28 ŞUBAT’IN FİGÜRANLARI VE FETULLAHÇILARIN ARGÜMANLARI
28 Şubat’ın asıl mimarları, ABD’nin “derin devleti” olan Yahudi Lobileri olduğu, bizzat Rahmetli Erbakan’ın iddiasıydı ve bunu belgelerle ispatlamıştı. Çünkü Erbakan 300 yıldır dünyayı yöneten ve sömüren zalim odaklara karşı, yeni ve Adil Bir Dünya kurmak üzere yola çıkmış ve artık hedefine yaklaşmıştı. O, Siyonist odakların korkulu rüyasıydı ve mutlaka engellenmesi lazımdı.
Evet, Erbakan; ne kucakta saklanacak bir figüran, ne uzaktan kumanda ile oynatılacak bir sahte kahraman değil, şeytani güçlerin baş belasıydı. O taşeronlarla ve atılan taşlarla değil, barbar TANRI’larıyla uğraşırdı.
“İktidarda başarısız kılmak ve umut olmaktan çıkarmak” üzere, kontrollü bir strateji ile Tansu Çiller’le Refah-Yol’u kurmasına fırsat tanınmış, ama her tedbire rağmen, Hocanın kârlı çıktığı anlaşılınca, Siyonist odakların 28 Şubat’tan başka çareleri kalmamıştı. Hatta Erbakan Hoca ve Milli gayretli asker ve sivil kadrolar diretse, bir iç savaş çıkartmayı bile göze almışlardı. Böyle bir durum Türkiye’nin sonu olacaktı. Bu şeytani oyunları fark eden Erbakan Hoca, kendisini ve partisini feda etmek pahasına, ülkesini ve devletini bu kaos ve kavga ortamına sokmadı.
DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun Kanal-A’daki anlattıkları da bu kanaatımızın bir kanıtıydı.
“Tansu Çiller bana şunları aktardı: Ben Erbakan’a gidip;
“Askerler bize karşı anayasal sınırları zorluyor, yetkilerini aşıyor. Ya bazı komutanları görevden uzaklaştıralım, ya da yeni bir seçim kararı alalım” dediğimde bana “Sus!” işareti yaparak; “Hayır, bunlara gerek yok, çünkü aslında problem bizimle asker arasında değil” yanıtını verince, artık yapacak bir şey kalmamıştı.”
Bu sözleriyle Erbakan Hoca Çiller’e “28 Şubat tezgahını ABD derin devletinin hazırladığını, kışkırtılan ve figüran olarak kullanılan kesimlerle uğraşmanın hiçbir fayda sağlamayacağını” hatırlatmaya çalışmış, ama O anlamamıştı.
Evet, 28 Şubat’ın asıl patronları ABD Yahudi odaklarıydı. Yani Türkiye’deki:
- NATO kaftanlı ve Müslüman halkına karşı gâvur kafalı bazı paşalar da figürandı.
- Kiralık ve korkak medya maşaları da figürandı.
- “Ulusalcılık” yaftalı İslam düşmanları da figürandı.
- Fetullah Gülen gibi din istismarcıları da figürandı.
- Kur’an’ın cesaret, ciddiyet ve metanet isteyen kurallarından ve Erbakan’dan kurtulup; Amerika’nın kuklası olmak ve iktidara taşınmak için fırsat kollayan YENİLİKÇİ şarlatanlar da figürandı.
- Ayarsız söylemleri ve tutarsız eylemleriyle yukarıdaki figüranlara, Erbakan aleyhine kullanılacak hazır malzemeleri cömertçe sunan ve bugün hepsi AKP’ye ve HAS partiye kayan, uyuz ve ucuz kahramanlık taslakları da figürandı.
Ve asla unutmayın, bunların hepsinin hesabı, toptan sorulacaktı.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız şu tarihi belgeyi bulup açıklamıştı:
“Gizli” belge 1996 tarihini taşıyordu. ABD Milli Güvenlik Konseyi’nden Washington’a “Acil” koduyla gönderilen kripto: “Türk Dış Politikası” başlığıyla yazılıyordu.
Lütfen dikkatle okuyalım:
“Departmanımız (Yahudi güdümlü Amerikan Güvenlik ve Strateji Kurumları), Türk Hükümetinin milli eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak, dış politikayı Batı’dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce, Türkiye’nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek (Yani D-8’i hayata geçirmek) konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırı (düşmanca) düşmektedir.
“-Doğruyol Partisi, Erbakan‘ın radikal İslami söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, artık kendisinin Refah Partisi ile koalisyonu verimsiz ve gereksiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki, Tansu Çiller‘in koalisyondan çekilmesi Erbakan’ı düşürecek ve ülkeyi erken genel seçimlere götürecektir. Sonuç kesin olmamakla birlikte, Refah Partisi büyük bir ihtimalle seçimlerden eskisinden daha güçlü olarak çıkıp iktidara gelecektir.”
“-Türkiye, Birleşik Devletler’in anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve O’nun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesini, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanması gerekir. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyoruz.”
Bu belgeden de anlaşıldığı gibi: ABD, DYP’nin Erbakan’ı dizginleme ve dejenere etme yönündeki demokratik zemindeki çabalarını yetersiz görmüş olacak ki, TSK’nın o dönemdeki komuta kademesini zorlamayı çözüm olarak önermektedir. Ve zaten 28 Şubat, bu öneriler doğrultusunda gerçekleşmiştir.
28 Şubat’ın ABD ayağını ve Yahudi patronlarını hiç konuşmayan yazar ve yorumcular; karşı da çıksa, taraf da olsa aslında “gizledikleri Siyonizm” figüranlığını yapıyordu. Ancak bu arada 28 Şubat’ı alkışlayan ve arka çıkan piyonların, artık pislikleri de ortaya dökülüyordu.
28 Şubat’ın kilometre taşlarını döşeyen medya mensupları darbenin 15. yılında birbirlerine düşüyordu. Gazeteci Can Ataklı canlı yayında 28 Şubat sürecinde Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün, dönemin Turizm Bakanı Bahattin Yücel’i şantajla istifa ettirdiğini söylüyordu.
CNN Türk ekranlarında yayınlanan Tarafsız Bölge programı ilginç bir tartışmaya sahne oluyordu. Vatan Gazetesi Yazarı Can Ataklı 28 Şubat sürecinde Turizm Bakanı Bahattin Yücel’in Zafer Mutlu ve Ertuğrul Özkök’ün şantajıyla istifa etmek zorunda kaldığını iddia ediyordu.
Bakanın arkadaşı olduğunu da belirten Can Ataklı, “İstifa etmezse hakkında büyük bir karalama kampanyasıyla asılsız bir yolsuzluk dosyasını yayınlayacaklarını anlattım. Ailesini topladı durumu anlattı istifa kararı aldı” diyerek dolaylı da olsa o senaryonun bir parçası olduğunu da dile getiriyordu.
Ataklı’nın bu iddiası üzerine yayına bağlanan medya patronu Aydın Doğan, “Ertuğrul Özkök eğer böyle bir şey söylemişse şerefsizlik, ahlaksızlık yapmıştır. Eğer böyle bir şey yapılmışsa yarın Özkök’ü hepimiz idam edelim” diye kükrüyordu.
Bu canlı yayının ardından tüm gözler şantajla istifa ettirildiği iddia edilen eski Turizm Bakanı Bahattin Yücel’e çevriliyordu. Konuyla ilgili açıklama için sosyal medyayı tercih eden Yücel, iddialara tam anlamıyla cevap vermiyordu. Yücel, Twitter’de konuyla ilgili kendisine yöneltilen soru üzerine: “Doğru yanları var ama bu nedenle istifa etmedim. Tarihleri sanırım karıştırdı” demekle yetiniyor ve olayı bir nevi doğruluyordu.
Perde arkasındaki haber ajansı: UBA’yı kimler ve niçin kuruyordu?
28 Şubat Postmodern darbesinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen, gizli kapaklı ilişkilerde bir bir deşifre olmaya başlıyordu. O dönemde darbeyi destekleyen medyanın unutulmaz tavrı ile milletin sesi kesilmek isteniyordu. İşte o günlerde darbeye zemin hazırlayan haberlere imza atan kuruluşlardan birinin de kısa adı UBA olan Ulusal Basın Ajansı olduğu iddia ediliyordu.
28 Şubat Postmodern darbesi ile ilgili gerçekler bir bir ortaya çıkarken, bu seferde o dönemde taraflı, millet idaresine karşı, uydurma haberlere imza atan bir haber ajansının olduğu ortaya çıkıyordu. Ulusal Basın Ajansı adlı bu haber ajansı Kudüs Gecesi’ndeki görüntüleri çekmesiyle tanınırken, öte yandan o dönemde Refah Partisi ile ilgili de yüzlerce uydurma habere imza atıyordu.
Kudüs Gecesi’ndeki şüpheli tavırları dikkat çekiyordu.
Medyanın o dönemdeki askeri vesayeti destekleyen tavrı unutulmayan gerçekler arasında yer alıyordu. Millet iradesine karşı, sürekli Refah Partisi iktidarına manşetlerden mesajlar veren medyanın bu tavrını o günlerin mağdurları da dile getiriyordu. Kudüs Gecesi’ndeki piyeste rol alan ve 15 yıl aradan sonra o günü anlatan Selçuk Öz, Ulusal Basın Ajansı kamerası ve mikrofonunu hiç unutmadığını söylüyordu. Öz, o gecenin olağanüstü halini anlatırken, “UBA’nın mikrofonu ve kamerası dikkatimi çekmişti. Sanki adamlar o gece için özel olarak gelmişlerdi” diyordu.
Şimdi CHP’de görevli olan Genel Yayın Yönetmeni niye konuşmuyordu?
28 Şubat sürecinde UBA’nın Genel Yayın Yönetmenliğini ve Genel Müdürlüğü görevlerini üstlenen ve bu günlerde CHP’de İletişim Koordinatörü olan Baki Özilhan o dönemle ilgili soruları geçiştirmeye çalışıyordu. O süreçte habercilik yaptıklarını söyleyen Özilhan, ‘Bu günlerden dönüp geriye baktığınızda neler söyleyeceksiniz’ şeklindeki sorulara ise ‘Bu yoruma girer ben o dönemle ilgili yorum yapmam’ demesi dikkat çekiyordu.
Şu son zamanlarda, hiçbir olay, HAS Partinin tamamen istismar amacıyla tertiplediği 28 Şubat’la ilgili bir panele, Recai Kutan Bey’in oturum başkanı olarak katılması kadar içimize oturmamıştı.
Rahmetli Hocamız’a karşı; haksız, hatta ahlaksız iddia ve isnatların sahipleri Hasan Celal Güzel ve Taha Akyol gibilerin ortasına kurulan ve iltifatlar yağdıran Recai Kutan Bey;
- Haydi davasının derdini ve gayretini çekmiyordu.
- Erbakan Hoca’nın hatırını saymıyordu.
- Has Partinin hıyanet ve hakaretlerini umursamıyordu.
- Hala kendisini “Milli Görüş’ün sadık ve sağlam kurmaylarından” bilenlerin hayal kırıklığını hesaba katmıyordu.
- Yahu, en azından kendi kendisine de mi saygı duymuyordu? “Efendim orada Hoca’yı öven birkaç cümle sarf ettim” demekle durumu kurtaracağını mı sanıyordu?
Yeni Şafak’ta, “AKP’nin Milli Görüş’ten ayrılmasını haklı ve hayırlı bulan” açıklamalarından (28 Şubat 2012)
Ve yine Star Gazetesinde (27.Şubat.2012) AKP’yi alkışlayan tavırlarından sonra, Sn. Recai Kutan’ın şimdi de HAS Parti ile bu “yakın temasları”nı, acaba hangi girişim ve gelişmelerin alameti saymak gerekiyordu!?
12 Eylül’ün ardından ANAP’ın kurulduğu sırada, sonradan Ağrı Belediye Başkanı olan ve çeşitli isnatlarla görevden alınıp tutuklanan, Avrupa Milli Görüş Bölge Başkanlarımızdan bir kardeşimizin, Ulusta’ki büronuza gelip “Muhterem Ağabeyimiz bizim partimiz ne zaman kuruluyor…” sorusuna: “İşte ANAP var ya, daha ne istiyorsunuz…” yanıtınıza bir takım “insani zafiyet” yorumları yakıştırmıştık…
Ve yine Refah Partisi’nin kurulması aşamasında, Rahmetli Bekir Küçük Efendi’nin torunlarının sünnet merasimine katılmak üzere gittiğiniz ADANA’da, Sofi Mehmet Yıldırım gibi sadık kardeşlerimizin yanınıza gelip: “Ne olursunuz, hiç değilse yarım saatinizi ayırıp Partiye teşrif etseniz ve Milli Görüşçülerin sahipsiz olmadığını gösterseniz..” şeklindeki davetlerine icabet etmeyişinize “bir takım mazeret” gerekçeleri uydurmaya ve camiamızın hüsnü zannını korumaya çalışmıştık.
Peki, şimdi Aziz Hocamız’a ve davamıza bin türlü hıyanet ve hakaretle bizden ayrılan ve henüz hiçbir pişmanlık ve özür beyanında da bulunmayan AKP’li ve HAS Partili dostlarınızla bu sıkı fıkı irtibatlarınıza nasıl bir kılıf ayarlamamız bekleniyordu?
Kaldı ki, Fazilet Partisi’ni kapatmak ve AKP’yi kurup iktidara taşımak üzere, Merve Kavakçı’nın nasıl kullanıldığını en iyi Recai Bey biliyor ve kendisi anlatıyordu:
28 Şubat sonrasında Fazilet Partisini kapatılmaya götüren süreç Merve Kavakçı’nın Meclis’e türbanıyla girmesi ile başlıyordu. 28 Şubat’ı tetikleyen olaylardan Merve Kavakçı’nın Meclis’teki yemin törenine birinci gün katılmasından Rahmetli Erbakan Hoca’nın ve yakınlarının bilgisi yoktu. Merve Kavakçı’yı daha sonra AKP’yi kuracak olan isimlerin salona götürdüğü ortaya çıkıyordu. “Meclis’i yöneten Septioğlu söz veriyordu. Kendisi, “Başörtülü birinin yeminini engelletmem. Sizden isteğim tenha bir zamanda getirin” diyordu.
Daha sonra bir de utanmadan “Bana sahip çıkmadılar” diyen Merve Kavakçı birden bire Nazlı Ilıcak’la birlikte Meclis’e dalıyordu.
Merve Kavakçı 1999 seçimlerinde Fazilet Partisi’nden milletvekili olmuştu. Türbanı nedeniyle “TBMM’deki yemin törenine ilk gün gelmemesini, sonra yemin etmesini” partinin ileri gelenleri kendisine söyleyip söz alıyordu.
Ve fakat Merve Kavakçı, Recai Kutan’ın defalarca belirttiği gibi yetkili kurullarda alınan kararları dinlemeyip Nazlı Ilıcak ile Meclis genel kuruluna gelmiş ve ortalık karışmıştı. Böylece Merve Kavakçı FP’ye ilk “golünü” atmıştı. Ama asıl gol son dakikada olacaktı.
Sn. Mustafa Kamalak’a sorulsun, FP asıl niye kapatıldı? Merve Kavakçı’nın ABD vatandaşlığı kapatılmasının baş sebebi sayıldı. Ve yine Merve Kavakçı ABD vatandaşı olduğu için milletvekilliği geçersiz sayıldı.
Artık gelelim asıl soruya: Merve Kavakçı FP’de seçilecek bir yerden milletvekili adayı yapıldı. Peki, milletvekili seçilmesi garanti olan Merve Kavakçı neden seçimlerden 45 gün önce ABD vatandaşı oldu? Oysa ABD vatandaşı olan birinin TBMM’de olmasına yasa izin vermediğini, TC vatandaşı olması gerektiğini pekâlâ biliyordu.
Yani Merve Kavakçı “bile bile lades” diyor, Erbakan’dan kurtulmak isteyen Siyonist odaklara kiralık figüranlık yapıyordu. Ve böylece “görünmez el” Merve Kavakçı sayesinde AKP’nin de iktidar yollarını döşüyordu.
Şimdi AKP, Merve Kavakçı’ya “iadei itibar” ile bu iyiliklerinin karşılığını ödüyordu.
Fazilet Partisi’nin kapatılması için AKP’liler kulis yapıyordu:
HAS Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu da, Milli Görüşçüleri tavlamak ve avlamak niyetiyle, 28 Şubat sürecine ilişkin çok çarpıcı iddialar gündeme getiriyordu. Twitter hesabından bazı açıklamalar yapan Bekaroğlu, bugün AKP’de görev alan bazı isimlerin, Fazilet Partisi’nin kapatılması için kulis yaptığını iddia ediyordu. “Ak Parti’nin 28 Şubat’ın ürünü olduğu tartışılıyor. Ürünü değil de sonucu demek gerekiyor. Ak Parti ile 28 Şubat’ın üç yönden bağlantısı biliniyor” diyen Bekaroğlu’na göre:
1- RP ve FP kapatılmasaydı AKP kurulamazdı. Nitekim şimdi AKP’nin önemli aktörleri olan bazı kişiler (bazı iç ve dış odaklarla) FP’nin kapatılması için kulis yapmıştı.
2- AKP, 2001 krizinin üzerine kurgulanmıştı. 2001 krizi 28 Şubat hükümetleri dönemindeki soygun dolayısıyla çıkmıştı.
3- AKP, 28 Şubatı mümkün kılan anayasal ve yasal zemine hala dokunmamıştı. Vesayet sisteminin kurumları aynen geçerliliğini korumaktaydı.
İyi de, Mehmet Bakaroğlu’na sormazlar mı?
- Madem dış güçler ve Masonik mahfiller, AKP’yi Milli Görüş’ten koparmak ve Erbakan’dan kurtulmak için çalışıyordu… O zaman, aynı naneyi yemeniz ve Erbakan’a hıyanet ve hakaret edip gitmeniz için sizlere kimler dürtüyordu?
Erbakan karşıtlarının (ha dinci, ha devrimci) karakter hamlığı!
Fatih Altaylı, iktidara gelmeden önce Tayyip Erdoğan için şunları yazmıştı: (26.04.2002 tarihli Hürriyet)
“(…) ‘Zaten Tayyip Erdoğan da ‘huzur aramak’ Türk siyasetine uymuyor, yakışmıyor. Sadece ‘kirli’ geçmişiyle değil, ‘yetersizlikleriyle’ de yakışmıyor. Görülüyor ki, yeni dönemde artık ‘Tayyip’lere’ yer yok. Ben AKP’nin ‘Tayyip ısrarı’nı da anlamıyorum.
Bilgisi zayıf, deneyimi eksik, eğitimi yetersiz, yabancı dil bilmez bir adam. Polemikçilik, demagogluk lider olmaya yetiyorsa amenna. 21. yüzyılın dünyasında dünya siyasetinde var olmak isteyen bir Türkiye’nin önderi olacak adam değil çok belli. Bırakın onu Türkiye’yi yönetecek çapta dahi değil.”
18 Nisan 2002: (Tayyip Erdoğan’ın ‘Değiştim’ demesi üzerine)
“Ben komünistken liberal olan gördüm. Liberalken sosyalist olan gördüm. Sosyalistken, oportünist olan gördüm. Hepsiyken Makyavelist olan gördüm. Ama Tayyip Erdoğan gibisini görmedim. Ne oldu, iki kere ABD’ye gitti, iktidarın kokusunu aldı ‘dinsiz’ mi oldu? ‘Referansı’ artık İslam değil mi? Artık dünyada ‘hak düzeni’ istemiyor mu?
Ve tabii eğer bütün bunlardan ‘döndüyse’… Bu kadar radikal bir ‘dönek’e, bu millet nasıl güvenecek? Bir daha ne zaman ve nereye döneceğini kim bilecek?”
Aynı F. Altaylı 2 yıl sonra ise şöyle yalakalık yapacaktı:
2 Nisan 2004: Yazının Başlığı: ‘Erdoğan Nobel Barış Ödülü’nü Hak Etti’
Altında, Rauf Denktaş’a verip veriştirdikten sonra yazıyı şöyle bitiriyordu:
‘Yıllarca küçümsediğimiz ‘Kasımpaşalı’, Dışişleri’ne güvenerek, kendi sıcak tavrını kullanarak ve hepsinden önemlisi ‘cesaret ederek’ bence büyük bir iş başardı. Bence bu yılın Nobel Barış Ödülü, Tayyip Erdoğan’ın hakkıdır.’
24 Eylül 2004: ‘Erdoğan, Atatürk’ün İzinde mi?’ başlığı altındaki yazısını şöyle bağlıyordu:
‘Yine de Erdoğan’ın ‘etkileyici ve önemli’ bir lider olduğu açık. Türkiye’nin demokrasi hamlesinde Atatürk’ten sonraki haneye adı bazıları istese de, istemese de yazılacaktır.’[1]
Fetullah Gülen 28 Şubat’ta ne yapmıştı?
- “TSK’nın dönemin Erbakan Hükümetinden daha demokrat olduğunu” açıklamıştı.
- Refah Partisi’nden farklı ve aykırı cephede olduğunu vurgulamıştı.
- “Ben Erbakan gibi değilim, çok hoşgörülüyüm ve düzenle barışık birisiyim” mesajı vermeye çalışmıştı.
- En kritik günlerde Erbakan’a “istifa et” çağrısı yapmış, Siyonist odakların ve cuntaların ağzıyla konuşmaktaydı.
- 28 Şubat’ın egemenleriyle diyalog yollarını aramış ve yalakalık yapmıştı.
- Bu arada Refah-Yol hükümeti devrilip yerine yeni hükümet kurulduğunda Zaman gazetesi 9 sütuna: “Hayırlı olsun. İşte kardeş kavgasına son verecek hükümet” manşetini atmıştı.
Ve şimdi, 28 Şubat üzerinden “TSK’yı karalama kampanyası ve darbe karşıtı kahramanlığı” yapılırken, neden hiç kimse, o süreçte Fetullah Gülen’in tutarsız tavrını sorgulamazdı? Ve aynı Fetullah Gülen bugün “Darbe karşıtı ve 28 Şubat mağduru” rolü oynamaktaydı.
Allah aşkına söyleyin bakalım; öyle zahiri etiket ve resmi hüviyet olarak değil; şahsiyet, haysiyet ve insani hassasiyet bakımından Fetulllah Gülen’le Fatih Altaylı’nın ne farkı vardı?
Ve yine Zaman yazarı Ali Bulaç, 28 Şubat’ı yorumladığı yazısında, Fetullah Gülen’in “O süreçte açıkça Erbakan’ın karşısında ve 28 Şubatçıların yanında yer almasına” tek kelime değinmeyip, Cemaatle tersleşip restleşmeye giren Recep T. Erdoğan ekibinin, ideallerinden vazgeçip “ilkesiz pragmatizme, hatta oportünizme kaydığını” ima etmek üzere:
“Erbakan Hoca, “Adil düzen”i, “İslam kardeşliği”ni, kendi köklerinden beslenen bir kimlik tanımını, “ahlak ve manevi değerlerin önemi”ni ve büyük bir bölgesel entegrasyon olup Abdülhamit’ten beri ölmeyen bir ideal olan “İslam Birliği”ni siyasete soktu.
“Bu iş Erbakan’ın kafasıyla olmaz” diye eleştirenler, onun “ideal politiği, reel politiğin önüne koyan” büyük siyasi ve ahlaki tutumunu anlamadılar, reel politiğe göre siyaset yapmanın ve yönetmenin insanı ilkesiz pragmatizme ve hatta oportünizme götüreceği gerçeğini göremediler. Erbakan Hoca, hiçbir zaman İslami referanslarını unutmadı. Onu rahmetle anıyoruz.”[2]
Diyerek AKP’yi eleştirmeye kalkmıştı. Peki, daha önce, AKP’nin bin türlü hıyanet ve melanetine mazeret fetvası, hatta keramet hırkası giydiren Ali Bulaç, yeni mi “acı gerçeklerin” farkına varmıştı? Yoksa “Amerika ve CIA, esas Fetullah’ın arkasındadır. Şimdi Onlara yaranmak zamanıdır” düşüncesiyle mi bu çıkışları yapmaktaydı?
Sahi karakter ve kalite olarak Ali Bulaç gibileri Erbakan’a mı yakındı, yoksa Fatih Altaylı ve Fetullah Gülen ayarında mıydı? Ve keşke bunlar yegane kuvvet ve kudret sahibi Amerika değil, Allah olduğunu unutmasalardı!..
Batılı gâvurlara figüranlık yapan asker ve sivil tüm 28 Şubatçıların dikkatine: “Bütün dinsiz devrimler önce kendi eniklerini yerdi!”
2012 Şubat sonuna doğru Uluslararası Ceza Mahkemesi(UCM) BDP’nin talebini resmen kabul ettiğini açıklamıştı. Artık Türkiye Uludere olaylarıyla ilgili olarak “savaş suçlusu” kapsamında soruşturulacaktı. Anahtar cümle UCM Roma Statüsü olmaktaydı.
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak’ın, Uludere Irak’ın sınırında 34 kişinin hayatını kaybettiği hava operasyonuyla ilgili Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yaptıkları başvuru işleme alınmıştı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işleme alınma yazısında şunlar vurgulanmıştı:
“Biz, göndermiş olduğunuz dokümanları, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü çerçevesinde değerlendirmeye almış bulunmaktayız. Bir karar ulaşır ulaşmaz sizi yazılı olarak bilgilendireceğiz ve size kararın gerekçeli metnini ileteceğiz.”
“Roma Statüsü” ne anlam taşımaktaydı?
Türkiye’ye yapılan suçlamanın aslı: “dokümanları Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü çerçevesinde değerlendirmesi” sözlerinde yatıyordu. Söz konusu statü dünyada işlenebilecek en büyük suç olarak kabul ediliyordu. Irak’ın kuzeyinde yaşanan olay şu maddeye göre soruşturulacak. Roma Statüsü, 139 devletin imzaladığı, 116 devletin taraf olduğu Statü ile kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi, soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçunun takibi konusunda tüm dünya üzerinde etkili tek hukuk mekanizması olarak varlığını sürdürüyordu. Mahkeme Roma Statüsü çerçevesinde izlemeye aldığı suçları, dünya üzerinde işlenen “en ciddi suçlar” olarak niteliyordu.
Peki, şimdi Türkiye neyle karşı karşıya bulunuyordu? İşte Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yaptığı işlemlerin bazıları şunlar oluyordu: 1993 yılından beri aralarında Bosna-Hersek, Ruanda, Sierra Leone ve Sudan’ın bulunduğu 12 farklı ülkede işlendiği iddialarına ilişkin 6 farklı uluslararası ya da özel mahkemede 200 civarında sanık hakkında 181 dava açılıyordu. Uluslararası Ceza Mahkemesi, bugüne kadar 6 ülkedeki ihlallerle ilgili soruşturma başlattı 18 yakalama, 9 tutuklama kararı yayınlıyordu. Bu kararlarının en sonuncusu, 27 Haziran 2011 tarihinde Libya lideri Muammer Kaddafi, oğlu ve hükümet sözcüsü Seyfülislam Kaddafi ve askeri istihbarat başkanı Abdullah El Senussi hakkında, insanlığa karşı suçlar işlendiği iddiasıyla alınıyordu. Uluslararası hukuk uzmanları, BDP’nin başvurusunun kabul edilmesiyle Türkiye’nin insanlığa karşı suçlar kapsamında yargılanmasının önünün açıldığını belirtiyordu. Buna göre, Irak’ın kuzeyinde ve Uludere sınır bölgesinde yaşanan olay hakkında uluslararası Ceza Mahkemesine BM garantisinde Türk makamlarını soruşturma yetkisi veriliyordu.”[3]
Yani önümüzdeki günlerde, bazı kurmay subaylarımız, komutanlarımız, yüksek bürokratlarımız hatta siyasi makamlarımız aleyhine suçlama ve tutuklama kararları çıkarsa, şaşırmamak gerekiyordu.
http://www.millicozum.com/mc/nisan-2012/28-subatin-figuranlari-v