yaptığını söylüyorsunuz. Obama Suriye’deki batağa, ABD’deki statükoya karşı koyamayacak kadar zayıf olduğu için mi bulaştı?

Zbigniew Brzezinski: Psiko-analiz ya da tarihi revizyonizm yapmaya kalkışmayacağım. Görülüyor ki Obama’nın elinde çok zor bir sorun bulunmaktadır. Ve bunun gizemli bir yönü de vardır. Birdenbire Esad’ın gitmesi gerektiği ve yakında gideceği ortaya atılmıştı, ama hiçbir gerçek hazırlık yapılmamıştı. 24 Mart tarihli New York Times Gazetesi’ndeki çok önemli bir habere göre General Petraeus idaresindeki CIA, Katar ve Suudlarla büyük bir proje yapıp bir şekilde de buna Türkleri de bağlamıştı. Bu stratejik bir duruş sayılmazdı.

J. Heilbrunn: Biz niye birdenbire Suriye’de istikrarın bozulmasına ve Suriye Hükümeti’nin yıkılmasına kalkıştık? Bu hiç Amerikan halkına anlatılmış mıydı?

Z. Brzezinski: Suriye’de asıl sorun bence bölgesel ve küresel bir istikrarsızlığa yol açması ve çevreye yayılması olasılığıdır. Açıkça belirtirsek Ürdün, Lübnan ve Irak’ın durumunun hassaslığından dolayı daha büyük bir Sünni-Şii savaşının çıkması ve bizimle İranlılar arasında da daha çaplı bir çarpışmanın yaşanmasıdır. Düşünceme göre Suriye sorunu çok yüksek riskli bir durum oluşturmaktadır ve ne olacağını tahmin etmek de zorlaşmaktadır. Sadece Amerika’nın gücü ile sorunun yalnız Suriye ile sınırlı tutulması imkânsızdır.

J. Heilbrunn: Gördüğümüz zincirleme bir tepki mi olmaktaydı? Irak’a girerken “Yeni Muhafazakârların rüyası”, Orta Doğu’da domino gibi birbiri ardına birçok rejimin devrilmesi mi yaşanmaktaydı? Yoksa bu korkunç planın (BOP’u kastediyor) uygulaması mıydı?

Z. Brzezinski: Şunu aklımızdan çıkarmayalım ki, Suriye kargaşası; eğer bu ülke iyice karışır ve farklı ülkeler soruna dahil olursa, bölgenin tamamı Irak işgalinden daha da istikrarsız bir duruma taşınır. Suriye kavgası İsrail’in en iyi ve en etkili stratejisi, tüm komşularının destabilize olmasına yani ekonomik ve siyasi dengelerinin bozulup istikrarsızlaşmasına bağlıdır diye düşünen İsrail’in sağcıları tarafından da bulandırılmış olabilir. Ama benim düşünceme göre bu, İsrail için uzun dönemde bir felakete dönüşecektir. Çünkü bunun neticesi bölgede Amerika’nın etkisinin yok olması demektir ve İsrail de sonunda yalnız kalacaktır. Bu zannetmiyorum ki İsrail için iyi olsun zaten benim için önemli olan Amerikan milli çıkarları ve bizim için de iyi olmaz.

J. Heilbrunn: MSNBC’nin sizinle yaptığı röportajda olabilecek uluslararası bir konferanstan bahsettiniz. Bu sizce halâ işe yarar mı, ve Amerika halâ acil olarak Çin, Rusya ve diğer güçleri zorlayıp bu iç savaşa barışçıl bir çözüm bulmalı mı?

Z. Brzezinski: Bence yalnız Ruslarla görüşürsek ve Çin, Hindistan ve Japonya’yı da dahil edersek şansımız artacaktır. Çünkü onların da Orta Doğu’da istikrara ihtiyaçları vardır. Tüm bu ülkelerin katkısı ile kimsenin kazançlı çıkmadığı yüzeysel bir uzlaşma belki sağlanır. Ama Suriye’den başlayacak ve tüm dünyayı etkisi altına alacak bir kaos ve kavga giderek yaklaşmaktadır… Suriye’de, korkarım yetersiz kalacak bir Amerikan müdahalesine doğru gidiyoruz, oysa bu daha da kötü olacak ve ortalık karışacak, uzun dönemde böyle kaynayan bir bölge, nükleer bir güç olan İsrail tarafından bile kontrol edilemez olacak… Savaşların bize yaptığının benzeri İsrail’e yapılacak. Yıpranıp, yorulacak, tıkanıp demoralize olacak, ülkeden dışarıya beyin göçü başlayacak ve şu anda göremeyeceğimiz felaketler yaşanacak. Bu şartlarda kim ne yapar bilinmez. İran İsrail’in kapı komşuları sayılır. Nükleer bir güçleri de olabilir. Diyelim ki İsrail bunları imha etti. Ya Pakistan ve diğerleri? İsrail gibi güçlü ve ülküsü olan bir ülke de olsanız bütün bir bölgeyi yalnız altı milyon nüfusla kontrolünüz altında tutabileceğiniz düşüncesi sadece çılgın bir hayaldir.

J. Heilbrunn: Benim son sorum şu olacak; Şimdi siz bir nevi karşı taraftasınız ama, Amerikalı aydınlar ve basında baskın çıkan görüş liberal şahin/yeni muhafazakâr çevrelerde duygusal bir Suriye’ye müdahale çağrıları duyulmaktadır. Niye Irak Savaşı fiyaskosundan sonra bile, dış politika tartışmaları halâ Amerika’da yapılmaktadır?

Z. Brzezinski: Amerika çok kültürlü, çok ülkülü ve iyi insanların ülkesidir. Ama bu insanlar aynı zamanda dünya politikalarını anlamada müthiş derecede basit düşünmektedir. Ve halâ Amerika’nın gerekirse güç kullanarak üste çıkacağına güvenmektedir. Ama karmaşık durumlarda basit tepkiler veren insanlar ve günü birlik çözümler üreten iktidarlar, büyük felaketleri sezememektedir. Birkaç şu tür, bu tür silah yardımı verilirse istediklerini elde edeceklerini düşünmekte ve bunu iyi bir amaç için zafer olarak görmektedir. Ama gizli karmaşık yapıları anlamadan gitgide daha büyük bir bölgesel savaşın içine eninde sonunda çekileceğimizi ve bölge Müslümanlarının şu anda olduklarından da fazla bize düşman kesileceğini ve bunların doğuracağı felaketi görememektedir. Ama, bu stratejik öngörüleri bu dünyada olup biteni çok fazla okumayan ortalama bir Amerikalının pek anlayacağı bir görüş açısı değildir. Burası iyi duyguları olan bir ülkedir, ama dünya hakkında bilgisi çok zayıf ve çok yüzeyseldir.

Siyonist Brzezinski’nin bu röportajda özenle seçip kullandığı sözcüklerin siyasi ve stratejik mesajlarını da hesaba katan, İngilizce lisanına ve Amerikan aksanına vakıf arkadaşlarımızın bu çevirileri üzerinde kafa yorulduğunda, ABD derin devleti olan küresel Yahudi sermayesinin, Amerikan Devletini kullanarak, İsrail’in sinsi planları ve amaçları doğrultusunda ve BOP kapsamında, Suriye’nin niçin ve nasıl karıştırıldığı ve Türkiye’nin neden bu işe bulaştırılıp kuşatıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Siyonist stratejist Zbigniev Brzezinski’nin Amerika’ya yön veren gizli Yahudi iktidarını, ve Amerikan halkının, ülke politikasından ve dünya sorunlarından nasıl cahil ve gafil bırakıldıklarını açığa vurması da bu röportajın ilginç detayları arasındadır.

Rusya’nın Suriye’de süresiz kalması anlaşması Amerika’yla gizli görüşmeler sonucu kararlaştırılmıştı!

Duma, savaş uçaklarının iç savaş devam eden Suriye’deki Himeymim Hava Üssü’nde süre sınır olmaksızın konuşlanmasını onaylamıştı. Bu antlaşmaya göre, Rusya üssün kullanımı için Suriye’ye herhangi bir ücret talebinde bulunmayacaktı. Üsse yerleştirilecek uçak, personel ve teçhizat Rusya tarafından belirlenmiş olacaktı. Himeymim Üssü’ne getirilecek eşyalar vergiye ve gümrük kontrolüne tabi tutulmayacaktı. Burada görev yapacak Rus personeli ve aileleri, diplomatlara benzer ayrıcalık ve dokunulmazlığa sahip olacaktı. Suriye, faaliyetlerinden ötürü Rusya’ya ve görevli personeline herhangi bir dava açmayacaktı. Söz konusu anlaşma, onaylanmak üzere parlamentonun üst kanadı Federasyon Konseyi‘nde de tartışılacaktı. Moskova yönetimi, hali hazırda Şam rejiminin en önemli destekçisi konumundaydı ve Beşar Esad’ın koltuğunu korumasında en etkili rolü oynamaktaydı. Evet bu anlaşma Suriye’nin ABD-AB ve Rusya arasında paylaşılmasının ilk resmi vesikasıydı.

Ama aynı Amerika, Stratejik ortağı Türkiye’nin Başika kampına niye karşı çıkmaktaydı?

ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, Türk askerlerinin Musul yakınındaki Başika’da yerel güçleri eğitim amaçlı bulunmasıyla ilgili, kuşkuları paylaşmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın günlük basın toplantısına katılarak IŞİD’e karşı yürütülen kampanyayla ilgili bilgiler aktardıktan sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan McGurk, konuyla ilgili şunları aktarmıştı: “Bu konudaki temel prensiplerimiz çok açıktır. Irak’taki tüm askeri eylemler Irak hükümetinin tam rızası ve koordinasyonuyla olmalıdır. Biz Irak’ta koalisyon olarak Irak hükümetinin rızası olmadan hiçbir şey yapmıyoruz. Bu konudaki diğer prensip ve girişimler ise Irak’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne aykırıdır. Türkiye’nin Başika’daki konuşlandırmasının bir yılı aşkın bir süre önce yapıldığını ancak bu duruma Irak hükümetinin rızasının olmadığı açıktır.”

McGurk, Başika kampında yerel güçlerin eğitildiğini ve bunların Iraklıların komutasında operasyonlara katılacağının söylendiğini hatırlatarak, “Musul operasyonunda, bir plan ve bir komuta vardır. Bunun dışındaki herhangi bir silahlı grup çok ciddi bir problem çıkaracaktır” sözleriyle Türkiye’yi hesaba katmayacaklarını vurgulamıştı. Bu sözlerin bir oyalama ve ileride Türkiye’nin sokulacağı sıkıntılara gerekçe oluşturma hazırlığı olduğu açıktı. Çünkü Başika kampı kararı Barzani’yle birlikte alınmıştı. Barzani ise ABD ve İsrail’in bölgedeki baş adamıydı. Hatırlayınız “AKP kongresine onur konuğu olarak çağrılan ve Türkiye seninle gurur duyuyor diye alkışlanan Barzani münafıkı, kendisine ait başkanlık sarayında Kürdistan kongresi düzenleyip, “keşke sayın Öcalan da aramızda bulunsaydı, yaşasın Kürdistan” naraları atmıştı. Kuzey Kürdistan Başkanlık sarayını, başbakanlık binasını, içişleri bakanlığı binasını, Türkiye ve AKP yapmıştı. Merkez bankası, Erbil havalimanını, Süleymaniye havalimanını, Musul havalimanını biz yapmıştık… Üniversitelerini, yurtlarını, kampuslarını biz yapmıştık. Türkiye’nin güneydoğusunda dünyaya gelenler, bu üniversitelere sınavsız alınacaklardı, eğitim bedava, barınma bedava, cebine her ay 200 Dolar harçlık koyulacaktı. Ama Kuzey Irak’ta dünyaya gelen kendi çocuklarını, Kürdistan yönetimi kasasından, adam başı 5’er bin Dolar ödeyerek, İstanbul’daki vakıf üniversitelerinde okutmaktalardı. Barzani Kürdistanının içme suyu altyapısını, toplu konutlarını, spor salonlarını, alışveriş merkezi binalarını, petrol kuyularını ve arıtma kurumlarını biz yapmıştık. Petrollerini doğalgazlarını bizim sırtımızdan satsınlar diye, kendi ellerimizle kendimize boru döşeyip Akdeniz’e ulaştırmıştık. Beş yıldızlı otellerini biz yapmıştık. Kısaca Kürdistanı bize kurdurmuşlardı ve yine bize korutmaktalardı” tespitleri ve tenkitleri haklıydı.

Türkiye’yi Musul Batağına saplatma senaryoları!

“Musul’un tekrar dünya gündemine taşınması (ABD güdümlü) DEAŞ’ın 10 Haziran’daki Musul işgaliyle başlamıştı. DEAŞ elini kolunu sallayarak Musul’u işgal etmiş ve bölgeyi dizayn etmeye yoğunlaşmıştı. Bundan yüz yıl önce neredeyse aynı tarihlerde yine Musul ve Kerkük dünyanın ve bölgemizin en kritik sorunlarındandı. Özellikle Türkiye’nin Lozan’la çizilen kaderiyle yakından alakalıydı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Lozan çıkışıyla Musul operasyonu arasında ayrılmaz bir bağ vardı. O günün ana aktörleri de çok değişmiş sayılmazdı. Yine ABD, İngiltere, Rusya ve Türkiye sahadaydı. 1912’de Winston Churchill, Denizcilik Bakanı olduktan sonra İngiliz Donanma Komutanı Lord Fisher’i: “Temmuz 1914’te büyük bir cihan savaşı başlayabilir” diye uyarmıştı. Bu bir paylaşım ve petrole hâkim olma savaşıydı bu ve denilen tarihte de başlamıştı. Musul ve Kerkük’ün İngilizlerin elinde kalması için dünya yakılıp yıkıldı ve sonunda 1926’da sonlansa da ilk adım Lozan’da atılmıştı. O tarihlerde coğrafyamız gibi siyasi dünyamız da paramparçaydı. Kimin İngiliz, kimin Wilson Prensipleri gölgesinde ABD mandası istediği birbirine karışmıştı. Sonuç İngilizlerin istediği gibi oldu ve Musul-Kerkük elimizden çıkmıştı. (Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı bugün Türkiye de bulunmayacaktı!)

Şimdi önce Irak işgaliyle sonra da kilitlenen Suriye iç savaşıyla küresel güçler bir kez daha bölgeye yığılmıştı. ABD’nin bölgede neler yaptığı (ve AKP’nin gönüllü taşeronlukları) açıktı. AB’den ayrılan İngiltere’nin de son dönemde gölgede kaldığı bölgeye yeniden dönme iştahı kabarmıştı. İngiltere Başbakanı Theresa May’in “AB’nin Britanya üzerindeki egemenliğini sona erdirecek Büyük Fesih Yasası’nı işletmeye başlayacakları” sözüne dikkat çeken Cumhurbaşkanı ekonomi danışmanı Cemil Ertem bu dönüşü: “Britanya artık ‘eski günlerde’ olduğu gibi pazar ve siyasi egemenlik arayışlarını AB’den bağımsız, dolayısıyla, eski imparatorluk ruhuna uygun şekilde sürdürecek” şeklinde yorumlamıştı. Bölgede geçmişten farklı olarak bir de Rusya ve İran gerçeği vardı. Özellikle Rusya, Suriye ilişkileri nedeniyle enteresan bir rol üstlenmiş durumdaydı ve son günlerde ABD’yle (görünüşte) ciddi bir gerilim yaşamakta (gerçekte danışıklı dövüş sonucu, Türkiye’ye karşı Suriye’de konuşlanmaktaydı.)

“Bölgenin geçmişten farklı olarak siyaset üreten ve bölge sosyolojisine dokunan en önemli gerçeği ise Türkiye olmaktaydı. Son birkaç yılı düşününce Türkiye’ye karşı kurulan kumpasların, küresel kuşatmaların nedeni şimdi daha iyi anlaşılmaktaydı. Bu kuşatmaları Musul ve Kerkük gerçeğinden ayrı düşünmek imkânsızdı. Artık olup bitenlerden uzak durma şansımız kalmamıştı. Şu sıralarda Musul’un DEAŞ’tan kurtarılması için büyük bir operasyon hazırlığı vardı. Peki, Türkiye ne yapacaktı? İşin sırrı Türkiye’ye karşı yürütülen kara kampanyada saklıydı. Büyük güçlerin arzusu Türkiye’nin bölgeden uzak durmasıydı. Bunun nedeni de bölge halklarıyla geçmişi ve iyi ilişkisi olan, onlarla empati kurabilen Türkiye’nin başarılı ve kalıcı olma kuşkularıydı. Oysa Musul meselesinin ve bölgedeki iç çatışmaların en az zararla sonlanması ve barışın hayata geçirilmesi için Türkiye’siz bir formül tutmazdı. Çünkü İran ve Irak hükümetlerinin de ABD’nin de Musul’da başarı şansı çok zayıftı. Çare, Kürtler, Araplar ve Türkmenlerle Türkiye birlikteliğine razı olmaktı. Bu sadece Musul’a değil bölgeye de nefes aldırırdı. Bu süreç bir başka gerçeği, PKK-PYD hattının Kürt meselesiyle ne kadar ilgisiz olduğu gerçeğini de ortaya çıkartacak. Barzanili bir Musul harekâtına karşı çıkanların safında PKK’yı görmek hiç şaşırtıcı olmayacaktı”[1] diyen yandaş yazarlar acaba, Küresel güçlerin yeni Ortadoğu ve Musul projelerinde, AKP Türkiye’sine pratisyenlik rolü tavsiye buyurduklarının farkındalar mıydı?

Musul tuzağı ve iktidarın tutarsızlığı!

Üst düzey bir yetkilinin Hürriyet’e doğruladığı bilgiye göre, Türkiye ile Irak arasında Musul harekâtı üzerine başlayan gerilim tırmanırken ABD’nin Türkiye’ye Musul için PKK güvencesi verdiği ortaya çıkmıştı. Sözde bu güvence 27 Eylül’de Ankara’da temaslarda bulunan üst düzey Amerikalı yetkililer tarafından verilmiş olmaktaydı. Amerikalılar Musul’un IŞİD’den alınması için hazırlıkları süren harekâta “PKK veya PKK bağlantılı” hiçbir örgütün dâhil edilmeyeceğini aktarmışlardı. Hürriyet’e konuşan yetkili, “Bu güvenceyi ciddiye alıyoruz, ama ne kadar uygulandığını sahada göreceğiz” yorumunda bulunup kuşkularını da paylaşmıştı. Oysa, Musul şehrinin kuzeyi aslında PKK’nın etkili faaliyet alanları arasındaydı. Kandil ile Rojava dedikleri Suriye’de YPG kontrolü altındaki bölge arasında geçiş sağlanan güzergâhtı. Nusaybin’in Suriye’deki ikizi sayılan Kamışlı PKK/YPG’nin harekât üslerinden birisi konumundaydı. Zaten Türkiye’nin daha önce Bağdat’ın bilgisi altında Başika’da eğitim üssü kurmasının bir nedeni de IŞİD’e karşı milislere askeri eğitim vermek ise, diğer amacı da PKK’nın güneye, Musul ve Kerkük’e doğru iniş yollarını tıkamaktı. Eğer böyle bir güvence verilmişse bu ABD’nin Suriye’de kendisinin de terörist saydığı PKK ile “bağlantılı” YPG’yi silahlandırıp sahip çıkarken ne yaptığının gayet farkında olduğunu da zımnen kabul etmiş olmaktaydı.

Murat Yetkin’in: “ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD İle Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Antony Blinken’in de bulunduğu diplomat, asker ve istihbaratçılardan oluşan heyetin görüşmelerinde asıl ağırlıklı konu, kamuoyuna yansıdığı gibi Rakka değil, Musul olacaktı” tespitleri üzerinde durmak lazımdı. Yani bizi bekleyen asıl sorun Musul tuzağıydı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 23 Eylül’de ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile New York’ta yaptığı görüşmede, Türkiye’nin, YPG’nin olması durumunda Rakka operasyonuna katılmayacağı resti(!) çekmesi üzerine Amerikalı yetkililerin Musul için bu tuzak öneriyi geliştirdiği anlaşılmaktaydı. ABD heyeti şunu sormuşlardı: Acaba Türkiye Musul yakınlarında Başika kampında bir süredir eğitim verdiği Haşdi Vatani ve diğer Sunni ve Türkmen kökenli gruplar ABD Merkezi Komutanlık, CENTCOM bünyesinde “entegre olarak”, bütünleşerek, yani o komuta altında Musul operasyonuna katılır mıydı? Bu arada Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun MGK öncesinde İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ile Ankara’da yaptığı görüşmede de Musul harekâtı ile Irak ve Suriye’deki gelişmeler ele alınmıştı. Bazı yetkililerin “Bizim eğitim verdiğimiz grupların ortak komuta altında yer almasına bir itirazımız yok” sözleri ABD teklifinin kabul edildiği anlamı taşımaktaydı. Ve tabi Irak Başbakanı Haydar el-Abadi’nin Türkiye’den topraklarını terk etmesini istemesi, Amerika’nın kışkırtmasıyla, Türkiye’yi Musul operasyonuna mecbur bırakma amaçlıydı.

Ancak İran da, Irak’ta ve Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan Devrim Muhafızları ve Şii Haşdi Şaabi milislerinin de Musul harekâtına katılması teklifinde bulunmuşlardı. Amerikalılar ise, nüfusunun ezici çoğunluğu Sünni olan Musul’a Şii birliklerin girmesinin başka ciddi çatışmalara yol açacağı ve IŞİD’e yeniden güç kazandıracağı gerekçesiyle buna karşı çıkmış ve bir nevi Türkiye’nin gönlünü almışlardı.

İktidarın Musul operasyonuyla ilgili ciddi gerçekçi ve Milli bir politikası olmadığı anlaşılmaktaydı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Ankara’da ağırladığı İspanyol mevkidaşı Jose Manuel Garcia-Margallo ile birlikte düzenlediği basın toplantısında Ankara’nın Musul’la ilgili en önemli kaygılarından birini oluşturan “Şii milisler” konusuna da değinip ve şunları açıklamıştı: “Mezhepçilik anlayışıyla dışarıdan Şii milislerin operasyona dahil edilmesi, daha sonra onların burada kalması Musul’a barışı ve huzuru getirmez, tam tersi orta ve uzun vadede o bölgenin sorunları artarak devam eder”. Bakan’ın haklı olduğu hususlar vardı. Musul’un bir Sünni şehri olduğu dikkate alınırsa, Şii milislerin kent IŞİD’den kurtarıldıktan sonra orada kalması istikrarsızlığı elbette artıracaktı. Geçen yaz başında yine bir Sünni kenti olan Felluce’nin IŞİD’den kurtarılmasının ardından Şii milislerin burada sivil halktan yüzlerce kişiyi kurşuna dizdikleri ve yaygın işkence ettikleri henüz unutulmamıştı. Ancak burada asıl sorun Şii milislerin Musul’a girip girmemesinden ziyade, Musul’un kurtarılmasından sonra kimin ne yapacağı hususunda bütün aktörlerin operasyondan önce kesin bir anlaşmaya varmalarıydı. Kent nasıl yönetilecekti? Kimler hangi bölgeleri kontrol edecekti? Güvenlik ve kamu hizmetleri hangi güçler tarafından nasıl sağlanacaktı? Musul operasyonuna katılacak, Bağdat tarafından “onaylanmış” güçler; Irak askerleri, Şii milisler ve Peşmergelerden oluşmaktaydı. Yani Irak ordusunun çoğunluğu zaten Şiiliğe mensuplardı. Sonuçta Sünni Musul’u IŞİD’den kurtaracak olanlar büyük çoğunlukla Şii güçler olduğuna göre, Çavuşoğlu boş konuşmaktaydı. Veya gündemi saptırmaktaydı.

Milli Gazetedeki: Son Büyük Oyunda Yeni Ankara Faktörü, yazısında:

Birçoğunuz “Yeni Türkiye”yi duymuştur ama “Yeni Ankara”yı duymamıştır. Birçok kavramın hoyratça kullanılmak suretiyle sistematik olarak sulandırıldığı, itibarsızlaştırıldığı ve kafa karmaşasına yol açmak suretiyle hızlı bir şekilde yıpratıldığı bir süreçte bu konuya kısmen de olsa değinmekte ve tarihe not düşmekte fayda vardır… Bazı yanlış anlaşılmalara ve spekülasyonlara yol açmamak için peşinen şimdiden söyleyelim: Aslında, başkent Ankara aynı Ankara. Değişen, sadece ve sadece; şartlar, duruş, hedefler, öz ve bu bağlamda değişmek zorunda olan köhne yapı, mandacı zihniyet ve onun içimizdeki uzantıları, araçları ve kripto kadrolarıdır… Yani; “Milli”, “bağımsız” ve “güçlü” bir Türkiye’yi hedefleyen siyaset ve kadroların yeniden şekillendiği ve bu kapsamda geleceğin “Büyük Türkiye”sinin inşa edildiği yeni bir başkent ile karşı karşıyayız. Aslına rücu eden ve bu kapsamda hem içte hem de dışta eş zamanlı olarak dişe diş, göze göz mücadele etmek zorunda kalan, “İslam’ın Son Kalesi”ni kanının son damlasına kadar savunma azmi ve kararlılığı içerisinde olan “Yeni Ankara”, tarihsel kodlara dönüş sürecinin bir diğer adıdır. “Yeni Ankara”, milli mücadele ruhunun ve bu kapsamda milli kadroların işbaşında olduğu adrestir… Bundan dolayı da üzerimize dalga dalga geliyorlar, saldırıyorlar. O yüzden 15 Temmuz’da bu milli iradenin iki önemli adresi hiç tereddüt edilmeden vuruldu. Fakat Allah’ın izniyle oyunları ters yüz oldu ve 15 Temmuz “Yeni Ankara”nın rüştünü ispatladığı bir dönüm noktası olarak tarihe geçti… Bu sorunların hepsi Türkiye’ye karşı “güven” ve “güvenlik” temelli bir yıkım sürecine işaret ediyor. Yani, Türkiye’yi “siyaset”, “hukuk”, “insan hakları”, “dış politika” ve “ekonomi” üzerinden sorunlu bir ülke haline getirerek, “meşru” ya da “kaçınılmaz” bir “uluslararası/BM” ya da “müttefik” müdahalesinin önünü açmak istiyorlar… Irak ve Suriye senaryoları Türkiye üzerinde de tatbik edilmeye çalışılıyor. Bunun için de önlerinde iki engel var: “Yeni Ankara ruhu” ve “Milli İrade”. Dolayısıyla, öncelikli hedef; güven-güvenlik sorunu üzerinden “Yeni Ankara” ile “Milli İrade” arasındaki işbirliğini zafiyete uğratmak ve bir iç savaşı başlatmak. Bu kapsamda, bırakın dış basını, iç basında “ötekileştirmeyi tırmandırıcı” haberlerin son dönemde yoğunluk kazanması fazlasıyla dikkat çekici.

En ufak olayların tüm ülkeye mal edilecek şekilde verilmesinin tek bir hedefi var. O da, uzunca bir süredir işledikleri “duygusal kopuş tezi”nin içeride kamuoyu tarafından benimsenmesi, sokaklara taşınması ve böylece ülkede bir iç savaşın başlatılması. Sonrası ise malum! Dünyaya “başarısız bir devlet” olarak lanse edilen Türkiye’nin müttefikleri tarafından içinde bulunduğu durumdan “kurtarılması” ve bir “çözüm” olarak Sevr/BOP haritasının hayata geçirilmesi… Bu kapsamda yapılması gereken en temel husus, “Milli İrade”nin “Yeni Türkiye” sürecine güvenini sarsıcı her türlü tuzağa karşı uyanık olmasından ve sokakların kontrolünden geçiyor. Sokak darbeleri üzerinden “renkli devrimler” adı altında darbe yapanların oyunu ancak böyle bozulabilir. Bu noktada en büyük görev hiç kuşkusuz siyasete, sivil toplum örgütlerine, aydınlara, medyaya ve hiç kuşkusuz “Milli İrade”ye düşüyor” diyen Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, acaba “Yeni Ankara” diye Erbakan’ı ve Yeni Bir Dünya programlarını devre dışı bırakma karşılığı bir dış proje kapsamında iktidara taşınan ve uzun yıllar “BOP’a eşbaşkanlık” yaptırılan AKP kadrolarını mı, yoksa iktidarı ve kadrolarını Milli hedefler doğrultusunda kullanan (ve tabi AKP’ce mecburen katlanılan) bir “Devlet Aklını” mı kastetmeye çalışmıştı?

Çünkü AKP kurmayları ve kadroları, 15 Temmuz’da “Yeni Ankara ruhuna ve Milli irade” oluşumuna kasteden CIA-MAAT’ın, ya bu sinsi ve Siyonist yapılanmasını yıllarca destekleyip başımıza bela edecek kadar gafil ve cahil insanlardı, veya şahsi makam ve çıkar uğruna bilerek bunlara fırsat verecek ve suç ortaklığı edecek kadar hain takımıydı! İşte Suriye’nin ve bölgemizin bizi de içine çekecek şekilde karıştırılıp bataklaşmasındaki baş figüranlar ve BOP kahyaları da bunlardı!..

İşte size acı ve açık taze bir örnek hatırlatalım:

15 Temmuz hıyanet kalkışmasının baş aktörlerinden Tuğgeneral Bekir Ercan Van CIA-MAAT tarafından çok özel seçilmiş ve Harp Okulu’na yerleştirilmiş kiralık ve satılık bir komutandı. 15 Temmuz Kalkışması’nda havadaki F-16’lara İncirlik’ten kalkan uçaklar ikmal yapmıştı. Ercan Van’ın İncirlik üs komutanı olarak atanması bu darbenin en önemli ayaklarından birini oluşturmaktaydı. Bu İncirlik’te neler yaşanırdı? Kimler oraya konardı ve kimler tarafından dışarı çıkarılırdı? Hangi özel araçlar gelip özel misafirleri alırdı? İşte bütün bunlardan AKP kurmaylarının haberleri bile olmamıştı! Mesela çok özel bir Amerikan jeti darbe öncesi buraya inmiş, çok özel isimleri Türkiye’ye taşımıştı. İşlerini görüp elini kolunu sallayıp tekrar ayrılmışlardı, ama iktidarın ruhu bile duymamıştı. Ve yine 15 Temmuz öncesinde bu CIA-MAAT komutanı Ercan Van o günlerde ne hikmetse Amerikan Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklarla sık sık Frankfurt’a gidiyormuş… Ve her gidişinde James Bond tipi bir siyah çantayı da yanında götürüyormuş… Ayrıca koca koca bavullar taşıyormuş… Soranlara “Yakınlarıma sucuk, pastırma götürüyorum” cevabı veriyormuş… Ercan Van, Üs Komutanı olduğu için aranması söz konusu olmuyormuş… Ercan Van’ın da katıldığı bu uçuşlarda ABD’li askerlerin yanı sıra, ABD’li siviller de bulunuyormuş. Muhtemelen CIA ajanları ile birlikte uçuyormuş. Gidiş ve geliş aynı gün içerisinde oluyormuş. Orada gizli toplantı yapılıyor, çanta teslim ediliyor ve geri dönülüyormuş… Ercan Van’ı devamlı ziyaret eden birkaç sivil ziyaretçisi oluyormuş. Bunlar merkezdeki özel FETÖ toplantılarına da katılıyormuş… Zaten İstanbul’daki bazı noktalara darbeyi bunlar haber veriyormuş… Ercan Van bu sivillerle de, Irak’a gizli uçuşlar yapıyormuş, oradan da gizemli insanlar geliyormuş… Yer İncirlik olduğu için kimse dönüp tek söz söyleyemiyormuş… Bütün bunları koyu Erdoğan ve AKP yalakası Ergün Diler yazıyordu… Bu askeri uçaklarla neler taşınıyordu, kimler buluşuyordu? Toplanan himmet paraları böyle mi ilgili yerlere uçuruluyordu? FETÖ’nün önemli isimleri buralardan mı giriş çıkış yapıyordu? Bu uçaklarla ABD’ye istihbarat dosyaları mı aktarılıyordu? Kimse bilmiyordu ve kahraman AKP’li kadroların haberi bile olmuyordu…

 

 


[1] Musul gerçeği ABD ve PKK – Mahmut Övür – 08.10.216- Sabah

https://www.millicozum.com/mc/aralik-2016/basika-kampi-ve-musul-tuzagi

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi