Anasayfa » TSK’YA; AKP+CEMAAT KUMPASI!

TSK’YA; AKP+CEMAAT KUMPASI!

Yazar: yonetici
0 Yorum 207 Görüntüleyen

TSK’YA; AKP+CEMAAT
KUMPASI!

Erbakan’ın niçin devre
dışı bırakıldığını, AKP’nin ne maksatla iktidara taşındığını ve Cemaat-Hükümet
kapışmasının perde arkasını Ruşen Çakır şöyle yorumluyor, daha doğrusu,
“Amerikan komplosunu” şöyle itiraf edip ağzından kaçırıyordu: “(Cemaat-Hükümet
kapışması) olayını şöyle özetlemek mümkün: Aslında birbirlerine pek güvenmeyen
iki taraf, ortak bir düşmana (TSK’ya) karşı güçlerini birleştirip O’nu alt
ettiler; bunun sonucunda Hükümet te Cemaat te kazandı (ve karlı çıktı, ama)
ortak düşman kalmayınca da aralarında iktidar savaşı başladı.”[1]
 İşte bu gerçek tespitleri şöyle okumak
gerekiyordu:

Amerika’ya yön veren,
ABD ve AB’yi kullanıp dünyaya hükmeden Siyonist Yahudi Lobilerince, merkez
üsleri ve Arz-ı Mev’ud ülkesi saydıkları Ortadoğu’da kendilerince en ciddi
engel olarak TSK görülüyordu. TSK’yı bir tehdit ve tehlike olmaktan çıkarmak
için de AKP + Cemaat ittifakı oluşturulup iktidara taşınıyor, CIA ve MOSSAD
talimat ve tertibatlarıyla Orduya kumpaslar kuruluyor, Ergenekon ve Balyoz
davalarıyla ABD karşıtı paşalar ve kurmay subaylar içeri tıkılıyor (Gerçekten
suçlu ve sorumlu olanlar da mazeret ve meşruiyet kılıfı olarak kullanılıyor),
onurları ve burunları kırılıyor ve halkın gözünden düşürülüyordu. Bu amacına
ulaşan Siyonist odaklar, şimdi kiralık kuklalarını kapıştırıp, her ikisinden de
kurtulmaya çalışıyordu!

Fetullahçı Bügün
Gazetesi yazarı Gültekin Avcı: “PKK Kürdistan’ı kurmak için geri
sayıma başladı. Güneydoğu’da bölge halkına 20 bin silah dağıtıldı. Yerel
seçimlerde ilk adımın atılması, genel seçimlerde nihai hedefe varılması
kararlaştırıldı. Böylece, çok fazla kan dökmeden, bir halk ayaklanmasıyla
Kürdistan’ı ilan etme hazırlığı adım adım uygulanmaktaydı. Bu kalkışmada
korucular, kendilerine verilen silahları devlete karşı kullanacaktı”[2]
 diyerek AKP iktidarının ve
Erdoğan’ın aymazlığına ve vurdumduymazlığına dikkat çekiyordu. İyi de düne
kadar Cemaat ve Hükümet el ele ve koro halinde  “PKK ile barış
sürecinin Türkiye’yi şaha kaldıracağını”
 yazıp duruyordu!? Ve hele
her iki takım da “Darbecilerden hesap sorma bahanesiyle, Orduyu
hizaya sokma ve intikam alma!?
” girişimlerini birlikte tezgahlayıp
birlikte alkışlıyordu!?

Bu tezgâhın “içeriden maşaları!”

Bu sinsi ve sistematik
tezgâhın işlemesi için, TSK içinden “demokratik paşalar” da bulunuyordu.
Örneğin, TSK’nın küçültülüp daraltılması, Genelkurmayın Savunma Bakanlığına
bağlanması, “Zorunlu Askerlik”in ya kaldırılması yahut çok kısaltılması ve
bunlara direnen subayların başına çuval takılması gibi onurlu(!) ve olumlu(!)
girişimler nedense hep E. GKB Hilmi Özkök döneminde başlatılıyordu..
 TSK mensuplarına
yönelik girişimlerle ilgili Vatan Gazetesi’nden Güngör Mengi’ye[3] konuşan Hilmi Özkök, “Ne
yani bazı şeyleri vaktinde açıklasaydım arkadaşlarımız kurtulacak mıydı?
Hayır.. Birileri, döverek aslan terbiye ediyorlar sanki. Asker dövmek moda
oldu! Onun bahanesi yaratılıyor bu şekilde…”
ifadelerini kullanıp,
devran tersine dönünce, bu sefer günah çıkarmaya uğraşıyordu.

Zaman Gazetesi Millî
Görüş gıcıklığını ve Siyonizm uşaklığını şöyle itiraf ediyordu:

17 Aralık (2013)
tarihinden itibaren başlayan süreç, her hafta tarihe not düşülmesini gerektiren
merhaleler geçiriyor, biz de görevimizi yapıp tarihe not düşen yazılar
hazırlıyorduk. 19 Aralık’tan itibaren konu ile ilgili yazdığımız yazıların özü
şuydu: “Sonuç olarak… Parti de, Cemaat de, “Millî Görüş Hareketi”ne karşı
çıkarılıp “hormonlu” olarak büyütülüyordu. “Millî Görüş Karşıtlığı
İtirafname Yazısı”,
 25 Ocak 2014 tarihinde Zaman gazetesinde
yayımlanıyordu. “İslâmî Olana Karşı Siyasal İslâmcılık” başlıklı
yazısında Zaman gazetesi yazarı ve aynı zamanda Today’s Zaman Genel Yayın
Yönetmeni Bülent Keneş[4] Kırk yıllık Millî Görüş
karşıtlığını şöyle dile getiriyordu:

“Şu an Türkiye’de en
geniş tabanlı temsilciliğini Hizmet Hareketi’nin yaptığı sivil, hoşgörülü ve
kuşatıcı İslâmî anlayışla, geleneksel olarak Millî Görüş’te karşılığını ve
sosyo-politik manzarasını bulan Siyasal İslâmcı Anlayış, tarihleri boyunca hep
birbirleriyle çakışmayan paralel rotalarda yol almışlardır. Millî Nizam
Partisi, Millî Selâmet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi,
Has Parti ve son dönemde kısmen AKP bu Siyasal İslâmcı Geleneği temsil eden
siyasal oluşumlar olarak ortaya çıkmıştır…
…1970’lerden itibaren
ise fikren Anadolu dışından beslenen Siyasal İslâmcı Hareketlere karşı,
geleneksel ve yerli İslami yaklaşımın güçlü bir unsuru olarak Fetullah Gülen
Hocaefendi’nin öncülük ettiği, bugün adına Hizmet Hareketi dediğimiz, sosyal
hareket görünürlük kazanmıştır…”
İyi de düne kadar “Fetullah
Gülen Cihat ediyor!”
 diyen Süleyman Karagülle ve ekibi, bu gerçekleri
yeni mi fark ediyordu?

Bu arada “Ceket
üzerinden tansiyon ölçülür mü ölçülmez mi”
 tartışması, Gülen’in
BBC’ye verdiği bir röportaj sırasında tansiyonunun ceketinin üzerinden
ölçülmesi ile başlıyordu. Tartışma dallanıp budaklanınca Gülen’in doktorunun
internet aracılığı ile yaptığı açıklama bu riyakârlığı örtmeye yetmiyordu.
Böylece Fetullah Gülen’in ve Cemaatinin riyakârlığı meslek edindikleri ve her
şeyi şova çevirdikleri bir kez daha ortaya çıkıyordu.

“Biz, ordu milletiz” gerçeğini unutmamalıydı!

Biliyorsunuz
emperyalist ve sömürgeci güçler; başta İngiltere olmak üzere Fransa, İtalya ve
Yunanistan; Anadolu’yu dört yandan işgale başlamıştı. Özellikle İngiltere’nin
teşviki, yönlendirmesi ve ABD’nin desteklemesi sayesinde, şımarık Yunanlılar;
15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkmıştı. Pek çok zulüm, sayısız kıyım
yapılmış, cibilliyetlerini her fırsatta ortaya koymuşlardı. Haçlı Batı’nın
medeniyet ve uygarlık kabuklarının altında, nasıl bir canavarlık yattığını Aziz
Milletimiz bir kere daha yaşayarak anlamıştı ve bu gerçek İstiklal Marşı’mıza
yansıyacaktı. Şüphesiz İzmir’dekine benzer zulümler Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te
ve diğer işgal bölgelerinde de yapılmıştı. Fakat Aziz Milletimiz bunları
katiyen onaylamamış, yurdun her tarafında Müdafaa-i Hukuk “yani haklarını
fikren ve fiilen savunacak dernekler kurmuşlardı. Zaten İzmir’in işgalinden,
daha 4 – 5 saat geçmeden Denizli Müftüsü Cihat’a fetva ve izin çıkarmıştı.
Milletimiz, topyekûn bütün imkânlarıyla, düşmana karşı koymaya çağrılmış, cihat
fetvasında milletimize şöyle haykırılmıştı:

“Ey Millet! Düşman,
pis ayaklarıyla, vatan topraklarına ayak basmıştır. Ve bütün mel’anetiyle
yurdun iç taraflarına doğru ilerlemeye başlamıştır. Bu vaziyette durumun
elverişli olup olmadığına bakılmadan, “İmkân var mı, yok mu?” diye endişeye
kapılmadan ‘Cihat’ yani düşmanla bire bir, karşı karşıya çarpışmak farz
olmaktadır. Bunun için de bölgelerimizdeki Kahraman Ordu birliklerimizle her
türlü dayanışma ve yardımlaşma içinde davranılması, hürriyet ve haysiyetimizi
kurtarmanın ilk şartıdır!” “Hiç bir şey bulunmasa bile; kazma veya kürekle;
onlar da yoksa taş ile velhasıl ele ne geçti ise onunla; Ordumuza katılıp zalim
düşmana saldırmak farzdır: çünkü düşman vatanın harim-i ismetine el atmıştır.
Namusumuzu ve kutsalımızı savunma zamanıdır”[5] 

Bu cihat fetvası; Hem Şanlı
Kurtuluş Savaşımızı kazanma sırrımızı, hem de “Biz Ordu Milletiz”hakikatini
ortaya koyuyordu. “Ordu Milletiz” demek “Ordu
Devletiz ve Ordu Hükümetiz!”
 yani devlet ve medeniyet teşkilinde
ve ülke yönetiminde asker-sivil kaynaşması en önemli şansımız ve kuvvet
kaynağımız olduğu anlamına geliyordu. Zayıflatılıp laçkalaştırılmış ve milletin
özünden uzaklaştırılmış bir orduyla, Anadolu coğrafyasında tutunamayacağımız
gerçeği “Biz Ordu Milletiz!”deyimiyle vurgulanmak
isteniyordu.  Maalesef hem katı Kemalizm ve yanlış laiklik
dayatmasındaki bazı paşaların millete ve İslamiyet’e hor bakmaları, hem de bir
takım sivil ve siyasi maşaların AB kriterleri ve demokratikleşme bahanesiyle
Silahlı Kuvvetlerimize yönelik nefret kampanyaları “Biz Ordu Milletiz”
kimyasını bozmayı amaçlıyordu.

Yine Muhsin Bozkurt
Hocamızın tespitleriyle: AB’li derin diplomasi çevrelerinin ve AB’li Yahudi Lobilerinin
Türkiye’nin muhteşem potansiyelini, mükemmel jeopolitik, jeostratejik değerini
ve güçlü bir orduya sahip olma tehlikesini(!) bertaraf etme girişimlerinin asıl
nedenlerini çok iyi anlamak gerekiyordu.

ABD’nin etkin yayın
organlarından Time dergisi “…Türkiye, NATO’nun Rusya ve Kafkasya
sınırında yer alıyor. Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırmak aynı zamanda Ankara ile
Batı’nın güvenliğini birbirine destek yapmak anlamına geliyor”
 
yorumunu yapıyordu.[6] 

ABD ve AB’nin
Türkiye’nin 21. Asra damgasını vuracağı endişesini taşımaları ve Clinton’ın iki
defa söylediği ve TBMM’nde ifade ettiği: “Dünya’nın 2000′li
yıllardaki kaderi, ilk 25 yıl içinde Türkiye’nin alacağı kararlara bağlıdır”
 itirafları,
ABD nazarında, Türkiye’nin çok zengin yer altı ve yer üstü zenginliklerine
sahip Orta Asya ve Kafkasya ile kültürel ortaklığı olan bir ülke olması. Türkiye’nin
buralara girme ve sömürme aracılığına namzet, tartışmasız ülke sayılması,
Clinton’un,“Önümüzdeki bin yılda, dünyanın bu bölgesinde, düşlerimizi
süsleyen geleceğe ulaşma şansı”
nı Türkiye’ye bağlaması, ülkemizi
yönetenlerce nasıl okunuyordu?[7] 

Açıkça soralım:
Helsinki Zirvesi ve Kopenhag kriterleri dayatmalarının ve her ikisinde de
Türkiye’den istenen hayatî taviz ve kotarmaların, ve yine Kıbrıs’taki BM Barış
Gücü’nün, görev süresini uzatacak karar tasarısında, KKTC’ni de içine
alan  “iki taraf”  ifadesi kullanılması gerekirken, Kuzey Kıbrıs’ı
yok sayan  “Kıbrıs Cumhuriyeti”  şeklinde yazılmasının altında neler
yatıyordu?

Ve özellikle TSK neden Kıbrıs’tan çıkarılmaya, Anavatan’da ise kolu kanadı
kırılmaya çalışılmaktaydı?

Batılılar, artık
sadece kışkırtıcılık yapmak sınırını da aşıyor, “Türkiye’de yeni
yerel düzenlemeler yaptıracaklarını” 
söyleyecek kadar ileriye
gitmeye başlıyor ve Avrupa Birliği Komisyonu tarafından finanse edilen ve dünya
YEREL YÖNETİM ve Demokrasi Akademisi’nce yürütülen, “Muhtarlıkların ve
mahallelilerin güçlendirilmesi projesi” kapsamında, Diyarbakır’da sosyal ve
kültürel etkinlikler düzenlemek üzere,  “AB Mahalle Evi” 
açılıyordu.[8] Yine Avrupa Birliği’nin, Türk
halkının demokrasi ve insan hakları bilincini geliştirmeyi (!) hedefleyen  “Mahalle
Evi”
  projesini  -diğer şehirlerin kenar semtlerine de yaymak
üzere-  Gaziantep’te yürütülüyordu.[9] Amerikan CNN televizyonu, 3 Ağustos
günü, batısı kırmızı (ay yıldızlı), doğusu, başka bir ülkeymiş gibi beyaz olan
bir Türkiye haritası yayımlanıyor, aynı CNN, 11 Kasım tarihinde, Güneydoğusu
kopuk bir Türkiye haritasını internette neşrediyor, ancak CNN Türk’ün uyarısı
ve Türk izleyicilerin yoğun protestoları üzerine, bunu internetten kaldıran
CNN’in ne yazık ki, hâlâ yerine doğru haritayı koymuyordu.[10]

Hatırlayınız, Clinton,
İstanbul’a gelir gelmez  -Lozan’a tamamen aykırı olduğu hâlde-  Patriği
Devlet gibi ziyaret ediyor, Heybeli Ruhban Okulu’nun açılmasını emrediyor,
Boğaziçi Üniversitesi’nde Bizantolog kürsüsünün bulunması ve lisansüstü eğitim
yapmasını teklif ediyordu. Fin Dışişleri Müsteşarı Jaako Blomberg’in: “Artık
hiçbir şeye, bu bizim iç işimiz diyemezsiniz!”[11]
 sözleriyle Türkiye’yi henüz AB’ye
girmeden bile müstemleke gibi görüyor, Mehmet Ali Birand, Avrupa’da katıldığı
bir toplantıda, bir yabancı konuşmacının, “Türkiye, sadece Türklere
bırakılamayacak kadar önemli ve değerli bir ülke durumuna geldi!”
ğini[12]  aktarıyordu.

Türkiye’nin gözünün
içine baka baka; “Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılıyız!”  nakaratlarıyla,
ilgili devletleri uyutan ABD’nin ve ABD’nin amaçları doğrultusunda hareket eden
BM sayesinde, adım adım, güdümlü ve sözde bir devletçik ortaya çıkarılıyordu.
Bu sözde / uydu devletçik, ABD’nin Ortadoğu’ya, daha iyi ve rahat bir şekilde
yerleşmesini sağlayacak; bunun için, sırasında bölge devletleriyle uydu
devletçiği kapıştırıp, bölgeyi karıştırarak, her zaman müdahale hakkını elinde
bulunduracak diye oluşturuluyordu. Yâni yeri geldikçe petrolün başında, sadece
kendisinin söz sahibi olduğunu kanıtlamaya hazırlanıyordu.

Artık BDP’nin
bülteninde “Yerel Yönetim Direniş Komiteleri…” şeklinde
ifadeler yer alıyor,[13] TSK’nın Kürdistan’dan(!)
(Güneydoğu’dan) çıkarılması ve karakolların, kışlaların kapatılması teklif
ediliyor; “Öyle Misak-ı Millî sınırları içinde egemenlik,
bağımsızlık gibi, lüks kavramlara yer yok!”  “Ben, millî sınırlar içinde,
kendi hukukumu uygularım, diyemezsin!” “Avrupa, ne isterse o olacak!” “Bu
topraklar, sadece bizim değil!”
 gibi, milli birlik ve dirlikle
asla bağdaşmayan, acı ve alçaltıcı ifadeler artık yüksek sesle söyleniyordu. TÜSİAD’ın,
BDP’nin ve PKK’nın istekleri doğrultusunda ve AB’nin büyük arzuları sonucu, bu
girişimlerin siyasi çözüme doğru yol alması sağlanıyordu.

Velhasıl, Haçlı
Avrupalılar ve arkalarındaki Siyonist odaklar Sevr ile yapamadıklarını, şimdi
AB’ye katılım şartları ve PKK Kürdistanı’na meşruiyet dayatmaları ile
başarıyordu. Bizi asıl hayrete düşüren, AB’ye katılım programında, ülkemize
adaylık statüsünün verilmesinden duyulan kıvanç ve bu gelişmenin Türkiye’ye
açacağı ufuklar, cahilce bir coşkuyla dile getirilirken; bu sinsi karardaki
koşullar üzerinde pek durulmaması ve bunların umursanmamasıdır.” diyenlere
neden kulak asılmıyordu.

ABD’nin Yahudi
Başkanlarından Abraham Lincoln: 
“Bir hükümetin gerçek gücü, olağanüstü
hallerde, özgürlükleri muhafaza ederken, gerekecek kuvvetli tedbirleri de
çekinmeden alabilmesi ile anlaşılır. Bunları başarabilmesi için de düşmanları
caydırıcı dostlara güven aşılayıcı güçlü ve disiplinli bir orduya sahip
bulunması şarttır!”
 dediği ve ABD bunun gereğini hala yerine
getirdiği halde, bizde, güya “Demokratikleşmek ve özgürleşmek”
palavrasıyla, neden TSK zayıflatılıp etkisiz bırakılmaya uğraşılıyordu?

Fetullah Gülen Amerikan STV’si BBC ile yaptığı röportajda, hala ve hiç
utanmadan:

“Keşke (Mavi Marmara
hadisesinde) diplomasi sonuna kadar kullanılabilseydi, kaba kuvvetle işin
üzerine gidilmeseydi! Yani kendi insanımızın aleyhine başkalarının yanında yer
almak gereksizdi!” 
diyebiliyordu. Yani Fetullah Gülen
böylece, (Elazizcilerin: Erbakan’ın emri ve desteğiyle İHH
kahramanlarının yaptığına inandıkları)
 Mavi Marmara’daki gönüllü
insani yardım aktivistlerini “İsrail’e karşı kaba kuvvet kullanmış
ve baskın yapmış”
 gibi gösterme bayağılığına düşüyor; mazlum
Filistin halkını 
“acıları bizi ilgilendirmeyen
başkaları!”
 görüyor, böylece açıkça İsrail’i yine haklı sayıp sahip çıkıyor ve
“Arkadaş!” diye hafife aldığı Başbakan’a Siyonist Lobileri üzerinden
saldırıyordu. Oysa İHH, AKP’li olmayanları ve özellikle sadık Saadet partisi
bağlılarını ve hele Elazığlıları, vakıf bünyesinde ücretli personel olarak bile
çalıştırmayacak kadar “gizli bir Erbakan düşmanlığı” taşıyan, istismarcı ve
suiistimalci kafaların kontrolünde bulunuyordu.
 (Not: Her türlü
evrakını hazır hale getirdiği ve kendisine söz verildiği halde, sırf bu durumu
anlaşılınca işe alınmayan gencin ismi ve adresi yanımızdadır.)  Recep T.
Erdoğan ise, hayal ettiği Cumhurbaşkanlığından mahrumiyet telaşı ve mağduriyet
edebiyatıyla, hakaret söylemlerini esfeles-safilin seviyesine düşürüyor, düne
kadar “Bakın nasıl darbecilerden hesap sorduk, şımarık askerleri
hizaya soktuk!”
 diye hava atıp oy topladığı Ergenekon ve balyoz
davalarının şimdi “Paralel yapının tezgâhı ve suçsuz insanların
karalanıp hapse tıkılması”
 olarak değerlendirip fırdönekliğin
daniskasını sergiliyordu. Yüce takdirin ve
“Müntakim” isminin tecelli
ettiği bu gelişmeler sonucu Hüseyin Gülerce ve Ahmet Turan Alkan gibi Zaman
yazarları bile birbirine giriyordu. Bir genç sigortasız hasta annesine
ilaç almak için bakkaldan çaldığı 27 (yirmi yedi) lira için tam 27 ay hapis
cezasına çarptırılırken, devleti 27 milyon dolar dolandıran bakan ve başbakan
çocukları, mahkemeye bile çıkarılamıyor, soruşturma açmaya kalkışanlar sürgüne
yollanıyordu.

Aynı süreçlerde İsrail
istihbarat şeflerinden Tümgeneral Aviv Kochavi “Türkiye’de üç
bölgede El Kaide üssü bulunduğunu”
 açıklayıp, belgesel haritalar
yayınlıyordu. Şanlıurfa, Osmaniye ve Karaman’daki El Kaide kamplarının Reuters
Ajansınca gündeme taşınması da dikkat çekiyordu. Fetullahçılarla İsrail İstihbaratı
sanki birlikte ve işbölümü halinde çalışıyordu. Çünkü aynı iddialar Cemaat’in
yayın organlarında da yer alıyordu. Bütün bu saldırılar altında bunalan Hükümet
ise Orduya ve Ulusalcı aydınlara yaranmak için yeniden yargılama yolunu açıyor
ve “pardon” yasasını çıkarıyordu. Oysa bu sırada Türkiye’ye gelen ve uçkur
düşkünlüğü ile bilinen Fransa’nın Yahudi Cumhurbaşkanı Françios Hollande “El
Kaide’ye karşı Türkiye ile işbirliği yaptıklarını” açıklıyor, ama Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün yüzüne baka baka Ermeni soykırımı, yani Türklerin Ermeni
katliam yaptığını” tekrarlıyor ve Cumhurbaşkanı’ndan bir kelime olsun yanıt
gelmiyordu. 
Ve işte bütün bu talihsiz ve tehlikeli gelişmelere bakıp artık yeni ve
milli bir değişimin kaçınılmaz olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekiyordu!

Bu arada “yeniden yargılanma” yolunun açılmasıyla, eski ayıplarını
kapatmayı ve Fetullahçılara karşı yeni taraftarlar kazanmayı hesaplayanlara
sormak lazımdı:

• Haydi, bu acı gerçekler ve sizi aciz bırakıcı mecburiyetler sonucu,
Ergenekon ve Balyoz’dan suçsuz yere yatan komutanlar ve aydınlar serbest
bırakıldı diyelim; peki onların bunca yıldır çektikleri sıkıntılarının, haksız
ve dayanaksız uyduruk sahte belgelerle zindanlarda tutulmalarının telafisi
nasıl olacaktı?

• Yerle bir edilen itibar ve onurları, ailelerinin ve yakın
çevrelerinin mağduriyet durumları nasıl tamire çalışılacaktı?

• Bu tertip ve tezgâhları hazırlayan ve bütün bu mahrumiyet ve
mahcubiyete sebep olan -Başbakan’ın itiraf ve ifadesiyle-
 paralel
yapının ve derin Cemaat kumpasının
yargı, emniyet ve bürokrasideki kiralık
ve karanlık elemanlarından nasıl hesap sorulacaktı?

Ve tabi Dolar rekor
kırdıkça Türk Lirası erimeye başlamıştı. Ülkede ekonominin böylesine tepetaklak
olması elbette sadece Türkiye’nin kusuru ya da suçu sayılamazdı. Artık bütün
dünya biliyor ki ABD kaynaklı para politikalarının bu zayıflamada büyük bir
etkisi vardı. Ancak Türkiye’deki siyasi karambol ve Recep Bey’in tutarsızlığı
da bu süreci hızlandırmıştı. Aslında dışarıdan bakıldığında ortada bir sorun
olmaması lazımdı. Sonuçta sandıktan büyük bir oy çoğunluğu ile çıkmış bir
iktidar ve 11 yıldır Başbakanlık koltuğunda oturan aynı isimle yürüyen bir
hükümet vardı. Üstelik anketlere bakıldığında yerel seçimlerde de AKP önde
çıkmaktaydı. Peki, işadamlarından sıradan vatandaşa kadar insanları
kuşkulandıran, TL’ye yani Türkiye ekonomisine güveni yıkan nedenler nasıl
sıralanmalıydı? Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları mı? Hükümetin
adını ‘paralel devlet’ koyduğu Cemaat’e karşı açtığı savaş mı? Yerleri
değiştirilen binlerce polis veya hâkim ve savcılar mı? Siyasetin zirvesini
teslim alan komplo teorisi soslu kışkırtıcı ve kutuplaştırıcı tavırları mı?
Bence bunların hepsinin ortaya çıkardığı kaos ortamıydı.”
 diyenler
haksız mıydı?

1- Rıza Zarraf, Ali
Bayramoğlu, Recep Bey, Hanımı ve Bakanları aynı devlet protokolünde, aynı
hizada ve aynı fotoğrafta poz verirken MİT, 17 Aralık’tan sekiz ay önce “Reza
Zerrab ve yolsuzluk dolu ilişkiler”
 konusunda hükümeti uyardığı
halde, Başbakan neden bu uyarıyı hiç dikkate almamıştı? Ve Sn. Başbakan’ın İran
gezisi sırasında Rıza Zerrab’ın mal varlığına konan tedbirlerin kaldırılması
sadece bir tesadüf mü sayılmalıydı?

2- Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları, 17 Aralık’ın ardından memleketimizin mahkemelerine
eskisi kadar güven duyacaklar mıydı?

3- Şu anda hükümete
yakın herhangi bir isim aleni soygun yapmaya kalksa, herhangi bir savcı ve
polis o şahsa yönelik yolsuzluk operasyonu yapmayı göze alacak mıydı?

4- Eğer “Hükümet”
ile “Cemaat” arayı açmasaydı, biz bunca yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlük
iddiasının kırıntısından bile haberimiz olacak mıydı?

5- Hükümetin
“paralel devlet”i keşfetme tarihi 17 Aralık mıdır? Eğer böyleyse, 17 Aralık’tan
önce izi tozu bile olmayan “paralel devlet”, 17 Aralık’ta birdenbire mi ortaya
çıkmıştı?

6- Başbakan, 17
Aralık’tan önce Cemaat’ten söz ederken “Ne istediler de vermedik”
buyurmuşlardı. Acaba neler istemişlerdi de hepsini almışlardı?

7- 17 Aralık’tan bu
yana kaç savcı talimatı, adli kolluk tarafından uygulanmamıştı? Kaç operasyon
tamamlanmamış, yarım bırakılmıştı?

8- “Ananas”
şifresinde ne tür kirli ve çetrefilli ilişkiler saklıydı? Eğer ortada bir
yolsuzluk varsa neden gereğinin yapılması için Hükümet herhangi bir suç
duyurusunda bulunmamış, ya da soruşturma açılmamıştı?

9- 17 Aralık’tan bu
yana kaç bürokrat yerinden kaydırılmıştı? Eğer yerleri değiştirilen bu kişiler
“çete üyesi” iseler, gittikleri yerlerde de “çetecilik” yapmayacakları nasıl sağlanacaktı?[14] gibi idare-i maslahatçılık
cinsinden olsa ve Cemaate taraf yontulsa da, bu sorular hala neden yanıtsızdı?

Paralel yapı oluşturmak Dinimize göre nifak ve haram sayılmıştı!

Kur’an insanların
gruplanmasını meşru ve doğal saymaktadır. Yeryüzü ülkelere, ülkeler illere,
iller ilçelere, ilçeler belde ve köylere ayrılmaktadır. “Bizden” demek bizim
ülkeden, bizim bölgeden, bizim ilden, bizim beldeden anlamındadır. Bir insan
belirli bir ülkenin, bir bölgenin, bir ilin, bir beldenin sakini durumundadır.
Çift vatandaşlık hem hakları, hem de sorumlulukları bakımından onlardan birisi
konumundadır. “Gerçekten sizden olduklarına dair Allah üzerine yemin
ederler; Oysa onlar sizden değildirler. Ancak korkaklıklarından ve bazı çıkar
hesaplarından dolayı (böyle davranan) insan topluluklarıdır.” Tevbe: 56)
 ayetinde
çifte vatandaşlığın olamayacağına işaret buyrulmaktadır.

Bir toplulukta, ayrı
(fesatçı ve fırsatçı) bir grup oluşturma, gizli ve sinsi yapılar kurma, diğer
gruplar aleyhinde kumpaslar hazırlama, yeni teşkilatlar yapılandırma; bunların
hepsi hukuken ve ahlaken yanlış ve yıkıcı olduğu gibi, Dinimizce de haramdır ve
yanlıştır. Bütün vatandaşların kamu görevi yapma yükümlülükleri ve tabi hakları
vardır. Bir kamu görevi açıldığı zaman talip olanlardan en kıdemli ve ehliyetli
olan o göreve atanır. Kıdem sırası önde olan demektir. Bunu nasıl bileceğiz? a)
Tahsili; b) Yaşı; d) O işteki hizmet süresi ve tecrübesi; d) Kabiliyeti.
Herkesin buna göre resmi dereceleri olacaktır. Bir kadro açıldığı zaman kendi
çevresinde en üst derecede olan kimse çağrılır; o gelmezse ondan sonrası
çağrılır, kamu personeli böyle alınır. Bucakta, ilde, bölgede ve ülkede
görevlendirme böyle yapılır. Herhangi bir birimde ikilik yaratma nifaktır,
haramdır.

Maalesef bugün
Türkiye’de ve dünyada yukarıda anlattığımız adil atama sistemi yerine keyfi
atamalar vardır, merkezi atamalar vardır. Daima bölünmeler ve tasfiyeler
yaşanmaktadır. Cumhuriyet kurulduğu zaman büyük miktarda Müslüman ve dindar
bürokrat vardı. Cumhuriyet’i kuranların içine sızan ve dünya dengeleri
bakımından mecburen katlanılan Mason ve Sabataist takımı bunları devre dışı
bırakabilmesi için sakal yasaklandı, Kılık Kıyafet Devriminde aşırılığa
kayıldı, Cuma günü tatili Pazar gününe aktarıldı, içki ve kumar masaları ve
balolar ilericiliğin şartı gibi dayatıldı. Bunları yapmayanlar devlet
memurluğundan atıldı. Böylece dindarlar ya din anlayışlarını ve yaşam
tarzlarını değiştirdiler ya da görevlerini terk edip ayrıldılar. Böylece
aslında gerekli ve önemli olan bazı devrim ve değişim girişimleri, hedef ve
hikmetlerinden saptırılmış, zorbalık ve barbarlığa kaydırılmış, böylece bir
şekilcilik, istismar ve yobazlıktan kurtulma çabaları başka bir yozlaşmanın ve
soyunup soysuzlaşmanın kapılarını açmıştı. A.A.)

Bu kayırmalı paralel
devlete ve gizli örgüte karşı paralel örgüt kurulamadı. Sonra Demokrat Parti
iktidara taşındı, ama onlar da Demokrat Partili gibi görünerek devletteki kalan
dindarları ayıklamıştı. Bugün de durum farksızdır, Adil bir atama sistemi
olmadığı için her gelen kendi adamını yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu şekilde
paralel devlet anlayışı yaygınlaşmıştır. Masonik ve Merkezi atama sistemi böyle
bir paralel oluşmaya imkân sağlamaktadır. Merkezde iyi insanlar kötülenip, kötü
insanlar etkili makamlara taşınmaktadır. S. Demirel yıllarca `Millî Görüş’e oy
vermeyin, bölünmeyin, yoksa CHP gelir, dinsizlik gelir’ demiş, ama sonunda
bugün yandaşlarıyla birlikte CHP saflarında yer almıştır.[15]

TSK’ya tahribat hamleleri kimlerin tezgâhıydı?

Tarih boyunca hiç
değişmeyen, bugün daha da önemli ve gerekli hale gelen bir gerçek vardır: “Her
bakımdan kuvvetli ve yeterli bir ORDUSU bulunmayan devletin, Milli ONURU da
olmayacaktır!”
 Bin yıldır, tam yirmi bir Haçlı Seferiyle Türkiye’yi
yıkamayan ve bizi Anadolu’dan atamayan gâvur güçler, şimdi klasik savaşlardan
daha etkin ve tehlikeli stratejik şeytanlıklarla, bağımsızlık ve bekamızın
sigortası olan TSK’nın kökünü kurutmak için çabalamaktadır. Kâfir güçlerin
tertip ve teşviki ve gafil işbirlikçilerin eliyle hazırlanan; VİCDANİ RET, bu
varlık ağacımıza vurulan en büyük baltadır. Kürtçü bölücülerden (PKK’lı ve
BDP’lilerden), İslamcı geçinen döneklerden (AKP’lilerden), milli ve manevi
duyarlılıkları törpülenmiş, rahatına ve menfaatine düşkün tüm kesimlere kadar,
VİCDANİ RET arkasına sığınan hiç kimse artık askerlik yapmayacak; ülkemizin
güvenliği ve geleceği sadece; hiçbir baltaya sap olamamış döküntülerin ve para
karşılığı kiralanmış “Karavana nöbetçisi ve kışla bekçileri”nin eline
bırakılmış olacaktır. “VİCDANİ RET” gibi bir hıyanet tuzağına, Askeri
Yargıtay’dan ve Diyanet Başkanlığı’ndan fetvalar çıkarılması da, TSK’nın kökünü
kurutma tezgâhının hangi aşamalara dayandığının aynasıdır.

Ve son Chicago NATO zirvesinde:

• İzmir’deki NATO üssünün artık “Ana karargâh”lardan biri sayılması ve
komutanlığına kesinlikle bir yabancı (Türk olmayan) generalin atanması kararı
alınması

• Ve Malatya Kürecik Radar üssünün, resmen fiilen NATO’ya
devredildiğinin açıklanması

• Türk generallerin, bundan böyle NATO kışlalarında ve saldırılarında,
sayıca daha yüksek oranda hizmet ve sorumluluk alacağının vurgulanması

• Ve NATO zirvesine “etkin ve yetkin gözlemci” statüsüyle çağrılmak
istenen İsrail’in, Kıbrıs’ta üs edinme ve 20 bin komando yerleştirme
çabalarının medyaya yansıması

Acaba TSK’nın milli ve
bağımsız yapısının sulandırılması ve NATO’nun bir alt birimi konumuna sokulması
hazırlıklarının yeni bir aşaması mıydı?

TSK’ya İstihbarat tuzağı kurmuşlardı!

Uludere’de 34
gencimizin vurulmasıyla sonuçlanan yanlış ve kasıtlı istihbaratın, ABD
tarafından MİT’e aktarıldığı ve “Milli Kaynak” sayılan MİT tarafından TSK’nın
kandırıldığı anlaşılmaktaydı. ABD’nin hedefi, halkımızla TSK’nın arasını
açmaktı. Amerikan Wall Street Journal gazetesinin Uludere'de istihbaratın ABD
kaynaklı olduğunu açıklaması ortalığı karıştırmıştı. Bu haber üzerine
Genelkurmay açıklama yaparak “İstihbaratı milli kaynaklardan aldık”
demiş, ancak Pentagon WSJ'nin haberini doğrulamıştı. Başbakan Erdoğan da “Haberin
mevcut ABD hükümetini zor duruma düşürmek için”
 yapıldığını
söyleyerek konuyu saptırmaya çalışmıştı. Uludere'de 34 kaçakçının savaş
uçaklarından açılan bombardıman ateşi sonucu öldürülmesi Türkiye'nin en önemli
gündem maddeleri arasındaki yerini hala korumaktaydı. Bu faciaya neden olan
istihbaratın, MİT tarafından verildiği açıklanmış, ancak MİT tarihinde ilk kez
internet sitesinden açıklama yaparak bunu yalanlamıştı. Amerikan Wall Street
Journal gazetesi askeri yetkililere dayandırarak verdiği haberde “Uludere'deki
istihbaratın kaynağının 
‘ABD'nin Ankara'daki Ortak Bütünleşme
Hücresi’
 olduğunu” yazmıştı. İddiaya göre: “Amerikalı yetkililer,
daha yakın uçuşla daha net görüntü verebileceklerini hatırlatmış ama Türkiye
makamları bunu gerekli görmeyerek askeri harekât başlatmıştı.” İddianın
yankıları devam ederken Türkiye makamları bunu yalanlamıştı. Amerikalı
yetkililer ise “İddianın Türkiye-ABD dostluğuna zarar
getirmeyeceğini” açıklamıştı.

3 saatlik Erdoğan-Özel görüşmesi niye sır gibi saklanmıştı!

Mart 2012 başında çok
kısa süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra gerçekleşen ve 3 saat
süren Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Necdet özel görüşmesi tartışma
yaratmıştı. Erdoğan-Özel görüşmesinin MGK toplantısından uzun sürmesi Ankara
kulislerinde şaşkınlığa yol açmıştı. Hürriyet haberinde MGK toplantısının kısa
sürmesine gönderme yaparak, “çok kısa süren MGK ile ilgili sorun olabileceği
hatta Özel’in istifa edebileceği bile ortaya atılmıştı. 28 Şubat döneminin
Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın da soruşturma çerçevesinde
gözaltına alınabileceği ve görüşmede bunun da konuşulduğu iddialar arasında yer
almıştı. Genelkurmay kaynakları bu iddiaları net bir dille yalanlarken,
görüşmenin MGK’dan iki gün önce planlandığı vurgulanmıştı. Hürriyetin haberinde “Görüşmenin
neden bu kadar uzun sürdüğü Hürriyet’in Başbakanlık kaynaklarından aldığı bilgi
ile açığa çıktı”
 ifadeleri kullanılarak görüşme ile ilgili
başlıklar şöyle anlatılmıştı: “Başbakan Tayyip Erdoğan ve Özel’in en
uzun görüşmesinde canlı bomba eylemiyle ateşkesin bozulduğu Suriye ile ilgili
Türkiye’nin hareket planı masaya yatırıldı. Görüşmede şu başlıklar ele alındı:
“Suriye’de tırmanan gerilim konusunda Türkiye’nin hareket senaryoları”,
“Türkiye’nin NATO ve BM üyeliğinden doğan hakları”, “Sınırdaki asker durumu”,
“İnsani yardımı karşılama kapasitesi”, “Olursa uluslararası yardımın güvenlik
dâhil koordinasyonu”

TSK’nın kökünü kurutma hazırlıkları mıydı?

Artık lise öğrencileri
bile 29 yaşına kadar askere alınamayacaktı.
 Askerlik Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, TBMM Milli Savunma
Komisyonu'nda, önergelerle yapılan değişikliklerle oybirliği ile kabul edilip
kanunlaşmıştı. Tasarıya göre, yoklama devri, askerlik çağının başlangıcından
muvazzaflık hizmetinin başlangıcına kadar geçen süre olacaktı. Tasarıyla, seferberlik
veya olağanüstü hallerde 19 yaşında bulunanların askere alınmalarına imkân
tanıyan düzenleme yürürlükten kaldırılmıştı. Bilgi Sisteminin yürürlüğe
girmesiyle birlikte uygulama alanı kalmayan ilk yoklama ve son yoklama
işlemleri kaldırılarak; yoklama, “yükümlülerin askerliğe
elverişlilik ve öğrenim durumları ile meslek ve niteliklerinin belirlenmesi
işlemlerini kapsayacak şekilde”
 yeniden tanımlanmıştı. Buna göre,
''yükümlülerin sağlık muayenelerinin yapılarak askerliğe elverişli olup
olmadıkları, öğrenim durumları, meslekleri ve niteliklerinin belirlenmesi''
işlemi yoklama sayılacaktı. Yükümlülerin yoklama işlemleri yaklaşık 14 aylık
bir süreye yayılacaktı. Böylelikle, yoklama kaçağı sayısı ve yoklama
dönemlerinde askerlik şubeleri önünde oluşan yükümlü yoğunluğu azaltılmış
olacaktı.

Askerlik işlemlerinin
ertelenmesine neden olan haller şöyle sıralanmıştı:

Tasarıyla, askerlik
işlemlerinin ertelenmesine neden olan hallerden bazıları yeniden ayarlanmıştı.
Lise veya dengi okullarla fakülte ve yüksekokullarda öğrenim görenlerin
askerlikleri; bitirdiği okulun dengi veya daha aşağı seviyedeki bir öğretim
kurumuna kayıt yaptırmamak, yoklama kaçağı veya bakaya kalmamak ve 29 yaşını
geçmemek üzere mezun oluncaya ya da ilişkileri kesilinceye kadar uzatılacaktı.
Savaş zamanı hariç olmak üzere; bir baba veya ananın iki oğlundan biri
askerdeyken diğer oğlu, ikiden fazla oğlu olanlardan ikisi askerde iken
diğerleri, oğullarından biri muvazzaf askerlik hizmetini bitirinceye kadar
askere alınmayacaktı. Bu düzenlemenin uygulanmasında 20 yaşından küçük olanlar
ile geçime yardım edemeyecek derecedeki maluller hesaba katılmayacaktı.
“Kardeşlerin sevk tehirinde” bulunulabilmesi için ananın dul olması şartı
kaldırılacaktı. Bugünün şartlarında 15 yaşından küçük bir çocuğun aile
bütçesine katkı sağlamasındaki zorluk dikkate alınarak, kardeş sevk tehirinde
20 yaşından küçük olanlar dikkate alınmayacaktı. Yoklama sırasında lise veya
dengi okuldan mezun olduğunu belgeleyenlerin askerlikleri üç yıl, fakülte veya
yüksekokuldan ilişikleri kesilenlerle yüksekokul mezunlarının askerlikleri ise
29 yaşını tamamladıkları yılın sonu esas alınarak iki yıl süreyle ertelenme
imkânı sağlanmıştı. Askerlik çağrısına hasta olduklarından dolayı katılamayan
yedek erbaş ve erlerden, bu durumlarını resmi veya askeri hekim ya da sağlık
kurulu raporuyla tespit ettirenler herhangi bir cezai işleme tabi
tutulmayacaktı.

Sağlık muayenesi aile hekimince yapılacaktı!?

Yükümlülerin sağlık
muayeneleri askerlik şubesinin bulunduğu yerde öncelikle varsa aile hekimi
tarafından, yoksa en yakın resmi sivil sağlık kuruluşunda veya asker
hastanelerinde tek tabip tarafından yapılacaktı. Yükümlüler hakkında ertesi
yıla bırakma, sevk geciktirmesi veya ''askerliğe elverişli değildir'' kararı
sağlık raporlarını tanzim etmeye yetkili makam, asker hastanesi sağlık kurulu
olacaktı. Ancak yatalaklar ile gözle görülür rahatsızlığı bulunanlar
hakkında ertesi yıla bırakma, sevk geciktirmesi kararlı sağlık raporları,
askerlik şubesi başkanı veya vekili ile mülki amirliklerce görevlendirilen
resmi iki sivil (varsa biri aile hekimi) tabipten teşkil edilecek geçici sağlık
kurulunca karara bağlanacaktı.

İlk bakışta makul ve masum düzenlemeler olarak görülen, ancak:

a) Erteleme ile
birlikte, Lise talebelerinin bile açık yükseköğretim fakültelerine kayıt
hilesiyle askerliğini 31 yaşına öteleyen, yani asker ocağının köküne kibrit
suyu döken

b) İki sivil doktor
tarafından “askerlik yapmaya elverişsiz” raporu verilebilen ve böylece sahte
raporla askerlikten kaçmayı kolay hale getiren

c) 20-30 yaş arası
fiili askerliği ise, sadece İlkokul mezunlarına reva gören ve “kışlaları
çapulcu alayına çevirme hazırlığına” benzeyen bu girişimler, yine TSK’nın
kökünü kurutmaya yönelik sinsi adımlardı. Yoksa GKB Necdet Özel’in Başbakanla
görüşmesinde bu sıkıntılar mı paylaşılmış ve tartışılmıştı?

Yeni Anayasa tezgâhı!

Daha da sakıncalı ve
sarsıcı olanı, bütün bu gaflet ve hıyanet girişimlerinin ve
 “Türkiye’yi bölme gayretlerinin, hukuki güvence ve gerekçeye
dayandırılması”
 
için YENİ ANAYASA hazırlanmasıydı.
Devleti ve Cumhuriyeti yıkıcılar, şimdi; “kurucular” rolüyle işbaşındaydı.
SEVR’in patronları AB ve ABD’nin dayatmaları; AKP, PKK (BDP) piyonlarının
“barışçıl duyarlılıkları” sayesinde yazımına başlanan Yeni Anayasa, Türkiye’yi
tarihe karıştıracak ve Büyük İsrail önündeki engel olmaktan çıkaracak, bütün
tuzak maddeleri içinde toplayacaktı.

Yeni NATO Zirvesi ve Hıyanet planları

Asya’daki gelişmeler
ve özellikle İslam dünyasındaki dirilişler, ABD ve İsrail’de rahatsızlık yaratmıştı.
Örneğin Çin, ekonomik alanda ABD’yi yakalamaya çalışmaktaydı. Ekonomik
yükselişinin sağladığı olanaklarla siyasi, askeri ve kültürel alanlarda da
hızla kalkınmaktaydı. Yakın gelecekte her bakımdan ABD’yi zorlayacaktı. Bu
nedenle ABD, İslam dünyası ve Asya ile kaçınılmaz olacak nihai hesaplaşmadan
üstün çıkmak için; bunlar başa çıkılamayacak düzeye ulaşmadan önce kendi
sorunlarını çözmek, zaaflarını gidermek, kurumlarını yeniden düzenleyip
güçlendirmek suretiyle bu hesaplaşmaya hazırlanma çabasındaydı. İşte ABD’nin
“Obama doktrini” kılıfı geçirilen Siyonist Yahudi Lobileri projeleri açısından
20 Mayıs’ta Chicago’da toplanacak NATO zirvesi kritik önem taşımaktaydı.

Açık ve gizli gündem konuları:

Zirvede açık
görüşmelerde, kısaca füze kalkanı diye anılan füze savunma sistemiyle
bağlantılı olarak NATO’nun yeniden düzenlenmesi sorunu tartışılmıştı. Füze
kalkanının başta Türkiye, bütün İslam ülkelerini Rusya, Çin ve İran gibi
Avrasya’nın önde gelen güçlerini hedef aldığı ABD yönetimi tarafından saklanmamıştı.
Zirvede öne çıkan konu, kalkanın Avrupa’daki altyapısının, Basra Körfezi’ne
inşası planlanan uzantıyla tamamlanmasıydı. Japonya-Filipinler ekseninde de
benzer bir proje seslendirilmeye başlanmıştı. İsrail’deki radar da dâhil bütün
bu sistem doğrudan ABD kumandası altında bulunacaktı. Zirvenin bir de gizli
gündemi vardı: Kontrgerilla, Gladyo veya süperNATO diye bildiğimiz NATO’nun
çelik çekirdeğinin, İslam ülkeleri ve Çin başta olmak üzere Avrasya’yı hedef
alacak biçimde yeniden yapılanmasıydı. ABD Savunma Bakanı Leon Panetta,
zirvenin hemen öncesinde “yeni kurulacak ve istihbarat toplamanın yanı sıra
saldırılar da yapacak bu gizli örgütlenmeyi” zaten açıklamıştı. Zirvede, bu
yeni gizli örgütlenmenin ABD dışı uzantıları yeniden yapılandırılacaktı. ABD’nin
Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerdeki gizli Gladyo örgütlerinin
takviyesi, güçlendirilmesi ve döneme uygun hedeflere yönlendirilmesi mutabakatı
aranacaktı. İşte bu NATO zirvesinde, özel bir dikkatle resmi gündeme
taşınmayan, ama gizli kulislerde hararetle tartışılan asıl konu ise: 
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeni NATO Konseptine uygun modern bir yapılanma
içine sokulması, klasik (yani milli..) ve hantal teşkilatlanmadan kurtarılması,
ittifak güçleriyle daha kolay ve kalıcı bütünleşme şartlarının olgunlaştırılması”
 olduğu
fısıldanmıştı. Yani TSK, bütünüyle Mekke ve Medine’yi bombalamayı ve 1,5 milyar
Müslümanı imhayı bile düşünen NATO ve Pentagon’un hizmetine sokulmaya
çalışılmaktaydı. AKP ve Cemaat eliyle kurulan kumpaslarla da, bu hıyanete
itiraz edenler sindirilmek isteniyordu!

 


[1] 31 Ocak 2014,
Vatan, (Günü Geldi, Zincir Koptu)

[2] 31 Ocak 2014

[3] 5 Aralık 2013

[4] Yazının tamamı
için: http://www.zaman.com.tr/yorum_islami-olana-karsi-siyasal-islamcilik_2195426.html

[5] Muhsin Bozkurt,
Cumhuriyet Makalesinden

[6] New York AA,
Milliyet, 13 Aralık 1999

[7] M. Necati
Özfatura, Türkiye, 25 Kasım 1999

[8] Milliyet, 25
Aralık 1999

[9] Şule Yücebıyık –
Gaziantep, Milliyet, 27 Aralık 1999

[10] Melih Aşık,
Milliyet, 7 Ocak 2000

[11] Zafer Arapkirli
– Helsinki, Milliyet, 13 Aralık 1999

[12] Altemur Kılıç,
Türkiye, 18 Ocak 2000

[13] Hasan Dalgıç –
İzmir, Milliyet, 6 Ocak 2000

[14] Ahmet Hakan,
Hürriyet, 28 Ocak 2014

[15] Reşat Nuri Erol,
Milli Gazete

 

 

*********************************************************************************************

  

 ÖLÜMÜ ÖLDÜREN, ÂLEME MEYDAN OKUR!

 

Rabbim inayet
buyur, sağa sola kaydırma

Huzurla
oynayayım, kaderdeki rolümü!

Davanda daim
eyle, yan çizip te caydırma

Atayım
Şeytanlara, mutlu zafer golümü

Ama hala
hizaya, sokamadım gönlümü!

 

Matlubun
ma’budundur, herkes sevdiğin arar

Hidayet
yetişmezse, zekavet neye yarar

İman akıl ve
cihat; bütün evreni sarar

Baharlara
çevirdin, ruhumdaki çölümü

Ama hala
hizaya, sokamadım gönlümü!

 

Ecel gelmeden
olmaz, Azrail emir kulu

Dünyataparlar
görür, Onu haşin korkulu

Kabir en kutlu
kapı, şehadet açış kolu

Dünya dar
gelir artık, çün öldürdüm ölümü

Ama hala
hizaya, sokamadım gönlümü!

 

Nice bin “ ben
“ var imiş, geçtim benden içeri

Kefendir
damatlığım, biçtim tenden içeri

Ne hikmetler
okudum, ilim fenden içeri

Yazdığım
yüzler kitap, sadece bir bölümü

Ama hala
hizaya, sokamadım gönlümü!

 

Şuur; takdirde
hikmet, nefsinde suç bulasın

Benliğin
toprağa göm, hiç ol ki güç bulasın

Müstakim
mücahit kal, Hakkı er geç bulasın

Saraylara
değişmem, dostlarla dar holümü

Ah hakkıyla
hizaya, sokabilsem gönlümü!

 

“El
alemden bana ne, devlet millet masaldır”

Diyen soysuz
sorumsuz, için çıkar kutsaldır

Halka hayra
aykırı, birçok fiil yasaldır

Boş veremem
düzeni, hoş göremem zulümü

Hakka kurban
olmaya, razı etsem gönlümü!

 

Yüz buruşmuş,
göz patlak; burnuysa patlıcandır

Bedduayla
çırpınır, sanırsın satlıcandır

Canana
ulaşmanın, pahası tatlı candır

Deryaya varmak
için, feda ettim gölümü

Ama hala
hizaya, sokamadım gönlümü!

 

Hak davaya
hıyanet, edip riyaset kapmış

Milli Görüş
hayalmiş, Haçlı Birliğe sapmış

Hasbiliği
bırakmış, derdi nefsi hesapmış

Bu tipler
Müslüman mı, yoksa gavur dölü mü?

Ben hala
itminana, sokamadım gönlümü!

 

                                                                             ALİ ÇAĞIL

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi