Anasayfa » TÜRKİYE’nin GÜNDEMİNDE OLACAK KAVRAM

TÜRKİYE’nin GÜNDEMİNDE OLACAK KAVRAM

Yazar: yonetici
0 Yorum 108 Görüntüleyen

TÜRKİYE’nin GÜNDEMİNDE OLACAK KAVRAM

54 T.C. Hükümeti Başbakanı Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN’ın D-8’in
13. Kuruluş Yıldönümü Kutlaması İstanbul-Çırağan Sarayı 15 Haziran 2010
konuşmasında yakında TÜRKİYE’nin GÜNDEMİNDE OLACAK KAVRAMI Açıklamıştı.

 

  “Demokrasi diye
bişey yok orta yerde! Oynanan oyun demokratur. Demokratur ne demek? HALKIN
İDAREYE ALET EDİLMESİ DEMEK. Siyonizm bu oyunu oynuyor. Siz Seçtiniz diyor. Bu
Televizyonlar senin elinde gazeteler senin elinde paralar senin elinde
meydanlar senin elinde AKP senin elinde çocuk mu aldatıyorsun yav. Öyle
Demokrasimi olur? Bu oyunu oynuyor kendi istediği adamları seçtiriyor.
Seçtirdikten sonrada onları istediği gibi alet gibi kullanıyor. Dünyaya Hükmediyor.
Ne olacak? Bir yandan Yahudi’nin anlına tabancayı dayadığın gibi bir yandan da halkın
istemediği yönetimlerin anlına tabancayı (mecazi manada söylüyorum) dayanacak
sistemi geliştirmek lazım. Bana bak halkın dediğini yapacaksın.”  54 T.C. Hükümeti Başbakanı Prof. Dr.
Necmettin ERBAKAN

Konuya Dair Muhteşem Makale:

“DEMOKRATUR” DEREBEYLİĞİ
Mİ TEHLİKELİ, YOKSA DARBELER Mİ?

Rahmetli Erbakan
Hocamız’ın:

“Demokrasi; halkın kendi
kendisini yönetmesi, milli çıkarları istikametinde, kendi huzur ve hürriyeti
için, kendi özgür iradesiyle istediği idarecileri seçmesidir.

Ama “demokratur” ise;
dış güçlerin, medya manipülesiyle, Masonik teşkilatlar ve sivil oluşumlar
marifetiyle halkı yönlendirip, işbirlikçi hükümetleri iktidara getirmesi, yani
“halkın yönetime alet edilmesidir.”

Sözleri bu karanlık
çağın belki de en önemli tespiti ve “kurtuluş”un en gerekli reçetesi gibiydi.
Refah-Yol gibi Cumhuriyet Türkiyesinin en demokratik, en milli ve en verimli
hükümetini devirmek üzere girişilen ve ABD Yahudi lobilerince tertiplenen 28
Şubat darbesi, Çevik Bir gibi asker paşalardan Fetullah Gülen gibi sivil
maşalara kadar, figüranların kendilerine verilen rolleri oynadığı “demokratur”
sisteminin nasıl yürüdüğünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermişti.

Mümtazer Türköne’nin
gıcıklığı!

'Yavuz hırsız ev
sahibini bastırırmış' misali hedefe hep Erbakan Hoca'yı koymaktan
sıkılmayanlar, “Hırsızın hiç mi suçu yok” sorusunu özenle pas geçip
millet nezdinde Erbakan Hoca'yı tek suçlu ilan etmeye kalkışanlar ve uzun
yıllar gerçekleri itiraf etmeye yanaşmayanlar, şimdi istismar edebiyatı
yapıyordu.

Erbakan Hoca'mızın Fatih
Camii'nde kılınan cenaze namazında kimseye nasip olamayacak o müthiş fotoğraf,
sürecin bütün aktörlerini topyekûn yerle bir ediverince bugün itiraflar havada
uçuşuyordu. Tam bir 28 ŞUBAT İÇ SAVAŞI yaşanıyor, tezgâhlar, çirkinlikler,
pislikler ekranlardan, gazete sütunlarından taşıyor, her şey tek tek deşifre
oluyordu. Böylece yıllarca çuvala sığdırılmak istenen mızrak, pislik çuvalını
15 yıl sonra deşiveriyor.

Yeni dönemin 'mümtaz' ve
de 'seçkin' gözdelerinden bir yazar, mızrağı yeniden çuvallamaya çalışıyor, ama
kendisi çuvalladığının farkında bile olmuyordu. Zaman yazarı Mümtazer Türköne
hala Erbakan Hoca'nın sözüm ona 28 Şubat kararlarını imzaladığını ispatlamaya
uğraşıyordu. Sürecin bütün hakikatlerini artık sağır sultanın bile duyduğu, kör
sultanın bile gördüğü, vicdansız vicdanların bile kabul ettiği şu günlerde
yazılmış maksatlı bir yazısında tuhaf bir rahatsızlık kokuyordu. Yazmakla
kalmıyor, bir de kendi ayıbına Milli Gazete'yi ortak etmeye, şahit tutmaya
kalkışıyordu.

Neymiş efendim,
“Başbakan Erbakan 28 Şubat kararlarını imzalamış, hem de iki kere imzalamış”
mış…

Neymiş efendim, 28 Şubat
medyasını kale almayan Rahmetli Hoca'nın mirasını takip edenler; inanmıyorlarsa
Refah Partisi'nin yayın organı olan Milli Gazete'ye bakacaklarmış. Mesela 14
Mart 1997 tarihli Milli Gazete'nin “Her konuda tam mutabakat”
manşetini okuyacaklarmış…

O manşeti arşivden
çıkarttık. Okuyunca, mümtaz yazarın, manşetin spotlarından ve haber metninden
neden yazısına bir şey taşımadığına dair merakımız da son buldu. Zira haberde
çarpıtılacak, cımbızlanacak cümle yoktu. Başbakan Erbakan, Bakanlar Kurulu
toplantısı öncesinde MGK kararlarının Anayasal sürecine ilişkin teknik-hukuki
bilgiler aktarıyordu. Anayasa gereği Bakanlar Kurulu'nun gündeminin 1.
maddesinin MGK kararlarının müzakeresi olduğunu açıklıyordu. Aslında manşet,
hükümet üzerine yoğunlaştırılmak istenen psikolojik savaşa karşı Bakanlar
Kurulu'nun mutabakatına vurgu yapmak istiyordu. Her şeye rağmen birlik ve
beraberlik vurgusu yapılıyordu. Başbakan Erbakan'ın açıklamaları da, Milli
Gazete'nin bakış açısı da, psikolojik teknikler ve kaba baskılarla kabinenin
DYP kanadının ayartılıp, Hükümette çatlak oluşturmaya dönük uğraşlara karşı bir
mesaj vermeye dönüktü.

Sn. Türköne, acaba 28
Şubat itiraflarının, anlatılanların, deşifre olan gerçeklerin, pişmanlıkların
Erbakan'ı bir kez daha haklı çıkarmasından mı rahatsızlık duydunuz?

Birilerinin hasımlığını
hadi anlayalım da, sizin bu Erbakan fobisi nerden geliyordu? Çünkü yazının son
cümlesi bile, fobiden öte hasımlık kokuyordu.

Allah aşkına, 28
Şubatçıları aklamak Mümtazer Türköne'ye mi kaldı? Rahmetli Erbakan’ı her şeyin
mesulü gösterme cüretinde bulunarak, BÇG'leri, Çevik Bir'leri mi unutturmaya,
saklamaya çalışıyorsunuz? Derdiniz ne? Erbakan'la alıp veremediğiniz ne?
Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu üyeliğine atandığınızda buna Erbakan mı mani
oldu? 
Herkes size saldırırken Milli Gazete de sizin yanınızda durduysa, buna
kimseyi pişman etmeyin.
”[1] Diye sitem eden
kardeşlerimize bir tavsiyemiz vardı: Siyonizmin dindar kuklalarına ve
işbirlikçi münafıklara, Kur’anı Kerim’in NET’liği ve Müminin MERT’liği ile
yaklaşmayıp yalakalık yaparsanız, bu tür pişmanlıklardan asla kurtulamazsınız…

Zaman yazarı Şahin
Alpay’ın çarpıtmaları ve “şecaat arz ederken seciyesini kusmaları”!

“TSK'nın harekete
geçmesinde, RP liderinin ve sözcülerinin provokatif, tahrik edici söz ve
davranışları önemli rol oynuyordu. Erbakan'ın başında olduğu RP, demokrasinin
çoğunluk yönetimi ilkesine bağlıydı, otoriter laiklik uygulamalarını da haklı
olarak eleştiriyordu. Ama oy almak için çirkin bir din istismarı yapıyor; RP'ye
oy vermeyenlerin Müslüman sayılamayacağı temasını işliyordu. Geniş toplum
kesimleri temel hak ve özgürlüklere saygı konusunda RP'ye güvenmiyordu.

Bu güvensizlik dindar
kitleler arasında da yaygındı ve endişeyle izleniyordu. Sanıyorum, dindar
kesimin başlıca temsilcilerinden Fethullah Gülen'in dahi Erbakan'ı istifaya
çağırmasının esas nedeni buydu. Muhtemelen Gülen, Erbakan ve arkadaşlarının
Kemalist militaristleri tahrik edici, provokatif söz ve davranışlarının dindar
insanlara büyük sıkıntılar yaşatacağını görüyordu. Nitekim, öyle oldu. Gülen'in
kendisi de 28 Şubat sürecinde ABD'ye göçmek gereğini duydu; hakkında açılan
uydurma davaların hepsinde aklandığı halde hâlâ orada Amerika’da yaşıyordu.

RP'nin yanlışlarını ben
de görüyordum. Yazılarımda önce RP'nin hazır olmadığı hükümet sorumluluğunu
yüklenmesine, sonra da kapatılmasına karşı çıkıyordum.”
[2]

Bu sözler, hem
Fetullahçıların 28 Şubat’taki darbe şakşakçılığının ve demokrasi
sahtekârlığının bir itirafıydı; hem de Amerikan uşaklığının ilanıydı!

28 Şubat’ta “Şeriat
geliyor, irtica hortluyor” diye yaygara koparanların amacı “darbeyi
meşrulaştırma” ve “perde arkasındaki ABD Yahudi Lobilerini” saklayıp aklamaktı.

Şimdi bugün de,
Ergenekon bahanesiyle; “Aman darbe geliyor, bu darbeciler fırsat
kolluyor”
 diye yırtınanların amacı da, kendi “işbirlikçilerini
meşrulaştırmak” ve arkalarındaki ABD Yahudi Lobilerini saklamaktı.

Fetullahçı İhsan
Dağı’nın sırıtan sahtekârlığı!

“28 Şubat darbecileri
yargılansın. İyi de, peki; sinikleri, ezikleri ve korkakları ne yapalım? Onları
da en azından biraz tanısak…”
[3] şeklinde horozlanan
İhsan Dağı 
tam bir Fetullahçı yaklaşımıyla, uyuz ve ucuz kahramanlık taslıyor ve tabi
“kahredici bir aşağılık kompleksi ve suçluluk psikolojisiyle” vicdanını
rahatlatmak istiyordu.

Zaman yazarı ve Fetullah
yalakası İhsan Dağı’nın muğlak ve yuvarlak ifadelerle geçiştirdiği ve dile
getirmediği;

ABD Yahudi Lobilerince
ve yerli asker-sivil işbirlikçilerce Erbakan’a karşı girişilen 28 Şubat
hıyanetinde, darbecilere arka çıkıp alkışlayan ve Hoca’yı suçlayıp sataşan
“sinik, ezik ve korkak” tiplerin başında “FETULLAH GÜLEN geliyordu! Çünkü o
süreçte televizyon ve gazetelerde Erbakan aleyhine darbecilerin keyfine
demeçler patlıyordu. Erbakan’ı karalamaya, Amerika’nın asker ve sivil kuklalarını
parlatmaya uğraşıyordu!

Bugün “demokrasi
havarisi ve hoşgörü perisi” kesilen Fetullah Gülen ve yardakçıları 28 Şubat
sürecinde, İslam düşmanı darbecilerin şakşakçılığını yapıyor; Gâvurlara,
Firavunlara ve Karunlara gösterilen “hoşgörü”yü, Erbakan’dan esirgiyordu! Bir
de kalkıp hiç utanmadan ve yüzleri kızarmadan “mağdur edebiyatı ve darbe
karşıtlığı” rolleri oynanıyordu. O dönemin sivil darbe derebeyi Mason Süleyman
Demirel’le Fetullah Gülen’in samimi dostluğu ne çabuk unutuluyordu?

Erbakan Hoca, Hak’ka dayandığı
ve Kur’an’a tercümanlık yaptığı için hep haklı çıkmıştı

“Siyonist Yahudi
sermayesi, öylesine şeytani bir sömürü düzeni kurmuşlardı ki; yeryüzündeki 6
milyar insanın her birisi, her yıl bu ırkçı emperyalizme fert başına 1200 dolar
“dünyada yaşama rüşveti” vermek zorunda bırakılıyor. Ve öyle bir sinsi sömürü
sistemi kurmuşlar ki, kimse bu kadar rüşveti Yahudiye nasıl verdiğinin farkında
bile olmuyor. Böylece her yıl Rockefeller’in başkanlığını yaptığı bu 300 Yahudi
ailesinin tekelindeki uluslararası şirketlere tam 7 trilyon dolar akıyor.

Siyonist Gizli Dünya
Devleti,  ayrıca

1- Yeşil kâğıt
tahviliyle 5 trilyon

2- Sarı kâğıt tahviliyle
5 trilyon

3- Beyaz kâğıt
tahviliyle 5 trilyon

Olmak üzere, bu “üç
kâğıtçılık”la ayrıca ülkeleri her yıl 15 trilyon dolar daha sömürüyor.

Bugün herhangi bir
seyahate hatta Hac ve Umre ziyaretine gitmeye kalkışandan bile, uçakla
gidiyorsa, IATA mecburiyetiyle bilet parasının yüzde 10’unu, gemi ile gitmek
istiyorsa Loyd vasıtasıyla yüzde 9’unu, herhangi bir ülkeye para transferi
etmeye çalışsa yüze birini yine Yahudiye rüşvet vermek zorunda bırakılıyor.

Bugün insanlık, dünyanın
herhangi bir ülkesinde, hangi malı alırsanız alın fiyatının üçte birini
Yahudiye dolaylı faiz ve vergi rüşveti olarak ödemek mecburiyetinin farkında bile
olmuyor.

Türkiye’de ve diğer
ülkelerde şu anda, üretilen zirai ve sınaî malın tam 9-10 katı fazla,
karşılıksız para basılıp piyasada dolaşıyor. Siyonist merkezler istediği anda
doların ve yerli paraların değerini düşürüp-yükselterek dünya piyasalarından
trilyonlar devşiriyor.

Büyük krizleri de aynı
sömürü odakları tezgâhlayıp, böylece iflasa sürükledikleri Milli kuruluşları
satın alıyor ve tüm dünyayı köleleştiriyor.”
 Diyen Erbakan, dışa
vuran sivilcelere değil, içerideki kanser hücrelerine dikkat çekiyor; pansuman ve
uyuşturucu tedbirler yerine gerçekçi çözümler öneriyordu.

Gizli Dünya Devleti,
ekonomileri ve hükümetleri bir bir ele geçiriyordu! Dünyada sessiz ve gizli bir
küresel darbe yaşanıyordu!

İtalya ve Yunanistan'da
yaşanan ekonomik krizle ortaya çıkan tablo küresel güçlerin yani Siyonist
merkezlerin maskesini bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Dünyayı yöneten egemen
güçler arasında sıkça adı geçen, Bilderberg, CFR, Triterial Komisyon, Goldman
Sachs gibi uluslararası Siyonist kuruluşların adı Avrupa'da yaşanan krizle
yeniden tartışılmaya başlanmıştı.

Avrupa ülkelerini
siyonist Triterial Komisyonun üyeleri yönetiyordu

Yunanistan’ın yeni
Başbakanı Lukas Papademos'un dünyayı yöneten egemen güçlerden Triterial
Komisyonu'nun üyesi olduğu anlaşılmıştı. Aynı zamanda İtalya'da başlayan krizin
ardından Başbakan koltuğuna oturan Mario Monti'nin de aynı kuruluşun üyesi
olması, şüpheleri arttırmıştı. Estonya Devlet Başkanlığı görevini yürüten
Toomas Hendrik İlves bu komisyonun üyeleri arasındaydı. Avrupa'da yaşanan
ekonomik kriz ülkelerin bağımsızlığını tehdit ederken, halen Dünya Bankası
Başkanı olan Robert B. Zoellick de Triterial Komisyonu üyesi olması, kafaları
iyice karıştırmıştı. Bu teknokratların bir diğer özellikleri ABD'nin en güçlü
yatırım bankalarından olan Goldman Sachs da çalışmış olmalarıydı. Ve yeri
gelmişken hatırlatalım ki, şimdi AKP politikalarının mimarı Kemal Derviş ve AKP
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de aynı Masonik odakların çıraklarıydı.

Küresel sermaye başbakan
atıyordu!

Aslında her şeyin perde
arkasındaki bir elden dizayn edildiği çok açıktı. Yunanistan'da Papandreu
hükümeti, Mecliste çoğunluğu oluşturmasına rağmen, bir hafta içinde yıkılmıştı.
Yeni hükümeti ise parlamento dışından biri olan Papdemos’a kurdurmuşlardı.
İtalya’da da adı skandallara karışan Berlusconi, her şeye rağmen güvenoyu alıp
yeni hükümeti açıkladıktan kısa bir süre sonra, nedeni hala bilinmeyen bir
sebeple istifa ettirilip uzaklaştırılmıştı. İtalya’da tek adam konumunda olan
Berlusconi'nin güvenoyu aldıktan sonra neden istifa ettiği ise hala bir sırdı.
Berlusconi'nin istifasının ardından İtalya'da kurulan hükümetin başında da
tıpkı Yunanistan da olduğu gibi, meclis dışından biri olan Mario Motti
bulunmaktaydı.

Motti’nin Goldman Sachs
ilişkisi niye gizleniyordu?

Motti, Başbakan olmadan
önce ABD'nin en güçlü yatırım bankalarından Yahudi sermayeli Goldman Sachs'ın
da danışma kurulu üyeliği yapmıştı. Goldman Sachs'ın adı Yunanistan’da yaşanan
ekonomik krizle sıkça anılmıştı. Yeni Başbakan Papademos'un Goldman Sahs ile
olan yakın ilişkisi de konuşulmaktaydı. Avrupa Merkez Bankası'nın yeni müdürü
Mario Draghi de Goldman Sachs'ın Avrupa Başkan Yardımcılığı yaptığı
unutulmamalıydı. Küresel sermaye ekonomik gidişatını beğenmedikleri ülkelere
kendi çalışanlarını atayarak, denetimi altına alıyorlardı. Bir nevi borç
verdikleri paraları kurtarmak ve güven altına almak istiyorlardı. Bu durumda o
ülkelerin ne kadar bağımsız olduğu da böylece anlaşılmaktaydı.

Ekonomik politikalar
Siyonist merkezlerce belirleniyordu!

“Kemal Derviş zamanında
“15 günde 15 yasa” çıkarılmıştı. Kim için çıkarıldı bu yasalar? Biraz
daha gerilere gidin Nihat Erim Hükümetini hatırlayın” diyen Doç. Dr. Aziz
Konukman Avrupa'da yaşanan bu durumu “Artık burjuva
demokrasisi, krizlerde acil çözüm üretemiyor. Siyasi partiler de bir çıkış yolu
bulamıyor. Uluslararası kuruluşlar da çözüm olarak teknokratlar atıyor. Daha
çok, uluslararası finans kuruluşlarında, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarda
çalışmış, bu kuruluşlar tarafından kredibilitesi yüksek kişiler seçiliyor. Bu
kuruluşlara güven telkin etmeleri önemli. Ülkelerin ekonomik politikaları artık
ulusal bir düzeyde belirlenmiyor. Ulusal ekonomik politikaları IMF
politikalarına uygun olmak zorundadır. 2008 yılında Türkiye IMF ile masaya
oturmadı IMF ile yolları ayırdı ama, IMF politikalarıyla yolları ayırmadı.
IMF'siz IMF politikaları devam ediyor. Yunanistan'da durum daha da kötüye
gidebilir. Yeni kurulan teknokrat hükümetinin de uzun soluklu olacağı şüpheli.
Bu yüzden Yunanistan için Duyun-ü Umumiye'nin gelmesi gündemde”
 şeklinde
konuşmaktaydı.

Her şey dünyadaki
Siyonist planların bir parçası oluyordu!

Gazeteci-Yazar Atilla
Akar da
 “Öncelikle belirtmeliyim ki dünyada bu tarz olaylar
“Tesadüfen” olmuyor. Bu tip kişiler de o görevlere
“Kendiliğinden” gelmiyorlar. Her şey dünyadaki bir “Ağ”ın,
belli planların bir parçasıdır. Bu ağ ve onun ekonomik uzantıları önce bir
yerde “Kriz” çıkartıyor sonra oraya “Kriz çözücü” olarak
gene kendi adamlarını atıyor. Sonra da topluma dönüp “Maalesef çıkacak
krizi öngöremedik” yalanını söylüyorlar. Çark böyle dönüyor. O kadar ki
son “Teknokrat hükümetler” olayında açıkça “Demokrasinin
inkârı” yaşandı. Böyle olması da çok normaldir. Çünkü dünyanın hiçbir
yerini gerçekte halklar ve kendi hükümetleri yönetmiyor. Kâğıt üzerinde
göstermelik bir demokrasi var. Dolayısıyla son olaylarda “Malumun
ilanı” olmuştur. Bir anlamda iyi de olmuştur. Maskeler atılmıştır. Şimdi
Yunanistan Başbakanı Lucas Papademos ve İtalya Başbakanı Mario Motti'nin
Trilateral Komisyon üyesi çıkmaları “Milli irade” dışında başka
iradelerin “Memurları” olduklarını gösterir. Bunlar bu ağın
“Mutemet kişilikler”idirler. Bu yüzden Üçlü Komisyon üyesi çıkmaları
şaşırtıcı olmamalı. Tersi olsaydı şaşırırdım!”
 
diyerek Erbakan Hoca’nın
50 yıl boyunca anlattığı gerçekleri haykırmaktaydı.

Kemal Derviş'i
hatırlatıyordu.

Yunanistan'da, temerrüde
düşülmesi durumunda dahi bankaların kesinlikle batmasına izin verilmeyeceği ve
Avrupa Birliği'nin kurtarma paketine onay vermesi için gerekli olan 325 milyon
avroluk ek tedbirin emekli maaşlarından çıkarılması dikkat çekiyordu. Kemal
Derviş'in hazırladığı ve bugün de ana ilkeleri korunarak uygulanan “Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programı”nın en öncelikli icraatı da bankaların güvence
altına alınması olmuştu. Ama aynı hassasiyet batan tüccarlar, borç batağına
düşmüş aileler, işsiz kalan insanlar, geçim darlığına düşen emekliler,
çiftçiler için gösterilmedi ki küresel ekonomik sistemin politikalarının da her
daim halkı mağduriyete uğratmasıyla da örtüşen bir durumdu.

Dünyadaki sömürü
ekonomisini Yahudiler yönlendiriyordu!

Küresel sermayenin
önemli aktörlerinden birisi olan Goldman Sachs'ın eski çalışanları
arasında ABD eski Başkanlarından Clinton döneminin Hazine Bakanı Robert
Rubin
 ve Bush döneminin Hazine Bakanı Henry Paulsongibi
isimlerin yanı sıra, Kanada Bankası'nın 2008'den beri başkanlığını yapan Mark
Carney,  Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi
 ve İtalya'nın
“teknokrat”  Başbakanı Mario Monti
 gibi ünlü isimler de
yer alıyordu. Ayrıca, Nijerya eski Finans Bakanı Olusegun Olutoyin
Aganga
, New York Fed Başkanı William C. Dudley, İtalya eski
Başbakanı ve 1999-2004 yılları arasında Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapmış olan Romano
Prodi
 ve Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick gibi
isimler de Siyonist Yahudi kuruluşu Goldman Sachs'ın ne kadar
etkili olduğunu gösteriyordu.
[4]

Şerafettin Elçinin MİT
itirafı her şeyi açıklıyordu!

“BDP Milletvekili
Şerafettin Elçi: “Şu anda Kürt sorununa en akıllı ve en yapıcı yaklaşan MİT’tir.
İstanbul Emniyetinden polis şeflerinin görevden alınması üzerine, KCK
operasyonlarının bıçak gibi kesilmesi dikkat çekicidir
[5] diyordu. Bunun anlamı
“özerk Kürdistanın kurulması ve federatif ayrışmanın sağlanması için, MİT’le
Batılı güçler aynı istikamette ve birlikte çalışıyordu”

Egemen Bağış
İngiltere’de: “Eğer barış görüşmelerinden bir sonuç alınmazsa, Kuzey
Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması seçeneği de gündeme gelebilir”
 
diyerek Milli
Türkiye’nin niyetini, Siyonist merkezlere şikâyet ve deşifre ediyor ve tedbir
almaya yönlendiriliyordu.

“Türkiye parçalansa,
devlet paçavra olsa bile, yine de asker karışmasın” demek, hem ahmaklık hem de
alçaklıktır.

a) Bugün Türkiyemizde 10
parti, 10 mezhep, 10 meşrep, 10 köken kaynaşıp birleşmiştir ama hepsi tek
MİLLET’tir.

b) Ordu da işte bu
milletin bir kesimidir, yani kendisidir.

c) Adam öldürmek en
büyük vebaldir, cinayettir, bir insanı haksız yere katletmek, bütün insanlığı
öldürmek gibidir. Ama çok istisnai ve zaruri durumlarda idam cezası da
verilebilir ve saldırgan düşmanları veya terörist isyancıları bertaraf etmek
gerekebilir.

Şimdi soralım:

1- Asker de bu milletin
bir kesimi olduğuna göre; ülke bölünmeye giderse, milli birlik ve dirlik
tehlikeye düşerse, devlet ve düzen dejenere edilirse ve sivil yönetim ve
yetkililer de:

·        Ya acziyet ve zafiyetinden

·        Ya hıyanet ve işbirliğinden

Dolayı, ciddi ve
tehlikeyi giderici tedbirleri geciktirirse;

O zaman hala “Ordu
müdahaleye kalkışmasın, gerekirse demokrasi hatırına ülke parçalansın”
denilebilir mi?

2- Dış güçler ve
işbirlikçi hain çevreler –şimdiki gibi Kürt-Türk düşmanlığı- geçmişteki gibi
Alevi-Sünni kamplaşması, sağcı-solcu kapışması, dindar-laik kutuplaşması
başlatıp bir iç savaş çıkarırsa, buna rağmen demokrasi hatırına, yine de “Ordu
bu işe bulaşmasın, gerekirse millet yıllarca birbirini boğazlasın; can, mal ve
namus emniyeti, din ve düşünce hürriyeti ayaklar altına alınsın” denilebilir
mi?

3- 31 Mart isyanı ne
kadar haksız ve ahlaksız ise; 19 Mayıs ve sonrası Kurtuluş savaşı kıyamı da o
denli lazım ve şanlı değil miydi?

Siyonistlerin
güdümündeki AB ve ABD’ye göre “İRAN nükleer silaha sahip olmamalıymış, eğer
olursa Türkiye de nükleer silah yapmaya kalkışırmış. Bu ise İsrail için çok
büyük tehdit ve tehlike anlamındaymış.”

Hemen belirtelim ki
İsrail öncelikle bu küstahlığını ABD’den cesaret alarak sergiliyordu. Buna
rağmen AKP NATO’nun Füze Kalkanı Projesi’nin bir ayağının Türkiye’ye
konuşlandırılmasına izin veriyordu. Yani; Türkiye düşmanı İsrail’in güvenliği
için oluşturulan bir projeye destek vermiş oluyordu.

Yapılan açıklamalarda;
“Füze Kalkanı Projesi’nin NATO’nun bir uygulaması olduğu, İsrail ise NATO üyesi
olmadığı için bu projenin toplayacağı bilgilerden yararlanamayacağı” ileri
sürülüyordu. Oysa İsrail NATO’nun resmi üyesi değildi ama NATO İsrail’i korumak
için kurulmuştu. NATO’nun ağası Amerika’ydı ve ABD her durumda İsrail’i koruma
ve kollama görevini sürdüreceğini defalarca açıklıyordu. Öyle ise DEMOKRASİ;
ABD ve İsrail’e hizmetkarlığı, kendi halkımızın isteği ve desteği ile yapma
cambazlığının kılıfı oluyordu!?

“Ben kurucu iradeyim”
diyen Kenan Evren 160 sayfalık onurlu ve cesur savunmasında “Bizi
yargılarsanız siz de ihtilal yapmış olursunuz” diyerek şöyle uyarıyordu:

İHTİLAL SUÇ DEĞİL:
Kurucu iktidarı kullanan kişilerin, ortadan kaldırdıkları, önceki düzeni kuran
eski Anayasadan kaynaklı, yani olmayan bir yetkiyle ve darbe fiillerinden
dolayı yargılanabilmeleri fiilen ve hukuken imkansızdır. Bunun içindir ki
anayasal düzeni ortadan kaldırma fiili suç değilken, anayasal düzeni ortadan
kaldırmaya kalkışma/ teşebbüs fiili suç olarak düzenlenmiştir.

– FİİLİ GÜÇTEN HUKUKİ
GÜCE: TSK emir ve komuta zinciri içinde, 1961 anayasasıyla kurulan düzeni
ortadan kaldırmış ve darbe yapmıştır. TSK’nın ihtilal yapan üst komuta kademesi
Milli Güvenlik Konseyi adını almış, fiili güçten hukuki güce yani kurucu
iktidara dönüşmüştür. MGK önce tam kurucu iktidar sonra kurucu iktidarın ana
organı olarak 12 Eylül 1980 tarihinden geçerli olarak yeni anayasal düzeni
oluşturmaya başlamış, 1982 anayasasını yapmış, halkoyu ile yürürlüğe koymuş ve
yeni anayasal düzenin kurulmasını tamamlamıştır.

– MEŞRU VE HUKUKİ: 1982
anayasası ve bu anayasa ile kurulan anayasal düzenin meşruluğu ve hukukiliği
tamdır. Tartışma konusu yapılamaz. Öncelikle bu tartışma, kamusal erkisini
anayasadan alan kişi, organ, kurumlar ve yetkililerince yapılamaz.

– YOK HÜKMÜNDE: Hukuken
yok hükmünde olan bu dava, Türkiye Cumhuriyeti devletinin hukuk devleti olma
niteliğinin devamı ve korunmasında turnusol kağıdı işlevi görecektir. Bizzat
devletin en yüksek dereceli hukuki güvenliğine sahip kişilerin, yetkisiz /
fiili yani keyfi işlemlerle hukuki güvenliklerinin çiğnenmesi; çiğnenmesinin
toplumda ve bireylerde hukuki güvenliklerinin geleceği konusunda uyarıcı etkisi
olması gerekir. Bunun içindir ki, hukuk bugün bizzat 1982 anayasasıyla kabul
edilen ve güvenceye alınan devletin en yüksek dereceli hukuki güvenliğine sahip
kişilerin hukuki güvenliklerinin korunması, yarın topluma ve bireylerine ve
herkese gerekli olabilecektir.”



[1] Mustafa Kurdaş / 05 Mart 2012 / Milli Gazete

[2] Şahin Alpay / 06 Mart 2012 / Zaman

[3] 06 Mart 2012 / Zaman

[4] Gökçen Göksal / Milli Gazete

[5] Cüneyt Özdemir / 5N1K / CNN Türk / 05.03.2012

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

konya-konferans-10-aralik-pazar