TÜRKİYE NİN DÜNYADAKİ KONUMU
Şirket, cemiyet (dernek-parti) ve devlet gibi birimler, bir insanın büyütülmüş şekilleri olarak düşünülebilir.
Tembel, pısırık ve dağınık bir insanın, şahsi ve ailevi hayatında huzursuz olacağı ve onursuz yaşayacağı gibi, aynı korkak ve kararsız psikolojiye sahip şirket ve devletlerin, her bakımdan geri kalacağı ve asla güven ve saygınlığını koruyamayacağı da bir gerçektir.
Ve zaten yeryüzünde iki çeşit devlet varlığı kabul edilmektedir:
1- Bağımsız (Aktif ve etkin) devletler
2- Bağımlı (Reaktif ve edilgen) devletler
1- Bağımsız ve Aktif devletler, başka ülkeleri de etkileyecek ve kendi inandığı ve arzuladığı değerlerin hakim olduğu bir dünyayı şekillendirecek stratejiler hazırlar ve uygularlar. Uzun vadeli ve geniş çerçeveli (evrensel) program ve projeler peşinde olurlar.
2- Bağımlı ve edilgen devletler ise; devamlı ve sadece kendi iç sorunlarıyla boğuşup dururlar. Büyük bildikleri -daha doğrusu gözlerinde büyüttükleri ve büyülendikleri devletlerin himayesi ve himmetiyle yaşabileceklerine inanırlar. Bugün BM`i oluşturan 180 kadar devletin maalesef büyük çoğunluğu bu sınıftandır.
Türkiye ise hem tabii coğrafyası ve dünyanın merkezinde bulunması, hem tarihi mirası ve büyük bir kültür birikimine sahip olması, hem de potansiyel imkanları ve talihli fırsatları bakımından bölgesel ve evrensel politikalar üretmesi ve yürütmesi gerekirken, maalesef bugüne kadar pasif ve pısırık bir tavır izlemiştir.
Ama Milli Görüşle Türkiye yeniden atağa kalkmıştır ve şu geçici ve kısa süreli engelleme gayretleri de sonuçsuz kalacaktır.
Tabi Türkiye`nin daha atak ve etkin politikalar izleyebilmesi için:
a) İnançlı ve istikrarlı bir siyasi iktidara sahip olması,
b) PKK ve Hizbullah gibi terör sorununu çözüme kavuşturması,
c) Ekonomik çıkmazdan ve çaresizlikten kurtulması,
d) Ülkede temel insan hak ve hürriyetlerini ve iç barışı mutlaka sağlaması,
e)Bütün bunlar için de, öncelikle bilgi, birikim ve beceri yönünden örnek ve yüksek bir beynin iş başında bulunması gerekir.
Ve şimdi “Türkiye`nin Ortadoğu`da, Balkanlar` da, Kafkasya`da ve Orta Asya da` ki misyonu (tarihî ve tabiî görevi ve konumu) ve dünyadaki yeni vizyonu (görüşü ve bakış açısı) ve sorumluluğu nedir? konusuna gelelim.
TÜRKİYE`NİN SORUMLULUĞU
Tabii ve tarihi şartlar ve önümüze çıkan bazı şanslı imkânlar Türkiye`ye önemli sorumluluklar yüklemektedir.
1-Türkiye, hem Asya ile Avrupa arasında, hem de kalkınmış kuzey yarım küre ile geri kalmış güney yarım küre ortasında, her bakımdan bir köprü başı ve buluşma noktasıdır.
Öyle ise Doğu ülkeleriyle Batı dünyasını, hem siyasî, hem ekonomik, hem de sosyal ve kültürel yönden buluşturmak ve barıştırmak, Türkiye`nin tabii ve tarihi görevi sayılmalıdır.
2- Ve özellikle İslam alemiyle Hıristiyan aleminin arasındaki kırgınlık ve kışkırtmaları, diyalog ve dayanışmaya dönüştürmek ve insani değerler etrafında karşılıklı saygı ve anlayış ortamını gerçekleştirmek de Türkiye`nin şansı ve fırsatıdır.
3- Kafkasya ve Orta Asya`daki Türki Cumhuriyetler`in her bakımdan kalkınması, buralardaki petrol,doğal gaz gibi madenlerin ve tarımsal potansiyelin, bölge halkının ve insanlığın yararına kullanılması için, Türkiye, Batı ülkeleriyle ortak yatırım ve yardımlaşma konusunda da kilit ülke durumundadır. Ve özellikle iki yüz milyar varil gibi muazzam bir rezerve sahip olduğu anlaşılan Hazar Petrollerini, ABD ve Rusya ittifakını kullanarak ele geçirmek ve sömürmek isteyen Siyonist merkezlere karşı, hem teknolojik yatırımların ve üretimin artırılmasında, hem de Bakü – Ceyhan boru hattıyla bu petrolün Dünya pazarlarına taşınmasında, Türkiye batılı ülkelerle Azerbaycan arasında öncülük ve arabuluculuk yapmak zorundadır.
4- Türkiye, Rusya`nın da hür dünya ve bölge için bir tehdit ve teh unsuru olmaktan çıkarılıp, insanlık aleminin uygar ve uyumlu bir üyesi haline sokulmasında da etkin bir rol üstlenecek konumdadır.
5- Türkiye sadece Avrupa ile Asya`yı, Hıristiyan alemiyle İslam dünyasını değil, müslüman ülkeler arasındaki dağınıklık ve düşmanlığı da ortadan kaldıracak bir ağırlığa ve saygınlığa da mutlaka ulaşmalıdır.
6- Türkiye aynı zamanda, mevcut batı medeniyetinin, akıl ve araştırma yoluyla varılan ve insanlığın yararına olan buluş ve birikimleriyle, kendi ilmi ve ahlakî değerlerimize uygun olarak hazırlanan Adil Bir Dünya Düzeni`nin evrensel barış ve bereket projelerini uygulamak ve Yeni Bir Dünya`yı kurmak şuurunda ve sorumluluğundadır.
7- Bunun için de Türkiye, her şeyden önce geçmiş hükümetlerin gafleti yüzünden, bütün komşularıyla düşmanlık derecesinde sorunları ve sıkıntıları olan bir ülke olmaktan kurtarılmak ve her birisiyle olumlu ve onurlu ilişkiler kurmak zorundadır ve bunu başarmak için de özellikle milli ve yerli bir yönetime, yani Milli Görüş hükümetine ihtiyaç vardır.
Türkiye`nin hem Avrupa hem Asya ülkesi sayılması, hem Karadeniz ülkeleriyle, hem Balkan ülkeleriyle, hem Kafkas ülkeleriyle hem Ortadoğu ülkeleriyle komşuluk münasebetlerinin ve tarihi geçmişinin bulunması, bir yandan da hem İslam ülkeleriyle hem Türkî Cumhuriyetlerle millî ve manevi bağlar içinde olması, elbette çok önemli ve talihli imkânlardır.
8- Türkiye, asırlar öncesi şartların gereği olarak hazırlanmış ve uygulanmış ve tarihi süreç içinde giderek İslam’ın özünden uzaklaşmış ve yozlaşmış katı, kapalı ve klasik bir “Din Devleti” düşüncesinin yanlışlığını açıklayıp, gelişen ve değişen dünya standartlarına ve toplumun bütün ihtiyaçlarına uygun, gerekli ve yeterli çözümler ortaya koyan ve bizzat Hak`tan ve ilimden kaynaklanan ve temel hak ve hürriyetler açısından tüm insanları kucaklayan, yeni bir İslam medeniyeti anlayış ve ümidini yerleştirmek ve yürütmek mecburiyetinde ve makamındadır.
9- Velhasıl, Milli Görüş Medeniyetindeki ve Adil Düzen yönetimindeki Türkiye, ne Avrupa ne Amerika’yla, ne Yunanlılarla ne Ruslarla, ne İran’la ne Araplarla, asla savaşmak ve düşmanca yaşamak hevesine ve hedefine sahip olmayacaktır. Tam aksine her dinden ve düşünceden farklı kavimler ve ülkelerle, karşılıklı anlaşma ve dayanışma içinde olacak, bunu sağlamak üzere de siyasi, iktisadi, askeri ve ahlaki kalkınmaya önem ve öncelik tanıyacaktır.
10- Bunlardan da anlaşılıyor ki Türkiye, bir yandan İslam ülkeleriyle siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel işbirliğine yönelik gerekli girişim ve oluşumlara öncülük ederken, aynı zamanda bu günkü evrensel kuruluşlardaki üyeliğini de sürdürecek, hatta daha aktif ve etkin bir rol üstlenecek,
– Sömürü yerine, her konuda işbirliği ve adil paylaşımın,
– Tahakküm yerine karşılıklı insan haklarına saygılı yaklaşımın,
– Savaş ve saldırı yerine, konuşup uzlaşarak anlaşmanın ve birlikte yaşama şartlarının gerçekleşmesi noktasında ağırlığını koyacak ve saygınlığını kullanacaktır.
Böylece haksızlık ve ahlaksızlık temeli üzerine kurulan Siyonizm`in sömürü saltanatının yıkılmasına ve insanlığın yeniden huzura ve refaha kavuşmasına Türkiye katkıda bulunacak, uydu ve kuyruk değil, lider ve lokomotif bir ülke olacaktır.
- TÜRKİYE`NİN BÖLGESEL SORUNLARI VE ÇÖZÜM YOLLARI:
A- ORTADOĞU`DA
1- Dini, tarihi ve coğrafi yönden pek çok ortak değerleri paylaştığımız Suriye, Irak ve İran gibi komşularımızla aramızda oluşturulan suni düşmanlıklar kaldırılmalı, sorunlarımız barışçı yollarla çözüme kavuşturulmalıdır.
2- Bu komşu ülkelerle ekonomik kültürel ve askeri işbirliği ve ortak kalkınma ve dayanışma imkanları araştırılmalıdır.
3- Türkiye sadece bu ülkelerle bizim aramızda değil, kendi aralarındaki problemlerin çözümüne de öncülük ve arabuluculuk yapmalıdır.
4- Ortak ve mutlak düşmanlarımız olan Siyonizmin güdümündeki saldırgan devletlere karşı müşterek savunma ve birlikte karşı koyma projeleri hazırlanmalıdır.
5- “Büyük İsrail imparatorluğu”nun kurulması için, Türkiye, Irak, Suriye ve İran`ın parçalanması maksadıyla bölgeye konuşlandırılan ÇEKİÇ GÜÇ, NGO ( ANJO – Gönüllü sivil yardım kuruluşları ) diye bilinen fesat ve hıyanet merkezleri çıkarılmalı, Çoğu Ermeni ve Süryani asıllı kimselerden oluşan ve piyon olarak kullanılan fitne odakları kurutulmalıdır.
6- Ve yine Siyonizm’in bir alt kümesi olarak faaliyet gösteren cinayet ve hıyanet örgütü PKK`ya ve Hizbulah’a karşı birlikte ciddi, etkin ve kesin önlemler alınmalıdır.
7- Öteden beri İsrail ile işbirliği içinde hareket eden ve Türkiye`deki masonik merkezler tarafından devamlı desteklenen Mesut Barzani ile Sorani aşiretinin reisi olan ve ABD tarafından dışlanıp İran`a sığınan Talabani arasındaki ihtilaflarda hakem rolü oynanmalı, hem Kuzey Irak halkının geleceği ve güvenliği garantiye alınmalı, hem de bölgemizde barış ve huzur ortamı sağlanmalıdır.
8- Bölgedeki Petrol, doğal gaz, su ve tarım ürünleri gibi hayati ve stratejik imkanların başka ülkeler tarafından sömürülmesine fırsat tanınmamalı, karşılıklı çıkar dengelerine dayalı, “ortak paylaşma ve pazarlama” şartları oluşturulmalıdır.
9- Bu cümleden olarak Irak-Türkiye Petrol boru hattı mutlaka açılmalı ve sınır ticareti yeniden başlatılmalıdır.
10- Bu komşu ülkelerle sınır ticareti kolaylaştırılmalı ve artırılmalıdır.
11- Dolar ve Mark yerine, bölge ülkeleri aralarında kendi paralarıyla alış-veriş yapmaya biran evvel başlanmalıdır.
Bu önerilerin önemli kısmının Refah -Yol hükümeti tarafından hem de 11 ay gibi kısa bir sürede başlatılmış ve başarılmış olmasına karşılık, daha sonraki hükümetlerin bu hayırlı girişimleri tıkaması ülkemiz için önemli bir kayıptır.
Suriye ile su sorunu mu? İsrail oyunu mu?
Bilindiği gibi, Suriye ile hem su, hem de Hatay sorunu yüzünden aramız açılmak isteniyor.
Suriye, GAP Projesi tamamlandığında,barajlarımızdan kendilerine bırakılan su miktarının bir hayli azalacağını ve ülkelerinin bir susuzluk sıkıntısı yaşayacağını ileri sürerek, bizden daha fazla su istiyor ve buna Türkiye`yi mecbur bırakacak anlaşmalara zorluyor..
Suriye`yi bu davranışlara iten gerçek sebepleri ve Siyonist güçleri yazımızın sonuna erteleyerek önce Fırat-Dicle sularıyla ilgili aramızdaki görüş farklılıklarını ortaya koyalım:
1-Türkiye, Dicle ve Fırat sularını haklı olarak kendi milli kaynakları sayıyor, ancak yurdumuzdan doğup başka ülkelere akarak denize döküldüğü için de “sınır ötesi sular” kapsamında değerlendiriliyor.
Suriye ve yandaşları ise Dicle ve Fırat sularını uluslararası statülü “ortak sular” kapsamında görüyor ve eşit paylaşılması gerektiğini savunuyor.
2- Türkiye GAP projelerinin, nehirlerin akışını düzenleyip komşu ülkelere daha fazla ve zamanında su verilebileceğini iddia ediyor…
Ama Suriye GAP tamamlanınca, sularının kısıtlanacağını, hatta tamamen kesileceğini zannediyor. En azından Türkiye`nin, GAP sularını tamamen kontrolüne alacağını ve Ortadoğu ülkelerine bunu bir baskı unsuru olarak kullanacağını söylüyor.
3- Türkiye 1987 protokolüyle garanti ettiği şekilde Suriye`ye saniyede 500 m3 su vermeyi düzenli olarak sürdürüyor. Hatta sırf bu protokole uymak için 1,5 yılda doldurulması planlanan Atatürk Barajı`nı gecikmeli olarak 3 yılda doldurdu. Suriye ise ihtiyacının çok üzerinde su talebinde bulunuyor.
4- Fırat sularının 90`ı, Türkiye`deki akarsu kaynaklarından besleniyor. Sadece 10` dan az bir kısmı Suriye`den doğup ülkemize akarak Fırat`a karışıyor. Buna karşılık Suriye Fırat sularının 23` ünü bizden istiyor.
Irak ise Fırat debisine hiç bir katkısı olmadığı halde suların 43` ünü istiyor.
5- Türkiye su probleminin karşılıklı ve ikili anlaşmalarla çözümünü savunuyor. Suriye ve yandaşları ise, bu sorunu uluslararası platformlara taşımak istiyor. Çıkacak bütün kararların Türkiye`nin aleyhine olacağını, bunları tanımayınca da Türkiye`nin suçlu ve sorumlu pozisyonda kalacağını hesaplıyor.
Bütün bunlardan da, Suriye`nin su meselesini bir bahane yaptığı ve kasıtlı olarak ortalığı karıştırmak isteyen bazı güçlerce Türkiye`ye karşı kışkırtıldığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki;
a) Önce Suriye ve yandaşları, diktatörlük rejimlerine karşı kendi toplumlarının haklı tepkilerini ve güçlenen muhalefet cephelerini törpülemek ve suni dış tehditlerle dikkatleri başka taraflara çevirmek istemektedir.
b) Suriye, aynı zamanda hayali bir Türk istilasına karşı ortak bir Arap cephesi oluşturmak ve bölgenin liderliğine oynamak gibi ucuz kahramanlıklar peşindedir.
c) Suriye ve yandaşı diktatörleri asıl kullanan ve kışkırtan İsrail ve ABD`dir. Bunun nedenleri de çeşitlidir. Önce İsrail`in Suriye`den işgal ettiği ve hala elinde tuttuğu Golan Tepeleri, İsrail`i besleyen suların ana kaynağıdır ve İsrail`in bu sulara hayati derecede ihtiyacı vardır. Ve işte bu yüzden Suriye`ye:”Sizin su ihtiyacınızı Türkiye`den karşılamanız gerekir. Bu zaten sizin tabii hakkınız gibidir. Türkiye de bu haklı talebinizi yerine getirmek mecburiyetindedir?” gibi telkin ve tahriklerde bulunmaktadır.
İkincisi, Siyonist planlarına göre Büyük İsrail projesini gerçekleştirmek zamanıdır. Öyle ise “küçük engelleri birleştirip büyük engelle vuruşturmak ve sonunda hepsinden birden kurtulmak” formülü uygulanmaya koyulmaktadır… Küçük engeller Ortadoğu`daki Suriye, Irak, Ürdün, büyük engel ise Türkiye ve Mısır sayılmaktadır.
Üstelik Türkiye`nin Gümrük Birliğine alınması bir bakıma İslam alemine liderlik konumundan uzaklaştırmak amacıyladır. Ve işte şimdi belli güçler Suriye ve yandaşlarına “Türkiye`nin bıraktığı liderlik boşluğunu siz doldurabilirsiniz” diyerek onların bazı kuruntularını da canlandırmaktadır…
Türkiye`deki bozuk ve bereketsiz bir zihniyetin temsilcisi olan parti ve hükümetlerin şu şaşkınlığına bakınız ki, Avrupa`da Gümrük Birliğine alınmamız ve Amerika`da Rum-Ermeni Lobilerine karşı korunmamız için, sözde Türkiye lehine resmen ve astronomik paralar ödenerek İsrail`e Lobicilik faaliyetleri yaptırılmakta, ama aynı İsrail Ortadoğu`da hem PKK`yı silahlandırmakta, hem de Suriye`yi kışkırtmaktadır..
Son yıllarda İsrail`in Suriye, Ürdün ve Filistin`le göstermelik bir barış sürecine taraftar görünmesi ise tamamen Türkiye`ye karşı ortak bir cephe oluşturmak amacını taşımaktadır.
Bu arada yine İsrail`in ve ABD`nin kışkırtmasıyla Suriye, Hatay ilimizdeki tehli girişimlerini giderek yoğunlaştırmaktadır.
M.G.K. Genel Sekreterliği raporuna göre Hatay ilimizde 700 bin Türk, 350 bin Arap, 35 bin Kürt, 15 bin Rum ve bir kaç bin de Ermeni yaşamaktadır. Bunların 30`u alevi, 68`i sünni, 2 kadarı da gayrı müslim bulunmaktadır.
Suriye`nin PKK ile anlaşarak bölgedeki Kürtleri ve Arapları örgütleyip kışkırttığı haberleri alınmaktadır.
Bu maksatla İsrail’in talimatıyla “Genç Kürtler” örgütünün yıkıcı faaliyetlerini yoğunlaştırdığı ve Hatay`ı Türkiye`den ayırma operasyonlarının hızlandırıldığı konuşulmaktadır.
Ve zaten yıllardır Hatay ilimizin Suriye haritası içinde gösterildiği de unutulmamalıdır.
Bütün bu olumsuz gelişmeleri yakînen takip eden MGK Genel Sekreterliği`nin tavsiyesiyle, Hatay ilimizin “Özel Statülü İl” kapsamına alınacağı yolunda haberler yayılmaktadır.
İsrail`in hesabı özellikle Hatay`daki Arapları terör olayının içine çekerek bu gelişmeyi bir “Arap Meselesi” olarak Arap ülkelerinin gündemine almak ve konuyu suni Kürt problemi yanında, yeni bir etnik sorun gibi gösterip Türkiye`nin başını ağrıtmak ve bütünlüğünü parçalamaktır.
Böylece Türkiye ile komşu kardeş Arap-İslam ülkelerinin çarpışması sadece İsrail`in işine yarayacak ve bu Suriye`nin su talebi yüzünden hiç olmazsa Golan tepelerinden doğan Ürdün nehrinin suları İsrail`e akacaktır.
Bizi asıl üzen ve düşündüren durum ise, bazı medya kuruluşlarının ve özel dernek başkanlarının, taşı atanı bırakıp atılan taşın peşinde koşan Finolar gibi, Suriye ve diğer komşu ülkelerimizi bize karşı kışkırtan İsrail ve ABD`yi gözlerden gizleyip, bu piyonları asıl düşman gibi göstermeleri ve hayali hedeflere saldıran Donkişot gibi kuru kahramanlıklara yeltenmeleridir.
Ve özellikle bütün bu gelişmelerin Refah – Yol` un kurulduğu ve sonunda Erbakan Hoca`nın Başbakanlık makamına oturduğu bir döneme rastlamasını, sadece bir tesadüf şeklinde değerlendirmek de yanlıştır.
Siyonizmin şeytani planlarını altüst edecek milli bir hükümeti, asla hazmetmemesi, yeni bir güç ve medeniyet merkezi meydana getirecek bütün gelişmeleri boğmak istemesi, ne denli düşmanlık ise, bu ülkede Siyonist emellere alet olan masonların hıyaneti de o denli şaşkınlıktır…
Ülkemizin böylesine ağır iç ve dış sorunlarla boğuşmak zorunda bırakıldığı bir ortamda Milli Görüş dışlanarak kurulacak hükümetlerin hiç bir problemi çözmeyeceği ve her şeyi bin beter edeceği bilindiği halde, kasıtlı ve suni kriz oluşturanların asıl maksadı da anlaşılmış olmaktadır.
Ama her şeye rağmen bu kavgayı İslam ve insanlık adına Türkiye kazanacak ve şer güçler istemese de yeni bir dünya mutlaka kurulacak ve yarınlar bizim olacaktır…
B – BALKANLAR:
1- Türkiye`nin sorumluluk sahası ve stratejik ilgi alanı artık sadece Edirne`den Van`a değil, bundan böyle “Edirne`den Bihaç`a (Adriyatik kıyısında), Van`dan Kırgızistan`a” olmak zorundadır.
Unutulmasın ki, Balkanların tamamına yakını asırlar boyu Osmanlı himayesinde kalmıştır ve hâlâ Batı Trakya, Makedonya, Arnavutluk, Yugoslavya`daki Kosova Sancak ve Bosna Hersek` te bir çoğu Türk olmak üzere, milyonlarca Müslüman yaşanmaktadır.
Yıllarca süren toplu soykırımlara ve zorla asimile çalışmalarına rağmen, bu milyonlarca Türko-İslami halk, mescitleriyle Medreseleriyle kültür ve gelenekleriyle, Osmanlı`nın tabii mirasçıları ve hatta canlı tapuları konumundadır.
2- Bütün bunlar Türkiye`ye tarihi ve tabii haklar ve sorumluluklar yüklemektedir. Türkiye bu şanlı mirasını reddedemez, bunca insanını barbar batılıların insafına terk edemez.. Bugüne kadar ki ilgisizliği ise, geçmiş yönetimlerin ağır vebali olarak tarihe geçecektir.
3- Bu “Osmanlı faktörü”nü Yunanlı Siyaset bilimci Thanos Veremis bile kabul etmekte ve aynen şunları söylemektedir.
“Balkanları potansiyel olarak etkileyecek ve şekillendirecek faktörlerin başında Osmanlı faktörünün yeniden ortaya çıkışı gelir. Günkü Osmanlıların çekilişinden sonra Türkiye’nin Balkanlardaki Müslümanlara yönelik ciddi bir ilişkisi görülmemiştir. Ancak komünizmin çöküşü ve doğu bloğunun dağılması Türkiye’nin bölgeye olan ilgisini yeniden gündeme getirmiştir. Bulgar, Sırp, Hırvat ve Arnavut gibi farklı etnik kökenlere mensup 6 milyon Balkan Müslüman’ı Karadeniz’den Adriyatiğ’e uzanan coğrafi bir kuşak meydana getirmektedir. [1]
4- Bu haliyle Karadeniz-Adriyatik arasında tabii bir kuşak oluşturan Müslümanlar, Yunanistan`la Sırbistan arasında kurulmaya çalışılan “Ortodoks” birliğine fırsat vermeyen stratejik bir duvar konumundadır.
5- Öyle ise Türkiye Balkanlara el atmak ve sahip çıkmak zorundadır. Bu durum yayılmacı ve saldırgan bir politika izleyelim şeklinde algılanmamalıdır. Ancak bugünkü harita ve sınırların da suni olduğu ve zoraki koyulduğu da unutulmamalıdır. Ve hele şimdiki sınırların asla değişmez olduğu da sanılmamalıdır. Zira daha 1912`lerde yani 80 sene kadar önce bütün Balkanlar Osmanlı`nın sınırları içinde bulunmaktaydı. Bu son 80 yılda ise 1. ci ve 2. ci dünya savaşları ve nihayet Sovyetler` in dağılmasıyla yine sınırların tam 3 sefer değiştiği göz önünde tutulmalıdır.
Ve tabi sınırların değişmesi büyük savaşlar ve önemli sarsıntılar sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu günkü Balkanlar ise zaten fıkır fıkır kaynamakta ve her an büyük çatışmalara gebe bulunmaktadır.
İşte böyle bir durumda Türkiye`ye de müdahale hakkı doğacağından her an hazırlıklı ve programlı olmak durumundadır.
Öyle ise Türkiye daha şimdiden şu stratejik projeleri uygulamaya koymalıdır.
a) Balkan Barış Oto yolu:, Edirne den Makedonya ya (Filibe`den geçip Üsküp`e) uğrayacak bir BALKAN BARIŞ OTO-YOLU hayati bir önem taşımaktadır
Rahmetli Özal döneminde gündeme getirilen ama maalesef bir türlü hayata geçirilmeyen bu otoyol projesinin en büyük engeli “Bulgaristan vizesi” olarak görülmektedir. Ancak Bulgaristan’ın Yunanistan ve Sırbistan`la olan ciddi problemleri ve rekabetleri nedeniyle, bu ülkeyle olumlu ilişkiler geliştirmek ve bu proje için desteğini elde etmek mümkündür.
Bu oto-yol sayesinde Balkan Müslümanlarıyla her türlü diyalog ve dayanışma hızlanacak ve Osmanlı ruhu yeniden canlanacaktır. Bundan ise barış ve bereket doğacaktır.
b) Oto-yol projesiyle birlikte bu “Yeşil Kuşak” taki ülkelerle siyasi, ticari ve askeri ittifaklar kurulmalı ve geliştirilme imkânları aranmalıdır.
c) Türkiye`den bu bölgelere Türkçe, Arnavutça, Sırpça, Hırvatça yayın yapacak radyo ve TV. kanalları kurulmalı, bu insanlarımızın Anavatanlarıyla ilgi ve irtibatları sağlanmalı ve devamlı kılınmalıdır.
d) Bosna-Hersek`e özellikle ve ciddiyetle el atılmalı ve bu maksatla Sırplara karşı Hırvat dostluğu sağlanmalı ve hatta bu konuda Almanlarla işbirliği yapılmalıdır.
e) Bosna-Hersek ordusunun eğitimi ve güçlendirilmesi için Türkiye bizzat devreye girmeli ve bunu başka ülkelere bırakmamalıdır.
f ) Bilge Kral İzzet Begoviç`e sahip çıkmalı, dış güçler tarafından kışkırtılan münafık ve satılık rakiplerine karşı yalnız bırakılmamalıdır.
g) Bosna- Hersek`in kalkınmasına fiilen katkıda bulunmalı ve ortak yatırımlar hızlandırılmalıdır.
h) Kosova katliamı mutlaka durdurulmalı ve bağımsızlık mücadelesinde yalnız bırakılmamalıdır.
C- KAFKASYA ve ORTA ASYA
I – Sovyetlerin dağılmasından sonra yeniden ortaya çıkan “KIZIL ELMA- Müslüman Türk dünyasının kaynaşması ve kucaklaşması” fırsatının ilk etabı kaçırılmış olsa da, Türkiye`nin önünde hala büyük imkanlar ve sorumluluklar bulunmaktadır.
Kafkasya ve orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilgili ilk fırsatı kaçırmamızın başlıca nedenleri ise;
1- Uluslararası Siyonist cephenin, Haçlı ittifakını da kullanarak, kasıtlı olarak Türkiye`nin önünü tıkaması,
2- Sözde müttefikimiz olan Amerika`nın, Türkiye`yi yüzüstü bırakıp Rusya’nın yanında yer alması,
3- Türkiye`nin bu gelişmelere hazırlıksız yakalanması ve o sırada çapsız ve çaresiz politikacıların elinde bulunmasıdır.
II – Rusya`nın Türkiye`ye Bakış Açısı ve Barış Çareleri:
a) Rusya kendi güvenliğini ve geleceğini şu 4 ana bölgeye sahip olma şartına ve şansına bağlamıştır:
1 – Baltık Ülkeleri
2- Balkanlar ve boğazlar
3- Bütünüyle Kafkaslar
4- Orta Asya havzası…
Son üç madde aynı zaman da Türkiye`nin de tabii ilgi ve sorumluluk sahasıdır. Bu nedenle Osmanlı Tarihi, Türk-Rus savaşlarıyla doludur.
Bugün de Rusya, Türkiye ve bölge için hala ciddi bir tehdit ve teh unsurudur.
b) Komünizmin çökmesi ve Sovyetlerin dağılması ise, aslında Rus emperyalizminin bir “Stratejik geri adımı”dır. Şöyle ki; ;
1- Hem böylece “komünizmi” terk ederek “kızıl korku” yu öldürmüş ve batı ile arasındaki en büyük problemi ortadan kaldırmış ve yeniden kucaklaşma imkanları sağlanmıştır.
Rus ekonomisinin düzelmesi ve Batı ile birleşmesi için, Avrupa ve Amerika`dan Rusya`ya, şimdi milyarlarca dolar akıtılmaktadır.
2- Hem de Moskof Devleti böylece kendi doğal sınırlarına çekilmiş ve Doğu Avrupa ve Orta Asya cumhuriyetleri’ ne kaynak aktarımından kurtarılmıştır.
III- Bugünkü Türk- Rus çekişmelerinin başlıca nedenleri:
1- Balkanlarda, Kafkasya’da ve Orta Asya’daki nüfuz (etkinlik ve liderlik) rekabeti.
a) Balkanlar: Rusya, Sırpları ve Yunanlıları da yanına alarak bir “Ortodoks birliği” kurma ve böylece Türkiye`yi Balkanlardan kuşatma peşindedir.
Oysa Balkanlar, Osmanlı mirası ve Müslüman varlığı nedeniyle asıl Türkiye`nin ilgi alanı içindedir.
b) Kafkasya: Hem tabii ve yeraltı zenginlikleri ve özellikle Hazar petrolleri, hem de güneye inecek önemli bir geçit boğazı olması nedeniyle, Rusya Kafkasya’nın kendi kontrolünde olmasını istemektedir.
Ama hem dini, ırki, tarihi kültürel bağlar, hem de coğrafi şartlar ve Orta Asya’nın açılan kapısı konumunda olması ve Rus tehdidine karşı tabii bir set-kale oluşturması bakımından, Kafkasya`nın Türkiye`nin etkinliğinde bulunması gerekmektedir.
c) Orta Asya Cumhuriyetleri de, hem kültürel kimlik hem ekonomik, hem de stratejik açıdan, Türkiye’nin sahiplenmesi ve rehberlik rolünü üstlenmesi gereken bir bölge iken, Rusya da buralardaki avantajlarını elinden kaçırmamak için direnmektedir.
2- Hazar petrollerinin taşınması problemi: Bu konuda Rusya ile Türkiye arasında önemli bir çekişme ve rekabet, gözlenmektedir.
Şu anda Hazar petrollerinin 4 yoldan taşınması düşünülmektedir:
a) Petrol boru hattının İran üzerinden geçmesi ki, buna ABD ve Batı kesinlikle karşı çıkmaktadır ve engelleyecektir.
b) Petrolün boğazlardan geçmek üzere Karadeniz`den taşınması, Rusya bu teklifi özellikle istemesine karşılık, Türkiye haklı olarak buna itiraz etmekte ve kabullenmemektedir. Çünkü zaten deniz trafiği oldukça yoğun olan İstanbul ve Çanakkale boğazları böyle bir tanker akışını asla kaldıramayacak, boğazlar ve İstanbul her an bir büyük deniz kazasının tehdidi altına girecektir.
Üstelik Rusya bu şekilde boğazlar üzerinde kısmî bir hakimiyeti fiilen gerçekleştirmek niyetindedir.
c) Petrolün Türkiye üzerinden Ceyhan`a aktarılmasıdır ki, Azerbaycan ve Türkiye için hem ekonomik hem de stratejik olan tercih bu olmasına rağmen, Rusya ve ABD bu teklif ve tercihi baltalamak için her türlü hile ve hıyaneti yürütmektedir.
d) Bu arada Rusya, petrol boru hattını ve kontrolünü Türkiye’ye kaptırmamak için, yeni bir natif proje daha gündeme getirmiştir. Şöyle ki petrolü Karadeniz`den tankerlerle Bulgaristan`ın Burgaz limanına taşımayı, oradan da Trakya üzerinden bir boru hattıyla Yunanistan’ın Dedeağaç limanına akıtmayı ve Ege’ye ulaşmayı düşünmektedir.
3- Rusya`nın “Kürt kartı“nı kullanması: Rusya ile aramızdaki sorunların birisi de PKK ya açıkça destek ve üs sağlamasıdır. Bilindiği gibi 1995 yılında sözde “sürgündeki Kürt parlamentosu” Moskova`da ve eski bir Rus parlamento binasında toplanmıştır.
Rusya’nın PKKya silah sattığı öteden beri bilinmektedir. Ayrıca kendi topraklarında PKK`ya çeşitli kamplar ve kolaylıklar da sağlamaktadır.
Hatta, Asya-Avrupa arası uyuşturucu ve silah taşıyan ve İsrail`in güdümünde olan Mafyanın önemli elemanları, PKK bünyesinde bulunmaktadır.
Şu anda Türki Cumhuriyetlerde hızla yayılan ve iş adamlarımızı haraca bağlıyan PKK ve Türk mafyası da, yine İsrail ve Rusya’nın ortak gözetimde denetiminde faaliyet yapmaktadır.
Türkiye`nin Kafkasya ve Orta Asya`daki Türki topluluklara sahip çıkması ve yeni bir İslam Bloğuna öncülüğe kalkışması ve özellikle bu amaçları güden Erbakan` ın fiilen iktidarda bulunması halinde dünya dengelerinin bozulacağını ve sömürü saltanatının yıkılacağını düşünen İsrail ve ABD, Rusya`yı da yanlarına alarak, orta Asya’yı Ekonomik ve kültürel yönden kıskaca almaya çalışmaktadır.
Bu maksatla:
a) Bu ülkelerde elçilik ve irtibat büroları açmakta,
b) Mossad ajanlarına üs ve imkan hazırlamakta,
c) Misyonerlik faaliyetlerini hızlandırmakta,
d) Ticari ilişkilerini devam ettirip artırmakta,
e) Yeni ve stratejik yatırımlar yapmakta,
f) Bu ülkelere bol miktarda silah satmakta,
g) Şuurlu ve onurlu İslam’ın yayılmasını önlemek için teslimiyetçi ve şekilci bir din anlayışını yerleştirecek kişi ve kesimlere destek çıkmaktadır.
Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya Stratejisi Ne Olmalıdır?
1- Kesinlikle ve öncelikle bilinmesi ve mutlaka kabul edilmesi gereken bir gerçek vardır: Kafkasya ve Orta Asya Türkiye için sadece bir ilgi alanı değil, vazgeçilmez bir “HAYAT SAHASI ve TARİHİ ŞANSI” dır.
2- Her şeyden önce “Müslüman Türk Dünyasının ortak değerler ve milli menfaatler etrafında kenetlenmesi gerektiği” bilinci mutlaka benimsetilmeli ve geliştirilmelidir.
Bu nedenle:
a) Kültürel işbirliği imkânlarının araştırılması ve artırılması,
b) Ortak bir alfabenin hazırlanması ve kullanılması,
c) Türkiye`den Kafkasya ve Türkî Cumhuriyetlere yönelik Radyo ve televizyon istasyonlarının kurulması
d) Haberleşme ve ulaşım kolaylıklarının sağlanması,
e) Ortak eğitim programlarının hazırlanması ve uygulanması,
f) Türkiye’de bu ülkelerden gelen öğrencilerin okutulması ve sahip çıkılması gerekmektedir.
3- Ortak ekonomik programların oluşturulması ve Türki Cumhuriyetlerindeki tarım ve sanayi ürünlerinin Türkiye üzerinden pazarlanması da oldukça önemlidir.
Bu amaçla Türkiye`de yeni transit yollar ve sınır kapıları açılabilmelidir.
4- Hazar ve Orta Asya petrollerinin, Türkiye dışındaki yollardan dünya pazarlarına akıtılmasına, asla fırsat verilmemelidir.
5- Müslüman Türk Dünyası kendi aralarında siyasi ve askeri yönden ortak dayanışma ve yardımlaşma paktını mutlaka gerçekleştirmelidir.
6- Türki Cumhuriyetlerle teknolojik işbirliği imkanları hızla geliştirilmelidir. Özellikle Kazakistan`ın nükleer enerji ve uzay bilimleri sahasındaki birikimleri Türkiye için oldukça önemlidir.
7- İslam`a duyulan hasret ve muhabbetin istismarına ve yozlaştırılmasına meydan verilmeden saf ve sade İslami düşünce ve değerlerin öğretilmesi ve benimsetilmesine önem ve özen gösterilmelidir.
8- Adil Düzen projelerinin bu ülkelerdeki pilot bölgelerde uygulanmasına ve olgunlaştırılmasına gayret edilmelidir.
9- Uluslararası platformlarda Türki Cumhuriyetleri`nin ve Kafkas ülkelerinin tanıtılmasına ve dünya ile kucaklaşmasına Türkiye öncülük etmelidir.
Ancak Siyonizm’in ve emperyalizmin sömürü çarklarına düşmesine de müsaade edilmemelidir.
10- Bu arada Çin`in zulmü altında kıvranan Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi, hakları olan hürriyet ve haysiyet ortamına kavuşturmak üzere uluslararası girişimlere ve ikili ilişkilere biran evvel geçilmelidir.
D – EGE ve KAFKASLAR:
Hatırlanacağı gibi birkaç sene önce Amerikan kongresine sunulan “Türkiye Atatürk`ün koyduğu “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibine bağlı kalmalıdır ve PKK’nın ilan ettiği ateşkese mutlaka uymalıdır” şeklindeki karar tasarısının hemen arkasından, Yunanlıların burnumuzun dibindeki Kardak kayalıklarına bayrak dikmesi ve Türkiye`yi tahrik etmesi, aciz, beceriksiz ve şahsiyetsiz politikacılar elinde bu koca devletin ne hale getirildiğinin taze ve talihsiz bir örneği olarak hala hatırımızdadır. Bunların Refah-Yol`a niye çattıkları ise şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
İsmet İnönü’nün imzaladığı Lozan antlaşmasıyla “Ege’deki 14 adanın ve bitişik adacıkların Yunanistan’a bırakılması” maddesine istinaden şimdi Yunanlıların işgale yeltendiği Kardak kayalıkları, sadece bir bahaneydi. Hatta, o sırada Hürriyet ekibinin bayrak macerası da bize olayı kışkırtmaya yönelik aynı senaryonun bir parçası gibi gelmekteydi. Acaba o genç gazetecileri oraya gitmeğe teşvik eden kimlerdir? Zira biliyoruz ki, masonların milliyeti yoktur, dinleri ve davaları da birdir..
Ve tabi asıl bilinmesi gereken nokta, Türkiye`nin etrafında bir ateş çemberinin oluşturulduğu ve bütün bunların da aynı merkezden idare edildiğidir.
Yani Körfez harbini çıkarıp arkasından Kuzey Irak Kürdistan’ını kurdurmaya çalışan ve PKK`yı kışkırtan kimlerse, Kafkasya`yı karıştıran da aynı merkezlerdir. Su bahanesiyle, ikide bir Suriye`yi üzerimize saldırtmak isteyen de yine Siyonistler ve Onun güdümündeki ABD ve batılı güçlerdir. Ancak bu Siyonist güçleri ve düşman merkezleri cesaretlendiren ve ülkemize karşı iştahlarını çeken asıl suçlu ve sorumlu olanlar ise, şimdiye kadar iktidarda bulunan mason kafalı yöneticilerdir. Bakınız, Kafkasya tarihi, dini, coğrafi ve ırki yönden Türkiye`yi direk ilgilendiren ve tabii sorumluluklar yükleyen bir kardeş ve komşu bölge olmasına rağmen, Türkiye yıllarca buraya sahip çıkmamış ve bir nevi kendi kaderiyle baş başa bırakmıştır. Ta, Atatürk`ün başındaki Ankara hükümetinin, bazı mecburiyetlerle Kızıl ordunun Kafkas işgaline ruhsat ve fırsat verdiği günden bu güne, Türkiye tabii hakları ve tarihi sorumlulukları olan bu ülkelere, maalesef ilgisiz kalmıştır.
Oysa, Kafkasya, aynı zamanda Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini de ülkemize bağlıyacak bir köprü konumundadır ve çok stratejik bir geçiş kapısıdır. Bir haritayı önümüze alıp baktığımızda Hazar Denizinin hemen batı kıyısında Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan karşımıza çıkacaktır.
Türkiye uzun yıllar, Amerikan Kongresinin de özellikle hatırlattığı “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasını, yanlış yorumlayarak kendisini dünyadan soyutlamış, Batının güdümüne bırakmış ve Sovyetlerin dağılması durumunda ise, tamamen hazırlıksız yakalanmış ve tam anlamıyla şaşkınlığa uğramıştır. Çünkü maalesef geçmişteki mason siyasiler, Siyonizm’in biçtiği iki kutuplu bir dünya dengesine göre kendilerini uydu mantığına ayarlamış, bağımsız ve bölgesel bir politika programlamak şuurundan ve onurundan uzaklaşmışlardır. Bunların Erbakan’ın ciddiyetli ve cesaretli dış politikasını kıskanmaları ve karşı çıkmaları da normaldir.
Sovyetlerin dağılmasından sonra, Türkiye hem Çeçenistan, İnguşistan, Dağıstan, Abhazya, Gürcistan ve Acemistan`dan oluşan “Kuzey Dağlık Kafkasya“da ki, hem de Ermenistan, Azerbaycan ve Nahcivan`dan oluşan Aşağı Güney Kafkasya’daki gelişmelerde, ağırlığını yeterince koyamamış, duyarsız davranmış ve hatta hıyanete derecesindeki bir gafletle buralardaki bağımsızlık mücadelelerini moskof mezalimine karşı yalnız bırakmış ve Rusya`nın iç meselesi saymıştır. Ve bilindiği gibi Orta Asya Cumhuriyetlerini de başta İsrail ve diğer batılılara bir nevi satmıştır. Ama Milli Görüşün buralara el atması ve sahip çıkması bu malum çevreleri telaşlandırmıştır.
Oysa hem Orta Asyalılar hem Kafkasyalılar, dini, tarihi ve ırki yönden kendilerini bizden saymakta ve ağabeylik yapmamızı ummaktadır. Ve bütün Kafkasyalılar, dışarıda kendilerini Türk olarak tanıtmaktadır. Bilindiği gibi Arap, Zenci, Berberî Müslümanların hepsine birden “Arap” dendiği gibi, Asya kökenli Türk, Kürt, Çerkez Abaza, Gürcü, Çeçen ve Avrupa kökenli Pomak, Boşnak, Arnavut Müslümanların hepsine birden “Türk” demek de adet halini almıştır. Yani “Türk” kelimesi bir ırktan ziyade, İslam gibi bir ortak payda etrafında ve aynı kültür potasında oluşan bir üst kimliği anlatmak için kullanılmaktadır.
Bütün bunlara rağmen Türkiye geçmişte, ne arka bahçemiz sayılan Azerbaycan`a ve ne de Moskoflara karşı Kafkasya’daki tabii kalemiz durumundaki Çeçenistan`a, sıradan ve sorumsuz bir komşu sınır ülkesi kadar bile davranamamış ve sahip çıkmamıştır.
Daha da beteri, Gürcistan’da Rusya’nın güdümündeki hareketleri desteklemek ve Azerilere karşı Ermenileri beslemek gafletinde bile bulunmuştur.
Hatta geçmiş yönetimler, Çeçenistan`ı resmen tanımaktan bile korkmuşlardır.
Bir araştırmacı yazarımız Çeçenistan`da karşılaştığı üst düzey bir Alman politikacıya: “Niçin çifte standart izliyor, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan eden Hırvatistan’a sahip çıktığınız ve resmen tanıdığınız gibi, aynı statüye sahip olan Çeçenistan`ı hala tanımıyorsunuz?” diye sorduğunda kendisine şu cevabı verdiğini anlatıyor.
“Biz tarihi sorumluluklarımız ve kültürel bağlılıklarımız açısından, Hırvatistan’ı ilk tanıması ve ele alması gereken ülkeydik ve bunun gereğini yerine getirdik.
Amma Çeçenistan`ı ilk tanıması ve sahip çıkması gereken ülke ise Türkiye`dir. Türkiye bu yetki ve yükümlülüğünden kaçtığı halde, bizden Çeçenistan`ı tanımamızı hangi hakla isteyebilirsiniz?”
Evet, geçmişte Türkiye`yi yönetenler, Cumhuriyet öncesi gerçek tarihini inkar ettiklerinden ve de batılıların yüzde biri kadar bile kendi tarihlerini bilmediklerinden Kırım`daki ve Kafkasya’da ki haklarını korumayı da düşünememişlerdir.
Bakınız, Kıbrıs, 1877 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında-Türkiye`de yuvalanmış Siyonist uşağı masonların marifetiyle, güya Rus işgaline karşı yardımcı olacakları şartına bağlı olarak- İngiltere’ye bırakılmış ve ilgili anlaşmanın 6. maddesiyle, ada üzerindeki İngiliz hakimiyetinin geçici olduğu özellikle belirtilmiştir.
Ancak İngilizler bilinen kalleşliklerine uygun olarak, Kıbrıs`ı 1914 sonlarında Birleşik Krallığa ilhak etmeğe kalkışmışlar, daha sonra Adayı terk etmek zorunda kalınca da, 1877 anlaşması uyarınca Osmanlının tabii varisi ve temsilcisi olan Türkiye`nin Garantör devlet olmasını kendileri hatırlatmış ve kabul etmişlerdir.
İşte aynen Kıbrıs gibi, daha önce bir Osmanlı vilayeti olan Kırım yarımadası, yine geçici olmak şartıyla ve Kaynarca antlaşmasıyla, Rusya’ya bırakılmıştır. Sovyetler dağıldıktan sonra Türkiye buranın Ukrayna`ya bırakılmasına karşı çıkabilir ve haklarını uluslararası platformlarda bile savunabilirdi. Çünkü Kaynarca anlaşması yapılırken Ukrayna diye bir devlet yoktu. Hatta Kırımın Türkiye`ye geri verilmesi gerektiğini Rusya’da yayınlanan bir gazete dile getirmiş, ama ne yazıktır ki o sırada iktidarda bulunan bilgisiz, basiretsiz ve cesaretsiz yöneticilerimiz, buna ilgi bile göstermemişlerdir.
Hatırlanacağı gibi, İslamcı bir Şuura sahip Çeçen, Çerkez, Gürcü ve Abaza asıllı vatandaşlarımızın, ırkçılık damarlarını tahrik ederek onları Milli düşünceden, kavmiyetçi bir çizgiye çekmek için istismar edilmeğe kalkışılan, Avrasya gemisi olayında bile, Rusların Çeçenistan vahşetine dikkatleri çekmekten başka niyetleri olmayan mücahitleri, bazı devlet yetkilileri ve Medya ifritleri “Terörist.” diye takdim etmişlerdir.
Halbuki Erbakan Hoca 24 Nisan 1974 tarihinde başbakan yardımcısı olarak Mukaddes beldelere doğru resmen yaptığı Suudi Arabistan ziyareti sırasında, Cidde`den Medine havaalanına gelirken orada bulunan ve Şeyh Şamilin torunu olan 74 yaşındaki Sait Şamil, kendisini karşılamaya gelmiş ve Çeçenistan`ın geleceği konusunda çok özel ve önemli görüşmeler gerçekleştirilmiş ve o günden bugüne Çeçenistan ve Kafkas sorunu adım adım takip edilmiştir.
Rusya, bir yandan da “Ortodoks dinini diriltme ve hatta İslam’a karşı dünya Hıristiyan birliğini yeniden tesis etme” gayretlerine girişmiştir. Türkiye`deki mason siyasiler ise hala İslam Birliği sözünden bile ürkmektedir.
Erbakan Hoca`nın 1973 – 1977 arası başbakan yardımcılığı döneminde İslam ülkeleriyle kurulan iyi ilişkiler neticesinde, Kıbrıs Barış hareketi yapılırken Libya, Irak, İran, Pakistan, Suriye ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, açıkça Türkiye`yi desteklerken, bugün, batı uşağı yöneticiler yüzünden Suriye, Irak, İran ve Libya Türkiye`ye karşı tavır takınmış vaziyettedir. Ama Refah-Yol bütün bunları değiştirecek ve düzeltecek ciddi hazırlıklar içinde iken maalesef devrilmiştir.
Asla aklımızdan çıkarılmasın ki, İslam’a ve Türkiye`ye karşı Siyonizm’in güdümündeki Avrupa, Amerika ve Rusya, işbirliği içindedir.
Erbakan Hoca`nın “Siyonizm’i bir timsaha benzetirseniz bunun üst çenesi kapitalizm, alt çenesi ise komünizmdir. Bu iki çenenin çarpışması düşmanlıklarından değil aralarına aldıkları avını parçalamak ve gövdeyi beslemek içindir” tespiti ne kadar yerindedir ve hala geçerlidir.
Bilindiği gibi Rus dışişleri bakanlığına Yahudi asıllı Kromakovun getirilmesi ve Yeltsin’in 2 yardımcısının ve 3 bakanının bizzat Siyonistlerden seçilmesi, Amerika gibi Rusya’yı da bizzat karanlık güçlerin yönlendirdiğini göstermektedir.
“Evet, tekrar ediyorum, su bahanesiyle Suriye`yi kışkırtan da, Kafkasları karıştıran da, Kıbrıs ve Kardak kayalıkları bahanesiyle Ege`yi kızıştıran da hep aynı Siyonist güçler ve Onların güdümündeki ülkelerdir. ”
Öyle ise Dünya İslam Birliği, için Türkiye`nin öncülük etmesine ve işte bu nedenle Milli Görüş hükümetine şiddetle ve acilen ihtiyaç görülmektedir. Milli Görüş’ün içinde bulunduğu bir koalisyonu yıpratmaya ve yıkmaya çalışanlar ise tek kelime ile ve mutlaka art niyetlidir ve hıyanet içindedir.
Lobi Faaliyetleri ve Türk – Yunan İlişkileri:
“Lobi” Fransız kökenli Amerikanca bir kelime olup, “Koridor ve küçük salon” anlamındadır. Önceleri haksız çıkarlar sağlamak için siyasetçilerin meclis koridorlarında, iş çevrelerinin özel localarda oluşturdukları “etkili menfaat kümeleri” için kullanılırken, daha sonra bir devletin veya cemaatin, önemli ülkelerde kurdukları ve oranın kamuoyunu ve yönetim kurumlarını etkilemeği amaçladıkları “özel nüfuz merkezleri ve tanıtım faaliyetleri” için de kullanılmaya başlanmıştır.
“Lobi” cilik faaliyetleri günümüzde daha da bir önem kazanmıştır. Türkiye bu sahada da maalesef geri kalmış ve eline geçen çok tabii fırsatları bile kullanamamıştır. Örneğin Avrupa`da ve özellikle Almanya`da bulunan üç milyondan ziyade insanımızı-ki işçiler dışında bunların içinde önemli sayıda Öğretmen, İlahiyatçı, Mühendis, Doktor, Sanatkar, Sanatçı ve İşadamı bulunmaktadır. Bunları Organize ve koordine ederek ve her konuda onlara sahiplenerek, o ülkelerde hem tanıtıcı, hem de caydırıcı lobi hizmetlerinde bulunmamız mümkün iken, bu bile yapılamamıştır. Hatta Avrupa`da kendiliğinden oluşan ve giderek olgunlaşan ve kendi kimliğimizi ve manevi değerlerimizi korumak yanında, ülke menfaatlerimizin de gönüllü savunuculuğunu yapan Milli Görüş gibi teşkilatlara devlet olarak arka çıkmak yerine, düne kadar düşmanca tavırlar takınılmıştır.
Son birkaç yıldır Amerika`da ve Avrupa`da sözde yapılmaya çalışılan Lobi faaliyetlerinin de, astronomik paralar ödenerek İsrail`e ihale edildiği gerçeği ise, geçmiş hükümetlerin gaflet ve teslimiyet kanıtıdır.
Halbuki Yunanistan, özellikle son bir asırdır bu Lobi faaliyetlerini çok iyi yürütmüş, önemli ölçüde yararlanmış ve özellikle Türkiye`ye karşı büyük avantajlar sağlamıştır.
Ta Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra Türkiye Balkanlardaki, Adalardaki ve Kafkaslardaki soydaşlarını ve dindaşlarını, çok yanlış bir siyasetle Türkiye`ye toplarken, Yunanistan tam tersine Anadolu`daki, İstanbul`daki ve Trakya`daki Rumlar`ın yerlerinde kalmasını istemiş ve tarihi süreç içerisinde “Megalo İdea“yı gerçekleştirmeğe çalışmış ve komşu ülkelerde kalan Rumları “Lobicilik” faaliyetlerinde kullanmıştır.
Osmanlının yıkılmasında ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında bile, bu Lobicilik faaliyetleri çok önemli bir rol oynamıştır. 1908 yılında, Takvim-i Vekayi`deki bilgilere göre o gün Türkiye`de yayınlanan 355 gazetenin 109 tanesi Rumca, 46 tanesi ise Ermenice çıkmaktadır.
Hatta bizde okutulan uydurma tarih kitaplarında I. Dünya savaşının sebepleri, yok Alman İngiliz rekabeti, yok bir Sırp prensinin katli gösterilirken, o günkü Avrupalılar Amerikalılara “Batı uygarlığına yabancı olan Osmanlı Türklerinin Avrupa’dan kovulması ve Balkanların Müslümanlardan kurtarılması” için savaşı başlattıklarını söylüyorlardı. [2]
Özellikle Amerika’daki Yunan Lobilerinin etkisinde kalan o günkü ABD. Cumhurbaşkanı Roosevelt ise “Türkleri Avrupa`da bırakmak, uygarlığa karşı işlenmiş bir suçtur” diyebiliyordu. Savaş sonrası Türkiye, Balkanlardaki ve başta Kıbrıs olmak üzere diğer Ege adalarındaki soydaşlarını Anadolu’ya çekerken Yunanlılar buraları hızla Rumlarla dolduruyor ve özellikle İstanbul`daki Rumların yerinde kalmasını istiyor ve başarıyordu.
Resmi yetkisi olmamasına rağmen, Lozan Konferansının ağırlıklı bir unsuru olan Amerikan Gözlemcisi Richard Child, Lord Curzon`la birlikte İsmet Paşaya “Türkiye`nin iç ve dış ticari faaliyetlerinin ve bankacılık hizmetlerinin yanında, sanatta ve sosyal hayatta batılılaşma etkinliklerinin de özellikle Yahudi, Rum ve Ermeniler tarafından yürütüldüğünü, bunların sınır dışı edilmesi halinde Türk ekonomisinin felce uğrayacağını ve bu kadar büyük bir kitleyi sınır dışı etmeye Türkiye`nin hakkı olmadığını” söyleyip ikna ediyor ve İstanbul`da kalmalarını sağlıyordu.” [3]
10 Ocak 1923 tarihinde Lozan Konferansı`nda Patrikhane sorununu ele aldılar. Bütün delegeler, siyasi kimliğinden arındırılmak şartıyla ve sözde sadece dini hizmetleri görmek üzere, Patrikhanenin İstanbul`da kalması gerektiğini savundular. Halbuki Patrikhanenin tam bir fesat merkezi olduğu ve hıyanetleri biliniyordu. İsmet Paşa istese ve biraz diretse idi, Patrikhane İstanbul`dan taşınacaktı. Ama İsmet Paşa maalesef diğer delegelerin arzusuna uyarak, patrikhanenin İstanbul`da kalmasına göz yummuştu. [4] Ve hele Hoşgörü gecesinde Fethullah Gülen’in Fener Rum Patriğine “Cihan Patriği” diye hitap ve hürmet etmesi herkeste derin bir hayret uyandırıyordu.
“Hilafetin kaldırılması, manevi eğitim ocaklarının kapatılması” gibi İslam birliğini ve Müslümanların manevi eğitimini sağlayan kurumlar yıkılırken, hıyanet merkezi patrikhanenin İstanbul`da bırakılması acaba ne ile ve nasıl yorumlanacaktır ve bu durum kimlerin anlamlı ve önemli bir başarısıdır. ()
Evet on beş yıl İstanbul`da yaşamış olan Amerikalı Amiral Colby Mchester “O tarihte çoğu İstanbul`da yaşayan ve Patrikhane tarafından korunan 30 bin casus Türkiye`de bulunuyordu“[5] diyerek bu acı gerçeği ortaya koymaktadır.
Başta Yunanistan olmak üzere, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve diğer Avrupa ülkeleri özellikle Türkiye`de yaşayan azınlıkları kullanarak, lobicilik ve casusluk faaliyetlerini rahatlıkla yürüttükleri, Türkiye`nin hem ekonomi ve ticaretinde, hem dış politika ve siyasetinde hem basın sinema ve TV. yoluyla genel ahlakın tahribinde bu azınlıkların etkili ve yetkili görevler üstlendikleri bilinen bir olaydır.
Türkiye ise bugüne kadar Balkanlarda, Kafkaslarda Suriye ve Irak`ta Osmanlı döneminden kalan Müslüman Türklerin her türlü haklarını güvence altına alacak ve bunları ciddiyet ve cesaretle takip edip savunacak ve bu topluluklardan milli menfaatlerimiz açısından tabiatıyla yararlanacak sorumlu ve onurlu bir dış politikayı uygulamak bir tarafa ya bir kısmının malını mülkünü terke edip Türkiye`ye kaçmasına razı olmuş veya “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesine sığınarak bunlara sahip bile çıkmamıştır.
Başta Orta Asya Cumhuriyetleri olmak üzere, bütün Sovyetler bünyesinde ve özellikle Kafkas ülkelerinde, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya`da bulunan ve çoğu Türk asıllı olan Müslüman topluluklara, Türkiye tarihi ve tabii sorumlulukları bakımından sahip çıkabilse ve yeterli lobicilik faaliyetlerini yürütebilse, hem bölgedeki hem de dünya devletleri üzerindeki ağırlığı ve saygınlığı birkaç misli artacaktır. ve hele başta Almanya olmak üzere, Avrupa’nın hemen her ülkesinde yoğunlukta bulunan işçilerimizi, iş adamlarımızı sanatçı ve bilim adamlarımızı organize ve koordine ederek lobicilik faaliyetlerinde yararlanması, Amerika’da ve Avustralya’da bile örgütlenen Milli Görüş gibi teşkilatlarla işbirliği yapması ve bunlara gerekirse diplomatik statü ve yetkiler sağlanması beklenirken tam tersine, şimdiye kadar onlara cephe açması ve en hayırlı ve yararlı hizmetlerine bile mani olmaya çalışması ise, nasıl bir zihniyetin bu aziz milletin başına bela edildiğinin ispatıdır. Ama çok şükür ki milletimiz uyanmaya ve hainlerin oyunlarını bozmaya başlamıştır.
Bir büyüğümüz şunları söylemişti: “Türkiye`yi bizzat, kendileriyle kurtuluş savaşını yapmaya mecbur kaldığımız düşman güçler yönetseydi, acaba bu kadar tahribat yapabilirler miydi, bilemiyorum?..”
Milli Görüş` ün hükümet kurmasına ve iktidar olmasına bazı kesimlerin niçin böylesine şiddetle karşı çıktığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Ve yakında gerçekleşecek olan Milli Görüş iktidarı ve Adil Düzen projeleriyle tarihte yeni bir dönem başlayacaktır.
[1] Balkan Security After the Cold War. The American Unıversıty Press: 1994 Sh. 131 – 132
[2] Davis Villiams Stears – the Near East. 1924 Sh. 72
[3] Prof. Dr. Seçkin Akgün – Türk – Yunan Mübadele Sorunu Sh. 250
[4] Ladas: Sh. 343
[5] Chester Current History Aralık 1924. 3 Askeri Tarih Semineri