Anasayfa » AKP İÇİNDE İKTİDAR KAVGASI VE BİRKAÇ AY SONRASI!?

AKP İÇİNDE İKTİDAR KAVGASI VE BİRKAÇ AY SONRASI!?

Yazar: yonetici
0 Yorum 135 Görüntüleyen

 

AKP İÇİNDE İKTİDAR KAVGASI VE BİRKAÇ AY SONRASI!?

 

AKP’de Davutoğlu’nu etkisiz kılma adımı!

AKP MKYK’sında alınan kararla il ve ilçe başkanlarını atama yetkisi Genel Başkan’dan alınarak yeniden Genel Kurul’a aktarılmıştı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik MKYK toplantısı sonrası bir açıklama yapmıştı. Buna göre AKP MKYK’sında alınan kararla il ve ilçe başkanlarını atama yetkisi Genel Başkan’dan alınarak yeniden Genel Kurul’a verilmiş bulunmaktaydı. AKP’de il ve ilçe başkanlarını atama yetkisinin Genel Başkan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’ndan alınması kararı, Erdoğan-Davutoğlu kavgasının artık su yüzüne çıkması ve resmiyet kazanmasıydı. Bu parti içi iktidar kavgasının hangi boyutlara uzanacağı ve kimlerin kazanacağı şimdilik belli olmasa da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıktı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan daha önce ’emanetçi’ modeline ve ‘tek adam partisi’ne karşı olduğunu kendisi açıklamıştı. Rahmetli Erbakan’ın yasaklı olduğu dönemlerde Milli Görüş partilerinde uygulanan ‘tek adamcı’lığı ve ‘emanetçi’liği çok yanlış bulduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Ve hatta bu işbirlikçi Yenilikçiler, bu gerekçeyle yollarını ayırıp AKP’yi kurmuşlardı. Cumhurbaşkanlığına seçilip de genel başkanlığı Ahmet Davutoğlu’na devrederken de aynı kanaati paylaşmıştı. Davutoğlu’nun kendisine vekâlet edecek bir ‘emanetçi’ olmayacağını, AKP’nin de bir ‘tek adam partisi’ olmadığını üstüne basa basa ilan eden Erdoğan ‘Dava kişilerle kaim değil’ anlayışının, ‘ben değil biz’ şuurunun, perde arkasından parti idare etmeyi dürüst ve samimi bulmayışının bu veda konuşmasında etkisi olduğu sanılmaktaydı. Ayrıca Erdoğan’ın Özal tecrübesinden çıkardığı derslerin de ‘emanetçi’liğe ve ‘tek adamcı’lığa karşı olduğu kanaati vardı. Ancak Sn. Erdoğan yine herkesi şaşırtmış, bütün bu söylediklerini bir tarafa bırakmış ve şimdi “TEK ADAM”lığa başlamış, tabi ve teslim olmayanlara savaş mı açmıştı?

Nasuhi Güngör’ün Davutoğlu çıkışları!

Star medya grubu Nasuhi Güngör için verdiği kararla tartışılmaya başlanmıştı. Nasuhi Güngör A Haber kanalında Davutoğlu’nu eleştiren sözler edince yazılarına son verildiği ortaya çıkmıştı. Evet Hükümete yakın medyada Nasuhi Güngör şoku yaşanmıştı. A Haber kanalında Ahmet Davutoğlu hakkında söylediği bir cümle O’na pahalıya mal olmuş, Star Gazetesi Nasuhi Güngör ile yollarını ayırmıştı. İşine son verilmesine sebep olan sözleri A Haber’de yayınlanan “Toplumsal Hafıza” programında kullanmıştı. Hedefinde Ahmet Davutoğlu vardı ve ‘açıkça söyleyeceğim’ deyip şunları sıralamıştı:

“Siyasi boşluk var, Başkanlık sistemi ile ilgili sahici gündeme geçemediğimiz için, iki başlılık var. Daha da açık konuşacağım, Türkiye’nin paralel yapı ile mücadelesinde gayret etmesi gerekenler bunu yeterince yapmıyor. Siyasiler de bunu gündemlerine yeterince almıyor. Hükümet yeterince gündemine almıyor. AKP de almıyor gündemine. Çok daha aktif gündemlerine almak zorundalar.”

Nasuhi Güngör’ün: “Ahmet Davutoğlu ile devam edilemez” çıkışı!

“Davutoğlu, dışişleri bakanı olarak çok önemli hizmetler gördü. Ama Türkiye’nin Suriye ile de Rusya ile de devam eden ve niye devam ettiğini anlamadığım gerginlikle ilgili hâlâ bir çözüm üretilemiyor. Türkiye bu ikili yapıyı kırmak zorunda. Ve açık söyleyeyim Sayın Ahmet Davutoğlu ile artık bu mesele devam edemeyecek bir hale gelmiştir. AKP kendine yeni bir yol aramak durumundadır.”

Şimdi asıl şu sorunun yanıtını bulmak lazımdı:

Acaba Nasuhi Güngör, Ahmet Davutoğlu ile ilgili kendi kanaatini mi aktarmıştı, yoksa daha yukarıların mesela Sn. Erdoğan’ın rahatsızlığına mı tercümanlık yapmıştı? Medya kulisleri şimdi bu çıkışla çalkalanmaktaydı. İktidarda safların yeniden ayarlandığı konuşulmaktaydı. Star Gazetesi’nin de safını Davutoğlu’ndan yana seçtiği yorumları yapılmıştı.[1]

Bir zamanlar “Yenilikçi Hareket” kitabını yazıp, Sn. Recep T. Erdoğan’ın ABD’nin derin odaklarınca nasıl öne çıkarılıp Erbakan’ı devre dışı bırakmak üzere parlatıldığını ve AKP’nin perde arkasını, belgeleriyle ortaya koyan Nasuhi Güngör, daha sonra nasıl olduysa koyu bir iktidar yandaşı ve özellikle Erdoğan yalakası olup çıkmıştı. Acaba o kitabını mı yalan yanlış bilgilere dayandırıp Erdoğan’a iftira atmıştı? Yoksa, sonradan makam ve imkan karşılığı mı kiralanmıştı?

Bazı gazeteler AKP içindeki bu kavgayı: “AKP’de Saraylılar’la Hocacılar çatışması” şeklinde sunmuşlardı

Ayrışma AKP TBMM grubuna ve il ilçe örgütlerine yayılırken, Davutoğlu ekibinin Erdoğan’a yakın AKP’lilere ‘Saraylılar’, Erdoğan’a yakınlar da Davutoğlu’na yakınlara ‘Hocacılar’ diye hitap etmeye başlamıştı. Saray çevresinde ‘Rıza Zarrab’ın tutuklanmasından memnun olanlar var. Birilerinin önü açılmaya çalışılıyor’ yorumları öne çıkmıştı. Artık mecburen Ahmet Davutoğlu’nun Saray’a karşı kendi ‘iktidar tabanı’nı, ‘reel politika’nın bir gereği olarak güçlendirmeye çalıştığı çok açıktı. AKP’de içten içe yürüyen bu ‘kavga’nın hiç kuşkusuz başka tarafları vardı; Abdullah Gül…, Bülent Arınç…, Hüseyin Çelik…, Sadullah Ergin…, Nihat Ergün…, Evet bu isimlerin üstüne Saray tarafından kocaman çarpı işaretleri konulduğu da bilinip durulmaktaydı. Ama bir başka gerçek daha vardı: Bu da Erdoğan’ın hâlâ AKP üzerindeki ağırlığıydı. İpler bugün için Saray’ın elinde tutulmaktaydı. Sn. Erdoğan görünürde çok güçlü konumdaydı ve bu gücü hoyratça kullanmaya bayılırdı.

Türkiye’de sorunlar derinleştikçe AKP’deki ayrışma artmaya başlamıştı. AKP’deki makam ve menfaat ortaklığında çatlama yaşanmaktaydı. Erdoğan tarafında yer alanlara “Saraylılar”, Davutoğlu safında yer alanlara da “Hocacılar” dendiği ortaya çıkmıştı. AKP’de yaşanan gerilim ayrı toplantılara da yol açmıştı. Erdoğan’a yakın parti yöneticileri ve bakanlar sık sık kendi aralarında buluşurken, Davutoğlu’na yakın milletvekilleri ve bakanlar da kendi arasında toplanmaya başlamıştı. Taraflar birbirlerinin faaliyetlerini takip ederken, yaşanan bölünmenin boyutunun da giderek büyüdüğü konuşulmaktaydı. Tarafların normal bakanlar kurulu ve AKP MYK, MKYK toplantıları öncesinde kendi, aralarında toplanarak tavır belirledikleri de anlaşılmıştı.

AKP’deki ayrışma konusunda bilgi veren kaynaklar, Türkiye’nin sorunlarının giderek büyüdüğünü vurgularken, sorunların büyümesinin parti içinde farklılıkları öne çıkardığını vurgulamaktaydı. 7 Haziran’da 3 Dönem Kuralı bahanesiyle, 1 Kasım’da da “yenilere yer açma” gerekçesiyle aday yapılmamış bir AKP kurucusu, “Başkanlık, cemaatle mücadele, açılım, Suriye, …” gibi konularda partide ciddi ayrışmalar yaşandığını doğrulayarak, “Bu sorunlar yetmezmiş gibi şimdi de ‘dokunulmazlık’ tartışması yaşanıyor. Parti kurulduğu günlerdeki birliğini koruyamıyor. Korku ile sağlanan birlikte de erozyon yaşanıyor. Yarının ne olacağını kestirmek zor. Metal yorgunluğu var. Kırılma yaşanabilir. Ayrı toplantıları biz de duyduk. Bunlar iyiye işaret değil. Bunlar bize ANAP’ı hatırlatıyor” yorumunu yapmıştı.

“Saraylılar” ekibinin içinde kritik isim Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’dı. Ancak aynı ekipteki damat Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’a dikkat çekenler de vardı. Grup içinde gizli “Binalici” ve “damatçı” saflaşması olduğu konuşulmaktaydı. Erdoğan’a doğrudan bağlı isimler Binali Yıldırım’la temasta olsalar da damatla birlikte hareket etmeye, onunla gözükmeye özen gösteriyorlardı. AKP’de Davutoğlu ekibinin sayısı azdı. Milletvekili listeleri sarayda hazırlandığı için doğrudan Davutoğlu ile bağı olanların sayısı 10-15 civarındaydı. Ancak Davutoğlu her fırsatta milletvekillerini arkasına alma taktiğine başvurmaktaydı. Bunun yanında Davutoğlu’nun dış desteği fazlaydı, bunu da milletvekillerine ve örgütlere hissettirmeye çalışmaktaydı. AKP’de bu durum, “Davutoğlu’nun en büyük avantajı” olarak yorumlansa da, henüz sonuç alıcı bir gücü bulunmamaktaydı.

Bu arada Reza Zarrab’ın ABD’de tutuklanmasının Davutoğlu’nun elini güçlendirdiği vurgulanmıştı. Saray çevresinde, “Zarrab’ın tutuklanmasından memnun olanlar var. Birilerinin önü açılmaya çalışılıyor” yorumları yapılmıştı. AKP kulislerinde çok konuşulan konulardan biri de “Yeni Anayasa ve Başkanlık” oylamasıydı. Oylamada 330 bulunamaması durumunda Erdoğan’ın zor durumda kalacağı, bunun da Davutoğlu’nun işine yarayacağı açıktı. “Saraylı” ekip de bu konuda “Hocacı” ekibi takibe almış durumdaydı. Kimlerin kimlerle temas kurduğu araştırılmaktaydı. Erdoğan AKP grubundan emin olamadığı için durumu garantiye almadan teklifi oylatmaktan sakınmaktaydı. Hatta gruptaki kırılma nedeniyle “partili cumhurbaşkanı” formülünü gündeminde ilk sıraya aldığı konuşulmaktaydı.

AKP kurucularından eski bir bakanın değerlendirmesi anlamlıydı:

“Davutoğlu’nun son dönemdeki konuşmaları tamamen din üzerine kaydı. Uzun uzun cami, minare, din edebiyatı yapıyor. Bunları çıkarırsanız konuşmalarından hiçbir şey kalmıyor. Gazeteci arkadaşlarla sohbet ediyorum, ‘Davutoğlu’nun konuşmalarından haber yapmakta zorlanıyoruz. Başlığa çıkacak konu bulamıyoruz’ serzenişleri var. Gerçekten de öyle. Bir parti başkanı ne zaman işi gücü bırakıp dine sarılıyorsa işleri iyi değildir.”

Binali Yıldırım’ın oğlunun Singapur’daki kumar görüntülerini Davutoğlu Ekibi mi sızdırmıştı?

Binali Yıldırım, oğlunun Singapur’da çekilen kumar görüntüleriyle ilgili olarak: “Kafamda birtakım kuşkular var. Çok masum bir iş olmadığını düşünüyorum” itirafında bulunmuşlardı.

Oğlu Erkan Yıldırım’ın Singapur’da çekilen ve kumar oynadığı iddia edilen fotoğrafı hakkında ilk kez konuşan Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Milliyet’ten Serpil Çevikcan’a çelişkili açıklamalar yapmıştı. Oğlunun Singapur’da bir kumarhanede çekilen görüntülerine de değinen Yıldırım, “Bunun bana karşı bir operasyon olduğunu düşünmek için elimizde somut birtakım bilgiler olması lazım. Aksi takdirde benim siyaset anlayışımda, somut, elle tutulur bir bilgi-belge olmadıktan sonra onun peşine düşmem. O yüzden bunun çok masum bir iş olmadığını düşünmekle beraber herhangi bir adrese de işaret etmiyorum. Kafamda birtakım kuşkular var. Ama bu eninde sonunda ortaya çıkar” ifadelerini kullanmıştı. Acaba bu imalı sözlerle Davutoğlu ekibini mi suçlamışlardı.

“Belden aşağı siyaset artık çok modası geçmiş bir siyaset tarzıdır. Bunu tekrar ihya etmek isteyenler büyük yanlışlara kaymaktadır. Siyaseti aile üzerinden, çocuklar üzerinden yapmaya kalktığınız zaman bunun bedeli herkes için ağır olacaktır. Bunun ülkeye de siyasete de katkısı olmayacaktır. Kavga edilecekse, kavganın da bir ahlakı vardır. O ahlaka riayet etmek lazımdır” sitemleri acaba AKP içindeki rakip taraflara yönelik uyarılar mıydı?

Ve yine hatırlayacaksınız; Ahmet Davutoğlu’nun 28 Nisan’da Katar’a hareketi öncesi televizyonlardan canlı yayınlanan bir basın toplantısında Başbakan’ın yanına oturacak bakanlar arasında Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a yer ayrılmamıştı. Bu durum protokol memurlarının hatası sayılmıştı, ama Yıldırım oldukça alınmıştı. Binali Yıldırım’ın geçen Eylül ayında AKP Genel Kurulu’nda Davutoğlu karşısında adaylığı, Davutoğlu’nun Erdoğan’ın istediği listeye ağırlık vermesiyle gerçekleşememiş, ama kabinede yer almıştı. Başbakan’ın yanında yer ayrılmayınca O da gitmiş basın ve diğer izleyiciler için ayrılan koltuklara oturmak zorunda kalmıştı. Üstelik kaş yaparken göz çıkarmışlar ve: “Numan Kurtulmuş gelecekmiş, gelmezse siz buyurun” diyerek bir nevi aşağılamışlardı. Nihayet Davutoğlu gelince: “Böyle geçin” diye hatırlatmış, ama Binali Yıldırım yine “Burası ayrılmış” diye sitemkâr davranmış, ancak Davutoğlu üsteleyince kürsüye geçip oturmuşlardı. Bütün bunlar AKP’de bir iç hesaplaşmanın dışa vurumu olarak okunmalıydı! Hatta Habertürk yazarı Fatih Altaylı, Ankara kulislerinde “Erdoğan ve Davutoğlu arasında sorun var” iddialarını Halk TV’de değerlendirirken “Davutoğlu’nun daha önce de bir kez Erdoğan’a istifasını sunduğunu” açıklamıştı.

Not: Sonunda AKP kongre kararı almıştı!

04.05.2016 tarihli Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu arasındaki kritik görüşmenin ardından gündeme gelecek olağanüstü AKP kongresinin en geç 5 Haziran Pazar günü yapılacağı ve artık Ahmet Davutoğlu’nun aday olmayacağı kulislere yansımıştı! Artık gizlenemeyecek, küllenemeyecek şekilde alevlenen bu ayak oyunları Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında “kara kedi”lerin dolaştığının kanıtıydı. Yandaş medyada Cumhurbaşkanı’na yakın gazeteciler alenen “Başbakan Ahmet Davutoğlu ile işlerin yürümediğini” sıkça dillendirmeye başlamışlardı. Ahmet Davutoğlu ise bunları “AKP’yi medya aracılığıyla dizayn etme çabası” ile suçlamaktaydı. Örneğin, Sn. Erdoğan Hırvatistan’da: “Başbakanlığım döneminde Schengen’in Ekim 2016’da uygulamaya gireceği açıklandı. 4 ay öne çekmenin kazanım gibi sunulmasını anlayamıyorum. Küçük şeylerin, büyük kazanım gibi sunulmasına üzülüyorum” diyerek aslında Ahmet Davutoğlu’na sataşmıştı. Çünkü Davutoğlu’nun, Merkel’in Türkiye gezisi sırasında sarf ettiği: “En önemli husus Geri Kabul Anlaşması’nın devreye girmesiyle birlikte vize muafiyetinin de Haziran ayında devreye girmesidir” sözleri henüz unutulmamıştı. Yani Cumhurbaşkanı’na göre “küçük şey”, Başbakan’a göre “en önemli husus” sayılmıştı. Ve yine Sn. Davutoğlu’nun “Tam başkanlığı benimsiyorum dersem kendimi inkâr etmiş olurum” sözleri Cumhurbaşkanı’na sorulduğunda, şöyle yanıtlamıştı: “Onu bana değil, Ahmet Bey’e sormanız lazım.”!? İşte bu yanıtı bile Cumhurbaşkanı’nın bir kırgınlığını ve kızgınlığını ortaya koymaktaydı. Öyle görünüyor ki bir şeyler var ama belli ki tam adını koymamız için bir süre daha beklememiz lazımdı.

Bir adım ilerisini düşünemiyorlardı!

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “hodri meydan” demesiyle başlayan ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Anayasa’ya aykırı ama biz de varız” demesiyle hızlanan “dokunulmazlıkları bir defaya mahsus kaldırma” hazırlıklarında yine bir problem çıkmıştı. Güya “Paralel savcılar” tehlikesi ortaya çıkmış… İktidar partisi, dokunulmazlıkların kaldırılması ile birlikte savcıların talimatlarıyla; parti liderlerinin ve milletvekillerinin tutuklanmaya başlayacağından endişe duymaktaymış.!? Bunun için söz konusu dokunulmazlık dosyalarıyla ilgili olan 200 savcı incelemeye alınmış… Eğer bu savcılarda bir “Paralel kuşkusu” doğarsa, görev yerleri değiştirilerek “tehlike” savuşturulacakmış… Yani, Bağımsız HSYK’ya ya da bağımsız cumhuriyet başsavcılarına siyasi talimatlar yollanıp: “şu savcıların görev yerlerini değiştirin” dayatması mı yapılacaktı? Soruları ve uyarıları haksız mıydı?

Davutoğlu’nun ABD ziyaretini erteleten kim olaydı?

Davutoğlu’nun ABD ziyaretinin, Obama, Biden ve Davutoğlu’nun programlarının uyuşmaması bahanesiyle ertelendiği açıklanmıştı. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, 2-6 Mayıs tarihlerinde yapılması öngörülen Washington ziyareti sürpriz şekilde ertelenince kafalar karışmıştı. Hürriyet’ten Deniz Zeyrek’in haberine göre ziyaret, Başkan Barack Obama, Başkan Yardımcısı Joe Biden ve Davutoğlu’nun programlarının uyuşmaması nedeniyle ertelenmiş bulunmaktaydı. Türk kaynaklar, “Zaten bir tarih açıklamamıştık” derken, ABD’li kaynaklar, Obama’nın görüşme talebine olumlu yanıt verdiğini, ileri bir tarihte görüşmenin yapılacağını duyurmuşlardı. Ama diplomasi kulislerinde, bu ertelemenin Saray tarafından tezgâhlandığı konuşulmaktaydı.

Ahmet Davutoğlu, Murat Ülker’in çocukluk ve okul arkadaşıdır. İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde aynı yıllar eğitim almışlardır. Davutoğlu, Ülker Ailesi’yle İlkokulu bitirdiği yıl tanışmıştır. Daha sonra dost olmuşlar ve bu dostluk akrabalığa kadar varmış, Ahmet Davutoğlu’nun kızı Sefure, Sabri Ülker’in torunu Ahmet Özokur ile evlenip yuva kurmuşlardır.

Soner Yalçın Ülker Grubu ile aralarında geçen bir tartışmayı kaleme almış. “Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı, Efendi 2” adlı kitabında Sabri Ülker’e Sabetayist dediği iddiasıyla, Sabri Bey’in kendisine bir mektup gönderdiğini yazmıştı. “(…) Şahsım ve ailemle ilgili olarak açık bir isnat içermese de bulanıklık ve kuşku yaratma amaçlı olarak tanımlanacak bir tarzda kaleme aldığınız kitabınızda (…) belirtmek isterim ki, ailemizin Sabetaycılıkla ilgisi bulunmamıştır ve bulunmamaktadır.”

Sabri Ülker, kendisinin ve ailesinin Sabetayistlikle alakasının bulunmadığını hatırlatmıştır. Soner Yalçın “zaten ben böyle bir iddiada bulunmadım” diyerek ve 2006 İsrail’de yaşayan (şu an hayatta değil) Erroll Gelardin’in gönderdiği şu mektubu yayınlamıştır:

“Kayınpederim Hayim Vitali Nahum’un anlattıklarını size anlatacağım. Kırım Tatarlarından gelen bir ailenin çocukları olan Berksanlar’ın büyük ağabeyleri Asım, Beşler’de işçi iken orada çalışan bir Musevi kızına âşık olmuş ve Vitali Bey’in araya girmesi ile bu iki fakir genç evlenmişler. Beşler’in işi bozulduğunda kendilerine geçim yolu arayan Vitali Bey’in arkadaşı Asım’a yaptığı teklif üzerine ‘Ülker Şekerleme’ diye bir işyeri kurmuşlar ve şekerleme işinin üstadı olan Rum asıllı Palasko adlı biri ile de anlaşmışlar. Böylece dört ortak olarak işe başlamışlar. Zamanla zenginleşmeye başladıklarında Palasko işten ayrılmış ve üç ortak olarak ve kolektif şirket halinde işe devam edilmiştir. İşler daha da iyileştiğinde Berksanlar soyadlarını Ülker’e çevirmişlerdir. Sabri Ülker Bey’in beyan ettiği gibi kendisi Ülker’i kurmamıştır. Ülker’i kuran Hayim Vitali Nahum ve Asım Ülker’dir. Sabri Bey’i, Asım Bey kardeşi olduğu için ortak yapmıştır. Sabri Bey, o sıralarda üniversite öğrencisi idi. Hiçbir şekilde fabrika ile alakası yoktu. Ülker’i büyütebilmelerinin yegâne sebebi Hayim Vitali Nahum’un kendi çevresinden faizle para bulmasından dolayıdır.”

Asım Berksan ve Sabri Ülker 2 kardeş olmaktadır. 1929 ekonomik krizinde Kırım’dan Türkiye’ye taşınmışlardır. Asım Berksan ve Sabri Ülker’in soyadlarının farklı olmasının sebebi Asım Berksan ve çocuklarının daha sonra dede soyadlarına dönmesinden kaynaklıdır. Yahudi Gelardin’in mektubuna göre (ki zaten birçok kaynak Ülker’in kuruluşunda Rum ve Musevi iki ortağın olduğu belirtiliyor, isimlerini ise böylece öğrenmiş olduk: Rum asıllı Palosko ve Musevi Hayim Vitali Nahum!) Sabri Ülker’in kardeşi Asım Berksan (Ülker) BİR MUSEVİ KIZLA evlilik yapmışlardır. Daha sonra işleri ilerletince de bir Musevi ve Rum ile ortak olarak Ülker’i kurmuşlardır. Errol Geraldin, 10.10.2011 tarihinde Oda TV’de yayınladığı bir yazıda şu bilgileri aktarmıştır:

“Asım Ülker’in asıl adı “Fani” olan eşinden olan çocukları, Yahudi dinine göre Musevi sayılmaktadır. İsrail’e göç etmek isterlerse İsrail vatandaşlığına otomatik olarak alınacaklardır.”

Asım Ülker ailesi 1987’de tekrar Berksan soyadını almıştır. Ülker’deki yüzde 50 hissesini 1987’de Sabri Ülker’e devretmiş ve 2001’de de bu dünyadan ayrılmıştır. Oysa Ülker Hero Bebe bisküvisinde GDO çıkması ve Ülker ürünlerinde GDO’lu mısır şurubu kullanılması Sabetayistlik iddiasından çok daha önemli bir şekilde üzerine gidilmesi gereken bir olaydır.

Hillary Clinton ve Ahmet Davutoğlu ahbaplığı!

Hillary Clinton, yeni basılan “Hard Choices” adlı kitabında ABD Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönem (2009-2013) boyunca yaşadığı deneyimlerini anlatmıştır. Kitabında Türkiye’ye yaptığı ziyaretlere de yer veren Clinton, bu sırada Ahmet Davutoğlu ile ilgili görüşünü aktarmıştır. Clinton, Temmuz 2011’deki Türkiye ziyaretinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Davutoğlu’yla birlikte çekilen fotoğrafı paylaşmış ve fotoğrafın hemen yanında şu satırları yazılmıştır: “Ahmet Davutoğlu’yla üretken ve arkadaşça bir iş ilişkisi geliştirdim. Kimi zamanlar gerilsek de, ilişkimiz hiçbir zaman kopmadı.”

Hatip Dicle’den küstah uyarı: Dokunulmazlık kaldırılırsa Kürtler Türkiye’den kopacaktır!

DTK Eş Başkanı Hatip Dicle, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla ilgili açıklama yapmış ve “Bu girişim Kürtlerin Türkiye’den kopuşuna yol açar” tehditlerini savurmaya başlamıştı. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Hatip Dicle, HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile bazı HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması hakkında zehir zemberek açıklamalarda bulunmuşlardı. Dicle, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda görüşülen dokunulmazlıklarla ilgili, “HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması bizim döneme benzemez. HDP milletvekillerinin de bizlere yapıldığı gibi uzun yıllar hapsetme, Kürt halkının iradesini zindanlara tıkma gibi bir uygulama olursa, bunun yeni bir stratejinin değişimi tetikleyicisi olma ihtimali ağır ve yüksektir” şeklinde şu tehditleri savurmuşlardı: “Bugün açısından Kürt halkının geldiği özgürlük mücadelesi düzeyi eskisi gibi sanılmamalıdır. Artık ya çözüm veya kopuşun yol ayrımına gelmiş durumdayız. Çünkü HDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını bizim döneme benzetenler yanılmaktadır. Bu travmayı Kürt halkı kaldıramaz ve kopuş kaçınılmaz olacaktır.”

HDP’lilerin dokunulmazlığını Meclis değil millet kaldırmalı” diyen eski Fetullahçı yeni Erdoğancı Hüseyin Gülerce neyin hesabındaydı?

“PKK terörüne alenen destek veren, teröristin cenazesine, taziyesine giden HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması meselesi; Kürt siyasi hareketini ve CHP’yi ciddi şekilde karıştıracaktır. Bu konuda AKP’nin hazırladığı teklifin TBMM Anayasa Komisyonu’ndaki görüşmelerine başlanmıştır. 2016’nın en önemli siyasi gelişmesi olarak gördüğüm bu mesele, terörün bitirilmesi için toplumsal destek ve psikolojik eşiğin aşılması açısından da çok önemli sayılmalıdır. Bu açıdan 2016, terörle mücadelede tarihi dönüm noktası olacaktır.

PKK terörü, 40 yıla yakın birlik ve dirliğimizi, milletimizin istikbalini tehdit ediyor, kalkınma hamlelerimize set çekiyor. Dış politikada devletimize karşı kullanılan bölücü terörü bitirmeden millet olarak da, ülke olarak da düzlüğe çıkamayız. 2023 hedeflerine ulaşamayız. Başta Batı bloğu dışarıdan ve onların etkiledikleri taşeronlar içeriden, devam eden ve PKK’nın belini kıran operasyonları durdurmanın yollarını arıyor. “Kaç yıldır deneniyor, PKK güvenlik politikaları ile operasyonlar ile bitirilemez, etkisiz hale getirilemez. Tekrar masaya dönülmeli ve PKK ile müzakerelere başlanmalı” deniyor. Hiçbir samimiyeti olmayan, tıynetlerini ve cibilliyetlerini bildiklerimizden gelen bu çağrıyı hatırlarsanız, ilk defa 11 Ocak 2016’da bir bildiri ile 1128 akademisyen gündeme getirmişti. O günlerde Türkiye’ye gelen ABD Başkan Yardımcısı Biden, AB yetkilileri ve F. Gülen bu akademisyenlere sahip çıkmıştı. Türkiye’yi masaya oturtmak, PKK’yı kurtarmanın bir oyunudur. Onun da ötesinde AKP’ye intiharın yolunu göstermektir. Yüzlerce şehit verirken, PKK ile masaya oturmak, hükümetin intiharı olacaktır. Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan buna asla izin vermez, bu kesin. Tam tersine hem Sayın Erdoğan, hem de Sayın Davutoğlu ısrarla tek bir terörist kalmayıncaya, ülkenin her karış toprağında huzur ve güvenlik sağlanıncaya kadar operasyonların devam edeceğini tekrar tekrar söylüyorlar.

İşte tam burada, kararlılığın devamı için teröristlerden hiç farkı olmayan bazı HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, hayatî önem taşıyor. Çünkü PKK militanları devlete hendeklerde meydan okurken, bunlar da Meclis çatısı altında meydan okuyorlar. Teröristlere hadleri bildirilirken, milletin vekili gibi değil, terör örgütünün Meclis’teki temsilcisi gibi çalışanlara müsamaha gösterilemez, gösterilmemelidir. Bu, terörle topyekûn mücadeleyi zaafa uğratır. Bugün PKK terörüyle mücadelenin iki cephesi var; biri operasyonların yapıldığı ilçeler, mahalleler, Kandil. Diğer cephe de TBMM’dir… Türkiye iki cephede de kazanmak zorundadır.

Dokunulmazlıkların kaldırılması teklifi için Meclis’te gizli oylama yapılacak. CHP’nin yüzde 80’inin hayır oyu kullanacağı şimdiden söyleniyor. AKP ve MHP’de fire olur mu, ne kadar olur bilemiyoruz. İki ihtimal var. Birincisi, Meclis’teki oylamada 367’nin üzerinde evet oyu çıkarsa, teklif referanduma gerek kalmadan kabul edilmiş olacaktır. İkincisi, öneri 330-367 aralığında bir oyla kabul edilirse zorunlu referanduma başvurulacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bu durumda referandum kararı alacağına kesin gözüyle bakılmalıdır. Şahsen ben de bu konunun referandum ile sonuçlanması taraftarıyım. Teröre destek verenlerin, milletin vekili olamayacağına, yine milletin karar vermesi daha anlamlıdır!”[2] diyen eski Fetullahçı yeni Erdoğancı Hüseyin Gülerce neyin hesabındaydı? Yoksa AKP kurmayları, başta Sn. Cumhurbaşkanı ve Başbakan; siyasi PKK’lılarla birlikte dokunulmazlıkları kalkacak bazı milletvekili ve bakanların gizli ve kirli hesaplarının yargıya taşınması sonucu artık milletin yüzüne bakamayacakları kuşkusuna mı kapılmışlardı?

Diploma muammasının da bu kuşkularda payı var mıydı?

“Son zamanlarda sıkça gündeme taşınan ve kafaya takılan Sn. Cumhurbaşkanı’nın üniversite diploması meselesinin de bu telaş ve korkuda payı var mıydı? Güya, Anayasa’ya göre cumhurbaşkanı seçilmek için yükseköğrenim yapmış olma koşulu varmış, ama Sn. Erdoğan üç yıllık okul mezunuymuş, yasalara göre yükseköğrenimin koşulu dört yıllık üniversite sayılmaktaymış… Üstelik bitirdiğini iddia ettiği fakülte o tarihte henüz kurulmamışmış… Yok efendim bugüne kadar imzalı ve mühürlü diplomasını gören hiç kimse olmamışmış… Üniversite yıllarından bir tek arkadaşı çıkmamışmış, üniversite koridorlarında, sınıflarında kimse Ona rastlamamışmış…” iddia ve ithamları niye hâlâ yazılıp konuşulmaktaydı?

“Birkaç ay sonra Erdoğan olmayacak”!? buyuran önemli iş adamı neye dayanarak böyle konuşmaktaydı?

Yandaş yazarlardan Ergün Diler 29 Nisan 2016 tarihli Takvim’de İstanbul’daki çok önemli işadamlarından birisinin “Birkaç ay sonra artık Erdoğan yok!” dediğini aktarmıştı. Bu tür işadamlarının dünyaya yön veren derin ve etkin odaklarla elbette irtibatları vardı, güvenilir kaynakları ve dayanakları olmadan herhalde böyle konuşmazlardı. Demek ki önümüzdeki süreçte önemli ve gizemli gelişmeler yaşanacak, olağanüstü durumlar ortaya çıkacaktı. O işadamı bu sözlerin Sn. Cumhurbaşkanının kulağına gitme ihtimalini de hesaba katarak ve muhtemel tepkileri ve kendilerine yönelik etkilerini de takmayarak bu iddiaları ortaya atmış olmalıydı… Ve tabi bekleyip göreceğiz; dış güçlerin ve işbirlikçilerinin şeytani hesapları mı tutacaktı, yoksa Ezeli Kaderin, Mekr-i İlahi’nin ve milli merkezlerin planları mı üste çıkacaktı?

İsrail gazetesi müjdeyi yazdı: Türkiye ile uzlaştık!

İsrail’in önemli yayın kuruluşlarından Haaretz Gazetesi’nde Türk inşaat sektörünü ele alan çarpıcı bir makale kaleme alınmıştı. Yazıda Türk inşaat şirketlerinin İsrail’de önemli işler yaptıkları vurgulanmıştı. Yazıda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşme sürecine girdiği belirtilirken Türk inşaat şirketlerinin İsrail’de önemli işler yaptıkları hatırlatılmıştı. Haaretz’de yer alan ‘Türkler geri döndü, Tel Aviv’in kulelerin yarısını yapıyorlar’ başlıklı makale İsrail aleyhindeki kurusıkı palavraların kofluğunu açığa vurmaktaydı.

“Askerin son sözünü söylediği olay 27 Nisan e-Muhtırası’ndaki “Cumhuriyet’in değerlerine sözde değil özde sahip çıkan” ifadesi zihinlere kazınmıştı. Ancak ne gariptir ki bu kadar asker Ergenekon’da, Balyoz’da, Casusluk Davası’nda içeri alınırken dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa’ya hiç bir şey olmamıştı! İlginç değil mi, kimse O’na dokunmamıştı!. Yapılması düşünülen darbeden insanlar yatmış çıkmış; ama resmi olarak ortada duran muhtıranın gereği yapılmamıştı veya yapılamamıştı.

Bu yazara göre: 27 Nisan’daki askerin tavrı Sayın Abdullah Gül’ü hedef almıştı. Asla “Asker haklıydı!” demiyorum, ama analiz ettiğimiz zaman ortaya bu tablo çıkmaktaydı. Asker Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkmış, bunu da ismini vermeden uyarmıştı. Buna karşılık o tarihte de bugün de asker ile Erdoğan arasında sorun yaşanmamıştı. Mesela Erdoğan hasta yatağında Ergin Saygun Paşa’yı ziyarete varmıştı. Oysa ‘e-Muhtıra’yı verenin Saygun Paşa olduğu bile konuşulmaktaydı. Şimdi E. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ içeri alınırken, muhtıranın verildiği dönem Genelkurmay Başkanı olan Büyükanıt’ın dışarıda kalması başka nasıl açıklanacaktı? “Benim bildiğim Amerikalılar Abdullah Bey’i pek tutmamıştı. Bu “Muhtıra’nın altında biraz da o vardı. Amerika ile Avrupa arasında büyük mücadele olduğu için ve bu kavga Türkiye topraklarında amansız bir şekilde sürdüğü için olaylara bu pencereden bakmak lazımdı. Türkiye’nin kaderine etki eden isimlerin bir gücün yanında olması kaçınılmazdı. Bu güç çoğu zaman Avrupa, bazen de Amerika’ydı. Dünya koca bir köy konumundaydı. Herkes attığı adımın getirisini götürüsünü hesap etmek durumundaydı. Türkiye gibi kilit bir ülkede de ekollerin mücadelesi çok ama çok anlaşılırdı. Büyük güçler de güçlerini devam ettirmek için Ankara’yı her zaman yanında görmeyi arzulardı, bu da doğaldı.” Yani bay yalaka yazara göre tüm dünyada sözü geçen ve hükmü yürüyen sadece iki güç vardı; bunlar Avrupa ve Amerika’ydı. Türkiye’de Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmak isteyen bu iki güç odağından birine dayanmak zorundaydı. Abdullah Gül Avrupa’nın adamıydı, oysa asker Amerika tarafındaydı. Erdoğan ise Amerika’nın adamı olduğu için iktidara ve Cumhurbaşkanlığına taşınmıştı!?..

Önce, Sn. Abdullah Gül ve Sn. Recep T. Erdoğan’ın dış odakların (Avrupa ve Amerika’nın) adamları olduğu gerçeği gibi bazı doğrular, yanlış algılarla harmanlanmıştı. Çünkü Amerika ve Avrupa farklı ve aykırı iki güç odağı değil, Siyonizm’in iki kolu durumundaydı. Yani sözü edilen şahıslar aynı Lobilerin adamıydı. İkincisi, Siyonist sömürü canavarının güdümündeki Avrupa ve Amerika’dan birine mutlaka yaranmak mecburiyeti, bir uşaklık psikolojisini ve aşağılık kompleksini yansıtmaktaydı. Bu iktidarın ve yandaş takımının terör şebekesi İsrail’le uzlaşma girişimlerini alkışlamaları da bu uşaklık damarından kaynaklıydı. Şimdi AKP içindeki Erdoğan-Davutoğlu kavgasında, Davutoğlu’nun Avrupa’nın, Erdoğan’ı Amerika’nın adamı sayıp Erdoğan’ı akıllı ve başarılı tercih yapmakla alkışlamak ahmaklığın çok ötesinde bir şeytanlık ve şarlatanlıktı.

Son günlerde Ankara, mülteci konusunda Avrupa ile oldukça yakınlaşmıştı. “Göçmenler Avrupa’yı dağıtacak” korkusunu dağıtmıştı. Başta Merkel olmak üzere pek çok Avrupalı liderin Türkiye hayranlığı bundan kaynaklıydı. Bu nedenle mecburen Ankara’ya sarılmış durumdalardı. İşte Avrupa geldiği ve cömertlik göstereceği zaman bilin ki Amerika da hemen devreye girecek ve duruma el koyacaktır. Bursa’daki canlı bomba bu nedenle 27 Nisan’ı seçmiş bulunmaktaydı. Amerika (ya da CIA) adına iş yapan bir oluşum bombayı patlatmıştı! Nasıl 27 Nisan e-muhtırasıyla Avrupa’nın öne çıkması istenmediyse Ulu Cami’deki bombayla da Avrupa ile yakınlığa karşı çıkılmıştı. Aynı gün Rıza Sarraf davasını 16 Haziran’a atarak 17-25 Aralık üzerinden Ankara’ya şu mesaj ulaştırılmıştı. “Eğer Avrupa ile yan yana olmaya devam ederseniz her yerden gelip sizi aşındıracağız. Bir an önce işler daha da karışmadan Avrupa ile aranıza mesafe koyun…” Bütün bunlar olurken ve ülke Başkanlık için hazırlanırken TBMM Başkanı Sayın İsmail Kahraman güya sadece kendi görüşlerini açıklayıp Laiklik tartışmasının başlamasına yol açmıştı ve ortalık karışmıştı. Her yerde “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganları atılmaya başlanmıştı. Ve tabi bu ortamda Başkanlık için atılan her adım iyice zorlaştıracaktı. Yeni sistemi anlatırken insanları ikna etmek hiç kolay olmayacaktı. “Başkanlık gelirse Şeriat da gelecek mi?” soruları zihinlere kazınacaktı…

İstanbul’daki çok önemli bir işadamının “Birkaç ay sonra Erdoğan yok!” dediğini de unutmamalıydı. Operasyon için anlaşılmış durumdaydı. Bundan ötesini yazmak tehlikeli sayılırdı. Sonuçları hesap etmek zorlaşmıştı. Artık büyük kavga başlamıştı. Taraflar da, isimler de, sayıları da, güçleri de, cisimleri de arkalarındaki de ortaya çıkmıştı. Avrupa ve Amerika burada bir kez daha kapışacaktı, ama sahneye koşanlar hep bizim bildiklerimiz olacaktı. İçi boş sloganlarla ve Türkiye’nin yanında gibi durup dışarıya çalışanları iyi tanımamız lazımdı. Bu işin siyasi yönü, finansal yönü, bürokrasi yönü olduğu gibi medya yönü de vardı” diyen yandaş yazar önce şu soruları yanıtlamalıydı: Bu kavga ve kamplaşmada, Avrupa’nın kucağına sığınanlar mı, yoksa Amerika’ya uşaklık yapanlar mı daha akıllı(!) ve kahramandı(!)? Ve özellikle Zatıâliniz hangi kutlu ve mutlu taraftandı? Bu milleti Amerika ve Avrupa’dan birine mutlaka tabi ve taraf olmak zorunda görmek nasıl bir bağımsızlık anlayışıydı? Sahi size göre Sn. Erdoğan ve Davutoğlu hangi safların baş figüranıydı?

Laiklik laklakısı, AKP’deki iç kapışmayı yatıştırmak için mi, yoksa kızıştırmak için mi ortaya atılmıştı?

TBMM Başkanı ya boşboğazlığından veya ucuz kahramanlığından olacak “Anayasa’dan laiklik çıkmalı, Anayasa dindar olmalı” deyince ortalık karışmıştı. Cumhurbaşkanı çıkıp “Bu söz kendisini bağlar” demek zorunda kalmıştı. Hükümet sözcüsü, “Böyle bir konu Hükümet gündemine bile gelmedi, dahası dindarlık Anayasa gibi kurumları değil, insanları tanımlar” diyerek topu taca atmıştı. Devlet Bahçeli “ilk dört madde” uyarısı yapmıştı. CHP fırsatçılık ve fesatçılık damarıyla ayağa kalkmıştı. TÜSİAD, Cumhuriyet değerlerine sahip çıktığını açıklamıştı. Ve malum Cumhuriyet değerlerine hassas kesimlerde protestolar başlamıştı.

AKP’de her iki grup da, TSK’ya yaranma yarışındaydı!

“RTE, 180 derece çarkla bir sürü şey kazandı. Ama kazandığı en önemli şey neydi dersiniz? Söyleyeyim; Askeri kazanmıştı! En azından konjonktürel olarak, yani şimdiki koşullarda, asker-RTE bütünlüğü vardı! Asker RTE’nin arkasındaydı! Bir zamanların Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in Başbakan Çiller’e dediğini anımsayın: “Tak emrediyor, şak yapıyoruz…” Asker, kendisine yapılan tarihte eşi benzeri görülmemiş, çok ağır kayıplar verdiği operasyonları çaresizlikten sineye çekmek zorunda kalmıştı. Yedi düvel askerin karşısındaydı da ondan böyle davranmaktaydı. Oysa, Avrupa, ABD ve Türkiye’nin çoğunluğu, gözlerinin önünde PKK’nin bugün operasyon yapılan kentleri nasıl işgal ettiğini eli kolu bağlı seyretmiş, hatta arka çıkmıştı.”

Yorumlarında haklılık payı vardı. Çünkü hem Saray, hem Davutoğlu TSK’ya dayanmak zorundaydı, bu nedenle Ordu’ya yaranma yarışı başlamıştı. TSK ise milli hedefler ve tarihi değişimler hatırına, güncel ve konjonktürel hesapların dışında kalmakta, her iki tarafa da görünüşte samimi, gerçekte stratejik bir tavır takınmaktaydı. Yakında herkes anlayacaktı ki; Amerika, Avrupa, Rusya, Çin, Japonya, İsrail gibi küresel güç sanılan odakların yanında bir de Milli Şuur ve sorumluluk merkezli ve yüksek teknoloji harikaları sahibi bir Derin Türkiye vardı ve Rahmetli Erbakan’ın haykırdıkları ve hazırladıkları ortaya çıktığında herkes şaşıracaktı!..

 


[1]http://www.internethaber.com, 21.04.2016

[2]www.star.com.tr, 22.04.2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi