ABD'nin PKK/PYD mevzilerini vurduğu iddiaları Türkiyenin gönlünü alma çabası mıydı?
ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonun, Rakka operasyonu kapsamında destek verdiği terör örgütü PKK/PYD mevzilerini vurduğu iddiaları kafa karıştırıcıydı. AA muhabirinin Rakka'daki yerel kaynaklardan aldığı bilgiye göre, koalisyona ait savaş uçakları, Akrişi beldesine hava operasyonu yapmıştı. Bu sırada PKK/PYD mevzilerinin vurulduğu, bombardımanda yaklaşık 40 teröristin öldüğü, çok sayıda teröristin de yaralandığı açıklanmıştı. Belde çevresinde terör örgütleri DEAŞ ile PKK/PYD arasında çatışmalar yaşandığını belirten kaynaklar, koalisyonun DEAŞ hedeflerine yoğun saldırı düzenlediğini aktarmıştı.[1]
Acaba bu iddialar, ABD Dışişleri Bakanlığının: Türkiye ile karşılıklı güveni kaybettik. Ama bozulan ilişkileri yeniden düzeltmek için çaba göstermekteyiz şeklindeki açıklamaları çerçevesinde Türkiye ile arayı düzeltme çabaları mıydı? Yoksa PYD mevzilerini, Türkiyenin ABD uçaklarının beynini karıştırması sonucu yanlışlıkla mı vurmuşlardı?
Türkiye bu uçurumdan tek parça kurtulamayacakmış!
Eski Pentagon yetkilisi, American Enterprise Instute (AEI) yazarı Neo-Con yazar, Yahudi Michael Rubin Türkiye hakkında ilginç bir yazı yayınlamıştı. Yazısında Beyaz Sarayın ve Pentagonun düşünmesi gereken sorunun Türkiye'yle nasıl iyi dost oluruz değil, Türkiye'nin çöküşünü nasıl yöneteceğiz olmalıdır. diyen Rubin Türkiye'nin bulunduğu yol; kaosa, çöküşe ve devletin yıkımına mı uzanıyor? Ne yazık ki, cevap 'evet' olabilir. Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'ın sürüklediği uçurumdan Türkiye tek parça kurtulamayabilir itirafında bulunmuşlardı. Rubin yazısında Türkiyenin kaosa çok yakın olduğunu ileri sürerek Hummalı bir aşamaya varmış kindarlık yüzünden ve hukuk yoluyla ya da seçimler aracılığıyla sorunlarını çözemeyen iktidar nedeniyle, Türkiye karmaşa içerisine sürüklenmeye bir kurşun uzaklığında olabilir ifadelerini kullanmıştı.
Michael Rubine göre:
Başkan Donald Trump, Mayıs ayında Türkiye'yi “Komünizme karşı Soğuk Savaş'ın temel direği” ve “Sovyet genişlemesine karşı bir kale” olarak nitelendirirken haklıydı. Daha önceki dönemlerde, kara istilalarının büyük bir stratejik endişe olduğu zamanlarda, Türkiye'nin konumu Doğu Avrupa ve Ortadoğu arasında bulunan İncirlik Hava Üssü'nü vazgeçilmez bir unsur haline taşımıştı. Ayrıca Türkiyenin kendi güçlü ordusu ve Batı'nın liberal değerlerini savunmak için ideolojik bir istekliliği vardı, bu da ABD'yi demokrasi, insan hakları ve iyi yönetim konusundaki periyodik sorulara rağmen Türkiye'yi bir güvenlik ortağı olarak görmeye zorlamıştı. Fakat tüm o cephelerde geçen o günler geride kalmıştı. Cruise füzeleri ve uzun menzilli hava araçlarıyla ABD, bir zamanlar İncirlik yerine şimdi Romanya, Ürdün ya da Irak'taki Kürt bölgelerinden bile Suriye'ye rahatlıkla ulaşmaktaydı Türkiye'nin demokrasi konusundaki taahhüt ve tavrı Avrupa Birliği'ne üyelik olasılığı konusundaki soruları, ABD daha acil bir sorgu ile değiştirmiş durumdaydı.Türkiye'nin bulunduğu yol kaosa, çöküşe ve devletin yıkımına mı uzanmaktaydı?
Rubin: Ne yazık ki, cevap 'evet' olabilir. Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'ın sürüklediği uçurumdan Türkiye tek parça kurtulamayabilir kehanetinde bulunmaktaydı.
Ona göre: Erdoğan kendini çok güçlü bir adam sanmaktaydı ve yüzeysel bir bakış açısıyla gücünün doruğunda bulunmaktaydı. Görünüşte mutlak kontrolü elinde bulunduran AKP'yi yerel, parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yedi başarı kazanmaya taşımış, cumhuriyetin ikonik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'le neredeyse aynı süre boyunca Türkiye'yi yönetmeyi başarmıştı. 16 Nisan'da yapılan anayasa referandumunun ardından Erdoğan muazzam bir zafer havasına kapılmış, Tarihimizdeki en önemli devlet reformunu gerçekleştiriyoruz,diyerek kendisini destekleyen binlerce kişiyi selamlamıştı. Ucu ucuna kazandığı galibiyetle -ki seçime karışan şaibe Güvenlik Örgütü ve Avrupa İşbirliği gibi uluslararası gözlemciler tarafından adil ve özgür bir seçim olmadığı dikkate alınmış bulunan- gücünün bir kısmını kaybetmiş olmasına rağmen Erdoğan'a yargı ve bürokrasi üzerinde süresiz ve olağanüstü bir kontrole sahip olarak kararnamelerle muhaliflerini mahkûm edebilme yetkisi kazanmıştı.
Peki ama Erdoğan göründüğü kadar güçlü sayılır mıydı? Belki de bu görünüş aldatıcıydı. Erdoğan seçim geçmişinde ezici çoğunluğu ancak iki defa kazanmıştı; bunların biri 2014'teki cumhurbaşkanlığı seçimi, diğeri ise önceki referandumdu. Erdoğan güçlü bir imaj uyandırmak için medyayı kontrol altına almış, muhalifleri susturmaya çalışmıştı. Gerçekte ise, Erdoğan'ı destekleyenler olduğu gibi ona muhalif çok sayıda Türk bulunmakta ve Erdoğan toplumu tehlikeli bir şekilde kutuplaştırmaktaydı. Günümüzde yaşananlar Türkiye'nin 1960'lar ve 1970'lerde yaşadığı kutuplaşmayı anımsatmaktadır. Grevler, solcu ve sağ kanat çeteler arasındaki sokak savaşları ve siyasi suikastlarla dolu kargaşa dolu yıllardı, bugün DHKP-C ve PKK da dahil olmak üzere halen aktif olan terörist ve isyancı grupların ortaya çıkmalarını sağlamıştı. Bu gruplarla mücadelede 40 binden fazla kişinin hayatı kararmıştı ve bu sayı giderek artmaktaydı…
Aynı çarpıklıklar, Erdoğan'ın karşı karşıya kaldığı darbelerle doruğa ulaşmıştı. Türk generaller ne vakit iktidara el koysalar, hem sağ hem de solda radikal hareketlere karşı önlem almışlar. İslamcı örgütleri baskılamışlardı. Bu tip müdahaleler kaos olasılığını azaltmış, düzeni sağlamış, ve demokrasiye kalibre ayarı çekmiş durumdaydı. (Çünkü Türk generaller iktidarı sürekli ellerinde tutmayı asla düşünmemişlerdi. Fakat her darbe büyük kayıplar vererek kazanılmıştı.) Askeri müdahaleler İslamcı ve Kürt ayrılıkçıların yeni jenerasyonlarına uygun kılıflar sağlamıştı. Darbe dönemlerinde oluşan kindarlığın uzantısı olan intikam duygusunun fitili ağır ağır tutuşmaktaydı. Kaldı ki Kenan Evren bile gerçekleştirdiği darbe için ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı – Erdoğan'ın kendisi dahi bu konuda iyi bir örnektir: Erdoğan gücünün tüm mekanizmalarını kullanarak başarısızlığa uğrayan darbe girişiminin ardından muhaliflerini hapsederken, hareketlerini ve nefretini sadece on yıllarca önce yaşanmış günahları temize çekmek olarak tanımlamıştı.
Ergenekon diye Fantastik Bir Dava tezgâhlanmıştı.
2007'de, Türk devleti Ergenekon adıyla bilinen, ordu, akademi ve sivil topluma sızmış hükümeti devirmek isteyen seküler Türklerden oluşan bir şebekeyi ortaya çıkarmak için yapılan fantastik bir davayla ilgili soruşturma başlattı. Sanıkların yüzleştikleri suçlamalar saçmalık boyutundaydı, fakat Erdoğan ordu içerisindeki müttefiklerini ve kontrolü altına aldığı medyayı ideolojik muhaliflerini köşeye sıkıştırmak için kullandı. Güvenlik güçleri yüzlerce kişiyi tutukladı, ve yükselmekte olan çok sayıda askeri yetkilinin kariyerleri sona erdi, adli tıp yetkilileri kanıtların sahte olduklarını neredeyse on yıl sonra ortaya çıkardıklarında, ceza alan kimse olmadı. Sonra sırayı Balyoz olayı aldı: 2010 yılında, bir askeri darbeyi haklı çıkarmak için toplumda karışıklık yaratmak adına kapsamlı bir plan hazırladıkları gerekçesi ile, yüzlerce liberal ve laik birey güvenlik güçleri tarafından tutuklandı. Uzmanlar kanıt olarak ortaya sunulan dijital verilerin sahte olduklarını ortaya çıkarana kadar bu kurbanların da hayatları karartılmıştı. Hatırlarsanız Erdoğan 15 Temmuz kalkışmasını “Allah'ın bir lütfu” olarak tanımlamıştı, çünkü politik muhaliflerini baskı altına almasını sağlayacaktı. Bugüne kadar, Erdoğan 140.000 memuru işinden atmış, 50.000'in üzerinde insanı hapse tıkmıştı ve bu sayı her geçen gün artmaktaydı. Bu tasfiye işlemini destekleyen kanıtlar, önceki muhaliflerin tasfiyesini sağlayan kanıtlardan daha sağlam sanılmasındı, aradaki tek fark, Erdoğan'ın yargı bağımsızlığına dair geriye kalan son izleri de ortadan kaldırması ve böylelikle tutsak ettiklerinin sistem tarafından bağışlanmasını engellemiş olmasıydı.
Oysa ailelerin sefil duruma düşmeleri ve horlanmaları, çocukların okullarından uzaklaşmaları yüzlerce intikam planını motive edebilirdi. Hummalı bir aşamaya varmış kindarlık yüzünden ve hukuk yoluyla ya da seçimler aracılığıyla sorunlarını çözemeyen muhalifler nedeniyle, Türkiye karmaşa içerisine sürüklenmeye bir kurşun uzaklığında olabilirdi. Politik istikrarını kaybetmesi Türkiye'nin karşılaşacağı yegâne tehlike olmayabilirdi, ülke aynı zamanda savunmasının en zayıf olduğu anda yenilenmiş terör tehditleri ile karşı karşıya kalabilirdi. Bir zamanlar Türk güvenlik birimleri bu saldırıları durdurabilirdi, ancak artık bu mümkün olmayabilirdi. Şimdi ise, bazı önde gelen Türk gazetecileri bu gerçeği belgelediklerinde hapse atılırken, Türk istihbarat servisi İslamcı radikallerin sınırı geçmelerine yardımcı oluvermekteydi diyen Rubin acaba kimleri kışkırtmaktaydı?
Erdoğan demokrasi konusundaki kararlılığını defalarca açıkladı ve Avrupa Birliği üyelik sürecinin bir parçası olarak, Türkiye'nin generallerinin yerel nüfuzunu zayıflatmak için talep edilen reformları kullandı. Hatta, üst düzey yetkililere (eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'a olduğu gibi) şantaj yaptı. Türk askerinin morali zayıflatıldı. Türk ordusu ve polisi anavatanlarını korumak isteseler de artık yapamazlardı. Darbeden sonra yapılan tasfiye, binlerce tecrübeli Türk askerinin ve terörle mücadele polisinin kariyerini sonlandırdı. Bunların yerini almak için ise yeterlilikten ziyade Erdoğan'a sadakat öne çıkarıldı. Bu arada Güneydoğu'nun bir bölümü Türk devletinin kontrolü dışına çıkmıştı. Türkiye Kürtleri şimdilerde Türkiye'nin sadece iç sınırlarının mı değişeceğini yoksa dış sınırlarının da değişip değişmeyeceğini tartışıyorlardı. Üzerinde anlaştıkları yegâne konu ise, Erdoğan'ın eylemlerinin yıllar öncesinde kalan barış sürecine dönülmesini imkânsız hale getirmiş olmasıydı…
Erdoğan, ekonomide geçici başarısı sayesinde bir miktar kredi kazandı, ancak buna rağmen sandığı kadar güçlü ve istikrarlı sayılmazdı: Kendisi hem Türklerin ''yeşil sermaye'' dedikleri paradan faydalandı -Katar ve Suudi Arabistan'da bulunan bağışçıların kayıt dışı parasıydı- hem de demografik bölünmeden faydalandı. Ancak bunların hiçbiri, Türkiye'nin ekonomisinin tıkandığını ve geniş bir düşüş ile karşı karşıya kaldığını maskeleyemeye yeterli olmazdı. Son beş yılda, Türkiye'nin para birimi dolar karşısında değerinin yarısını kaybetmiş durumdaydı. Enflasyon dokuz yılın en yüksek seviyesine çıkmıştı. Özel borçlar hızla artmıştı ve bankalar risk altındaydı. Nitekim Uluslararası borç verenler artık Türk bankalarından kaçıyorlardı. Bu sorunları çözmek yerine, Erdoğan onları reddedip dışlamaktaydı. Son olarak Standart & Poor's, Fitch ve son olarak Moody's Türkiye'nin notunu düşürdüğünde Erdoğan bu durumu önemsiz gördüklerini belirtirken bu kuruluşları kendilerine komplo düzenlemekle suçlamıştı. AKP trolleri, Türkiye'nin mali durumunu sorgulayan uluslararası analistler ve bankalara karşı kampanyalar başlatmıştı, bu da mukadder sonunu hızlandırmaktaydı.
Türkiye bugün istikrarlı gibi görünebilir ancak bunun altı çürük durumdadır. Yaklaşık 15 yıldır iktidarda kalan Erdoğan'ın mirası, Türkiye'nin geçici ve göstermelik istikrarının temelini attı. Ve iktidarın konsolide edilmesi ile, ölmesi ya da görevden ayrılması durumunda onun yerini almaya hazır hiç kimseyi bırakmadı. Erdoğan'ın gürlemesi gerçek gücüyle ters orantılıydı. Tabanını sağlamlaştırmak için Amerikan karşıtlığı yapmakta, ve açıkça Türkiye'nin avantajına olacağını sanarak, Rusya'yı ABD'ye karşı kullanabileceğine inanmaktaydı. Fakat şunu anlayamıyor ki, Rus lideri Vladimir Putin öyle donanımlı başkandı ki, Erdoğan onunla oynayacağına Putin Erdoğan'la oynayacaktı. Her iki durumda da böyle bir strateji Türkiye için kaçınılmaz bir kayba yol açacaktı. Öyle ise Beyaz Saray'ın ve Pentagon'un düşünmesi gereken soru, Türkiye'yle nasıl iyi dost oluruz değil, Türkiye'nin çöküşünü nasıl yöneteceğiz olmalıydı[2] diyen Michael Rubin, AKP Genel Başkanı Sn. Recep Beyin veya Türkiyenin geleceğini ve güvenliğini dert ediyor olamazdı. Yahudi stratejist Rubinin yazdıkları, Türkiyedeki kutlu gelişmelerden ve Erdoğan sonrası değişimlerden duyduğu kuşkuları yansıtmaktaydı.
Büyük İsrail için Türkiye parçalanacaktı!
Son günlerde bağımsız Kürdistan lafı daha sık duyulmaktadır. Konuyla ilgili olarakreferandum yapılması da hâlâ tartışılmaktadır. Türkiye referandum fikrine sıcak bakmıyor ve karşı çıkıyor ama ciddi ve caydırıcı tedbirlere de başvurmamaktadır. Bağımsız Kürdistan teklifine destek veren ülkelerin başında İsrail bulunmaktadır! İsrailli yazar EDY Cohen, İsrailin bağımsız Kürdistana ihtiyacı olduğunu yazmaktadır. Doğru, İsrailin bağımsız Kürdistanaihtiyacı olduğu kadar bağımsız Kürdistanın da İsraile ihtiyacı vardır! Özet olarak ifade etmek gerekirse bu ihtiyaç bölgeyi yeniden yapılandırmak isteyenlerin ortak ihtiyacıdır! İsrail bölgedebağımsız bir Kürdistana duyduğu ihtiyacı gayet açık bir biçimde gündeme taşımaktadır. Yakında bağımsız Kürdistan hayali ile yanıp tutuşanlardan da benzer açıklamalar duyulursa kimse şaşırmamalıdır.
Bu açıklama aslında BOP yani Büyük Ortadoğu Projesinin farklı bir anlatımıdır. Bölgeyi yeniden yapılandırmak isteyenlerin yeni devletler daha doğrusu devletçikler kurma planları vardır.
Bugüne kadar koruyup kolladıkları mutemet adamlarını bu devletçiklerin başına geçirme hesapları açıktır. İslam coğrafyasında yeni devletçikler oluşturma peşinde koşanlar bu niyetlerini birinci dünya savaşından sonra Kürtlere verilen bağımsız devlet sözünü hatırlatarak açığa vurmaktadır. Bugün bağımsız Kürdistanı ihtiyaç olarak gösterenler yarın da YPG gibi yapılanmalara olan ihtiyaçlarını da açığa vuracaklardır. Hatta şimdiden bu planları dile getirilmeye başlanmıştır. Mecburiyetten mazeretinin ardına sığınarak YPGye her türlü yardımı yapmıyorlar mı? Önce bağımsız Kürdistanı bir kursunlar ardından YPG ve PYD gibi yapılanmalara da meşruiyet ve resmiyet kazandıracaklardır. Ve sıra Türkiyenin parçalanmasına gelip dayanmıştır, tespitleri de yerden göğe haklıdır.
NATOdaki FETÖcü subaylar raporu ve sinsi hesapları
NATOdaki FETÖcü subaylar hazırladıkları 15 Temmuza ilişkin 138 sayfalık bir raporu kullanıma sunmuşlardı. Rapor, ilk olarak 16 Mayıs 2017 tarihinde FETÖcü askerlerin kurduğu Purged NATO web sitesinde yayınlanmıştı. Ardından Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan düşmanlığının kalemşorluğuyla tanınan ABDde American Enterprise Institute strateji kuruluşundan Michael Rubin raporu twitter hesabından paylaşmıştı. O Rubin ki, 15 Temmuz öncesi Türkiye'de askeri bir darbenin olabileceğini, 15 Temmuz sonrası ise darbenin başarısız olması üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğana suikast yapılabileceğini, son ABD ziyaretinde ABDdeki Zarrap davası nedeniyle de tutuklanabileceğini iddia etmiş insandı. Rapor, temel dayanağını 15 Temmuzu kontrollü darbe yakıştırması üzerine kurgulanmıştı. Raporda; 15 Temmuz'un darbeci tüm askerleri mağdur gösterilerek, 15 Temmuz'un Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından planladığına dair kara propagandanın tüm teknikleri kullanılmıştı. Kirli ve karanlık ellerin mahsulü olan bu raporda hedefine koyduğu Cumhurbaşkanı Erdoğanın savaş suçlusu olarak yargılanacağı vurgulanmaktaydı.
Washington Timese göre, Ortadoğuda toplu bir savaş artık kaçınılmazdı!
ABD Başkanı Donald Trumpun medyadaki destekçilerinden olarak bilinen Washington Times gazetesi, ABD ve İsrailin Suriye savaşına doğrudan dahil olmalarının artık kaçınılmaz olarak görüldüğünü yazmıştı. Washington Times, Hem ABD hem de İsrailin Suriye savaşına doğrudan dahil olmalarının artık kaçınılmaz hale geldiği görüşünü savunduğu analizinde Suriye savaşının daha kötüleştiğini vurgularken savaşın kurbanlarının sayısının arttığını ve mülteci sayısının 9 milyonu aştığını vurgulamıştı.
Trump yönetiminin ise şimdiye kadar Esad rejiminin destekçileri Rusya ve İran ile doğrudan çatışmaktan kaçındığını, Suriyenin komşularından İsrailin de tarafsız kalmaya çalıştığını kaydeden gazete, “Suriye şimdi Trumpun dış politikası açısından kritik bir test haline geldi” yorumunu yapmıştı. Washington Times, Esad ve onunla müttefik Rus ve İranlı güçlerin silahsız halka karşı kimyasal silahlar kullanmaları durumunda bunun Başkan Trumpun başka ülkelerin içişlerine karışmama politikası için nihai test oluşturacağını savunduğu analizinde Suriyede olası bir kimyasal savaşın ABDnin politikasının bazı unsurları üzerinde yeni bir değerlendirme gerektireceğini de yazmıştı.[3]
Tabi bu gibi tahmin ve tahlilleri, ABDnin ve Siyonist lobilerin tahrik ve tertibi olarak okumak lazımdı.
ABD'li senatörden itiraf: Sürekli kaybediyoruz, yeni savaşlar açmalıyız!
ABD'li Cumhuriyetçi Arizona Senatörü John McCain katıldığı bir televizyon programında ülkesinin dış politikasını değerlendirirken sunucunun:
“Yakın zaman önce Afganistan'daydınız. Oradaki izleniminiz neydi?” sorusuna verdiği yanıtta: “Bir stratejimiz yok ve kaybediyoruz. Eğer yenemiyorsanız, kaybediyorsunuz demektir. Afgan Ulusal Ordusu da kabul edilemez kayıplar yaşıyor. Bizim yeni bir stratejimiz olacak. Bilirsin, bize gelip ek fon, ek insan ve ek görev soruyorlar. Bunları bir stratejimiz olmadan yapamayız. O zaman fonlamaya, askere, tank ve toplara yeni savaşlar için izin çıkarmalıyız” ifadelerini kullanmıştı.
Yaptığımız savaş ilanıymış!
YPG işi iyiden iyiye azıtmış durumda. Kendi yaptıklarını DEAŞe karşı mücadele olarak göstermeye çalışan YPG, Türkiyenin tedbir amacıyla Suriyenin kuzeyinde askeri birliklerini konuşlandırmasını savaş ilanı olarak algılamaktaydı. Yakında benzer sözleri ABDli yetkililerden de duyarsak şaşırmamalıydı. Çünkü onlar da YPGyi DEAŞ ile mücadelelerinde önemli bir faktör olarak kullanmaktaydı ve Türkiyenin tüm itirazlarına rağmen onlara destek vermekten vazgeçmiyorlardı. Aslında YPG bu tür çıkışları ile Türkiye sınırına yaptığı yığınağı örtbas etmeye çalışmaktaydı. Bilindiği gibi DEAŞ ile mücadele edecek diye kendisine verilen silah ve mühimmatın önemli bir bölümünü Türkiye sınırına yerleştirmiş bulunuyorlardı.
YPG tarafından yapılan son açıklamalar gösteriyor ki bu yığınağın DEAŞ tehlikesi ile hiç ilgisi bulunmamaktaydı. Akılları sıra doğrudan Türkiyeden gelecek bir tehlikeye karşı önlem alıyor olmalılardı. YPGnin akıl ve mantıktan uzak bu tür açıklamalarına karşı Türk Devletinin ve askeri hazırlıkların savaş ilanı değil güneyden gelecek olası bir tehlikeye karşı tedbir olduğunu ifade etmeleri haklıydı. YPG elbette sadece Türkiye sınırına yığınak yapmakla kalmayacak ve Türkiyedeki uzantısı PKKyı da koruyup kollayacak ve Amerikadan aldığı silah yardımını onlara ulaştıracaktı.[4]
Erbakan sayesinde başlatılan ve kahraman ordumuzca başarılan 1974 şanlı Kıbrıs çıkarmamızı hatırlayın; şimdi Ortadoğudaki yeni bir savaşta BATI ve NATO yanımızda mı, karşımızda mı olacaktı?
BMden Srebrenitsa soykırımı itirafı iyi okunmalıydı. BM Genel Sekreteri Guterres, Srebrenitsa soykırımı ile ilgili olarak, Bu tür zulümleri önlemeye yardımcı olmak için geçmişe dürüstçe bakmalı, bu suçların gerçekleşmesine izin veren rollerimizi kabul etmeliyiz itirafında bulunmuşlardı. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres, 22 yıl önce Bosna Savaşında Sırp ordusu tarafından gerçekleştirilen Srebrenitsa soykırımına ilişkin bir anma mesajı yayınlamıştı. Genel Sekreter Guterres, BMnin kurulmasından bu yana Avrupa topraklarındaki en büyük zulüm olan Srebrenitsa soykırımının üzerinden 22 sene geçtiğini hatırlatmıştı.
Geçmişe dürüstçe bakmalı ve rollerimizi kabul etmeliyiz itirafı!
Bu yılın aynı zamanda BM tarafından, eski Yugoslavya topraklarında uluslararası hukukun ciddi şekilde ihlalinin sorumlularının yargılanması için kurulan Eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesinin (ICTY) kapılarının kapatılmasına da işaret edeceğini belirten Guterres: Temmuz 1995te Srebrenistada yaşanan korkunç olaylar tarihi gerçeklerdir ve kapsamlı olarak belgelenmiştir. ICTY ve Uluslararası Adalet Divanı, ikisi de Srebrenistada işlenen eylemlerin soykırım olduğu kararını vermiştir. ICTY, farklı kişilerin Srebrenista katliamı için verdiği cezai sorumluluğu belirlemiş ve onları soykırım nedeniyle mahkûm etmiştir. Bu tür zulümleri önlemeye yardımcı olmak için geçmişi dürüstçe değerlendirmeli, bu suçların oluştuğunu ve gerçekleşmesine izin veren rollerimizi kabul etmeliyiz itirafında bulunmuşlardı.
Şimdi sırtını NATOya, Amerikaya ve Avrupaya dayayan, ara sırada Rusyaya göz kırpıp kendi akıllarınca Batıya şantaj yapan AKP iktidarına ve Genel Başkanına sormak lazımdı: Ortadoğuda kaçınılmaz görünen yeni bir kapışmada, BM ve NATO bizim yanımızda mı, karşımızda mı duracaklardı?
AB ve ABD dâhil her sözde gücü yöneten Siyonist Sermaye, başta CIA olmak üzere, bilinen kuruluşları eliyle yine bilinen örgütleri bizzat kendisi üretip devreye sokmaktaydı! Soruyorum: CIA ve diğerlerinin ürettikleri paravan örgütleri olan El-Kaide ve IŞİD kurulmasaydı; Suriye, Irak, Libya, Yemen bugünkü zavallı durumlarda olurlar mıydı? Mısırda askeri darbe yapılır mıydı? Körfez ülkeleri birbirlerine sataşır mıydı? Biraz daha ileri gidelim; 28 Şubat yaşanır ve Erdoğan iktidara taşınır mıydı?
Yeni bir iddia vardı: Türkiye, Katar, Güney Afrika, Kuveyt, Irak, Suriye ve Afganistan Washingtona kayıtsız şartsız bağlı olmaya yanaşmamıştı. Şimdi bu ülkeler için Stratforda özel toplantılar yapılmaktaydı. CIA, Britanyaya çok yakın olduğu için Stratforu kurmuşlardı. Stratfor Gölge CIA değil, CIAnın kendisi sayılmaktaydı. O toplantılarda Türkiye, Katar, Güney Afrika, Kuveyt, Irak, Suriye ve Afganistanın zayıf noktaları hazırlanmıştı. Stratfor, Katar ve Türkiyeyi çok özel çalışmıştı. En özel dosyalar Türkiye ve Katar için hazırlanmıştı. Dosyalarda duyduğuma göre Türkiyede kaos!.. planlanmıştı.(Ergün Diler, 11.07.2017)
Haçlı-Siyonist ittifakının hedefi İsrailin güvenliğini sağlamaktı.
Haçlı-Siyonist ittifakının iki hedefinden birinin İsrailin güvenliği, ikincisinin ise İslam dünyasının sömürülmesi olduğunu artık bilmeyen ve görmeyen kalmadı. Elbette İsrailin güvenliğinin sağlanması ve İslam dünyasının sömürülmesi söz konusu olduğunda öncelikli olarak İslam ülkelerinin sürekli çatışma halinde olması, her fırsatta küçük parçalara ayrıştırılması stratejinin ağırlık noktasını oluşturmaktadır. Hemen belirtmekte yarar var ki, Siyonistlerin de öncelikli hedefleri İsrailin güvenliği olmakla birlikte nihai hedefleri de Büyük İsrailin oluşturulmasıdır. Çünkü bu hedef onların batıl inançlarının bir parçasıdır. Netice itibariyle Haçlı-Siyonist ittifakı devam ettiği sürece özelde Ortadoğuda, genelde İslam dünyasında çatışmaların sürüp gitmesi kaçınılmazdır. Bu noktada akla, mademki esas mesele İsrailin güvenliğinin sağlanmasıdır o zaman bölge dışındaki İslam ülkeleri niçin aynı ittifakın hedefindedir? sorusu gelebilir. Bu sorunun cevabı yıllar önce rahmetli Erbakan Hocam tarafından dile getirilmiştir. Bunun sebebi Siyonist-Haçlı ittifakının karşısına bir İslam Birliğinin çıkmamasıdır. Çünkü İslam Birliği bölgemizle sınırlı kalmayacaktır. D-8i oluşturan ülkeler buna göre hazırlanmıştır.
İslam ülkelerinin bir yandan ABD ve AB ülkeleri ile öbür yandan İsrail ile iyi ilişkiler kurarak, bir başka ifadeyle bu ülkeleri dost ve müttefik ilan ederek Haçlı-Siyonist ittifakının faaliyetlerini etkisizleştirmeleri imkânsızdır. Bu bahane ile bilerek ya da bilmeyerek Siyonist-Haçlı ittifakına destek verilmiş olmaktadır. Çünkü Siyonist-Haçlı ittifakı ile birlikte hareket, İslam Birliğinin kurulmasına engel olmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğanın G20 zirvesini değerlendirirken PKK ve FETÖden Kıbrısa, Suriyeden Katar krizine kadar yaptığı değerlendirmelerde elbette doğruluk payı vardır. FETÖnün bir terör örgütü olması, bu örgüte ABD ve AB ülkelerinin destek çıkması, Suriyede terör örgütlerinin yine aynı ülkeler tarafından destekleniyor olması, Katara uygulamaya konulan ambargonun maksat ve hedefinin bölgemiz ülkeleri arasında yeni bir çatışmayı kızıştırması, Kıbrısta Türk tarafının tüm yapıcı gayretlerine rağmen şartsız teslime zorlanması, Almanya yönetiminin Cumhurbaşkanımızın Türklerle bir araya gelmesini engelleme çabası, Irakın işgalinden bugüne yaşananlar ve şu günlerde Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin bağımsızlık için referanduma hazırlanmasının muhtemel sonuçları konusunda yaptığı değerlendirmeler haklıydı.
Ancak, bir takım sözlü tepkiler ortaya koymanın ötesinde uygulanan politikalarda bir değişikliğin olmayışı neticede Haçlı-Siyonist ittifakının bildiği yolda yürümesine yaramaktaydı. Uzun yıllardan beri dış politikada Türkiyenin tercihlerinin aleyhimize sonuçlar verdiğini hatırlamak lazımdı. Siyonist-Haçlı ittifakının hedefleri biliniyor olmasına rağmen güçten anlayan bu ittifakın karşısında yeni bir ittifak oluşturma yönünde harekete geçilmiyor olması, doğruları bile bile yanlış yolda yürümek anlamını taşırdı. Hâlbuki Türkiyenin Siyonist-Haçlı ittifakı olarak nitelendirdiğimiz safta yer almaya mecbur sanılması suni ve kasıtlı bir algıydı. Kamp ya da saf değiştirmenin birtakım sıkıntıları olmakla birlikte yeni ve adil bir oluşumu imkânsız görmek, inancımıza da, tarihi fırsatlara da aykırıydı. Batı olarak nitelendirdiğimiz safta yer almakla ödediğimiz faturanın çok azı bile İslam Birliğini kurmak için yeterli olacaktı. Ama yabancı istihbarat örgütlerinin oluşturduğu etkilerle düşmanları dost bellemekten bir türlü kurtulamayan AKP kafasından bunları beklemek boşunaydı diyen Abdülkadir Özkan, sağ olsun hem tehlikeyi, hem de reçeteyi hatırlatmışlardı.
FETÖ fesatçılığı!
AKP ve yandaşları, elbette Fetullah Gülen cemaatinin engin desteği ile yıllarca ordunun din düşmanı olduğu yalanını yaymış ve FETÖcü yapılanmaya zemin hazırlamıştı. Küçücük çocukların daha ortaokul yaşlarında askeri liselere alındığını, burada sadece Atatürk'le beyinlerinin yıkandığını, dine düşman olarak hazırlandıklarını ve hep Genelkurmay Başkanı olmak ve ondan sonra darbe yaparak ülkenin başına oturmak hayalleriyle donatıldıklarını söyleyip durmuşlardı. Milletin bir bölümü bu yalanlara inanmış, maalesef bazı komutanların ve subayların yanlış ve yaralayıcı yaklaşımları da etkili olarak şanlı bir tarih yazmış, kahramanlıkları dünyaya parmak ısırtan Türk ordusuna düşman bir kesim oluşturmuşlardı. Özellikle Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında AKP'lilerin ve yancı kesimlerin cemaatçilerin ordu hakkında söyledikleri, gazetelerinde yazdıkları herhalde hâlâ herkesin hafızasındadır. Bu rezil kampanyadan ister istemez ülkenin laik ve Atatürkçü kesimleri de etkilenmiş durumdaydı. Onlar da bu saldırılar karşısında Türk ordusunun laikliğin ve Atatürkçülüğün yılmaz bekçisi olduğu yanılgısına kapılmışlardı. Oysa Türk ordusu ne din düşmanıydı, ne de laikliğin ve Atatürkçülüğün kalesi konumundaydı. Türk ordusu milletin bir parçasıydı ve önce vatan onların parolasıydı. Ama 15 Temmuz'a gelindiğinde ortaya çıktı ki, laik Atatürkçü sanılan ordunun yarıya yakını meğer bir cemaatin militanları yapılmıştı. Harp okullarında yüksek eğitimler almış, Akademilerin çetin koşullarını aşıp kurmaylığı kazanmış, birden fazla yabancı dil konuşan, çağdaş dünya ülkelerini yakından tanıma fırsatı bulmuş ve orgeneralliğe kadar yükselmiş olanlarının bile Fetullah Gülen'in burnunu sildiği kâğıt mendili kutsal bir emanet gibi sakladığı ortaya çıkmıştı. Asırlardır Türk Milleti'nin zaferi için her türlü fedakârlığı yaptığını düşündüğümüz ordumuz meğer Amerikan güdümlü bir din istismarcısı grubun hizmetkârıydı. Ve bu acı ve utandırıcı manzaranın ortaya çıkmasında AKP iktidarı, Fetullahçıların suç ortağıydı.
Hâkim Adem Arslan, Hakim ve Savcılar Kuruluna (HSK) FETÖyle mücadele kapsamında izlenen yöntemlere ilişkin önerilerini sıralamıştı.
Hâkim Adem Arslan, büyük bir basiret ve cesaretle Hakim ve Savcılar Kuruluna (HSK) FETÖyle mücadele kapsamında izlenen yöntemlere ilişkin önerilerini sıralamıştı. Yargı mensuplarının resmi sitesi adalet.orgta bir yazı kaleme alan Hakim Adem Arslan, FETÖnün yargıdan nasıl temizlenebileceğini anlatmıştı. Daha çok adam ihraç ederek cemaati daha çok bitiremezsiniz. Zira cemaat bir zihniyettir. Çarpık bir zihniyet, bozuk bir saat, doğru tartmayan bir kantar, yanlış yönü gösteren bir pusula gibidir… Her ne olursa olsun cemaat bireyden öte bir öğretidir… Sapık ve çarpık bir öğreti. Bu zihniyeti yok etmeden cemaati yok etmek mümkün değildir. Cemaati yok etmek, hatırlanmamak üzere gömmek mi istiyorsun? sorusunu ise şöyle yanıtlamaktaydı.
FETÖyü yok etmek için onu hatırlatan tüm unsurları yok etmek gerektiğini vurgulayan Hâkim Adem Arslan, bu unsurları şöyle sıralamıştı:
Korku salmaya son ver, güveni ve öz güveni tesis et, açıktan yazıp çizeni, hatayı 'yüze söyleyeni' hasım belleme. Gizli kapaklı iş çevirme, bir yetki, bir tayin, bir unvan için kapında yatanlara saygı gösterme… Şeffaflıktan kaçınma, hak edene hak ettiğini ver, iş takibini bırak, hemşericiliğe son ver, yalakalığa prim verme, liyakati esas al. Yani kafayı değiştir, bu zihniyeti bırak… 'Ne kadar çok adam ihraç edersem o kadar çok cemaati bitiririm' diye düşünme sakın. Cemaat bir zihniyettir zira, çarpık bir zihniyet. Bu zihniyetin yaşamasına izin verme. O halde ne mi yap? Bu zihniyeti yaşatan ve anımsatan tüm unsurları ortadan kaldır. Önyargılı olma, adam sendecilik yapma, adil olmayan her bir talebe kapıyı kapat. Ulaşılan değil ulaşılamayan HSYK ol. Adaleti tesis et. Adamına göre iş yapma, yaptırma. Adam kayırmaktan vazgeç.
HSKyı eleştirenleri düşman olarak görmemek gerektiğine vurgu yapan Hâkim Adem Arslan, yazısını şu sözlerle sonlandırmıştı:
Dün cemaate yaltaklanan adamın aynı şeyi bugün de sana yapmasına fırsat verme. Seni öveni peşinen dost, yereni ise peşinen düşman belleme. Her dönem tuzu kuru adamları iyi incele. Sonra dönüp geriye bak. Tüm bu unsurlar hâlâ yerli yerinde ise değişen bir şey yoksa şayet; kaç adam atarsan at, tabelada ne yazarsa yazsın, asla cemaati bitiremezsin, bunu da böyle bilesin. Çünkü cemaat, adaletsizlik demektir, liyakatsizlik demektir, talimat ile iş yapmak demektir. Hukuku silah olarak kullanmak demektir. İş takipçiliği demektir, Önyargı demektir, hizipçilik demektir, tefrika demektir, yalakalık demektir, sorgulamamak demektir, irdelememek demektir. Ayağı baş, başı ayak yapmak demektir. Cemaat körü körüne 'biat etmek' demektir. Sen adaleti ve liyakati egemen kılamazsan, yanlış biat kültürünü yaşatmaya devam edersen, yalakalığa prim verirsen, hak etmeyene paye verip hak edeni görmezden gelirsen, talimat ile iş yaparsan, birilerinin payandası olursan, saygınlığını koruyamazsan, tarafsızlığına ve bağımsızlığına gölge düşürürsen, adaleti sağlayamazsan, insanlara güven veremezsen, kimseyi de güvende hissettiremezsen şayet; cemaat asla bitmez bunu da böyle bilesin.
[1] 10 07 2017 – Habertürk
[2] Kaynak: http://www.aci.org/publication/turkeys-coming-chaos/
[3] Bak: http://odatv.com/savaş-artık-kacinilmaz-0207171200.html
[4] zekiceyhan@milligazete.com.tr