YEDİNCİ BÖLÜM: AMERİKA`NIN DÜZENİ
“Amerikan tarihinde ilk kez olarak,
Ekim 1994`te Washington DC`deki
Körfez Savaşı`nın ardından Başkan Bush, savaşı tek başına organize edip kolaylıkla kazanmış Amerika`nın lideri olarak, “yeni bir dünya kuruluyor, şimdiye kadar tanıdığımız dünyadan farklı bir dünya, bir yeni dünya düzeni” demişti. Çoğu insan, bu “Yeni Dünya Düzeni” kavramından, dünyanın artık Yalta Konferansı sonrasında kurulan stratejik sistemden ve Soğuk Savaş`tan kurtulduğu mesajını anladı.
Bu mesaja göre, artık dünyada tek bir süper güç vardı. Amerika, sosyalizmin temsilcisi olan Sovyetler Birliği ile giriştiği uzun savaşı kazanmıştı. Hem Amerika, hem de onun temsil ettiği ideolojik ve kültürel sistem (buna kapitalizm ya da liberal demokrasi denebilir) galip gelmişti. Dolayısıyla “Yeni Dünya Düzeni” mesajını, dünyanın artık Amerika`nın ve temsil ettiği sistemin egemenliği altına girdiği şeklinde de yorumlamak mümkündü. Nitekim kısa bir süre sonra CIA bağlantılı bir Amerikalı “düşünür”, Francis Fukuyama, ortaya çıktı ve “tarihin sonu”nun geldiğini öne sürdü: Ona göre liberal demokrasi ebedi bir zafer kazanmıştı ve dünya üzerinde artık hiçbir sistem liberal demokrasiye karşı direnemeyecekti.
Kısacası, Yeni Dünya Düzeni, Amerikan hegemonyası altında ve Amerikan ideolojisi çevresinde kurulacak bir dünya sistemini ifade ediyordu. Bush`un “yeni bir dünya kuruluyor” derken kastettiği buydu.
Ancak bu noktada, “Amerikan hegemonyası” kavramını daha bir yakından incelemek gerekmektedir. Çünkü Amerika da, diğer pek çok ülke gibi bir grup elit tarafından yönetilir ve karar mekanizmaları bu sınırlı grubun elindedir. Eğer bir “Amerikan hegemonyası”ndan söz edilecekse, bu kuşkusuz sokaktaki Amerikalının değil, Washington`ı yöneten sözkonusu sınırlı kadronun hegemonyası anlamına gelecektir. Yeni Dünya Düzeni sloganı altında dünyayı şekillendirmeye soyunanlar, bu sınırlı kadronun beyinleridir.
Peki kimdir bu kadronun beyinleri? Dünyayı şekillendirmeye, hegemonya altına almaya soyunan bu kadronun, bu elit grubun belirgin bir vasfı var mıdır? Bunlar, “Amerikanizm” adına mı, yoksa bir başka ideoloji ya da kimlik adına mı dünya hegemonyası kurmaya kalkmaktadırlar? (Önceki bölümlerde incelediğimiz bilgiler, bizlere bu tür bir “komplo teorisi” sorusu sorma hakkı vermektedir.)
“Yeni Dünya Düzeni” kavramının kimin icadı olduğu, bu sorunun cevabını bulma yolunda bir başlangıç olabilir. Amerikan People dergisi, Bush`un ağzından duyulan “Yeni Dünya Düzeni” kavramının gerçek mimarının Başkan`ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft olduğunu yazmıştı.1 Peki Scowcroft kimdi?… Bu soruyu Washington kulislerinde sorduğunuzda size Scowcroft`u çok iyi tarif eden bir cevap verirlerdi: “Kissinger`s yes-man” yani “Kissinger`ın evet-efendimcisi.” Evet, Brent Scowcroft, son 30 yıldır Washington`ın en önemli isimlerinden biri olan eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger`in öğrencisi ve de sağ koluydu. Kissinger`ın kurduğu think-tank ve lobi şirketi Kissinger Associates`in yönetim kurulunda yer alan Scowcroft, ustasına olan sadakat ve hayranlığı ile tanınırdı.
Bu durumda “Yeni Dünya Düzeni” kavramının ardındaki asıl beynin Henry Kissinger olduğu söyleyebiliriz. Peki Kissinger kimdi?… Nixon ve Ford yönetimleri sırasında Ulusal Güvenlik Danışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapan ve bu dönem boyunca Amerikan dış politikasını adeta tek başına yöneten Kissinger, asrın en önemli politikacılarından yalnızca biriydi. Bir Alman yahudisiydi ve yahudi oluşuna da son derece önem veriyordu. Nitekim Dışişleri Bakanı olduğu sıralarda, İsrail`e verdiği çarpıcı destekle bunu ortaya koymuştu. Noam Chomsky, Kissinger`ı “Amerikan dış politikasını `Büyük İsrail` hedefine endekslemiş kişi” olarak tanımlıyor. Kissinger Dışişleri`ndeki görevi sona erdikten sonra da Amerikan politikası üzerindeki etkisini yitirmemiş, önemli lobi ve think-tank`lerdeki etkisi, etrafındaki “adamları” Scowcroft bunlardan biriydi ve 1982 yılında kurduğu Kissinger Associates adlı lobi şirketi ile her zaman için belirleyici bir rol oynamıştı. Ve en önemlisi, Kissinger her zaman için İsrail çizgisinin değişmez bir savunucusu olmuştu. Amerika`daki yahudi finans çevreleriyle de dikkat çekici bir yakınlığı olan kurt politikacı, Amerika`daki ünlü yahudi lobisinin en önemli isimlerinden biriydi.
Kısacası, “Yeni Dünya Düzeni” kavramı, yahudi lobisinin önde gelen üyelerinden biri tarafından ortaya atılmış ve dünya gündemine sokulmuştu.
Bu kuşkusuz tek başına fazla bir şey ifade etmemektedir. Ama yine de bu gerçeği, “Yeni Dünya Düzeni”nin ve dünyaya egemen olmaya kalkan gücün gerçek kimliğini bulmak için girişilecek detaylı bir araştırmanın ilk basamağı olarak sayabiliriz. Bu ilk basamakta karşımıza çıkan yahudi faktörü, oldukça anlamlı ve yol göstericidir.
Bu kitabın ilk bölümünde Amerika ile ilgili son derece ilginç bazı bilgiler bulmuştuk. Bu bilgiler, Amerika ile yahudiler arasında son derece farklı bir ilişkinin bulunduğunu göstermektedir. Kıtayı keşfeden Kolomb`un gerçekte bir Kabalacı olduğunu ve yola “yahudiler için iyi bir yer” bulmak amacıyla çıktığını; ABD`nin temellerini hazırlayan Püritenlerin birer “yapay yahudi” olduklarını; ABD`yi kuran liderlerin Yahudilik`le çok yakından ilgilenen birer Gül-Haç ya da mason olduklarını; zaten masonluğun ülkeye yahudiler tarafından getirildiğini ve ülkenin kültüründe Püriten mirasından kaynaklanan önemli bir yahudi sempatizanlığı olduğunu biliyoruz.
Ancak Amerika`nın bugün nasıl bir durumda olduğu bilmek daha da önemlidir. Çünkü “Yeni Dünya Düzeni”nin ilan edildiği şu dönemde, Amerika, dünyanın tartışmasız tek büyük gücü olarak diğer tüm ülke ve medeniyetlere karşı bir egemenlik kurma hedefindedir. Bu kitap boyunca, Kuran`ın İsra Suresi`nde haber verilen “İsrailoğulları`nın tüm yeryüzünü kapsayan yükseliş ve bozgunculuğunu” aradığımıza göre, Amerika`nın bu dünya egemenliği hedefinin arkasında yahudi önde gelenlerinin ne gibi bir rolü olduğunu bulmak zorundayız.
Bir önceki bölümde, Amerikan politikasında büyük rol oynayan CFR ve Trilateral Komisyonu gibi örgütlerin yahudi önde gelenlerinin denetimi altında olduğunu keşfettik. Ancak bu, Amerika`daki yahudi gücünün yalnızca bir parçasıdır. Ülke politikasını etki altına alan daha başka yahudi örgütleri de vardır. Bu yahudi örgütleri yalnızca ülke politikası üzerinde değil, ayrıca Amerikan toplumunun düşünce ve yaşam tarzı üzerinde de etki sahibidirler. Ayrıca Püriten mirası, günümüzde de pek çok Amerikalı`yı “judaizer” (yahudici, yahudi sempatizanı) yapmaya devam etmektedir.
İşte şimdi yahudilerin Amerika üzerindeki etkilerini bu farklı yönlerden incelemeye başlayabiliriz. İlk göze çarpan yön, şu ünlü “yahudi lobisi”dir.
Türkiye`deki yahudi cemaatinin yayınladığı Şalom gazetesi, bir keresinde Amerikalı yahudiler ile ilgili bazı önemli rakamsal bilgiler vermişti. Buna göre, tüm dünya yahudilerinin 60`ını oluşturan Amerikan yahudileri, özellikle maddi yönden oldukça güçlüydüler. Amerika`nın en zengin 400 ailesinin 40`ı yahudiydi (bu rakama Rockefeller gibi gizli-yahudilerin dahil olmadığını da unutmamak gerekir). Bu oran, yahudilerin Amerika`daki toplam nüfusun 2.5`ini oluşturduklarını düşününce kuşkusuz oldukça çarpıcıydı. Bir başka önemli bilgi, yahudilerin oy veren seçmenlerin 5`ini oluşturmalarıydı. Bu da Amerikan yahudilerinin politikaya diğer Amerikalılar`dan iki kat daha fazla ilgi duyduklarını gösteriyordu.2 (Amerika`da oy vermek zorunlu değildir ve oy verme oranı yaklaşık 50`dir. Yahudilerin nüfusun 2.5`unu oluşturdukları halde seçmenlerin 5`ini oluşturmaları, oy verme oranlarının genel nüfusa göre iki kat daha fazla olduğunu göstermektedir).
Yani Amerikalı yahudiler, ülke nüfusunun geneline göre çok daha zengin ve politikayla da çok daha fazla ilgilidirler. Bu ikisi, yani zenginlik ve politikayı etkileme isteği, biraraya geldiğinde genellikle ortaya politik güç çıkar. Amerika`da da öyle olmuştur. Sık sık duyulan “yahudi lobisi” kavramı, bu politik gücün bir sonucudur. Amerikalı köşe yazarı Carl Rowan, bu konuya dikkat çekerek şöyle demektedir: “Çok fazla paraya sahip olan çok fazla Amerikan yahudisi var ve bunlar oldukça uzun bir zaman önce politikacılara stratejik bağışlarda bulunarak nüfus içindeki sayılarından çok daha büyük bir güce ulaşabileceklerini keşfettiler.” 3
Ancak bu güç hangi boyutlardadır? Eğer Batılı medyanın büyük isimlerine ya da onun yerli benzerlerine bakarsanız, “yahudi lobisi”nin, Washington`da etkili olan diğer bir çok “lobi”den biri olduğu izlenimine kapılabilirsiniz. Çünkü “yahudi lobisi” kelimesini duyduğunuz kadar, “Ermeni lobisi”, “Rum lobisi” gibi kelimeler de duyabilirsiniz. Bu durumda konuyu derinlemesine araştırmamış bir insan, Washington`da farklı ulusların lobileri bulunduğu ve yahudi lobisinin de bunlardan herhangi birisi olduğu gibi bir izlenime kapılabilir.
Oysa gerçek oldukça farklıdır. Yahudi lobisinin gücü, Amerika içindeki başka hiçbir sözde “lobi”yle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür. Washington`da çoğu kez “yahudi lobisi” demeye gerek duymazlar; Edward Tivnan`ın The Lobby: Jewish Political Power American Foreign Policy (Lobi: Yahudi Politik Gücü Ve Amerikan Dış Politikası) adlı kitabının girişinde vurguladığı gibi yalnızca “Lobi” derler. Çünkü “Lobi” dendiğinde, bu ürkütücü kelime ile neden ürkütücü olduğuna birazdan değineceğiz kimin kastedildiğini herkes çok iyi anlar.
Amerika`da yahudi lobisinin gücü ile ilgili yazılmış olan kitapların en önemlisi, 22 yıl Amerikan Kongre`sinde 4 Illinois temsilciliği yapan Paul Findley`in They Dare to Speak Out: People Institutions Confront Israel`s Lobby (Konuşmaya Cesaret Ettiler: İnsanlar ve Kurumlar İsrail Lobisi`yle Karşı Karşıya) adlı kitabıdır. Kitap, yahudi lobisinin gücünün sanılan çok daha büyük olduğunu ortaya koyar. Findley, “İsrail lobisi hakkında konuşmaya cesaret edebilen” Amerikalı Kongre üyeleri, akademisyenler, yazarlar ve din adamlarıyla yaptığı görüşmelere ve kendi kişisel deneyimlerine dayanarak, ülkesinin yahudi lobisinin denetimi altına girdiğini ilan etmektedir.
|