Anasayfa » Üstatlarımızın ve İrşat Erbabının Sözlerini Buna Göre Değerlendirmek Mecburiyetindeyiz.

Üstatlarımızın ve İrşat Erbabının Sözlerini Buna Göre Değerlendirmek Mecburiyetindeyiz.

Yazar: yonetici
0 Yorum 40 Görüntüleyen

Öncelikle şu imani gerçekleri bilmek, İslam ulemasının, mezhep
imamlarının, Üstatlarımızın ve irşat erbabının sözlerini buna göre
değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

Risale-i Nur talebeleri genellikle tahkiki iman sahibi mümin,
müstakim ve muttaki kardeşlerimizdir. Ülkemizdeki imani ve ahlaki tahribat
sürecinin en az zararla atlatılmasında ve toplumun manevi ıslahında çok önemli
ve tarihi hizmetler yürüte gelmişlerdir. Ülke ve dünya siyasetindeki tercih ve
tensiplerinde, Kuran’ın temel hükümlerine ve İslam’ın genel prensiplerine uygun
düşmeyen tarafgirliklerinin ise Hz. Üstat Bediüzzaman’ın bazı sözlerini yanlış
tevil ve tatbik etmekten kaynaklandığı kanaatindeyiz.

Öncelikle şu imani gerçekleri bilmek, İslam ulemasının, mezhep
imamlarının, Üstatlarımızın ve irşat erbabının sözlerini buna göre
değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

1- Bediüzzaman gibi muhterem ve müstesna zevatın kanaatleri hâşâ,
sarih ayet değildir. Bunları eleştirilmez, tenkit edilmez
 “mutlak ve değişmez doğrular” yerine koymak cehalettir, hatta dalalettir.

2- Bu zevatın sözleri, hâşâ, sahih Hadis de değildir ve kesin
delil yerine koymak saflıktan da öte sapkınlık alametidir.

3- Bu zevatın sözlerini, kanaatlerini ve hareketlerini ayet ve
hadis gibi değişmez ve tenkit edilmez ilahi gerçekler yerine koymak, bunları
hâşâ, Rabblik ve Peygamberlik makamına yükseltmektir.

4- Bediüzzaman gibi zatların özellikle siyasi kanaatleri “icma-ı
ümmet” konumunda da değildir.

5- Bizzat Cenabı Hakkın seçtiği ve görevlendirdiği Peygamberlerin
bile “zelle” cinsinden hataları mümkün iken ve Kur’an’ı Kerim’de açıkça
belirtilmişken, şimdi kalkıp böylesi zatların hatasız ve vartasız olduklarını
düşünmek ve iddia etmek itikadı bir maraz işaretidir. Ve mantık zafiyetidir.

6- Risale-i Nur, özellikle iman hakikatleri ve ahlaki disiplin
prensipleri konularında, ilahi ilham ve in’amla yazılmış, kesbi olmaktan ziyade
Vehbi olduğu ortaya çıkmış çok güzel ve özel eserler olmakla beraber, ülke ve
dünya siyaseti noktasında birçok hatalar ve hayali-hamasi yorumlar da
görülmektedir. Ki bunların bir kısmını Üstat Bediüzzaman kendisi de zamanla
fark etmiş, pişmanlık göstermiş, hüsnüniyetle beraber yanıldığını kabul
etmiştir.

7- a) Mason ve Dönmelerin güdümündeki, katı ve kasıtlı İslam
düşmanı ve koyu Abdulhamit Han karşıtı İttihat ve Terakki cemiyetinin (Daha
sonra Halk Partisine dönüşen zihniyet ve hareketin) safında yer alması, miting
ve toplantılarına katılıp yıllar boyunca nutuklar atması ve taraftar toplaması,

b) Cennet mekân Abdulhamit Han gibi bir İslam kahramanı siyasi
dehaya karşı tavır alması, Siyonist Yahudiler sinsi Ermeni ve Rum çeteleriyle
aynı ağızla “Despotluk ve istibdatla” suçladığı Sultana saldırıp durması,

c) Sonra İttihatçıların devamı CHP zihniyetine ve zulmüne karşı
Demokrat Partiye tarafgirlik göstermesi makul ve münasip bir siyaset tarzı
kabul edilse de, hayatı boyunca Rahmana secde etmemiş ve İsrail’e gizli
hizmetler üstlenmiş Adnan Menderes’i
 “İslam Kahramanı” ilan edip hararetle sahip çıkması (Ki sonunda bunların da aslını
ve ayarını anlayacak ve
 “yakında belalarını
bulacaklarını”
 açıklayacaktır).

d) Ve hele, bugün Fetullahçıların ve diğer bazı Nurcu grupların
ABD’yi ve AB’yi“Müslümanların ve mazlumların hamisi ve mecburi sığınak
adresi”
 gibi görmelerine;
Kur’an’ın sarih hükümlerine, Hz. Resulullah’ın sahih hadislerine, Siyonist ve
Haçlı fitnesine karşı oluşan İcma-i Ümmete rağmen, Amerika’nın ve Avrupa’nın
her türlü haksızlık ve ahlaksızlığına rağmen, onları bir nevi kutsayıp himaye
ve hizmetlerine girmeyi
 “akılcı ve yapıcı siyaset” zannetmelerine yol açan yorum ve yaklaşımları, elbette ve herhalde
hatadır, yanlıştır, yanıltıcıdır, fikr-i Kur’an’a da, bugünkü fiili duruma da
aykırıdır.

8. Hz. Üstat bu hataları, hâşâ, kasıtlı ve dünyalık beklenti
hesaplı yapmamıştır. Hüsnü niyet ve hulusiyetine göre, bu gibi
 “içtihat yanılmalarından” bir sevap alacağı da umulmaktadır. Amacımız, bu gibi zevatın asla
hata yapmayacağı ve Risale-i Nur’da hata bulunmayacağı saplantı ve
safsatasından kurtarmaya yardımcı olmaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin özellikle
Haçlı Hıristiyan âlemiyle ilgili temenni ve teselli makamındaki bir takım
kanaat ve tahminlerini, ilahi buyruklar ve mutlak doğrular yerine koymak,
günümüzde Siyonist ve Haçlı emperyalistlerin en çok kullandıkları ve Nurcu
kardeşlerimizi istismara kalkıştıkları, maalesef acı bir gerçek olarak
karşımızda durmaktadır.

Sözün özü: Âlimlerimizin, Hoca efendilerimizin, Şeyhlerimizin,
ağabeylerimizin sözlerini ve hareketlerini Kur’an’a, Sünnete ve İcma-ı Ümmete
göre anlamak zorundayız, bu bize hidayet ve istikamet yolunu açacaktır. Ama bu
Zevatın sözlerini esas alıp ayet ve hadisleri bunlara uydurmaya, keyfi şekilde
yorumlayıp yozlaştırmaya çalışmak ise dalalet ve sefalet yoluna kaydıracaktır.
Asla unutmayalım ki, her şeyi ve bütün ayrıntılarıyla bilen, her konuda en
doğru ve olumlu hükümleri belirten, bize en uygun ve olgun temel kaideleri
öğreten, Müminlerin dostlarını ve düşmanlarını, onların lehine ve aleyhine olan
durumları (ki bu FIKH’ın esasıdır) öğütleyen Cenabı Allah’tır, Kur’an’dır ve
Resulüllah’tır. İnsanlar ve özellikle Müslümanlar kabirde ve mahşerde, mezhep
ve meşreplerine, tarikat ve mesleklerine göre değil, Kur’an’a göre sorgulanıp
yargılanacak, baş müşahit ve mümeyyiz ise Hz. Resulüllah (SAV) olacaktır. Öyle
ise ehil ve emin şahsiyetlerce hazırlanan, Diyanet İşlerinin, Abdullah Akgül ve
Ali Bulaç Beylerin hazırladığı bir Kur’an’ı Kerim mealini hayatı boyunca bir
sefer olsun ciddiye alıp, kalplerinde manevi mesuliyet ve merak uyanıp
okumayan, hiç değilse Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayetler üzerinde kafa
yormayan başta Nurcular bütün farklı meşrep ve tarikat ehli kardeşlerimize
Allah için hatırlatıyoruz: Bu, Kur’an’ı umursamaz tavrınız hangi izan ve
vicdanla bağdaşmaktadır? Cenabı Hakkın bir konuda neler buyurdukları bizi hiç
ilgilendirmiyorsa bu nasıl bir iman ve itikattır? Kendilerini Kur’an’a ve Meal
okumaya çağrımızı bile hakaret kabul eden yaklaşım, Rahmani bir davranış mıdır,
yoksa Şeytani bir mantık mıdır?

Kaynak Makalemizin Tamamı:

BAZI
NURCULARIN AMERİKA VE AVRUPA YANDAŞLIĞI VE BUNUN ALTYAPISI

Avrupalılar “Hıristiyan Birliği” olduklarını açığa vurmuşlardır

Birlik ülkeleri zor durumdaki “mültecileri kabulde dahi Hıristiyan olma ve özellikle Müslüman
olmama”
 kriterlerini açıklamaktan
sakınmamışlardır. AB ülkelerine iltica talebinde bulunan sığınmacıların
kabulünde
 ‘Müslüman olmama’ kriteri artık birlik ülkeleri tarafından cüretkâr bir şekilde
açığa vurulmaktadır. Avrupa Birliği, aylar süren müzakereler ve tartışmalardan
sonra Yunanistan ve İtalya üzerinden gelen sığınmacıların üye ülkelere adil bir
şekilde dağıtılması konusunda anlaşmış ancak mülteci olarak kabul edilme
kriterlerinde ‘din’ unsurunun öne çıkarılması, Müslümanlara yönelik ayrımcılığı
bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. AB’nin kota sistemine karşı çıkan
Slovakya, Suriyeli göçmenlerden sadece Hıristiyan olanları kabul edeceğini resmen
açıklayarak, ayrımcılığın birlik içerisinde kurumsallaşmasına yol açmıştır.
Slovakya Başbakanı Robert Fico’nun 100 Hıristiyan Suriyeli göçmeni kabul
edeceklerini açıklamasından sonra İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Ivan Metik,
 “ülkelerinde cami olmadığını, bu nedenle Müslümanların ülkeye uyum
sağlamalarının zorlaşacağını”
 zaten daha önce Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Milos Zeman daha
önce basına yansıyan ifadelerinde, kültürel farklılıklarından dolayı
Müslümanlardan ve Kuzey Afrika ülkelerinden sığınmacı kabul edilmemesi
gerektiğini açıklamıştı.

AB üyesi ülkeler içerisinde, Hıristiyan mülteci kabul edeceğine
ilişkin ilk tepki Avusturya hükümetince açıklanmıştı. Avusturya İçişleri Bakanı
Johanna Mikl-Leitner, Ekim 2013’de gerçekleştirilen genel seçimler öncesinde
“bin Suriyeli sığınmacı alınacağı ve bunların Hıristiyanlardan oluşacağını
belirterek, “Kabul edeceğimiz bin mülteci öncelikle Hıristiyan kadın ve
çocuklar olacak” ifadelerini kullanmıştı. Alman haber ajansı DPA ve “Welt”
gazetesi de, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Bulgaristan’ın sığınmacı
kabul ederken “Hıristiyan” kriteri uyguladıkları ve Müslüman göçmen
almayacakları haberlerini gündeme taşımıştı. Bütün bunlar Kur’an’ın uyarılarını
bir kez daha haklı çıkarmakta “Hıristiyan İseviler” ve “Dindar ve dürüst
Hıristiyan kesimler” tahmin ve temennilerinin geçersiz yorumlar olduğunu ortaya
koymaktaydı.

İşte Bediüzzaman’ın kafa karıştırıcı beyanları ve Nurcuların
yanlış yorumları

Bediüzzaman’ın: “Misyonerler ve Hıristiyan
ruhanileri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal
cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle,
İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama
müsaadekar ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına
davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir
imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.”
 (Emirdağ Lahikası, Sayfa 139) sözleri sadece bir temenni
makamındadır.

Evet, Hıristiyanlardan zaman zaman tek tük Müslüman olanlar
duyulmaktadır, ama bunlar zaten
 İsevilik’ten çıkmış olmaktadır. Bunun dışında
Hıristiyan olup da teslis-üç ilah şirkinden vazgeçip tevhide kavuşan,
yeryüzündeki Müslümanlara ve Mazlumlara sahip çıkan herhangi bir Hıristiyan mezhebe,
ekibe ve girişime henüz şahit olunmamıştır. Yani“Müslüman İseviler”
 tabiri ve tahmini havada kalmıştır. Ve maalesef bu gibi yaklaşım
ve yakıştırmalar Dinlerarası diyalog safsatalarına, bugünkü zalim ve rezil
Avrupa ve Amerika’yı mümin ve müttefik görme sapkınlıklarına delil ve dayanak
yapılmıştır. Oysa kâfir ve zalim Avrupa ve Amerika kendilerinin ve işbirlikçi
hükümetlerin kışkırtıp karıştırdıkları Libya, Suriye, Sudan, Irak ve Afganistan
gibi ülkelerden kaçan zavallı insanların sadece Hıristiyan olanları mülteci
olarak almakta Müslüman mağdurların yüzüne bile bakmamaktadır. Buna rağmen
Avrupa ve Amerika’ya laf söylendiğinde putlarına ve tağutlarına hakaret edilmiş
gibi hırçınlaşan sözde dindar insanlara rastlanmaktadır.

Türkiye 2 milyon Suriyeli mülteciyi barındırırken Dünyanın en
büyük ekonomisi ve en müreffeh bölgesi olarak lanse edilen Avrupa Birliği
ülkeleri, 40 bin mülteciyi yerleştirecek bir yer dahi bulamamıştı!

Mültecilere insan değil, hayvan muamelesi yapılmaktaydı

Suriye’de süregelen iç savaş yüzünden Avrupa’ya sığınan mülteciler
hakkında AB liderleri arasında derin görüş ayrılıkları yaşanırken, özellikle
Letonya’da göçmen görmek istemediklerini belirten protestocular,
 “Yakında binlerce Müslüman mülteci buraya akın edecek. Buna izin
vermeyiz”, “Burası bizim vatanımız, biz karar veririz”
 yazılı pankartlar açılmıştı.

Fransa toplam bin 500 mülteciyi barındıramazken, İngiltere
Başbakanı David Cameron, ülkesiyle Fransa’yı bağlayan tünelde yaşanan kaçak
göçmen sorunuyla ilgili,
 “İngiltere’nin kaçak
göçmenlerin sığınacağı bir liman olmadığını”
 söylemekten sakınmamıştı. Türkiye 2 milyon mülteciyi ağırlarken,
Avrupa ülkeleri Türkiye’ye oranla 50 kat daha az mülteciye bile ev sahipliği
yapamamıştı. Üstelik sadece Hıristiyan mültecileri kabul edecekleri şeklinde
Haçlı zihniyetini yansıtan yaklaşımlar ortaya koymuşlardı.

“Ey iman edenler, eğer siz kendilerine
kitap verilenlerden (Yahudi ve Hıristiyan kesimlerden) herhangi bir fırkaya
(mezhebe, partiye, devlete, birliğe tabi ve taraftar şeklinde ve herhangi bir
bahane ile) itaat edecek olur iseniz (asla unutmayınız ki onlar) sizi
imanınızdan sonra tekrar küfre döndüreceklerdir. (Veya ehli kitaba tabi
olmanız, sizin tekrar küfre düşmenizdir)”
 (Ali İmran:100) gibi sarih bir ayetin
ikaz ve uyarısını hesaba katmayanlar elbette hüsrana uğrayacaklardır.

Tevbe: 29 ayeti ise çok daha açık bir inzardır. “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe
inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini
(İslam'ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye
kadar savaşın.”

Üstadın: “Hem Âlem-i insaniyette
inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber
eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin
hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı
altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal
komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve
dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.”
(Mektubat, Sayfa 426)
ifadeleri Kur’ani esaslar doğrultusunda yoruma muhtaçtır.

“Müslüman İseviler” gibi, bugüne kadar bu sıfata layık hiçbir Hıristiyan ülke, mezhep
veya ekip ortaya çıkmadığı halde, Amerika ve Avrupa’yı böyle sanan ve savunan
bazı Nurcular, hatta Amerika ve NATO askerleri, Irak ve Afganistan gibi
Türkiye’mizi de işgale kalkışsalar, onları hoş karşılayıp alkışlayacak bir
vicdan marazına yakalanmışlardır. Bugün dünyadaki ve özellikle İslam
coğrafyasındaki bütün felaketlerin, terörist hareketlerin, ekonomik
sefaletlerin ve ahlaki rezaletlerin arkasındaki Amerika’yı ve Avrupa’yı
“Müslüman İseviler” saymak ve bu zalimlere yakınlık duymak; imandan, izandan,
ahlaktan ve Kur’ani-Nebevi dayanaktan mahrum bir safsata ve şaşkınlıktır.

Fetullah Gülen, son sohbetinde “insanın her zaman haddini bilmesi gerektiği”uyarısında bulunarak,
övgüler nedeniyle büyüklük duygusuna kapılma durumunda ve öyle bir komplekse
kapılındığında çok kötülükler yapılacağını vurgulamıştı. Erdoğan’a ve AKP
iktidarına göndermede bulunan Gülen,
 “Zavallı Yezid'i türlü türlü kötülüklere sevk eden o düşünce
tarzıydı. Kendini bir şey zannediyordu ve alternatif olabileceğini vehmettiği
Ehl-i Beyt'ten kırk elli insanı “paralel” görerek Kerbela'da onların canlarına
kıyıyor, kanlarını döküyordu. Oysa Allah mutlaka zalimlere hadlerini
bildirecekti, fakat sabretmek gerekiyordu”
 diyerek kendilerini Ehl-i Beyt’e, Sn. Erdoğan’ı ise Yezid’e
benzetmekten sakınmamıştı.

Oysa aynı Fetullah’ın bu kadar zulümlerine rağmen ABD ve İsrail
aleyhinde böyle bir benzetme yaptığına rastlanmamıştı. Çünkü onları, herhalde
“Müslüman İseviler” saymaktaydı.

Saidi Nursi Hazretlerinin: “Yanlış
anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle
hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet
eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki,
felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek
beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.
Şöyle ki:

“Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış
Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu
cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir
ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht
derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his
hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin
bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte, beşere açtığın yol ve verdiğin
saadet bu misale benzer.”
(Lem'alar, Sayfa 119-120)

“Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve
hükûmetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar
rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ, “O kadar kuvvetlidir
ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (a.s.) onu öldürebilir, başka çare
olamaz” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak,
öldürecek, ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve
hakikat-i Kur’âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa
Aleyhisselâmın nüzulüyle o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir
mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.”
(Şualar, Sayfa 500-501) tahmin ve
tahayyülleri de yine Kur’an, Sünnet ve İcma-ı Ümmet terazisinde tartılmalıdır.

Üstadın bu tahmin ve temennileri de şimdiye kadar havada
kalmıştır, İseviler içinde,“semavi, ulvi ve halis bir din”
 tezahürü ortaya çıkmamıştır. Birkaç Hristiyan’ın Müslüman olması
müstesnadır ve “İstisnalar kaideyi bozmayacaktır”. Ve hele böylesine
 “halis ve ulvi bir İseviliğin, Hakikati Kur’aniyeye iktida ve
ittihat (tabi olup ittifak) kurdukları”
 hiç vaki olmamıştır, tam tersi Hıristiyanlardan Müslümanlara karşı
sürekli hıyanet ve cinayetler artmıştır.

“On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı
büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret
derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve
madem ahirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek,
İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve
Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler
onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve
musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve
şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında
medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen
gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye
hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm
elem ve şefkatten teselli buldum.”
(Kastamonu Lahikası, Sayfa 79)

“Alem-i İslam’ın tam intibahiyle ve yeni dünyanın,
Hıristiyanlığın hakiki dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve alem-i
İslam’la ittifak etmesi ve İncil, Kur’an’a ittihad edip tabi olması, o dehşetli
gelecek iki cereyana karşı semavi bir muavenetle dayanıp inşaallah galebe
eder.”
(Emirdağ Lahikası, Sayfa 53)

“Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir
İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa
devleti doğurdu.”
 (Hutbe-i Şamiye, Sayfa 38)

Üstadın: “Biz, değil onlar gibi
ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı
bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı
tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ
noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem
kudsi hizmetimiz iktiza ediyor.”
 (Kastamonu Lahikası, Sayfa 192)

Bu ümit ve beklentileri de istismara açıktır ve istikbale dair “Avrupa ve Amerika’nın ileride bir İslami devlet veya sistem
doğuracakları”
 tahminleri tutmamıştır,
böyle bir işaret ve alamet de ortaya çıkmamıştır. Bu tür kof ve boş düşünceler,
Nurcuları koyu Amerika ve Avrupa taraftarı, hatta hayranı yapmaktan başka sonuç
doğurmamıştır. Bu ise Kur’an’a ve Sünneti Resulullah’a açıkça aykırıdır.
Fetullah Hoca da birçok karanlık girişiminde Risale-i Nur’daki bazı yaklaşım ve
yorumları dayanak yapmıştı.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Gülen itirafı!

Fetulah Gülen'in rüyasında Hz. Muhammed'le görüştüğünü söyleyen
Cemaat mensuplarına tepki gösteren Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez,
 “Hangi rüya Kur'an ve sünnetin önüne geçebilir?” diye uyarmıştı. Kanal A'da yayınlanan Türkiye'nin Seçimi
programına konuk olan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Gülen Cemaati
hakkında bazı açıklamalar yapmıştı:

“Paralel Yapı meselesinde biz Diyanet İşleri Başkanlığı
maalesef gerçekten çok zorlanmıştır. Diyanet'in tarihinde de İslam Tarihinde de
benzerine rastlanmayacaktır. Çünkü farklıdır. İnanç, ahlak ve eğitim diye yola
çıkılmıştır. Ama uluslararası politik bir aktöre dönüşmeye başlayınca birincisi
kardeşlik yara almıştır. İkincisi İslam Dini bundan büyük zarara uğramıştır.”

Bu yaklaşımından dolayı Sn. Görmez Hocayı hem kutlamak hem de
hatırlatmak lazımdı: “Uluslararası (Siyonist odakların) güdümüne girip politik
bir taşeron aktörlüğe soyunan Fetullahçı yapının tahribatını anlayıp gerekli
tedbirleri almak için 20 yıl beklemek şart mıydı? Kur’ani ve Nebevi ölçüler
niye dikkate alınmamıştı? İkincisi; Aynı Siyonist Yahudilerin ve emperyalist
AB’nin peşinde koşan, İslami emir ve uyarıları hiçe sayan sivil ve siyasi
oluşumlar da Paralel yapı kadar tehlikeli sayılmaz mıydı? Bunu fark ve ifade
etmek için daha kaç yıl geçmesi lazımdı?

12 Afrika ülkesi çalışıp kazanmakta, Fransa bunların yarısını
ellerinden almaktaydı. Bu barbar Batı mı,
 “Müslüman İseviler” sıfatına layıktı?

İşgalci ve sömürgeciliğiyle nam salmış Batı’nın fikir ve ideoloji
merkezi Hıristiyan Fransa’nın yeni marifetleri ortaya çıkmıştı. Batı ve Orta
Afrika ülkeleri ile imzaladığı “gizli sömürge antlaşması” ile yıllar önce
bağımsızlıklarını ilan eden bu ülkeleri sömürmeyi sürdüren Fransa, bunu
yaparken ise “zorla sahiplenme” ve “köleleştirme” kavramlarına sığınmıştı. Sömürülen
devletlerin kaynaklarını hortumlayan ve bu ülkeleri ekonomik olarak yavaşlatan
Fransa, öte yandan da kendi açıklarını Afrika üstünden kapattırmıştı. Öyle ki
Fransa, milyarlarca Dolar değerindeki Afrika ülkelerinin döviz rezervlerini,
kendi açığını kapatmak için kullandığı kredilere garanti sağlamak amacıyla
hazine bonosu olarak tutmaktaydı. Batı ve Orta Afrika ülkeleri ile Fransa
arasında imzalanan “gizli sömürge antlaşması”, yıllar önce bağımsızlıklarını
ilan eden bu ülkelerin prangası olmaya devam ediyordu. Senegalli ekonomi uzmanı
Sire Sy, söz konusu ülkelerin Fransa-Afrika sömürge antlaşmasından olumsuz
yönde etkilendiğine dikkati çekiyordu. “Zorla sahiplenme” ve “köleleştirme”nin
Fransız siyasetinin içinde yer alan kavramlar olduğunu belirten Sy, bu
kavramların sömürülen devletleri yavaşlatmaktan başka bir işlevi olmadığını
haykırıyordu.

12 ülkenin döviz rezervlerinin yüzde 50’si Fransa hazinesine
aktarılmaktadır!

Sy, Benin, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Mali, Nijer, Senegal,
Togo ile Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo ve Gabon’un, yıllar önce
bağımsızlıklarını ilan etmelerine rağmen gizli sömürge antlaşmasının şartlarına
uymak zorunda kaldıkları için merkez bankaları aracılığıyla döviz rezervlerinin
yüzde 50’sini Fransız hazinesine aktardığını belgelerle anlatıyordu.

Avrupa ve Amerika Afrika’yı sömürüp, hazinelerini doldurmaktaydı

Afrika Kalkınma Bankası eski uzmanlarından Sanou Mbaye ise
Fransa’nın çıkarları için döviz rezervlerini hazine bonosu olarak kullandığını
belirtiyordu. Mbaye, Fransa’nın milyarlarca Dolar değerindeki bu rezervleri,
kendi açığını kapatmak için kullandığı kredilere garanti sağlamak amacıyla
hazine bonosu olarak tuttuğunu söylüyordu.

Şeyh Anta Diop Üniversitesi’nde araştırmacı ve tarih bilimcisi
Mustafa Dieng de Fransa hazinesinin sömürülmüş devletlerin rezervlerinden
doldurulmaya başlandığı 19. yüzyılda yerel halkın, Fransa’ya kişi başı ve mal
varlığına göre vergi ödediğini hatırlatıyordu. Fildişi Sahili eski Meclis
Başkanı Mamadou Koulibaly ise “Yabancı ürünlerin sömürge altında olan
ülkelerdeki pazarlara tamamen veya kısmen girme yasağı, bu ülkelerdeki
ürünlerin Fransa’ya ihraç edilmesi zorunluluğu, sömürülmüş ülkenin sadece
hammadde üretmesi için sanayi üretimine yasak getirmesi” gibi antlaşmanın gizli
kurallarına vurgu yapıyordu.

Bir yandan Beşşar Esad’ı, bir yandan özgürlük fesadı… Bir yandan
IŞİD Süfyan’ı, bir yandan güya IŞİD’e karşı Türkiye destekli NATO ittifakı
saldırılarıyla yaralanan Suriye her geçen gün mahvoluyordu; ve kan kaybından
can çekişiyordu!

Suriye’de bir yandan zalim rejimin, bir yandan IŞİD’in ve güya ona
karşı güçlerin yoğun bombardımanlarına hedef olan Şam’ın Doğu Guta bölgesindeki
hastanelerde, sağlık ekibi ve tıbbi malzeme sıkıntısı dayanılmaz hale gelmiş
bulunuyordu. Ambülâns ve hastanelerin bile bombalandığı bölgede bir günde tek
bir hastaneye 550 yaralı götürülüyor ve “kan stokları” tükeniyordu. İşte bu
barbar Batı (Avrupa’sı ve Amerika’sı) dün de, bugün de, gelecekte de İslam’ın
can düşmanıydı!

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi