Batıl Ve Barbar Dünya Düzenine Alternatif;
Tek Ve Örnek Proje:
ADİL DÜZEN!
YENİ BİR DÜZEN İHTİYACI
Dünya hayatı ve yaşam standartları, insanlık tarihi boyunca sürekli
gelişmekte ve değişmektedir. İlim adamlarının ve araştırmacıların görevi:
Değişmeyen doğruları esas olarak, değişen dünya şartlarına ve insanlığın
sorunlarına uygun çözüm ve çareler üretmektir. Ve yeni projeler geliştirmektir.
İslam medeniyeti tarihine dikkatle bakınca şu gerçekler görülecektir.
Emeviler ve Abbasiler döneminde yeni ülkeler feth edilmiş, Arap olmayan başka
kavimler İslama girmiş, Müslümanlar bir şehir ve site düzeni seviyesinden çıkıp
dünya çapında büyük bir devlet haline gelmiş, haliyle yeni problemler zuhur
etmiş ve bunların çözümü için de yeterli içtihatların yapılması gerekmiştir.
Selçuklular döneminde şartlar ve standartlar daha da geliştiği ve değiştiği
için, haliyle siyasi ve ekonomik yönden yeni düzenlemelere gidilmiştir.
Osmanlı döneminde de, hem toprak ve arazi sisteminde, hem vakıflar gibi
sosyal hizmet kurumları statüsünde, hem yönetim ve siyaset biçiminde, hem de
askeri ve ekonomi stratejisinde gerekli yenilik ve değişikliklerin yapılması
için gayret gösterilmiştir.
Manevi rütbe, uhrevi sevap ve şeref dereceleri bakımından olsun ve yine
takva ve teslimiyet ölçüleri açısından olsun, Ashab-ı Kiram'ın üstünlüğünü
elbette kabul etmemiz ve onlara derin bir hürmet ve muhabbetle bağlılık
göstermemiz mutlaka gereklidir.
Ancak uygulanan sistemin genişlemesi ve gelişmesi açısından, Emevi ve
Abbasi dönemi Asrı Saadetten, Selçuklu dönemi Abbasilerinden, Osmanlı dönemi
ise Selçuklulardan daha mükemmel olmuştur. Ve şimdi bütün insanlığın ihtiyacına
cevap verecek “Adil Yeni Dünya Düzeninin” de Osmanlı
döneminden ve diğerlerinden çok daha üstün olması tabiidir… Ve bu durum zaten
İslâmın da hedefidir.
Aleyhisselatü vesselam Efendimizin pek çok hadislerinde haber verdiği ve
müjdelediği “Mehdiyet ve medeniyet dönemi” de bunu
göstermektedir.
Ve zaten Müslümanları ve insanlığı yüzlerce yıl önceki şartlara ve o
dönemler için hazırlanmış kalıplara uymaya zorlamak, nehirleri baş yukarı
akıtmaya kalkışmak gibi bir divaneliktir.
Müspet (ispat edilmiş ve kesinleşmiş) ilmin verileri, binlerce tecrübenin
meyveleri olan insanlık tarihinin birikimleri… Aklı selimin ve vicdani
kanaatlerin ortak ürünleri… Ve, hayret ve hayranlık uyandıracak şekilde bütün
bunlara uygunluğu görülen : Kuran-ı Kerim'in açık hükümleri “değişmeyen
doğrular” dır… Sünnet; Efendimizin hayat sisteminin ve stratejisinin
esaslarıdır. Asr-ı Sadet ve Ashabın (RA.) hayatı, “İslâmı nasıl
anlamamız, uygulamada neleri esas almamız, ve problemleri çözmede hangi
yöntemleri kullanmamız”, hususunda kıyamete kadar örnek levhalarımızdır.
İlim ve içtihat erbabının ve mezhep imamlarının mutlak doğrulara dayanarak
ortaya koydukları prensipler ise, bizim genel düsturlarımızdır.”
Bugüne kadar, İslâm'da “iman ve itikat esasları” en
mükemmel şekilde ortaya konulmuş ve açıklanmıştır. Namaz, oruç, hac
ibadetleriyle ilgili gerekli ve yeterli içtihat ve izahlar yapılmıştır. Genel
“ahlak ve muaşeret” konuları ise en güzel biçimde anlatılmış
ve yazılmıştır.
Ancak ülke ve dünya şartlarına uygun yeni “zekat ve vergi sistemi”
nasıl olacaktır? Helal ve hayırlı bir “banka ve kredi düzeni”
nasıl kurulacaktır? İnsanlığa uygun bir “siyasi ve sosyal yapılanma”
nasıl oluşacaktır?
Çağımızın şartlarına ve ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir “ilim
ve eğitim biçimi” nasıl uygulanacaktır? Emeklilik, sendika ve sigorta
işleri ve diğer sosyal hizmetler hangi kurum ve kurallara dayanacaktır? gibi
sorulara cevap verecek ve bu tür sorunlara çözüm getirecek yeni ve ilmi
içtihatlara ihtiyacımız bulunduğunu kabul etmemek, kafamızı kuma gömmektir.
Çünkü Osmanlı dönemi zekat ve vergi sistemini bugüne aynen tatbik edemeyiz!
Selçuklu dönemi borç alıp verme düzeniyle, bugünkü banka ve kredi düzenini
yürütemeyiz!.. Abbasi dönemi usta-çırak ilişkilerini esas alan kurum ve
kurallarla bugünkü işçi-işveren münasebetlerini, sendika ve sigorta
hizmetlerini başa götüremeyiz. Asrı Saadet şartlarına uygun Suffa örneği ile
veya sonradan geliştirilen medrese usulüyle bugünkü eğitim ve öğretim işlerine
ve üniversite hizmetlerine çeki-düzen veremeyiz!…
Elbette bütün bu uygulamalardan ve şimdiye kadar her dönemde bu konularda
yazılan ve yapılanlardan da yararlanacağız. Günümüz şartlarına tatbiki mümkün
ve münasip olanları ise aynen alacağız. Ancak pek çok şeyin değiştiğini,
geliştiğini ve hatta eskiden hiç olmayan yeni problemlerin zuhur ettiğini ve
bütün bunların ilmin ve inancın ışığında yeniden değerlendirilip çözülmesi
gerektiğini de unutmayacağız!…
Öyle ise, yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın ilmi, ahlaki, siyasi
ve ekonomik sorunlarını çözecek ve her hususta yol gösterecek yeni bir dünya
düzenine ihtiyaç vardır.
Ve bu Adil Düzenin temel kaynağı ilim ve iman olacaktır. Efendimiz (S.A.V.)
işaretiyle, Adem peygamberden bugüne benzeri görülmemiş ihtişamda bir saadet
medeniyeti yeniden kurulacaktır. Ve bu mutlu netice, Kur'anın kerameti, Hz.
Muhammed (S.A.V.) Efendimizin yeni bir mucizesi sayılacaktır.
Sahabelerin ve müçtehit alimlerin ruhaniyeti de bundan memnun ve mesrur
olacaktır. İnsanlığın Komünizmde arayıp ta elde edemediği, Kapitalizmin vaad
edipte veremediği, gerçek barış ve adalet sistemi nasıl olacak, nasıl kurulacak
ve uygulanacak? Sorularının cevabı olan “Adil Düzen” projeleri
işte bu maksatla hazırlanmakta ve olgunlaşmaktadır.
Eskiden ulaşım aracı olarak kullanılan at, katır ve deveye nispetle bugünkü
uçaklar ve elektrikli trenler ne derece gelişmiş ve mükemmel ise…
Eskiden haberleşme aracı olarak kullanılan atlı postacılara nazaran bugünkü
telefon ve telsiz sistemi ne derece üstün ise…
Eskiden bir usta ile çıraktan oluşan atölyelere göre bugün yüz binlerin
çalıştığı muazzam fabrikalar ne kadar farklı ise…
Eski hayat şartları ve standartları bugüne nazaran ne denli basit ve
iptidai ise…
Bugünkü dünya şartlarına ve bütün insanlığın her türlü ihtiyaçlarına cevap
verecek bir Adil Düzen de, o günkü İslâmi modellerden elbette daha kapsamlı ve
daha kâmil olacaktır. Ve bu durum farklı mektep ve mezhepleri
kaldırmak değil, bilakis faaliyet sahalarını ve etki alanlarını genişletmek
sayılacaktır.
Açık bir gerçeğin ifadesi olan ve Kur'anın asrımızı aydınlatması sayılan bu
ifadelere bakıp “Vay efendim bu sözlerde sahabeyi küçümseme var”
veya “geçmişteki ilmi çalışmaları basit görme var (haşa)” gibi
isnat ve iftiraları atanlar, ya bu gerçekleri anlayamayacak kadar bir akıl
kıtlığına ve anlayış kısırlığına düçardır!
Veya maksatlı olarak, çağımıza barışın ve bereketin damgasını vuracak Adil
Düzen programlarını gereksiz ve geçersiz gösterme hastalığına müptelâdır!
Ya da, ne İslâmı, nede çağımızı tanımayan, hala hayal aleminde dolaşan ve
İslâmın tarih olmuş hatıralarıyla avunan bir zavallıdır!…
Bediüzzaman Hazretleri'nin önemli bir tespitiyle belirteli ki:
” Eski hal, artık muhal,
Ya yeni hal, ya izmihlal“
Yani eskiye dönüş, hayâldır ve imkansızdır. Ya, yeniden ilmi ve insani bir
düzen kurulacak, veya çöküş kaçınılmaz olacaktır.
İLİM VE İÇTİHAT
İlim, her türlü ihtiyaç ve sorunlarımızı gidermeğe yarayan bilgiler, alim
ise yeterli ve gerekli bilgileri bilen ve üreten şahsiyettir.
Dil gramer ve matematik gibi alet ilimlerini öğrenmek ve öğretmek, irşat ve
ikaz edici vaazu nasihatler etmek, şuur ve heyecan verici nutuklar söylemek te
gerekli ve güzel olmakla beraber, asıl ilim adamından beklenen ahlaki, siyasi,
iktisadi ve içtimai (ekonomik ve sosyal) konulardaki sorunlarımıza çözüm
üretmektir.
Sadece sorunları sıralamak ve “çare islamdır,
çözüm Kur'an'dadır” gibi sloganların arkasına sığınmak, veya asırlar
öncesi geçmiş dönemlere ait uygulamaları öğrenip tekrarlamak, ama bu günümüze
ait yeterli ve tutarlı hiç bir ciddi programı ortaya koyamamak ilim adamına
yakışan bir tavır değildir.
Velhasıl, ilim adamı mevcut sorunlarımıza uygun ve uygulanabilir çözümler
üretebildiği kadar kıymetlidir.
Şimdi “ilim”le ilgili kavram ve kuralları hatırlatalım.
A – İLİM :
Herhangi bir konudaki bilgi ve belgeler bütünüdür. İlimi:
a- Nazari: Sadece görüş halinde bulunan, tatbik
edilip denenmemiş , teorik.
b- Subuti: İspat edilmiş, deneylerle
gerçekleşmiş. Yani müsbet ilim.
c- Ameli: İşlemek şeklinde, fiiliyata yönelik,
pratik.
d- Hikemi: Felsefi ve tasavvufi görüşlere ait
olmak üzere 4 bölüme ayırmak mümkün ve münasiptir.
B- İÇTİHAD:
Kelime manası olarak, cehd
kökünden, “bir amaca ulaşmak ve doğruyu bulmak için bütün gücüyle
çalışıp çabalamak” demektir.
Bu maksatla, gerekli prosedür ve prensiplere uygun olarak sabır ve
sükunetle araştırmak, kafa yormak ve yeterli altyapıya (temel alet ilimlerine)
sahip olmak icap etmektedir. Öyle ise içtihad: insanların ahlaki, siyasi,
sosyal ve kültürel, ekonomik ve güvenlik sorunlarına gerekli ve gerçekçi
çözümler üretme gayretidir.
C – DELİL (Dayanak):
İlim ve içtihat mutlaka delillere dayanmalıdır. Deliller ise genelde iki
kısımdır:
1 – AKIL.
2 – NAKİL.
1- AKLİ DELİLLER:
a- Müşahedeler: Bizzat görüp şahid olarak edinilen
bilgiler ve belgelerdir.
b- Tespitler: Denenip, tatbik edilerek bulunan
gerçeklerdir.
c- İlim: Herhangi bir konuda okuyarak
veya başkasından duyarak edinilen bilgilerdir
d- Araştırma: Bir konuda doğruyu bilmek veya çözüm
üretmek üzere yapılan ilmi ve ciddi gayretlerdir.
2- NAKLİ DELİLLER:
a- Kitap: Kur'anı Kerimin herhangi bir
konudaki açık ve kesin hükümleri (mutlak delil)
b- Sünnet: Hz.peygamber Efendimizin sahih
sözleri, işleri ve takriri (Delil)
c- İcma: ilim ve ehliyet sahiplerinin bir konu
üzerindeki ittifakı. (Mutlak hüküm)
d- İçtihad: Kuran ve sünnet gibi değişmeyen mutlak
doğruları esas alarak, değişebilen şartlara ve muğlak (kapalı) durumlara
uygun ve çağdaş çözümler üretme, gayretidir. (Hüküm)
“İCMA” ise, 4'e ayrılır:
1 – Muhkem: Tüm dünyadaki ulamanın ittifak ettiği
icmalar,
2 – Mutemet: Ülke çapındaki ilim erbabının ittifak
ettiği içtihadlar,
3 – Muteber: Bir bölge bazındaki mütehassısların
ittifak ettikleri ilmi kararlar.
4 – Muhtemel: Pratisyen araştırmacıların ittifak
etlikleri kanaatleridir.
D – ÇÖZÜM:
İlmi
çözümleri 3'e ayırabiliriz;
1- Şahsi (özel)
çözüm.
2- Herkes için(genel) çözüm,
3- Tahmini ve tedbiri çözüm (gelecek
için farazi fıkıh)
· Çözüm için, izlenecek yol ise şöyledir.
1 – Sorunların tespit ve tahlil edilmesi,
2 – Sorunların önem ve öncelik sırasına
göre dizilmesi
3 – Öneri ve çözümlerin derecelendirilmesi.
4 – Kontrollü ve uygulamalı olarak çözüm
önerilerinin denenmesi.
E – İLMİ İÇTİHADLARIN OLGUNLAŞMASI:
Dini ahlaki, siyasi, iktisadi ve içtimai her
konudaki ilmi içtihadlar şu basamaklardan geçerek olgunlaşır:
1 – Delilleri Toplama:
Bu safhada konunun uzmanı olan herkese sorulur.
İlgili yazılı kaynaklara başvurulur. Bu basamakta ilim adamı ve araştırmacıya
kibir ve istiğna (kendini yeterli görme ve başkasına ihtiyaç hissetmeme)
yakışmaz. Tevazu ve yardımlaşma esastır.
2 – Delilleri Tartışma:
Bu safhada toplanan deliller (bilgi ve belgeler)
kuvvet derecesine göre dizilir. Önemli ve öncelikli deliller üzerinde konuyu
bilenlerle tartışmaya girilir. Bu tartışmalara katılan ilim adamı kendisini başkasıyla
eşit görmeli. Ama karşısındakilerden yararlanmasını da bilmelidir.
3 – Delileri Eleme:
Bu safhada ilim adamı kendi başına karar vermeye
ve doğru çözümü elde etmeye yönelir. Bu basamakta kendisine güvenmeli, vicdani
kanaatine ve bilgi birikimine uygun hareket etmelidir.
4 – Kontrol Etme:
Bu safhada ilim adamı, vardığı sonuçları ve verdiği kararları bir daha
dikkatlice gözden geçirmeli, aynı konuda başka alimlerin içtihatlarıyla kendi
içtihatlarını karşılaştırma yoluna gitmeli, kendi kanaat ve kararının mutlak
doğrulara ve mevcut şartlara uygunluğunu ve uygulanabilirlik şansını gözden
geçirmelidir.
5 – Karar Verme:
Bütün bu Safhalardan sonra ilim adamı kesin kararını
verir ve yöneltilen eleştiri ve endişelere ilmi ve ikna edici cevaplar
yetiştirir.
6 – Tedris ( Öğretme.):
İlim adamı kesinlik kazanan bu bilgileri
başkalarına ders vermeğe ve öğretmeğe ve bunların uygulanması gerektiğine
etrafını ikna etmeye başlar. Yapılan ilmi itirazları dinler ve cevaplar verir.
7 – Organize ve Tatbik Etme:
Bu ilmi içtihatları belleyen ve benimseyen ilim
adamları arasında ortak bir organize kurulur. Ve bu ilmi programların uygulanma
şansı ve şartları oluşturulur.
(Bu noktada cihat ve teşkilât söz
konusudur.)
E – İLMİN MERTEBELERİ:
1 – Kesin Bilgi:
Bu beşeri bir icmadır. Bütün dünyada kabul edilen
ilmi esaslardır. Tartışılmaz doğrulardır. Bu tür bilgiler asla değişmez
durumdadır.
2 – Bilgi:
Bunlar ülke çapındaki (kavmi) icmadır. Daha geniş
bir icma ile değişebilme özelliği vardır.
3 – Kesin Karar:
Rasih ulemanın içtihadıdır. Yani “yeterli,
derinlikli ve üstün yetenekli” ilim erbabının kararlarıdır. Araştırma ve
tartışmalar sonucu olgunlaşmıştır.
4 – Görüş – Kanaat:
Fakih ulemanın içtihadıdır. Yani yüksek bilgi
birikimi ve kavrayış sahibi alimlerin görüşleridir. Bununla amel edilmekle
beraber araştırmaya devam edilmelidir.
5 – Kapalı:
Araştırmacı (muhakkik) alimlerin içtihadıdır.
Bununla amel edilmez. Mecburi araştırma yapılacaktır.
6 – Belirsiz:
Sadece okuyucu tabakanın görüş ve kanaatleridir,
mutlaka araştırmaya muhtaçtır.
7 – Geçersiz:
Ami (avamdan) ve kimselerin tahmin ve
tahayyülleridir ki, geçersizdir.
SONUÇ;
İlmi bir içtihad yapmak ve doğru karara varmak için iki önemli unsur
vardır.
1 – Mefhum.
2 – Metod.
1 – Mefhum ( Kavram ) :
Herhangi bir konuda ilmi ve isabetli bir sonuca
varmak, doğru ve değerli bir çözüme ulaşmak için önce o konudaki sağlam
ve sapmaz mefhumları (kavramları) bilmemiz gerekir.
Okunduğu veya duyulduğu zaman, aklı yatan herkesin
aynı şeyleri anlayıp inandığı temel ve genel kavramlar olmadan gerekli ve
gerçekçi çözümlere ulaşmak imkansız gibidir.
İslam alimlerinin Kur'an ve sünnetten çıkardıkları
İmanı ve ilmi mefhumlar, bütün sorunların çözümüne esas olacak birer anahtar
yerindedir.
2 – Metot (Usul): Bir ilmin veya tekniğin
geliştirilmesinden önce, mutlaka öğrenilmesi gereken esas ilimleri ve başlangıç
bilgileri yanında, o konudaki problemleri çözmek yeni ve yeterli sonuçlar
üretmek için gerekli olan bazı prensip ve yöntemlere de ihtiyaç vardır. Usul /
metot dediğimiz bu genel kaide ve kurallar, ilmi temel ve tecrübelerle kesinlik
kazanmıştır. Usul-i Tefsir, Usul-i Fıkıh, Usul-i Hadis bunların
başlıcalarındandır. Müspet ilimlerde “Mefhum ve metot” oldukça önemli
ve gerekli olan unsurlardır.
Sadece akli araştırmalara ve Labaratuvar sonuçlarına dayanan bugünkü batı
medeniyeti Kur'ani kavramlardan ve insani amaçlardan mahrum bulunduğundan,
artık tıkanma ve tükenme noktasına ulaşmıştır.
Akıl yanında nakli de esas alan ve Vahye dayanan yeni İslam medeniyeti,
biriken dünya sorunlarını çözüme ve insanlığı özlenen günlere kavuşturacaktır.
G – KELİME KAVRAMLARIN YOZLAŞMASI.
Yeni oluşan bir sistem ve medeniyetler, kendisinden önceki düzen ve dönem
içerisinde kullanıla gelen bir takım kelimelere, yeni manalar yükleyerek, özel
kurumlar yanında, orijinal kavramlar da geliştirirler. Aslında hiç bir dil /
lisan ne kadar zengin olursa olsun, biribirinden farklı sistemlerin hepsine
birden, tamamen yeni ve orjınaI kelimeler veremez. Öyle ise, sistemleri teşkil
ve temsil eden unsurların, ortak bir lisan disiplini oluşturması gerekir. Her
sistem bu ortak kelimeleri alır, kendi amaçları istikametinde kullanılır ve onlardan
özel ve orjınaI bir “kelimeler ve kavramlar ağı” oluşturur.
İşte İslam dini ve medeniyeti de cahiliye döneminde öteden beri bilinen ve
konuşulan “Allah, İslam, iman, küfür, Nebi, Resul, akıl, Kerem, takva,
cihat” gibi kelimelere, öylesine yeni ve orijinal anlamlar yüklemiş ve
öylesine yeni ve özeI kavramlar meydana getirmiştir ki, kıyamete kadar gelişen
bütün zamanlara ve bütün şartlara ışık tutacak İlmi, İmani, ahlaki, siyasi ve
iktisadi bütün sorunlara çözüm ve çareye esas olacak bir “değişmez doğrular”
bütününü insanlığa hediye etmiştir.
Hicri 3. Yüzyıldan itibaren, zaten çok zengin ve mükemmel bir dil olan
Arapçayı, Kur'an ışığında inceleyen ilim adamları, ondan 8 ayrı ilim dalı
(ulum-u Semaniye) çıkarmışlardır.
1- Ses ve ahenk ilmi: TECVİT
2- Kelime ilmi: LÜGAT
3- Çekim ilmi: SARF
4- Cümle İlmi: NAHİV
5 – Mana İlmi: MEANİ
6- Dil Üretme İlmi: BEYAN
7- Edebiyat İlmi: BEDİİYAT
8- Birleştirme İlmi: TELİF – MANTIK
Yapılan ilmi araştırma ve karşılaştırmalar, Kur'anın kelime hazinesinin,
kendisinden önceki cahiliye Arabistan'ındaki 3 ayrı ve farklı sistemin bir nevi
bileşimi olduğunu, ancak bütün bu kelime kalıplarına yepyeni, değişmez ve
eskimez manalar doldurduğunu göstermektedir. Bunlar 1 – Saf ve sade bir hayat
süren göçebe bedevîlerin kullandıkları kelimeler, 2- Mekke ve Medine'de
yerleşik tüccar ve soyluların konuştukları kelimeler, 3 – Arabistan'da yaşayan
Yahudi ve Hıristiyanların kullandıkları ve Arap diline kattıkları kelimeler….
Bu kelimelerin bir kısmını tek tek ele alıp inceleyelim.
Örneğin Allah ismi, cahiliye Araplarınca da biliniyor ve
kullanılıyordu. Ancak onların konuştuğu “AIlah” kelimesi Kur'an'daki
“Allah” (CC) kelimesinden çok farklı bir anlam taşıyordu. Cahiliye
Araplarına göre Allah yeri göğü yaratan ve diğer şefaatçı tanrılardan (put ve
tagutlardan) daha büyük olan, ancak etki ve yetki alanı sınırlı bulunan bir
varlığı ifade ediyordu.[1]
Kur'an'daki “Allah” (CC) kelimesi ise, öyle tanrılar
hiyerarşisindeki baş tanrı değil (haşa), varlığı gerçek olan, her şey elinde ve
emrinde bulunan, kudreti her şeyi kuşatan, kullarının imani, ahlaki, siyasi ve
iktisadi hayatlarına ait kanun ve kurallar koyan, tek ve mutlak bir Rab'dir.
Kur'anda geçen kitap, melek, nebi, resül, ahiret, takva, salat, zekat vb. bütün
kelime ve kavramlar, “Allah” ismiyle mutlaka irtibatlı ve çok çeşitli
daireler içerisinde bütün bunlar biri biriyle bağlantılıdır.
Yine cahiliye Arap inancında melekler “yarı tanrı” niteliğinde ve
cinlerin üstünde bir varlık kabul ediliyor ve haşa “Allahın kızları”
olarak biliniyordu.
Oysa Kur'andaki “melek” ler Allahın mahluku olan ve ona kullukta
bulunan nurani varlıklardır.[2]
İslam öncesi Arap lisanında, “Takva”, hayvanların ve insanların,
dışarıdan gelecek tehdit ve tehlikelere karşı kendini koruma ve savunma
davranışı anlamında kullanıldığı halde, Kur'an Iisanında ise “Takva”
her türlü küfür ve kötülükten sakınmayı ve gerçek manada Allahtan korkmayı ve
her haliyle ona teslim olmayı ifade eden geniş ve genel bir kavramdır.
Cahiliye döneminde küfür – kefere: bir gerçeği örtmek ve
şükretmenin zıddı olarak nankörlük etmek manasına kullanıldığı
halde Kuran lisanında ise, imanın zıddı olan inkarı ifade eder ve çok önemli ve
anlamlı bir anahtar kelimedir.
Cahiliye Lisanında “Cihat” dünyalık kazançlar ve kuru
kahramanlıklar için yapılan zorIu çabaları ifade ettiği halde, Kur'anda
“Hak ve adaleti hakim kılmak ve Allahın rızasına ulaşmak için yapılacak
samimi ve ciddi gayret ve hizmetleri” anlatır.
Eski Arapların şöhret ve şehvet yolunda gösteriş için yapılan
harcamalara “Kerem – cömertlik” demelerine karşılık İslam bu düşünce
ve davranışı fazilet değil bir rezalet kabul etmiş ve “Kerem”
kelimesine, “hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için yapılan iyilik
ve ikram” manasını yüklemiştir.
Açıkça görülüyor ve anlaşılıyor ki Kur'an dili ve İslam medeniyeti
cahiliye döneminde kullanılan ve konuşulan kelime ve deyimlere özel ve orijinal
manalar yüklemiş ve yepyeni kavramlar türetmiştir.
Arapcanın şaşılacak derecede zengin bir kelime hazinesine sahip olması ve
mevcut kelimelerden yeni kelime ve kavramlar üretmeye de oldukça müsait
bulunması da bu işi kolay hale getirmiştir.
Ama maalesef giderek Kur'andan uzaklaştıkça, içten ve dıştan tahribatlar
arttıkça zamanla islami kavramların yozlaştığını ve içi boşalan cevizler gibi,
sadece kavramların kalıbı ve kabuğu olan kelimelerin elimizde kaldığını
görüyoruz.
Bugün üzülerek belirtelim ki müslümanlar arasında “Allah,
peygamber Kitap, İslam, cihat” gibi kavramlar maalesef, İslam öncesi
cahiIiye dönemi insanlarının kullandığı manalar da anlaşılmaya başlanmıştır.
Pek çok müslümana göre “Allah”, ibadet ve ahiret işleriyle
uğraşan ticaret, siyaset memuriyet ve adalet konularına karışmayan kısaca
yeryüzünü tagutlara bırakan bir “gök tanrısı” gibidir.
Yine bazı müslümanlara göre “peygamber” sadece güzel ahlak örneği
sayılan ve Arap şeyhi görünümünde olan ve hele devlet ve hükümet
işleriyle hiç alakası bulunmayan ve her işini mucizelerle yapan bir efsane
kahramanı yerindedir.
“Kur'an” ise, yükseklerde korunan, ölüler ve hastalara okunan
tılsımlı, esrarengiz ve anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir dua kitabıdır.
“Cihat”, nefsini kurtarmak ve ibadet yapmak maksadıyla tenhalara
kapanmak veya Kurs binası ve cami inşasıyla uğraşmaktır.
“Hayır”; mermer panolara ve büyük harflerle adını
yazdırmak ve reklamını yaptırmak üzere para harcamaktır.
“Takva”; külah takmak, sarık sarmak ve cübbe kuşanmak yani derviş
rolü oynamak ve göstermelik davranışlarda bulunmaktır.
Masonları ve islam düşmanlarını seçip
iktidara getirmeğe “hikmet ve maslahat” denilmiş.
Zalimlere ve batıl zihniyetlere boyun eğmek ise , tevekkül ve teslimiyet
zannedilmiştir.
Bu yanlış ve yozlaşmış değerleri ve anlam bakımından dejenere olmuş
kelimeleri yeniden gerçek amacına ve Kur'ani anlamına kavuşturmak ve insanımızı
bu kavram kargaşasından kurtarmak ise, ilim ve cihat erbabının vazifesi ve
çilesidir.
“Kelime”lerin İslahı ve Evrensel boyut kazandırılması
Toplumların arzuladığı, amaçladığı ve ulaşmaya çalıştığı bazı değerleri ve
dengeleri ifade etmek için yeni kelime ve kavramlar türetilmiştir.
Laiklik” ve
demokrasi” de bunlardan birisidir.
Laiklik; devleti ve düzeni, din adamları sınıfının ve din
istismarının güdümünden kurtarmak, farklı din ve mezhep mensuplarının
birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamak amacını ve anlamını
belirten, evrensel bir kurum ve kavram olarak düşünülmekte ve düşlenmektedir.
Demokrasi ise, halkın her kesiminin aktif ve etkin olarak ülke yönetimine
katılması, zorbaların ve devrim yobazlarının köleliğinden kurtulması ve insan
onuruna yakışır bir hürriyet ve hizmet ortamının hazırlanması heves ve hayalinin
bir simgesi ve sistemi olarak dile getiriImektedir.
Bu iki anlam ve amaç, temelde İslamın da ruhuna uygun düşmektedir.
“Din de zorlama yoktur. Çünkü doğru ile yanlış açıklanmıştır.” [3]
“Sizin dininiz size, benim dinim banadır” [4] ayetleri
bu amaçtaki laikliğe,
“Onların (yönetim) işleri aralarında şura (danışma
ve dayanışma) iledir. Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaş(acak
ve haklarını koruyacak kurum ve kuralları oIuşturmak ta)dırlar” [5] ayetleri
ise yine bu anlamdaki demokrasiye uygun görülmektedir.
Ne var ki yeryüzünde ve özeIikle ülkemizde, bugüne kadar laiklik
adına çoğunlukla din düşmanlığı yapılmış, dindarlar hayattan ve hükümetten
dışlanmış, ve laiklik; “din dışılık veya İslama düşmanlık”
şeklinde uygulamıştır. İşte bu yanlış ve haksız uygulamalar yüzündendir ki,
laiklik denilince dindarların kafasında hemen zulüm ve zorbalık
algılanmaktadır.
Ve yine Demokrasi pek çok ülkede ve Türkiye' mizde, diktatörlüğün, saltanat
yerine seçimle yürütülmesi, krallığın firavunlardan karunlara (sömürücü sermaye
ağalarına) devredilmesi, mutlu ve dayatmacı bir azınlığın, demokratik köleIer
olan çoğunluğa hükmetmesi şeklinde yozlaştırılmıştır.
Bu yanlış ve yozlaştırılmış uygulamalara rağmen, laiklik ve demokrasi hala
insanlığın ortak hayali ve ideali konumundadır. Yani insanlık “din-devlet
barışmasını, farklı dinlerin bir arada yaşamasını” haklı olarak
arzulamaktadır. Öyle ise müslüman ilim ve fikir adamlarına, İslamcı yazar ve
araştırmacılara düşen, insanlığın bugüne kadar “laiklik ve demokrasi”
diye arayıp ta bulamadığı arzulayıpta ulaşamadığı “değerlerin vedengelerin” İslamda
bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır.
Bu İslami doğruları ve değerleri ise bugün insanlığın ortak malı haline
gelmiş olan ve herkes tarafından kullanılan ve savunulan laikllik ve demokrasi
gibi evrensel “kelimelerle açıklanması gereği vardır. Yani
laikliği ve demokrasiyi İlmi ve insani değerlere uygun yorumlamamız lazımdır.
Daha doğrusu bu kelime kalıplarına adil ve evrensel kavramaları yerleştirip
topluma öyle sunmamız bir ihtiyaçtır.” Böylece;
a- Hem zaten bilinen ve peşinen kabul edilen bazı “kelimeler”
le tabii gerçekleri ve insani gerekleri anlatmamız kolaylaşacaktır.
b- Hem de “silm – barış” medeniyetinin evrensel bir boyut
kazanması ve insanlığın ortak değerleri halini alması mümkün olacaktır.
Öyle ise bazı
kelimelerden korkmak ve kaçmak anlamsızdır.
Ve zaten insanların bildiği ve benimsediği bazı ortak “kelime”
lerle onlara yaklaşmak Kur'anın hükmü ve tebliğin şartıdır.
“Deki; Ey ehli kitap sizinle bizim aramızda müşterek ve
müsavi olan bir ” KELiME ” ye gelin” [6] ayeti
bu gerçeği anlatmaktadır. Zira her ne kadar yahudi ve hrıstıyanlarla,
müslümanların Allah inancı ve kavramı çok farklı ise de, en azından Allah'ın
varlığını ve ahiret hayatını kabul eden ortak “kelime” leri
bulunmaktadır.
Evet hrıstıyanların ve özellikle Yahudilerin “Bazı kelimeleri
YERLERİNDEN DEĞİŞTİKLERİNİ” [7] haber
veren ayetler, onların doğru kelimelere yanlış kavramlar yüklemiş olduklarına
ve böylece haksız ve ahlaksız uygulamalara yöneImiş bulunduklarına işaret
etmektedir.
Bize düşen o kelimeleri gerçek anlamına ve evrensel amacına uygun
yorumlamak ve tebliğimizi bu yollarla insanlığa ulaştırmaktır.
“Allah batılı imha eder ve Hakkı Kelimelerle ortaya koyar ” [8] ayeti
de bazı gerçekleri insanIığın benimsediği ve ortak değeri haline getirdiği
keIimelerle anlatmak gerektiğine izin işaret buyurmaktadır.
Zaten, Allahu zülcelal hazretleri “Kitabı ( Kura-nı ) Hak ve Mizan
olarak indirilmiştir” [9] Yani
Kuran' ın evrensel kuralları asla “değişmeyen ölçü”
dür. Her şey ona göre düzenlenecek ve değerlendirilecektir.
Bu nedenle Laiklik ve Demokrasi gibi evrensel boyut ve beğeni kazanmış
kelimeleri ve kavramları yozlaşmaktan ve yanlış uyguIamaktan kurtarıp
bunların ıslahına çalışmak ve insanlığın hizmetine sunmak, hem güzel, hem de
gereklidir.
Çünkü İslam, insanlar arasında adalet ve hürriyeti gerçekleştirmek içindir.
Peygamberler de bununla görevlidir. [10]
“Laiklik zulümdür, demokrasi küfürdür” gibi kolaycı ve
kaçırıcı ucuz kahramanlıklara soyunmak yanlıştır ve tebliğ metoduna aykırıdır.
Ve bu ” kelimeleri suçlu ve sorumlu tutup savaş açmak,
veya bunlardan korkup kaçmak anlamsızdır.
Hem bakınız laikliği din düşmanlığı, demokrasiyi de sermaye krallığı
şeklinde uygulayan hain ve zalim çevreler:
“Din, iman Allah, Peygamber, Hak, Hukuk” gibi İslami ve
Kur'ani kelimelerimizi kullanmaktan korkup kaçınıyorlar mı?
Hayır, tam tersine bu doğru ve değerIi kelimeleri yanlış ve değersiz
amaçları için sıkça kullanıyor ve istismar ediyorlar. Ve bu mühim ve mübarek
kılıfların içini boşaltıp, batıl ve bozuk manalar yüklüyorlar.
Öyle ise “laiklik ve demokrasi”
gibi çağdaş ve evrensel kelime ve kavramlara da bizim sahip çıkmamız ve bunları
ilim ve inancımız açısından yeniden yorumlamamız ve bütün insanlığın hayrına
çalışmamız hem caizdir, hem de gereklidir.
ADİL DÜZEN, DENGE DÜZENİDİR
Adil Düzen; Her dinden her kavimden, her görüşten ve her sınıf ve seviyeden
bütün insanların, birlikte barış ve bereket içinde yaşama düzeni ve herkesin
temel insan haklarıyla kişisel hürriyetlerini, başkalarına zarar vermeden
kullanma disiplinidir. Zaten İslâm da, “silm” kökünden, barış
demektir.
Evet İslâm; hayatın ve hakikatin kendisidir. Huzur ve hürriyetin
reçetesidir. İslâm, medeniyetin ve insaniyetin ilahi rehberi ve tarifesidir.
Çünkü; İslâm hem Hak ve ilahi dinlerin ortak ismidir. Hem, her asırda kâmil
ve adil bir düzen öngörmektedir. Hem de birbirine zıt ve karşıt gibi görünen
durumlar arasında, gerçek bir denge ve yüksek bir ahenk oluşturan ve her türlü
dışlamayı ve düşmanlığı barıştıran bir mutluluk ve sonsuzluk müjdesidir. Bu
bakımdan Adil Düzen:
1-Maneviyatçılıkla akılcılık arasında,
2-Sabitlikle değişkenlik arasında,
3-Madde ile mana arasında,
4-Fert ile cemiyet arasında,
5-Adalet ile hürriyet arasında,
Yani “bireylerin hürriyetleriyle başkalarının hakları ve
haysiyetleri” ortasında uyum ve denge kurmuş, asla barışmaz ve bir
arada olmaz zannedilen kavram ve kurumları uyuşturmuş… Dünyaya huzur ve
emniyet, ölüme ise hayat ve ebediyet kazandırmayı amaçlamış ve bunlardan bir
bütün oluşturmuştur.
“ADİL DÜZEN, maneviyatçılıkla akılcılık
arasındaki dengedir”: Zaten dinimizin temel kaynağı ve asıl dayanağı
Kur'an da dengeyi esas alır. Sünnet ise Kur'anın ilk yorumu ve örnek
tatbikatıdır.
Ancak bu temel ve genel esaslar hem aklı selime, hem ahlaki ve vicdani
ölçülere hem de müspet ilme bütünüyle uygun bulunmaktadır.
Bu bakımdan Adil Düzende din-devlet çatışmasına, iman-ilim zıtlaşmasına,
ahlâkla hukuk farklılığına asla yer yoktur. İslâm'ın son ve mükemmel din
olmasının sırrı ve hikmeti de zaten burada yatmaktadır.
İmam-ı Gazali'nin dediği gibi İslâm'ın en önemli gayesi: Dini, hayatı,
aklı, nesli ve mülkiyeti korumaktır.[11] Bu
nedenle Adil Düzen de ilahi prensiplerle ilmi ve akli neticeler uyuşmaktadır.
ADİL DÜZEN; “sabit” likle
“değişken” lik arasında dengedir:
İslâm bütün hayatı kuşatan ve her konuda sağlam ve sabit esaslar koyan bir
din olmakla beraber, değişen ve gelişen şartlara göre bu temel ve genel esaslara
uygun olarak içtihat ve ruhsat kapısını da açık bırakmıştır.
Bu bakımdan İslâm'i hayat; kaynağı Kur'an konusu insan, prensipleri ideal,
tatbikatı kolay ve pratik, metotları ilmi, ruhu demokratik (katılımcı), modeli
toplumcu, sahası şümullü ve evrensel, tabiatı enerjik ve canlı olan bir yapıya
sahiptir.
Ve zaten insan yeryüzünde Allah'ın halifesi ve temsilcisidir. Allah'ın C.C.
temel ve genel kanunlar koyması, ilim ve ehliyet sahibi insanların da bunlara
dayanarak gerekli ve yeterli kurallar yapması da hilafetin başka bir
ifadesidir.
ADİL DÜZEN; Madde
ile mana arasında dengedir.
Adil Düzen'in en önemli özellik ve üstünlüklerinden birisi de, madde ile
mana arasında köprü kurması ve bunların bir bütün halinde ele alınmasıdır.
Mü'minin duası ve davası: “hem bu dünyada en iyiye ve en mükemmele
ulaşmak, hem de ahirette en güzele kavuşmaktır.”[12]
Adil Düzen; insanın fıtratındaki (yaradılışındaki) şehvet, lezzet, ünsiyet
(sevgi) gibi duygu ve değerlerini körletmeyi ve kirletmeyi değil, bunları mubah
ve meşru yollarla tatmin etmeyi ve geliştirip güzelleştirmeyi amaçlar.
Ve zaten İslâm'ın koyduğu kanun ve kurallar da hayatı disiplinize etmek,
başıboşluğu ve sorumsuzluğu önlemek ve her türlü zorluğu gidermek içindir.
Zira: “Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez” [13]
“Allah yükünüzü hafifletmeyi ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”[14] Akıllı
insan dünyası için ahretini, ahreti için de dünyasını terk etmeyen yani her
ikisine de hakkını veren insandır…
“Dünyadan nasibini unutmamak ve Allah'ın kulları için yarattığı
helal ve güzel nimetleri haram kılmamak“ta Kur'anın emridir.
“Bu bakımdan, ilimden cehalete, refahtan sefalete, adaletten
zulmete, hürriyetten esarete, izzet ve şereften horluk ve zillete meyleden
hiçbir şeyin İslâmiyet'te yeri ve değeri yoktur.” [15]
İman, istikamet ve iyi niyetle beraber kişinin okuması, çalışması,
kazanması, dinlenmesi, eğlenmesi, uyuması hatta ailesiyle oynaşması bile bir
nevi ibadet hükmüne geçmektedir…
İnsanın ibadet yapması çalışıp kazanmasına, takva sahibi olması siyasetle
uğraşmasına, zikir ve tarikat ehli bulunması, cihat ve teşkilat hizmetlerine
katılmasına, manevi ilimlerle uğraşması müspet bilimler sahasında çalışmasına,
samimi ve dindar biri olması sanat ve sporla meşgul olmasına asla mani
değildir.
Bu dünya aslında her yönden bir olgunlaşma evi, ahireti ve ebedi saadeti
kazanma yeridir. Namaz, oruç, zekât, zikir gibi müspet ibadetler ise iman
akülerini dolduran ve insana kuvvet ve gayret kazandıran manevi güç
kaynaklarıdır.
ADİL DÜZEN; Fert ile Cemiyet arasında bir dengedir:
Adil Düzen; fertlerin hakkını ve hürriyetini cemiyet adına gasp eden
Sosyalizm ile, toplumun menfaatlerini fertlere feda eden Kapitalizme nazaran
orta bir yol takip eder.
Bu bakımdan Kur'an Müslümanları “vasat (orta) bir ümmet, adil ve
mutedil bir millet” olarak tarif eder.
Barış toplumunda birileri çoban, diğerleri koyun sürüsü değildir. Tam
tersine herkes kendi çapında bir yöneticidir. “Hepiniz birer çobansınız
ve raiyetinizden sorulacaksınız” hadisi bu gerçeği ifade etmektedir.
Toplumun her üyesi bir vücudun azaları gibidir. Birisinin sorunu ve
sıkıntısı diğerlerine de sirayet edecektir. O halde hepsinin birbirine ihtiyacı
var demektir.
Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (S.A.V.) “Cemiyetin içine
karışan, insanlara faydalı olan ve onlardan gelen sıkıntılara katlanan
kimselerin, toplumdan uzaklaşıp kendi başına ibadetle uğraşan kişilerden daha
hayırlı olduğunu” söylemiştir.
Adil Düzen, kişisel hürriyetlerin devlet otoritesi adına engellenmesine
karşı çıktığı gibi, özgürlük ve demokrasi hatırına anarşi ve başıboşluğa da
fırsat vermemiştir.
ADİL DÜZEN; Adalet ile
Hürriyet arasında dengedir.
Adil Düzen; insanlara gerekli olan her türlü hürriyet ve serbestiyeti
tanımakla beraber bu hakların başkalarının zararına kullanılmasını önleyecek ve
toplumu disiplinize edecek kurallar getirmiştir. Yani bireysel özgürlüklerle
toplumsal güvenceyi dengelemiştir.
Herkesin yaşama hürriyetini ve can emniyetini korumak için kürtaj ve
katliam yasaklanmış,
Çalışıp kazanma hürriyetini ve mal emniyetini korumak için faiz, kumar ve
rüşvet kaldırılmış,
Namus emniyetini, aile saadetini ve nesil garantisini korumak için fuhuş ve
cinsi sapıklıkların önü tıkanmış,
Akıl emniyetini ve fikir hürriyetini korumak için içki ve uyuşturucu
yasaklanmış,
İnanma ve inancını yaşama hürriyetini korumak için de “Dinde
zorlama” ya fırsat tanınmamıştır. Ve bu hususlara uymayanlar en ciddi
ve caydırıcı tedbirlerle engellenmiş ve uyarılmıştır. İşte bütün bu gerçekler
ışığında diyoruz ki; Adil Düzen insanlığın saadet ve selamet projesidir.
Tarihin hiçbir döneminde insanlık “barış” düzenine bu
denli ihtiyaç göstermemiştir. Üzülerek görüyoruz ki, yeryüzündeki zulüm ve
sömürü düzeni insanlığı korkunç bir vahşet ve sefalet cehennemine
sürüklemiştir.
İslâm'ın yeniden anlaşılması, çağımızın ihtiyaçlarından kaynaklanan ve ilmi
temeller üzerine kurulan adil bir düzenin biran evvel hakim kılınması yolunda
yapılacak girişim ve gayretler ise hizmetlerin en yararlısı ve ibadetlerin en
hayırlısı bilinmelidir.
Bu konuda çağımızın en büyük hukuk bilginlerinden ve Londra Üniversitesi
profesörlerinden Count Leon Ostrorog'un şu samimi ve ilmi
itiraflarına kulak verelim:
“Mantıki ve ilmi yapısı açısından düşünülecek olursa, Kuran'a
dayanan İslam Hukuku, bugüne kadar okuyup araştırılanların hayranlığını
kazanmış olan mükemmel bir sistemdir. Her şeyden önce Peygambere inen vahiy
hüküm olarak kabul edilmiştir. Hem Arapça gramer kaideleri, hem de mantık
ölçüleri açısından fevkalade kesin ve net görünen ve çeşitli vesilelerle
değişik konularda ard arda gelmesine rağmen bu hükümler arasında bir kusur ve
tezat bulmak imkansızdır. İnsanlığın koyu bir cehalet ve zulmet içinde
kıvrandığı bir dönemde bugün bile benzeri halâ yapılamamış bu denli adil ve
mutedil kuralların konulması ve temel insan hak ve hürriyetlerinin korunması
bizleri hayretten de öte şaşkın bırakmaktadır.
8. ve 9. Asrın doğulu İslâm düşünürleri pek çok ihtiyaçlarında ferdi
hürriyetlere şahıs ve mülkiyet dokunulmazlığı temellerine dayanan ve tüm insan
haklarını koruyan kuralları dinlerinin esası saymışlardır.
Hatta “kutsal emanet” sayılan hilafet ve hükümet makamının bile
toplumla yapılan anlaşma esaslarına ve adil icraat şartlarına uymadığı taktirde
ilga edilmesi ve değiştirilmesi gerektiği kararına varmışlardır.
ADİL DÜZEN.
Adil Düzen nedir? Neden ihtiyaç görülmektedir?
Adil Düzen; “Silm“, yani evrensel barış ve bereket
medeniyetinin yeni bir takdimi ve orijinal bir tanıtımıdır. Kendi sahalarında
uzman seviyesindeki yüksek ilim erbabınca hazırlanan, sonra bu konulara vakıf
otoritelerce daha geniş bir çerçevede madde madde görüşülerek olgunIaştırılan
ve nihayet bütün kamu oyunun ve yerli-yabancı araştırmacıların bilgisine
sunulan ve tartışmaya açılan gayet ciddi ve ilmi program ve projeler bütünüdür.
Adil Düzen: Toplumdaki “Sosyal Denge“yi tabiattaki
“Doğal Denge ” ye benzeterek, İslamla
insanlığı bütünleştirerek hazırlanmıştır.
Zulüm ve sömürü üzerine kurulan ve halen ülkemizde ve yeryüzünde uygulanan
emperyalist ve kapitalist sömürü sistemine karşı, yeterli ve tutarlı
yegane alternatif program olarak sunulan ve kuvvetin değil Hakkın üstün
olduğunu savunan ve “Mutlak Doğrular” esas alınıp
“Mutlak Yanlışlar” dan sakınılarak hazırlanan,
ilmi, ahlaki, siyası ve ekonomik Adil Düzen programları şimdilik çok gerekli ve
gerçekçi bir proje durumundadır ve asıl fiilen uygulama safhasında önemi ve
özelliği daha da anlaşılacak ve olgunlaşacaktır.
Bu kitabımızda Adil Düzen' in teferruat konularından ziyade, temel esasları
ele alınacak ve ortaya konulacaktır.
Ve zaten herkesin bildiği gibi anayasalar, ancak birkaç yüz maddelik genel
metinlerden oluşmaktadır.
Yönetime talip olanlar, iktidar olduğu zaman, kaldıracakları yanlışlıkların
yerine hangi doğruları koyacaklarını ve bunları nasıl uygulayacaklarını bilmek
ve hazırlamak zorundadırlar… Aksı halde bocalayıp kalacakları, hatta batıp
boğulacakları unutulmamalıdır.
Asırlar önceki şartlara ve standartlara göre hazırlanmış ve uygulanmış
İslami modellerin bugüne aynen tatbikinin mümkün olmadığı da ortadadır.
Değil bin yıl, yüz yıl, hatta on yıl öncesine göre bile, dünya hızla
gelişmekte ve değişmektedir. İşte değişmeyen doğruları esas alarak, değişen
dünya şartlarına uygun yeni çözüm ve çareler üretmeye ihtiyacımız vardır. Ne
Emevilerin, ne Abbasilerin, ne Selçukluların, ne de Osmanlıların devlet ve
hükümet modellerini bugüne aynen uygulamaya kalkmanın imkansızlığı ve
yanlışlığı aşikardır.
Elbette tarihi tecrübelerden ve elimizdeki ilmi ve İslami eserlerden de
mutlaka yararlanılacak, hatta bir çoğu aynen alınacaktır.
Şimdi bu zaruri gerekcelere dayanan ve ilmi gerçeklerle sunulan ve
savunulan Adil Düzen programlarını hafife alan ve bunları masa başında oturup
hayal makinasını çalıştırarak uydurulmuş şeyler olduğu zannına kapılan, hatta
bunların ilmi ve İslami bir dayanağı olmadığını söyleyip karşı çıkan kimseler
ve kesimler oIduğunu görüyoruz ve bunu bir bakıma tabii karşılıyoruz…
Çünkü, aklı yatmadığı şeylere karşı çıkmak insan psikolojisinin icabıdır.
Pek çok kimsenin Adil Düzen programlarını ciddiyet ve samimiyetle anlayamadığı
ve İslami değerler yanında ilmi ve insani gerekçeIerle bunların mukayesesini
yapıp uygunluğunu kavrayamadığı için, kuru bir inat, belki de haset damarıyla
karşı çıktığını biliyoruz.
“Adil Düzen' e filan gazete – dergi veya filan meşhur kişi de pek
önem vermiyor” diyenlere ise cevabımız şudur:
Adil Düzen programları öyle ev sohbetlerinde ve özel cemaatlerde gizli saklı
konuşulan rastgele sözler değildir. Herkesin bildiği gibi, yıllardır konferans
salonlarında anlatılan, ilmi heyetlerce hazırlanan, broşür ve kitaplar halinde
bastırılan. Türkiye'mizde, İslam aleminde hatta Batı ülkelerinde insanlığı
huzura kavuşturacak program olarak sunuIan ve tartışılan ciddi ve gerçekçi
projelerdir. Şayet bunların İslama aykırı taraflarını ve yanlışIıklarını bilip
te, ilmi delilleriyle ortaya koymayan alimler varsa, müslümanlara ve insanlığa
en büyük kötülüğü yapıyorlar demektir. Ancak bu ikazlarını çay sohbetlerinde ve
oda meclislerinde konuşmak ve saf müslümanların kafasını bulandırmak şeklinde
değil, gazete ve dergilerde yayınlamaları ve toplumu aydınlatmaları suretiyle
yapmaları gerekir. İlmin cesareti de İslam'ın ciddiyeti de bunu gerektirir.
Şahsi kusurlar gibi cihat ve teşkilatla ilgili özel hususlar da gizli
hatırlatılır, ama ilmi projeler ise açık tartışılır… Böyle davranmayanlar
sadece dedikodu yapıyorlar ve kendi kısırlıklarını ve kusurlarını bu gibi basit
yollarla örtmeye çalışıyorlar demektir. Hatta sadece Adil Düzen' i tenkit
etmeleri yetmez. Müslümanların ve insanlığın aradığı ve arzuladığı hayat
sistemini, bir anayasa şeklinde ve geniş prensipler halinde ortaya koymaları
istenir. Taki onların hazırladığı ile Adil Düzen'i mukayese etme imkanı
bulalım.
Ve Adil Düzen olarak takdim edilen projelerin, filan kişinin görüşlerine,
filan kitapta söylenenlere uyup uymadığına değiI, bizzat İlmi gerçeklere
ve ictihad erbabının ortaya koyduğu genel prensiplere uyup uymadığına bakalım.
Müslümanların ve insanlığın bugünkü ilmi ahlaki, siyasi ve ekonomik
sorunlarına çözüm ve çareler getirip getirmediğini araştıralım.
Evet, İslam adına yapılan bir yanlışlığı bildirmek ve düzeltmek ne kadar
önemli bir sorumluluk ve zorunluluk ise, bazı konularda araştırma ve anlayış
eksiğimizi ve bilgi yetersizliğimizi itiraf etmek ve yapılan güzel ve gerekli
çalışmaları takip ve takdir etmekte o denli büyük bir meziyet ve fazilettir.
Ama maalesef bizde hep şöyle olagelmiştir:
Hiç kimsenin, mazlumların organize bir güç haline gelmesi ve teşkilat
düzeni ve disiplinine girmesi hususunda tutarlı ve yeterli bir gayreti ve
hizmeti bulunmadığı bir dönemde, ciddiyet ve cesaret sahibi birileri çıkar, bu
önemli boşluğu dolduran siyasi ve sistemli bir hizmet ve hareket başlatır…
Arkadan “Vay efendim bu iş partiyle olmazmış… Bu metotla hedefe varılmazmış
(?) safsataları ve saldırıları yoğunlaşır.
Ve yine Adil bir Düzen'e duyulan ihtiyacın bile farkına
varılmadığı ve bu konuda hiç bir ciddi çalışmanın maalesef ortaya koyulmadığı
bir zamanda, yine ilim ve ehliyet erbabı kalkar, bu çok önemli ihtiyacı
karşılayacak bir program sunar. Birleşmiş Milletler Yeni Düzen komisyonu
Başkanı Nobel ödülü sahibi Prof Ervin Lazzo' nun bile “Bütün sistemler iflas etmiştir ve çıkmaza girmiştir. Adil Düzen insanlık adınatartışılmaya değer çok önemli bir alternatif projedir” demeye
mecbur kaldığı insani ve ilmi bir model hazırlanır. maalesef yine hücumlar,
yine karalamalar başlar !…
Oysa asıl marifet yıkım kahramanlığı değil, yapım ve onarım mimarlığıdır.
çünkü ucuz kahramanlık artık para etmiyor ve rağbet görmüyor. çünkü dertlere
derman olmuyor.
Ve her şeye rağmen dünya dönüyor ve kervan yürüyor!
ADİL DÜZENİN GENEL ESASLARI.
“Adil Düzen“in genel esaslarını şöyle
sıralayabiliriz;
Adil Düzen; Her dinden, her kavimden ve her seviyeden bütün insanların
birlikte barış ve bereket içinde yaşayacağı ve tüm temel hak ve hürriyetlerin
sağlanıp korunacağı, İsIami, ilmi ve insani yepyeni ve orjınal bir düzendir.
İslamidir;Çünkü, İslam barış ve bereketi esas almaktadır.
İlmi dir; Çünkü, akli delillere ve Müspet ilmin verilerine uygun
hazırlanmıştır.
İnsanidir:Çünkü, yalnız Müslümanları değil bütün insanları kapsamakta ve
kucaklamaktadır.
Adil Düzen; “Elmüslimune kerrecülil vahid “müslüman (insanların topluluğu) bir kişi (
tek vücut ) gibidir.” hadisinin hikmet
ve gerçeğine uygun olarak, toplum yapısı bir insan vücuduna benzetilerek
hazırlanmıştır.
A – İnsanda İyiyi – kötüden ayırmaya yarayan ( His
(kalbi duygu ) ve vicdana) karşılık cemiyet planında dini – ahlaki Adil Düzen.
B- İnsanda faydalıyı – zararlıdan ayırmaya yarayan
( irade – menfaat düşüncesi ve sindirim sistemine) karşı toplum planında
iktisadi (AdilEkonomik) düzen.
C-İnsanda adaleti zulümden ayırmaya yarayan (ünsiyet ve
sinir sistemine) karşılık cemiyet ve devlet planında idari (Adil Siyasi)
düzen
D – Ve yine insandaki doğruyu-yanlıştan
ayırmaya yarayan Akıl ve düşünce sistemine karşılık toplum planında Adil ilmi düzen bulunmaktadır.
Bir insan vücudundaki ruhi ve vicdani değerlerle akli düşünceler nasıl uyum
içinde bulunuyor, sinir sistemi ile sindirim sistemi, boşaltım sistemi ile
dolaşım sistemi nasıl ki birbirine karışmıyor ve müdahale etmiyor (Aksi halde
kangren ve kanserIeşme olur). Bilakis her birisi ayrı bir sistem olarak kendi
görevini yapıyor. Ama bütün bu sistem ve organlar bir beynin güdümünde aynı
vücudun sağlık ve selametine hizmet ediyorsa, Adil Düzen içinde de devletin
genel bünyesinde, biri biriyle uyumlu ve irtibatlı ama bağımsız 4 ayrı düzen
olacaktır.
1 – Adil Ekonomik Düzen.
2 – Adil Siyası Düzen.
3 – Adil İlmi Düzen.
4 – Adil Ahlaki Düzen
Bunlardan hiçbirisi diğerine hakim veya mahkum olmayacak, baskı ve
müdahalede bulunamayacak. Adil Düzen'in genel amaçları ve temel esasları
çerçevesinde irtibat, intizam ve istişare halinde çalışacaklardır.
Adil Düzen, “Mutlak doğrulara” dayanılarak
ve “Kesin yanlışlardan” sakınılarak
hazırlanmıştır.
Doğru ve yanlışların tespitinde ise şu değer ölçüleri esas alınmıştır
A – Aklı selimin gerekleri.
B – Müspet ilimin verileri
C – Vicdanı kanaat neticeleri
D – Tarihi tecrübe ve birikimleri
E – Evrensel Hukuk kaideleri
F – İlahi dinlerin öğretileri.
Bu altı değer ölçüsünün, ittifakla “Hayırlı ve Yararlı”
gördüğü şeyler “Doğru“, yine bunların ittifakla “Kötü ve Zararlı”
gördüğü şeyler de “Yanlış” kabul edilmiştir.
“Değişmeyen doğru”ları ve adaleti esas alan düşünce ve
düzenler HAK, “Devamlı yanlışlar” üzerine
kurulan, haksızlık ve ahlaksızlığa yol açan düşünce ve düzenler ise BATIL sayılmıştır.
Bunun içindir ki Adil Düzen;
1 – Hakkı üstün tutan bir düzendir
2 – Hürriyeti esas alan bir düzendir
3 – Huzuru ve güveni sağlayan bir düzendir.
Çünkü;
A – Hem kafayı
B – Hem kalbi
C – Hem de karnı doyuran bir sistemdir
Bu arada, farklı köken ve kültürden, ama herkesin hayrına ve huzuruna
yarayan, çağdaş bilimin verileriyle ve evrensel hukuk prensipleriyle de uyuşan
“gerçeklere ve güzelliklere”, sadece, bunlar “din”den
kaynaklanıyor diye karşı çıkanların; asla olumlu ve onurlu bir tavır
sergilemedikleri, demokrasi ve laikliği özümsemedikleri ve içlerine
sindiremedikleri de acı bir gerçektir.
ADİL DÜZENDE HAK ANLAYIŞI
Bize göre şu 4 şey Hak sebebidir:
1 – Doğuştan bütün insanlara Eşit olarak verilen haklar.
A – Yaşama hakkı (can emniyeti)
B – Nesil garantisi (namus emniyeti)
C – Akıl emniyeti (düşünce serbestisi)
D – inanç ve vicdan hürriyeti
E – MüIkiyet hakkı ve meşru yollarla çalışıp kazanma fırsatı.
2 – Emek ve hizmet karşılığı elde edilen haklar.
3 – Karşılıklı ticari, siyasi veya sosyal anlaşmalar sonucu doğan haklar.
4 – Eşit işe eşit ücret, aynı şartlardaki suça aynı ceza, yaralama ve
cana kıyma neticesinde ödenecek tazminat gibi adalet gereği doğanhakklardır.
ZALİM sistemlere ve BATIL düşüncelere
göre ise şu 4 şey Hak sebebidir.
1 – Kuvvet: Yani ekonomik ve askeri yönden
güçlü olan zayıf ve korumasız olanı ezebilir, sömürebilir.
2 – Çoğunluk : Bir ülkede çoğunluğu ele
geçirenlerin azınlıkta kalanlara üstünlük kurmaları ve onları 2.ci ve 3.cü
sınıf vatandaş saymaları batılılara göre gayet tabiidir.
3 – İmtiyaz : Zalim ve batıl kafalılara göre
Yahudi olmak, Avrupalı veya Amerikalı olmak beyaz ırka mensup olmak, maddi
servet veya dini bir etiket sahibi olmak… Başkalarını aşağılamak ve temel
haklarına tecavüze kalkışmak için bir hak sebebidir.
4 – Çıkar: Bir yerde ekonomik veya stratejik
menfaatleri söz konusu oIursa oraya zorla müdahale etmeyi ve sadece çıkarlarını
düşünmeyi batılılar maalesef bir şeytani prensip edinmiştir.
Medeniyetlerin biri birlerinden etkilenmesi söz konusu mudur?
Medeniyetlerin biribirinden etkilenmesi gayet tabiidir. Ancak batıl
medeniyetlerin Hak dinlerden kopya ettiklere bazı değerleri zamanla dejenere
ettikleri de tarihi bir gerçektir.
Bakınız İslam dini ve medeniyeti, en kamil ve en adil manada insan
haklarıyla ilgili temel kural ve kurumlar koymuş ve geliştirmiş, bugünkü batı
medeniyeti ise bunlardan etkilenerek Birleşmiş Milletler Teşkilatını kurmuş,
ancak adalet ve insaniyet kılıfı geçirilen bu teşkilat 5 güçlü ülkenin veto
yetkisiyle yozlaştırılmış, siyonizmin ve emperyalizmin bir zulüm ve sömürü
aracı haline getirilmiştir.
İslam, refahın yaygınlaştırılması, her türlü sömürünün, faizin ve
tekelleşmenin kaldırılması için tedbirler getirmiş, Batı bundan etkilenerek
Sosyalizmi geliştirmiş, ancak komünist parti diktatörlüğüne geçerek halkı
ezmiştir.
İslam Serbest Piyasa ekonomisini ve ferdi teşebbüs (girişimcilik)
hürriyetini teşvik etmiş, Batı bundan esinlenerek kapitalizmi sistemleştirmiş,
ancak faizi, israf ekonomisini ve gayrı meşru kazanç şekillerini serbest
bırakması sonucu siyonist tekeller ve sermaye diktatörlüğü ile hayatı ve
insanlığı berbat etmiştir.
İslam, fertler, şirketler veya cemiyetler planında ve meşru
platformda karşılıklı anlaşma serbestiyetini getirmiş, Batı bundan etkilenerek
tapu ve mülkiyet hakkı ve evlenme ve nikah akdi gibi kurumları öğrenmiş ve
geliştirmiş, ama sonunda sınırsız ve sorumsuz bir hürriyet anlayışını
yerleştirmekle ahlaksızlığın yaygınlaşmasını ve toplumların yozlaşmasını netice
vermiştir.
İslam; sosyal ve siyasal yapıda uzlaşmaya dayananan ve toplumun her
kesiminin katılımını amaçlayan bir konsensüsü sağlamış, Batı bundan
yararlanarak hükümetlerde koalisyon sistemini geliştirmiş, ama bu durum
çoğunluğun azınlığa hatta bazen azınlığın çoğunluğa tahakkümünü getirmiştir.
Örneğin % 30 oy alan bir parti hükümet olmakta ve geri kalan %70'i
ezebilmektedir.
İslam medeniyeti ilimde sembollerle düşünmeyi, deneme metodunu, parçadan
tüme varım prensibini, araştırma tartışma ve içtihat sistemini getirmiş, Batı
bunlardan yararlanarak Müspet ilimleri ve teknolojiyi geliştirmiş, ancak
hukukta, sosyal hayatta ve manevi sahada bunları uygulayamadığından, sonunda
teknolojiyi tanrılaştırıp ahlakı ve adaleti mahvetmiş ve insan diye etten ve
kemikten robotlar üretmiştir.
İslam hak ve adaletin ve ilmi neticelerin insanlığın ortak malı olması
sebebiyle, bunların evrenseIleşmesini istemiş, Batı bundan etkiIenerek kısmi ve
şekli bir “küreselleşme” göstermiş ancak bununla sömürü düzenini
yaymış ve yerleştirmiştir.
Temel iman esasları ve genel ahlak kuralları bütün Hak dinlerin değişmez
ortak özelliği olmakla beraber, ibadet şekilleri ve özellikle şeriat (hukuk)
düzenlerinin tabii ve tarihi bir tekamüle uğradığını görüyoruz. Bu nasıl
olmaktadır?
Bakınız, Kur'andan önce kendilerine ilahi kitaplar indirilen
peygamberlerden
1 – Suhuf sahibi Hz. İbrahim dininde ve döneminde diğer imani ve ahlaki
esaslar yanında özellikle “İLİM DÜZENİ“nin temel
prensiplerinin yerleştirildiğini görüyoruz.
a- Onların etkisizliğini ve çaresizliğini göstermek için Hz. İbrahimin
putların hepsini kırıp haltayı “belki bu yapmıştır”
diyerek, en büyüklerinin boynuna asması [16]
doğruyu bulmak için akli muhakeme ve mukayese (karşılaştırma ve karar verme)
metodunu,
b- Allahı ve yüce Yaratıcı'yı CC. bulmaya çalışırken yıldıza, aya ve güneşe
takılması [17] İlim
ve araştırma yolunu, sınama – yanılma suretiyle doğruya ulaşma metodunu,
c- ” Ya Rabbi, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster. Ta ki kalbim mutmain olsun.” [18] duası,kalpleri
ve kafaları meşgul ve merak edilen soruların izah ve ispat edilmesi hususunu
öğreten ilmi esaslardır.
2 – Kendisine Tevrat gönderilen Hz. Musa (AS) döneminde ise diğer dini
esaslar yanında özellikle Hukuk ve Siyaset düzeninin
geliştiğine ve yerleştiğine şahit oluyoruz. “Hidayeti (Hakk ve
doğruyu) bulasınız diye Hz. Musa'ya (Tevrat) kitabı ve (Hak
ile Batılı ayıran ve adalet esaslarını ortaya koyan) Furkan'ı verdik“[19] ayeti
bunu göstermektedir.
Hz. Musa'ya verilen meşhur 10. emir, “Kuralları ancak krallar koyar ve herkes mecburen ona uyar”
esasına dayanan Firavun düşüncesine karşı,
“Hayır, kurallar Hak
ölçülerine göre koyulacaktır. Krallar da kurallara uyacaktır”
seklindeki adalet düzeninin prensipleridir.
3 – Kendisine Zebur kitabı verilen Hz. Davut Peygamber (AS) döneminde ise
özellikle “(Biz Davud'a) güzel zırhlar imal et.
Dokuması ölçülü (ve planlı) olsun.. İyi (ve
kaliteli) işler yapın… (işinize hile katmayın ..
emrini verdik)” [20]
“Davut Peygamber elinin emeği ile geçinirdi”
(Hadis-i şerif) gibi ayet ve hadisler,
a – Toplumun huzur ve Refahı için insanların mutlaka sistemli bir şekilde
çalışması ve üretmesi,
b – Herkesin ancak ürettiği kadar tüketmesi ve böylece sömürü ve
beleşçiliğin terk edilmesi,
c – Sınai veya zirai üretimin çoğaltılması ve kalitenin artırılması için
ilmi ve teknolojik gelişmelerin gerçekleştirilmesi gibi ” ADİL EKONOMİK
DÜZEN” temellerinin atıldığını anlıyoruz.
4 – “Tevratı tasdik edici ve Hz. Musa'
nın şeriatını takip ve tatbik edici olarak” [21] gönderilen ve kendisine
İncil verilen Hz. İsa'nın (AS) dininde ve devrinde ise özellikle “toplumda
genel ahlakın gelişmesi, sosyal disiplin kurallarının yerleşmesi, ibadet ve
takva terbiyesinin sistemleşmesi” üzerinde durulduğunu ve örnek bir “AHLAK'
İ DÜZEN“in kurulduğunu biliyoruz.
5 – Kur'anı Kerim ise, Hak ile Batılı ayıran Furkan dır.[22] Çünkü
iyilikle kötülük, zulüm ile adalet, doğrulukla sapıklık biribirinden
ayrılmıştır. [23]
Kur'an hak ile indirilmiş, Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf'u tasdik etmek ve
tamamlamak üzere gönderilmiştir.[24]
Bu bakımdan daha önceki Hak dinlerin “yönlendirici”
özelliğine karşılık, İslamın “Tanzim edici” olduğu
görülmektedir. Barış ve bereket medeniyetinin yeni ve orjinal bir takdimi olan
Adil Düzen'de de “ilmi, Siyasi, iktisadi ve ahlaki”
düzenlerin hepsi çok güzel ve mükemmel bir uyum halinde, ama her biri ayrı ve
özerk şekilde yeniden tanzim edilmiştir.
Yani Adil Düzen hem “Komple” bir düzendir. Hem de “Koordine”
bir sistemdir.
Komple'dir; çünkü toplum hayatının tamamını
kuşatan ve her konuda yeterli ve gerekli kurum ve kurallardan oluşan ve ilmi
metodlarla olgunlaştırılan bir düzendir.
Koordine'dir; Çünkü maddi ve manevi her sahadaki ve farklı hususlardaki
program ve parçaları, aynı amaca yönelik bir bütünlük halinde ortaya koyan bir
sistemdir
DİNDE ZORLAMA YOKTUR.
İnsanlık için korkaklık bir esarettir. İki yüzlülük ve riyakarlık bir
esarettir… Cimrilik ve savurganlık bir esarettir. Rahatına ve menfaatına
düşkünlük ve kötü alışkanlıklara bağımlılık bir esarettir…
Şeytani duyguların ve dünyevi kaygıların esaretinden ancak İmani bir
tevekkül ve vicdani kurallara teslimiyetle, zalimlere kölelikten ise cesaret ve
gayretle kurtulabileceğini… Ve ancak bu sayede huzura ve hürriyete
kavuşabileceğini bir türlü anlamayan insanlar, hiç bir zaman gerçek hürriyetle
tanışamayacaklar ve insanlığın tadına varamayacaklardır.
Kavramlar kafalarda, Kur'an, kılıfında mahkûm!… Evrensel hukuk kuralları
kitaplarda mahpus… Müslümanlar öz vatanında mağdur ve temel insan haklarından
mahrum bulunurken … Yeryüzünde mazlumların feryadı, arşa çıkarken…
Toplumlar mafyanın, masonların, medyanın ve sömürücü sermaye baronlarının
elinde kıvranırken. İnsanlar işsiz, güvencesiz ve ümitsiz dolaşırken, kendini
hür zanneden köleler!…
Bazıları da Karun gibi servetin… Lut kavmi gibi şehvetin… Şeytan gibi
enaniyetin… Nemrut gibi nefsaniyetin köleleri!…
Açık saçık filmlerin… Genelev bülteni gazete ve dergilerin… Gösterişli
elbiselerin esirleri…! Haram ve hileli kazançların… Lüks arabaların,
konforlu apartmanların, gece hayatının ve kirli paraların hizmetçileri!…
Ve ey hayvani Hürriyetin köleleri…! Artık anlayınız ki gerçek hürriyet,
vicdan huzuruna ve insani olgunluğa erişmektir. Bu da İslamiyet demektir.
İşte Adil Düzen, İslâm'dan ve ilimden kaynaklanan yeni bir hürriyet,
haysiyet ve hakkaniyet sistemidir.
DİN' DE ZORLAMA YOKTUR !…
Adil düzenin, Müspet İlim, Aklı selim ve tarihi birikim… gibi temel
kaynaklarından birisi olan “Din” de zorlama ve dayatmayı değil, özgür
iradeyi ve gönül tercihini esas alır. Bu nedenle İslamın bazı özelliklerini
hatırlamakta fayda vardır.
İslam dinini dört ana bölüme ayırmak mümkün ve münasip görülmektedir.
· 1. İman ve itikat, esasları,
· 2. İbadet ve istikamet, düsturları,
· 3. Ahlak ve muaşeret, hususları,
· 4. Hayat ve Muamelat, kanunları
Muamelat (tabii hayat) konusu ise:
· a) Hukuk ve adalet,
· b) İktisat ve ticaret,
· c) Hükümet ve siyaset,
· d) İlim, eğitim ve marifet,
· e) Sanayi ve zanaat,
· f) Dengeli ve güvenli sosyal hayat,
prensiplerini içermektedir.
Yani İslâm; hem “din” dir, hem de “Adil bir
düzen öngörmektedir” dir. Kur'an ve sünnet bize itikat, ibadet ve
muaşeret hususları yanında, Adil ve kâmil bir düzenin temel esaslarını da
öğretmektedir.
Ne var ki İman ve İbadet kısmı “özel“dir, samimiyetle
inananlar için geçerlidir. Ama “düzen” kısmı “evrensel”
dir ve herkes için gereklidir. Ayrıca “din“de zorlama yok, ama
“düzende” zorlama vardır.
Şimdi İslâm'da hangi hususlarda zorlama (mecbur tutma) yoktur, ve yine
hangi durumlarda mecburiyet ve müeyyide vardır ? konusunu biraz daha açalım:
A – İnsanları imana çağırmak hususunda
“tebliğ ve ikna” vardır, ama zorlama ve mecbur tutma yoktur ve
yanlıştır.
“(Ey Resulüm) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi,
mutlaka iman ederdi. (Allah imtihan gereği onları serbest bıraktığı) halde,
sen insanları iman etmeleri için zorlayacak mısın? (Hayır) Allah'ın
izni olmadan (gerçeği araştırıp Hakka teslim olmadan) hiç
kimse iman edemez. O(Allah) akıllarını kullanmayan (ve
nefsi hevalarına uyan) ları (imandan ve İslâm'dan mahrum
ve) murdar kılar” [25] gibi
birçok ayeti kerime iman etmeleri için insanları zorlamanın yanlış ve yararsız
olacağını bildirmektedir.
Zira inanmak akli kanaat yanında bir gönül işi ve vicdani tatmin
meselesidir. Hakkı arayan ve hayrı arzulayan kimselere Allah'ın hidayet ve
inayetidir.
Aslında insan fıtratı ve tabiatı imana meyilli ve müsaittir. Bize düşen
sadece insanların aklını ve vicdanını harekete geçirmek ve imana davet etmektir.
B – Dine sokma ve Müslüman yapmak için de
zorlama ve sıkıştırma yoktur:
“Din(e sokmak) için zorlama yoktur. Zira doğrulukla
sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmış (Hidayet ve dalalet yolları
açıklanmış) tır. O halde her kim tağutu (şeytani düzen ve
davranışları terk ve) inkar edip, Allah'a (İslâm dinine ve
hayat disiplinine) iman (ve itaat) ederse (artık
o) asla kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.”[26]
Bir kişiyi veya topluluğu döverek veya tehdit ederek Müslüman olmaya
zorlamak veya bizzat mecbur tutmak yasaktır ve yanlıştır.
Çünkü o taktirde insanlar mümin değil münafık olacaktır. Yani gerçekte aklı
yatmadığı ve inanmadığı halde, zorlama sonucu zahiren inanmış görünecek ve daha
tehlikeli bir konum alacaktır.
İslâm'da cihat ise insanları zorla İslâmlaştırmaya değil, fikir hürriyetine
ve insanların özgür tercihine mani olan unsurları ortadan kaldırmaya ve her din
ve düşünceden bütün insanların birlikte barış içinde yaşama şartlarını
hazırlamaya yönelik bulunmaktadır.
C – İbadet hususunda zorlama yoktur
“Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” [27] ayetinde
de ifade buyrulduğu gibi, ibadette aslolan gönülden inanarak, ihtiyaç ve
iştiyak duyarak ve Allah'tan sevap umarak yapılmasıdır.
Müslümanları, küçük yaştan itibaren ibadet ve istikamete yönlendirmek,
çevremizdekilere manevi hayatı sevdirmek, dini disiplin ve terbiyeyi
yerleştirmek üzere ve özellikle çocuklarımıza ve yakınlarımıza gerekirse
kızmak, azarlamak, küsmek ve uzaklaşmak ve hafifçe uyarmak ve inzar (ahiret
hayatıyla korkutmak) gibi tedbirler elbette lazımdır.
Ancak devlet ve kanun zoruyla insanların namaza ve oruca mecbur edilmesi
gibi bir hüküm yoktur ve böyle bir durum zaten yanlış ve imkansızdır.
Çünkü insanların beş vakit namaz kılıp kılmadıklarını ve yine oruç tutup
tutmadıklarını takip etmek mümkün olmadığı gibi, takip edilemeyen suça herhangi
bir ceza tatbik etmekte mümkün olmayacaktır.
Sadece Müslüman olduğu ve mazereti bulunmadığı halde, ramazan ayında tahrik
niyetiyle açıkça oruç yemek, Cuma saatinde ve mescit mahallinde gürültü
etmek gibi çevresine kötü örnek olan ve mukaddesata hakaret sayılan ve
laubalilik aşılayan davranışlar elbette uyarılır ve önü alınır.
Zorlama ile yapılan bir ibadetin faydası ve sevabı olmadığı gibi, yine
zorlama ile yapılan bir küfrün ve işlenecek günahında cezası yoktur.
“Kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan
başka…(ona bir günah yoktur)” [28]
“Kim (cariyelerini zinaya) zorlarsa bilmelidir ki
bu mecbur tutulmalarından sonra Allah onlar için bağışlayıcı ve merhametlidir.” [29]
Hatta ekonomik, sosyal ve siyasal bütün kurum ve kuralları batıl ve bozuk
olup, idarecileri de zalim ve kafir olan bir cahiliye döneminde ve düzeninde,
resmi ve fiili bir baskı ve zorlama olmasa da, devletin ve düzenin dolaylı
olarak yönlendirmesi, teşvik ve tahrik etmesi sosyal ve ekonomik şartların
mecbur hale getirmesi sonucu işlenen ama vicdan azabı çekilen günahların da
bağışlanacağı umulmaktadır.
Sihirbazların Hz. Musa'ya iman ettikten sonra firavuna dönüp:
“Bizim (hem) bilmeden yaptığımız hatalarımızı (hemde) senin
bize zorla yaptırdığın sihir günahımızı bağışlaması umuduyla Allah'a iman ettik“[30] demeleri
de buna işarettir.
Çünkü sihirbazlar firavunun zalim ve kafir olduğunu, kendilerini kullanıp
sihir gösterileriyle halkı uyutup aldattığını biliyorlardı. Firavun bu
hizmetlerine karşılık sihirbazlara makam ve menfaat sağlıyor, dolaylı da olsa
sihirbazlığa teşvik, hatta elinden gelipte yapmayanları tehdit ediyordu.
Bugünkü çağdaş firavun düzenlerini destekleyen, halkın faiz ve fuhuş
peşinde sürüklenmesini ve sömürülmesini temin eden medya sihirbazları da aynı
günahın sahipleridir.
D – Düzende ise zorlama kaçınılmazdır.
Bütün beşeri sistemlerde olduğu gibi Adil devlet düzeninde de müeyyide
(yaptırım), ve gerekirse toplum huzurunu korumak için konulan kanun ve
kuralları zorla uygulama ve suçluları cezalandırma elbette olacaktır.
(Not: Adil Düzen, ilahi bir düzen olmayıp, müsbet ilimle beraber,
dini ve ahlaki değerlerden de yararlanarak hazırlanmış beşeri bir projedir.
Yani asla “Kutsal ve değişmez” değildir.
“Nihayet hak geldi (İslâm'ın adalet kuralları
belirlendi), onlar istemedikleri halde Allah'ın emri (ve) Kur'anın
hükmü zahir oldu (ve adalet yerini buldu)”,[31] ayeti
de bu gerçeği işaret buyurmaktadır.
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin Resulüne (itaat
edin) ve sizden olan (Kuranın hükmünü uygulayan) ulülemre (devlet
yetkililerine ve adalet düzenine) de itaat edin.” [32] ayeti,
istemesek bile kanun ve kurallara uymak zorunda kalabileceğimizi.
“İstemeyerek infak etmeleri” [33] ni
bildiren ayeti kerime nefsimiz hoşlanmasa da zekat vergisini icabında devletin
zorla alabileceğini,
“Hoşunuza gitmese de cihat size farz kılındı.” [34] ayeti
askerlik için vatandaşın zorlanabileceğini.
Ve yine; “Eğer (faiz yasağına) uymazsanız Allah ve
Resulünün (faizcilere) açtığı savaştan haberiniz olsun.” [35]
ayeti faiz ve kumarın yasaklanabileceğini,
Zina, hırsızlık, yaralama ve cinayet suçlarının mutlaka cezalandırılması
gerektiğini göstermektedir. Ve bunlar, bir düzenin disiplini ve yürümesi için
zaten gereklidir.
Konuyu özetlersek:
I – “İlim” de tartışma ve ispat etme esastır.
II – “Din” de ise ikna ve inandırma vardır.
III – ” Düzen” de ise müeyyide (yaptırım) ve icap ederse
zorlama kaçınılmazdır.
İslam ise hem “din” dir. Hem “Adil bir düzenin
temel esaslarını içermekte” dir. Hem de “İlim” dir…
Öyle ise, her bir kısmı için, ayrı bir metot ve mantığın bulunması tabidir.
Bu ilmi ve İslami gerçekler ortada dururken kurulacak Adil Bir Düzenin
“bütün vatandaşları, Müslüman olmaya zorlayacağı, Müslüman olmayanlara
hayat hakkı tanımayacağı, ve herkesi namaz, oruç, gibi ibadetlere mecbur
tutacağı” gibi yanlış ve yanıltıcı iddia ve isnatlar, kafaları
karıştırmaya yöneliktir.
Demokrasi ve Laiklik adına hiç bir sistemin veremediği temel insan hak ve
hürriyetlerini, Adil Düzen gerçekleştirecektir.
İmani ve ahlaki değerleri yerleştirmek dahil, her şeyi kanun zoruyla ve
devlet baskısıyla yapacaklarını sanan ve savunan müslümanların bu yanlış tutum
ve tavırları da halkın ürkütülmesinde önemli ve olumsuz bir etkendir.
Savaş ve barış hukukunda olsun, devletler arası anlaşmalar sahasında olsun
ve özellikle bireysel hak ve özgürlükler konusunda olsun, biz batılıların
binlerce yıl sonra bile hala ulaşamadığımız ve okuduğumuz zaman utandığımız çok
yüksek ve örnek doktrin ve değerler ortaya koyan ve bunları başarıyla uygulayan
Müslümanlardır ve önünde saygıyla eğildiğim İslam hukuk nizamıdır.” [36]
Ama maalesef bu günkü Batı medeniyeti ve onun kötü bir taklidi olan ülkemiz
yönetimi insanlığı demokrat köleler haline getirmiştir.
[1] Zümer: 3 – 4
[2] Nisa: 172
[3] Bakara: 256
[4] Kāfirün: 6
[5] Şura: 38 – 39
[6] Al-i İmran: 64
[7] Nisa: 46
[8] Şura: 24
[9] Şura: 17
[10] Şura: 15
[11] El – Mustasfa sh. 140
[12] Bakara: 201
[13] Bakara: 185
[14] Nisa: 28
[15] İbnil Kayyum – El Mukavakkin C.3 Sh. 1
[16] Enbiya: 52 – 68
[17] En' am: 76 – 79
[18] Bakara: 260
[19] Bakara: 53
[20] Sebe: 11
[21] Maide: 46 – 47
[22] Bakara 185
[23] Bakara: 256
[24] Al-i İmran: 3 – 4
[25] Yunus: 99 – 100
[26] Bakara: 256
[27] Hud: 28
[28] Nahl: 106
[29] Nur: 33
[30] Taha: 73
[31] Tevbe: 48
[32] Nisa: 59
[33] Tevbe: 54
[34] Bakara: 216
[35] Bakara: 279
[36] Ostrog – The Angora Reform London 1927 pp 30 – 31 – MEB. Din Öğretimi
Dergisi Sayı: 31 – 1991