Anasayfa » YSK SORUNU VE AKP 'NİN SONU…

YSK SORUNU VE AKP 'NİN SONU…

Yazar: yonetici
0 Yorum 106 Görüntüleyen

 Dış manipülasyonların etkisiyle konjonktürel şartların oluşturduğu, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi ortak kuşku ve ihtiyaçların doğurduğu siyasi partilerin somut örneği Turgut Özal’ın ANAP’ıdır; bunların sonu da ANAP gibi olacaktır. Bugün asla yıkılmaz ve başa çıkılmaz sanılan AKP’nin, ANAP’la aynı kaderi paylaşmaya yaklaştığını söylemek, sadece bir temenni ve tahminden çok öte bir gerçeğin algısıdır. Herkesin ve her hükümetin, “geldiği gibi gitmesi” kaçınılmazdır. 

Çok farklı eğilimlerin ve aykırı kesimlerin, ortak inanç ve amaç birlikteliğinden değil, müşterek korkuları aşmak ve müşterek çıkarları paylaşmak mecburiyetinden meydana gelen AKP, 10 parçalı yamalı bohça konumundadır.

Parti bünyesinde

1-     Recep Tayyipçiler

2-     Abdullah Gülcüler

3-     Fetullah Gülenciler

4-     Milli Görüşçüler

5-     Güneydoğu Kökenli Kürtçüler

6-     Eski Ülkücü Türkçüler

7-     ANAP ve Doğru Yolcu renksizler

8-     Farklı Tarikat ve Mezhepler

9-     Sabataist ve Mason Temsilciler

10-  Hiçbir ilke ve ideali olmayan, sadece ailevi oy potansiyeli bulunan kişiler

Evet, bunların hepsi AKP çatısı altında barınmakta ve en küçük çatırdamada dağılacak durumdadır.

AKP’nin hazırladığı 12 Haziran 2011 Genel Seçim Milletvekili Listeleri de, büyük bir hayal kırıklığına ve huzursuzluğa yol açmıştır.

·      Recep T. Erdoğan ve ekibinin, Türkiye’nin ve hatta partinin çıkarlarından önce, kendisini başkanlığa veya cumhurbaşkanlığına taşıyacak sadık yalakalarını özellikle kayırdığı

·         Abdullah Gülcü oldukları için tasfiyeleri hesaplandığı halde; Recep T. Erdoğan’la müşterek gizli ve kirli dosyalarının açığa vurulması şantajıyla, bazılarının aday yapılıp farklı bölgelere kaydırıldığı…

·         Elazığ benzeri pek çok ilde olduğu gibi; teşkilat ve tabanın tercihlerinin, halkın tepki ve taleplerinin hiçe sayıldığı 

       ·   “Biz aday diye kazığı koysak kazanır” şımarıklığının sırıttığı listeler yüzünden çeşitli illerde istifalar yaşanmıştır.

·         Ve hele AKP’nin başta Diyarbakır bütün Güneydoğu illerinde, çok zayıf adaylar göstermesi, bölgeyi BDP’ye teslim etme anlamı taşımakta iken, YSK’nın BDP’nin bağımsız adaylarını veto etmesi herkesi şaşırtmıştır.

Bu haklı tepkiler sonucu ve Saadet Partisinin barajı aşma umudu, Milli Görüş’ün AKP’deki emanet oylarının tekrar yuvaya dönmesi olasılığını artırmaktadır.

Önümüzdeki seçimlerin sonucunu etkileyecek “oy kesimleri” şunlardır:

1- Sandığa gitmeyen KÜSKÜNLER

2- Milli birlik ve dirliğimizden endişe edenler

3- KARARSIZ kitleler

Yapılan anket ve araştırmalar, hükümet ve muhalefetten umudunu keserek, sandığa gitmeyen küskünlerin yüzde 10’na yaklaştığını ortaya koymaktadır.

Milli birlik ve dirliğimizin dinamitlendiği ve Türkiyemizin bölünmeye sürüklendiği endişesini taşıyanların ise, farklı partilere dağılsalar da, toplamda yüzde 30’u aştığı sanılmaktadır.

Kararsızların ise yüzde 12 civarında olduğu tahminleri yapılmaktadır.

Öyle ise bu çok önemli oy potansiyelinin, vicdani bir refleksle, milli bir partiye yüklenmeleri durumunda AKP saltanatı kolaylıkla dağılacaktır. Kaldı ki, AKP bu seçimleri de kazansa bile, asıl ondan sonraki süreçte, büyük kopuş ve kapışmalar yaşanacaktır. Ancak, YSK’nın BDP’nin bağımsız adaylarından 12’sini veto etmesi, yeni ve tehlikeli kaoslara gerekçe yapılmaya ve ortamı karıştırmaya yönelik tertiplendiği ortaya çıkmıştır.

Daha önce Ergenekon tutuklamalarını haklı göstermek gayretiyle, her fırsatta: “Bunlar yargının işidir. Yargı kararlarına saygı gösterilmelidir” diyenlerin, şimdi kendisi de yüksek bir yargı kurumu olan YSK’nın, mevcut Anayasa Hükümlerine ve Yargıtay Başsavcılığının gönderdiği sicil bilgilerine göre verdiği veto kararına savaş açanların çifte standardı ve sahtekârlığı sırıtmaktadır. Hani yargı bağımsızdı? Hani yargıya güvenmek lazımdı? Siz, hem AKP hem de BDP olarak, 8 yıldır mecliste bulunmanıza rağmen Anayasanın ilgili maddelerini düzetmek üzere hiçbir girişimde bulunmadığınız halde, bugün kalkıp “Bu hükmü niye uyguladın?” diye YSK’ya yüklenmeye ne hakkınız vardı!

Bütün bunların sonunda:

Güneydoğu’yu tamamen PKK kontrolüne sokmak üzere, şanlı(!) bir mağduriyet mücadelesiyle BDP’yi kahramanlaştırma senaryoları amacına ulaşmıştı. YSK’ya, bağımsız adayları iptal kararı almasında da, ardından geri adım atmasında da; aynı odakların devrede oldukları sırıtmaktaydı. Meclis Başkanından Cumhurbaşkanına, YSK’ya tavsiye ve talimat nitelikli açıklamaları, AB ve ABD yetkililerinin “kuşku duyuyoruz” kışkırtmaları, Demokratik-Özerk Kürdistan’ın kurulmasına elbette katkı sağlamıştı. Artık mahkemelerinden camilerine kadar her şeyini T.C. den ayıran ve “bağımsızlık referandumu” anlamı yüklenen genel seçimlerle BDP’yi birinci konuma taşıyan bu hıyanet girişimleri bakalım, kimlerin başına patlayacaktı!?

Artık Türkiye’de “hukukun gücü” değil, “gücün hukuku” geçerli olmaktaydı. BDP organizeli PKK’lılar gibi silaha sarılıp devlete başkaldıran, resmi kurumlara, adliye binalarına ve karakollara saldıranlar, yakanlar, yıkanlar, yerel ve yüksek mahkemeleri bir anda harekete geçirip, “hizmete amade” hale getirerek, istedikleri kararları çıkartabiliyorlardı. Tamam, AKP kuklaydı, bu talihsiz gelişmelere taşeronluk yapsın diye iktidara taşınmıştı, yani milli iradeli ve dirayetli bir hükümet zaten bulunmamaktaydı; peki, iyi de acaba devlet kalmış mıydı?

YSK yargıçlarının, malum odaklarca, önce “hukuk zorbacısı” sayıldığı, ama dayatmalar ve iç savaş senaryoları sonucu kararını değiştirince “hukuk kahramanı” yapıldığı şeklindeki bir skandal ve sahtekârlık, acaba başka hangi ülkede yaşanırdı? “Kitabına uydurma”ların hukuk sanıldığı bir yargı sadece zayıflara uygulanırdı.

Ülkemiz, artık bölünmekten çok öte bir tehlikeyle karşı karşıyaydı:

Türkiye, Batılı güçler ve Siyonist çevrelerce topyekûn teslim alınmakta, “postmodern bir gizli işgale” uğramaktaydı. Erbakan Hoca’nın ısrarla vurguladığı, Lozan’ın gizli dayatmaları bir bir uygulanmaktaydı ve yeni bir milli mücadele kaçınılmazdı.

Erdoğan’ın Başkanlık hevesi başımıza bela olacaktır!

Toplumsal talepleri hiçe sayan Arap liderleri halk ayaklanmalarından ibret almadıkları için hepsi birer ikişer indirilme sırasını bekliyordu. Son olarak Kaddafi ve seleflerinden ders almayan Beşşar Esat da halkını kanla bastırma yolunu seçiyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da Arap dünyasında yaşanılanlardan hiç ders çıkarmadığı ve ibret almadığı, aksine diklenip şımardığı anlaşılıyordu. Sözgelimi, Erdoğan Londra'da ağzındaki baklayı çıkarıyor, başkanlık seçimi istediğini söylüyor ve ardından bunu referanduma sunacaklarını ilan ediyordu. Elbette başkanlık sistemi de bir seçenek olarak tartışılabilirdi. Ancak demokrasiler bir seviye gerektirdiği gibi başkanlık sistemi de daha büyük seviye gerektiriyordu, başarısı halkın ve yönetici sınıfın olgunluğuna bağlı bulunuyordu.

Muhammed Ali Baradai, “Mısır'da demokrasiye geçildiğini, ama halkın yüzde 80'inin buna hazır görmediğini” söylüyordu. Bediüzzaman da halkın yüzde 80'inin ehli tahkik olmadığını (yani yeterli ve gerekli araştırmayı yapıp akli ve vicdani bir karar alamadığını) yazıyordu. Halkın hür iradesine sahip çıkmadığı, kârının ve zararının farkına varmadığı, yani rüştünü ispatlayamadığı; derin devletin ve idarecilerin, dış güdümden kurtulamadığı bir ortamda Başkanlık sistemi, küresel merkezlerin sömürge valisi olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Dolayısıyla parlamenter sistem bu kadar ehliyetsiz bir ortamda en azından bir denge sistemi oluşturmaktadır. Başkanlık sistemi ise bu dengenin ortadan kalkmasıdır. Kaldı ki Arap Devrimi(leri) kesinlikle başkanlık sistemine karşıdır ve Mısır'da yapılan referandumda başkanın yetkileri kısıtlanmıştır. Cezayir'de de başkanlık rejimi tartışma konusu yapılmıştır. Muhammed Haseneyn Heykel'den Gannuşi'ye kadar Arap aydınları başkanlık sistemine karşıdır. 'Aynı delikten ikinci defa geçmeyiz' diyorlar. Türkiye’nin ise suiistimale açık böyle bir delikten ikinci defa geçmesi oldukça sakıncalıdır.

Bu şartlarda ve Erdoğan gibi bir aktörle başkanlık sistemine geçmek, keyfiliği sistematik hale getirmek olacaktır.[1]

Erbakan Hoca, “Siyonizmi bir timsaha benzetirsek, bunun üst çenesinin komünizm, alt çenesinin kapitalizm olduğunu” söylerdi. Evet, solculuk-sağcılık, katı ulusalcılık-ılımlı İslamcılık gibi uyduruk kavram ve ideolojilerin Siyonizmin farklı kolları ve toplumları vuruşturup savuşturma tuzakları oldukları gerçeği sürekli gizlenirdi. Özellikle Sabataist ve Masonları kullanarak ülkemizdeki “derin devletini” oluşturan Siyonizm, Türkiye’de İsrail’dekinden daha etkindi.

İbranice (Yahudice) karşılığı “İshak” olan GÜLEN’den Kılıçdaroğlu Kemal Bey’e, Morrison Süleyman Demirel’den, Chatham House ödüllü Abdullah Gül’e, İslamcı Recep T. Erdoğan’dan, ulusalcı Mehmet Haberal’a, evet bunların hepsi aynı Siyonist mahfillerin güdümündeydi.

Bu konuda Yalçın Küçük’ün itirafları dikkat çekiciydi:

Devlet Planlama Teşkilatı’nda idik; OECD bölgesel bir toplantı düzenlemişti, Tel-Aviv’deydi, Türkiye’yi Teoman Baykal ile ben temsil ediyordum. İsrael çok önem verdi. Dışişleri bakanı Golda Meir konuştu, Başbakan Yardımcısı Yigal Allon açılış konuşmasını yaptı. Çok hoş konuştu, bir işi yapmanın iki yolu var, diyordu, “right way and wrong way”, doğru yol ve yanlış yol anlamındadır. “Bir de” diyordu, “third way”, üçüncü yol var, “that is the Jewish way”, bu da “Yahudi yoludur.”[2]

Yani zahiren doğru veya yanlış, solcu veya sağcı, ulusalcı veya İslamcı geçinen kişi ve partilerin, bütün kavga ve kapışmalarının meyvesini Siyonist Yahudiler devşirmekteydi, bunlar farkında olsun veya olmasın, danışıklı bir horoz dövüşünün sadece figüranlık etmekteydi.

Zeki Ceyhan’ın güzel tespitiyle: Deprem var; ama şimdilik tsunami yok gibiydi!..

Siyasi partilerin listelerini açıklaması ile kendisini hissettiren siyasi depremin ardından bir tsunami şimdilik görünmemekteydi. Hem iktidar partisinin listesi hem de TBMM çatısı altında yer alan muhalefet partilerinin listeleri gerçekten de söz konusu partiler için tam bir deprem niteliğindeydi! Pek çok yıllanmış siyasetçi kendilerini bir anda kapı önünde buluvermişti. Hiç kimse kalkıp Recep Bey’e: “Hani, Lider sultasına son verilecekti, hani parti içi demokrasi getirilecekti?” diye sormaya bile cesaret edememişti.

Özellikle de iktidar partisi ile ana muhalefet partisinde yaşanan gelişmeler yabana atılacak gibi değildi! Bu çapta bir tasfiye muhtemelen yeni siyasi oluşumların önünü açabilirdi.

Listelerin ilanı ile kendisini hissettiren deprem seçim sonuçlarının belli olması bir hayli tahribat yapacağa benzemekteydi. Bu seçimler siyasi hayatımızda yeni tabloların oluşmasına zemin hazırlayabilirdi.” Ama bazı tsunamiler biraz geç gelirdi ve yeni dalgalar daha tehlikeliydi!

BDP ile Gülencilerin danışıklı kavgası!

“Siyasetin dincilik ve etnisite arasında sıkıştığı Güneydoğuda AKP ile BDP arasında iktidar savaşı sürüyordu! BDP, devletin ve cemaatlerin gücünü arkasına alan AKP’ye karşı daha fazla milletvekili çıkarmak için her yolu deniyordu.

Bu konudaki stratejiyi de İmralı’da yatan Öcalan çiziyordu! Öcalan’ın 25 Martta örgütün yayın organı ANF’ye yansıyan aşağıdaki açıklamaları da bunu kanıtlıyordu:

“HAK-PAR ve KADEP de gelip DTK’da kendilerini temsil edebilirler. Hatta Hizbullah’ın çözüm isteyen kesimleri de DTK’da katkı sunabilirler. Çünkü DTK bütün Kürtler için bir çatıdır. Kürtler; diğer sol grup ve çevrelerle bir araya gelip çalışmalılar.”

Öcalan’ın tam da istediği oldu. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Meclis’e girmenin yolları üzerinde çalışan 16 marjinal siyasi oluşumun temsilcileri ile İstanbul’da alalacele bir araya geliyordu. Toplantıda, seçimlere “Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” olarak girme kararı alınıyordu.

Barzaniciler BDP’de!..

Ancak en çarpıcı gelişme yine Kürt siyasetinin içinde yaşanıyordu. BDP'nin, Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) Genel Başkanı Bayram Bozyel ve Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) Genel Başkanı Şerafettin Elçi'yi bağımsız aday göstereceği ortaya çıkıyordu!

Kürt siyaseti “Barzani'ci” Elçi'nin, “DTP ve PKK Soğuk Savaş döneminin parti ve anlayışları olduğu için tasfiye olacak” dediğini unutmuyordu!

“PKK, şiddet uygulayan bir örgüt olarak Türkiye'nin değişim surecini okumaktan uzak görünüyor” diyen “federasyon” sevdalısı Bozyel'in sert çıkışları ise Güneydoğunun her köşesinde halen çınlıyordu!”[3]

BDP Fetullahçılara niçin saldırdı?..

Güneydoğu’da özellikle son 5 yıldır Fetullahçılarla BDP-PKK çizgisi arasında adeta bir taban savaşı yaşanmaktaydı. Kimi zaman yoğunlaşan molotoflu saldırılar, Hakkâri ve Şırnak'ta iki Fetullahçı imamın öldürülmesine kadar uzanmıştı…

Şiddetin dozunun artması üzerine devreye Öcalan girmiş ve Fetullahçılara zeytin dalı uzatmıştı!.. PKK lideri, cemaati Ortadoğu'nun en büyük siyasi gruplarından biri olarak vasıflandırmıştı.

PKK'nın Kandil’deki sorumlusu Murat Karayılan ise cemaat üyelerine yönelik şiddet eylemlerinin durdurulması çağrısı yapmıştı.

Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce'nin Öcalan'ın avukatlarıyla görüşmesi de göz önüne alındığında, iki grup arasındaki gerginliğin yumuşamaya başladığı bir sürecin adımı atılmıştı.

Ancak BDP lideri Selahattin Demirtaş'ın son açıklamaları ise sadece seçim yatırımı ve oy avcılığı olarak okunmalıydı.

JİTEM suçlaması!..

Demirtaş daha önce Fetullahçılara “misyoner” diyen Ahmet Türk'ten daha sert bir açıklama yaparak:

“Bölgedeki hangi imamın ne amaçla bulunduğunu halkımız çok iyi biliyor. Orada alenen cemaat ve AKP propagandası yapanları halk zaten biliyor. Halkımız devletin yolladığı Fetullahçı, ırkçı imamların arkasında saf tutmamalıdır. Bunların JİTEM'den hiçbir farkı yoktur” sözleriyle seçmene selam yollamıştı.

Yani İmralı-Ankara hattında Kürt hareketinin cemaate yaklaşımı konusunda bir çelişki aranması boşunaydı. BDP de Gülenciler de İsrail’in biçtiği rolü oynamaktaydı.

Televizyon yorumlarında ve gazete sütunlarında: “Kürt Siyaseti… Kürt Partisi… Kürt Hareketi…” gibi yakıştırmalar tamamen yanlıştı ve kasıtlıydı. Şöyle ki:

1- Önce bir ülkede, herhangi bir ırk, bölge, din ve mezhep üzerine siyaset yapılması; aklen, vicdanen ve hukuken yanlıştı ve yasaktı. Çünkü bu sonuçta; fikri ve fiili bir ayrışmayı doğuracaktı. Bu nedenle “Kürt Siyaseti… Kürt Partisi… Kürt Hareketi…” kavramları kışkırtıcıydı.

2- Güneydoğu’da Kürtlerin yoğun yaşadığı il ve ilçelerde, aynı meşru hizmet amacına sahip Kürtler kadar, Türk, Arap veya Çerkez kökenli insanımız da aynı partiye katılmalı ve bu asla yadırganmamalıydı.

3- Bunun gibi Türklerin ağırlıklı olduğu illerde ve partilerde yine Kürt kökenli vatandaşımız da siyaset yapmalıydı ve zaten öyle olmaktaydı. Çünkü partiler insanların kökeni ve kimliği üzerinden değil, hizmet projeleri ve kalkınma hedefleri istikametinde yarışan siyasi kurumlardı.

4- Özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra, hem Masonik ve Sabataist kesimin uydurup dayattığı Kemalizm ideolojisinin, hem de milliyetçiliği ırkçılık temeline indirgeyen bazı partilerin yanlışlık ve haksızlıklarını bahane ederek, hiç kimse şimdi biz de “Kürt ırkçılığı ve ayrımcılık kışkırtıcılığı yapma hakkına sahibiz” iddiasında bulunamazdı.

5- AKP’nin ılımlı İslam safsatasının da, BDP’nin özgür ve özerk Kürdistan sevdasının da arkasında, hep aynı AB ve ABD’nin ve buralardaki Siyonist Yahudi çevrelerin bulunması, sadece tesadüflerle açıklanamazdı. Türkiye planlı ve pervasız bir kuşatma altındaydı.

AKP’nin şahsiyetsiz dış politikası

Simon Jenkins İngiliz Guardian gazetesinde 2 Nisan'daki makalesinde 'Libya'da Batı'nın stratejisi: savaşı uzatıp devam ettirmektir. Bu yolla Kaddafi Bingazi'yi ele geçiremeyecek ve devrimciler de Batı'ya doğru ilerlemeyecek' diyerek sonucu “Şayet Batı Kaddafi'yi gerçekten düşürmek istiyorsa onu hedef alması gerekir. Çünkü şartların bu şekilde sürmesi, Kaddafi'ye büyük bir zafer getirecektir” şeklinde özetlemişti.

Son iki hafta zarfında Kaddafi güçlerinin devrimcilerin gerilemesi üzerine Ra's Lanuf, Misrata ve Berika'yı işgal ederek ilerlediği bildirilmişti. Doğal olarak Kaddafi güçleri, ilerleme kaydederken devrimci güçleri ağır silahlar ve füzelerle bombalamaktan çekinmemiştir. Bu durum devrimcilerin askeri yapılanmada değişikliğe mecbur kalarak yeni bir komuta ile Libya Kurtuluş Ordusunu kurmalarına sebebiyet vermişti. Kaddafi'den ayrılıp devrime katılan kesimler ve ordu komutanlarına planlama ve yürütme yetkisi verildi. Bu bölgede iki taraf arasındaki askeri durum tanımlanacak olursa 'vur kaç' tabiri yerindeydi. Bu durum Libya’yı bir iç savaşa sürüklemekteydi. NATO’nun Ra's Lanuf ve sonraki iki şehre doğru ilerlerken Kaddafi güçlerini vurmadığı hayretle gözlenmişti. Şayet NATO güçleri vursaydı Kaddafi güçleri bu şehirleri işgal edemezdi.

Diğer yandan görüldüğü üzere NATO devrimcilerin Kaddafi’yi yenecek kadar silahlandırılmasına izin vermemekteydi. Yani iki taraf arasında askeri güç dengesi mevcut değildi. Şayet NATO güçlerinin de istediği gibi şartlar hâlihazırdaki denge içinde devam ederse savaş yıllarca sürebilirdi. Sonuçta bu savaşın sıkıntısını çekecek olan Libya halkıydı. Libya'nın bütünlüğünü tehdit eden birçok tehlike vardı. Bölünme bunların en hafifi sayılırdı. Savaşın uzaması, mağdur halkın sıkıntısı, Libya'nın yıkımı ve bölünme olasılıkları Batı için iki taraf üzerinde en geniş manevra alanı oluşturmaktaydı.

Anlaşılan Libya'daki yabancı müdahalesi büyük sıkıntılara yol açacak ve bu sorunlar Batı'nın kendi çıkarlarına ulaşma kapısı olacaktı.

Bütün arsız ve acımasız katliamlara ve Barbar Batı’nın Libya kurgularına sadece figüranlık yapan ve hatta ne yapacağını NATO Genel Sekreteri ve Hazreti Peygamber AS hakaretçisi Rasmussen’e sorup sonra halkımıza açıklayan Recep T. Erdoğan’a: “Şahsiyetli dış politika izleyen kahraman!..” diye alkış tutanlar ise, uçurumdan aşağı düşerken alçalmayı yol almak sananlardı. 

________________________________________________

 

[1] Mustafa Özcan / Milli Gazete

 

[2] 3 Nisan 2011 Aydınlık son sh.)

 

[3] Mehmet faraç / Aydınlı

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi