Anasayfa » SURİYE TUZAĞI VE BAŞKANLIK PAZARLIĞI

SURİYE TUZAĞI VE BAŞKANLIK PAZARLIĞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 125 Görüntüleyen


SURİYE
TUZAĞI VE BAŞKANLIK PAZARLIĞI


Türkiye, AKP'nin yanlış ve plansız politikaları yüzünden Suriye'de yalnız bırakılmış, hatta kuşatılmıştı!

Türkiye'nin PKK ve PYD'yi Fırat Nehri'nin batısından temizlemek için El Bab'dan sonra operasyon düzenlemeyi planladığı Münbiç'teki uluslararası ortaklığın boyutları bölgeden gelen bir video ile gün yüzüne çıkmıştı. PYD'lileri Münbiç'te tutmak ve Türk askeri ile Türkiye'nin desteklediği ÖSO birliklerinin El Bab'dan sonra Münbiç'e ilerlemesini engellemek için, bölgenin güneyine Esad birlikleri, kuzeyine ise Rus ve Amerikan askerleri tampon bölge kurmuşlardı. Suriye'nin kuzeyindeki PYD bölgelerinde serbest muhabirlik yapan gazeteci Mustafa Abdi'nin batı Münbiç'te çektiği görüntülerde, Rus askerleri ile PYD'li teröristler müzik eşliğinde oynuyorlardı. Akşam saatlerinde çekilen görüntülerde, Ruslar ve PYD'liler zaman zaman omuz omuza halay çekerken, arada Rus ve Kadirov'a bağlı Çeçen askerleri de Kafkas oyunlarıyla coşmaktaydı.

Artık Amerika “Rakka'yı DAEŞ'ten birlikte kurtaralım” gibi taleplerimize sıcak bakmamaktaydı. Aksine, eylem ortağı olarak tehdit gördüğümüz YPG'yi bize tercih ediyorlardı. ABD adına Mark Toner'ın: “YPG'yi Suriye'nin kuzeyinde bulunan SDG içerisinde uzun zamandan beri destekliyoruz. Daha önce belirttiğimiz gibi onlar DEAŞ'a karşı mücadelede ve ortadan kaldırılması için çok etkililer. Şimdiye kadar yaklaşık 6 bin kilometreyi ve 4 Kasım'da operasyon başladığından beri de Rakka civarında 100'den fazla köyü DEAŞ'ın elinden aldılar” sözleri Amerika'nın küstahlığı kadar AKP iktidarının iflasını da yansıtmaktaydı. Amerika orada, Rusya orada, koalisyon güçleri oradaydı ve hepsi meşruiyetini DEAŞ'la mücadele gerekçesine dayandırmaktaydı. Bizdeki milyonlarca mültecinin ve onların ülkelerini terk etmesinin ABD'nin kışkırttığı Arab Baharı palavralarının Esed ve Rus bombardımanlarının yol açtığı gerçeği “DEAŞ'la mücadele”nin gölgesinde kalmış durumdaydı. Türkiye'nin yanı başında, PKK uzantısı bir terör örgütünün devletleşmek üzere Suriye'de üslenmesinde Türkiye'den başka hepsi destek çıkmaktaydı. Hem Amerika, hem Rusya, hatta belki Esed, Türkiye'yi “Çevreleme” projesi içinde, onlara yardım sağlamaktaydı. DEAŞ'la mücadele bahanesiyle, “terör örgütü” olmak dahil her şeyi meşrulaştırma çabasındaydı. Türkiye'nin “Terör örgütü başka bir terör örgütü ile önlenemez” tezleri ise maalesef Suriye sahasında karşılığını bulmamaktaydı.

Uzun vadede, yani Suriye'de Esed'li veya Esedsiz normal yapı oluştuğunda Fırat Kalkanı harekâtı ile kontrol altına alınan bölge ne olacaktı? Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ne olacaktı? Biz orada hala barınabilecek durumda mıydık? “Fırat'ın Batısı” dediğimiz ve “Kırmızıçizgi” olarak ilan ettiğimiz bu alan, bizim Suriye stratejimizde PYD-YPG'nin bütün Kuzey Suriye boyunca hâkimiyet kurmasını ve denize ulaşan bir koridor edinmesini önleme amacı taşımaktaydı.” tespitleri haklıydı. Ama bütün bu sıkıntıları ve saldırıları ortadan kaldıracak dirayet ve basiretten uzak bulunan, tam aksine sorunların bir parçası olan bu iktidardan kurtulmak Milli ve haysiyetli bir tavır takınmanın ilk adımıydı!

Türkiye'ye Karşı Haçlı İttifakı Kurmuşlardı!

ABD'nin etkili isimlerinden ve Silahlı Kuvvetler Komitesi Başkanı Cumhuriyetçi Senatör John McCain, PYD'ye yönelik desteği eleştiri konusu olan ABD Merkez Kuvvetler Komutanı (CENTCOM) Joseph Votel'i “daha siyasi ve stratejik davranmaya” yani Türkiye’yi aldatıp oyalamaya çağırmıştı. Türkiye'ye gelerek 20 Şubat'ta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım'la görüşmeler yapan McCain, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın“terör örgütü PYD konusunda çok konuştuğunu” belirterek ABD'li komutana “Bu durumun hassasiyetini anlamanız gerekir” uyarısı yapmıştı. Yani “Suriye'yi parçalama ve Kürdistan'ı kurma ve böylece Büyük İsrail'e zemin hazırlama projelerimizi daha dikkatli uygulamalıyız” demeye çalışmıştı. CENTCOM Komutanı Joseph Votel ise Türkiye'yi ABD Kongresinde eleştirmeye kalkışmıştı. Votel, 2 bin kilometre alanı terörden temizleyen Türkiye ile ilgili “Türkiye'nin bazı faaliyetleri ve retoriği operasyonları etkiliyor ve özellikle Irak'ta tansiyonun yükselmesine neden oluyor” diyerek bizi işgalci konumuna sokup kendi ayıplarını ve ayılıklarını örtmeye çalışmışlardı. Bu küstah Yahudi Joseph Votel, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da “Türkiye'de müttefiklerimiz tutuklanıyor” diyerek FETÖ'cülere destek çıkmıştı. ABD'li üst düzey general ise, “Birçok Türk liderle ve özellikle askeri liderlerle ilişkilerimiz var. Gelecekteki ilişkilerimiz adına endişeleniyorum” yorumunu yapmıştı.

“RAKKA'nın kurtarılmasına PKK-PYD ile birlikte katılın!” Küstahlığı ve Türk askerini batağa saplama tuzağı!

Pentagon’un Türkiye'yi geçici taşeron olarak kullanmayı amaçladığı gizli Rakka planı sızmıştı. Washington Post'un yayınladığı plana göre ABD Rakka'ya YPG-PKK ile girmeyi tasarlamıştı. Bu planda Türkiye yer almamaktaydı. ABD'nin Rakka planının sürpriz ayağı ise Irak'tı. Hürriyet Gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi, Washington Post'a sızan Rakka planını aktarmıştı. Buna göre ABD’nin YPG-PKK ile yapmayı planladığı Rakka operasyonu iki koldan yürütülmüş olacaktı:

1. Münbiç’ten Rakka’ya yönelik kuzeyden güneye doğru harekât başlatılacak, Türkiye sadece tehlikeli ilk temizlik operasyonunda yer alacaktı. Buna göre, yüzde 70’ini YPG’nin kalan yüzde 30’unu ise Suriyeli yerel Arap güçlerin oluşturduğu SDG ile ABD Özel Kuvvetleri’nin operasyonu başlayacaktı. Münbiç’ten ABD Özel Kuvvetleri ile YPG’nin birlikte hareket etmesi planlanmıştı.

2. Rakka operasyonunun sürpriz yanını ise Irak cephesi oluşturmaktaydı. Rakka’ya yönelik ikinci operasyonun eşzamanlı olarak Irak yönünden doğudan batıya doğru başlatılması planlanmıştı. Operasyona ABD Özel Kuvvetler’e mensup 3 bin askerin katılması amaçlanmıştı. ABD askerleri Erbil ya da Tel Afer Havaalanı’na indirilmiş olacaktı. Erbil ya da Tel Afer’e inen ABD Özel Kuvvetleri’nin Suriye’ye, Sincar hattı ve Rabia kapısı üzerinden girmesi planlanmıştı. Irak’tan Rakka’ya giden Musul-Rabia karayolu DAEŞ’in kontrolünde olduğu ve terör örgütü tarafından mayınlandığı için operasyon birlikleri Rakka’ya kendi oluşturdukları güzergâhtan saldıracaktı.

Barzani-ABD ittifakı:

Barzani'ye yakınlığıyla bilinen Rudaw'ın haberine göre; Roj Peşmerge Birliği Komutanı Şervan Derki, Peşmergenin Suriye'nin kuzeyine gitmesini ABD’nin istediğini açıklamıştı. Şervan Derki, “6 bin Roj Peşmergesi'nin 3 bini, Güney Kürdistan-Rojava sınırında 80 kilometrelik alan boyunca konuşlanmış durumda” itirafında bulunmuşlardı. Bunlar yetmezmiş gibi; ABD ordusu ile Esad rejimi Türkiye'ye karşı ortak eyleme başlamıştı. ABD zırhlı araçları Münbiç'in kuzeyine konuşlanırken, rejim askerleri de YPG-ÖSO sınırındaki köylere konuşlanmıştı. ABD tarafından desteklenen SDG, köylerin rejime teslim kararının Rusya ile yapılan bir anlaşma sonucunda verildiğini açıklamıştı. Yani Türkiye yalnız bırakılmakta hatta kuşatılmaktaydı.

ABD ve Rusya Türkiye'ye Karşı ortaklık kurmuşlardı!

Yayınlanan son Münbiç haritasında son durum görenleri şaşırtmıştı. Dünyanın iki büyük gücü Rusya ve ABD, Münbiç'te koordineli çalışma başlatmıştı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın “El Bab'dan sonra sıra Münbiç'te” açıklaması sonrası gözlerin çevrildiği bölgede ilginç gelişmeler yaşanmaktaydı. ABD ve Rusya'ya bağlı birlikler Münbiç'in kenar mahallelerinde ortak devriye gezmeye başlamıştı. Bu gelişme, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana savaş alanında süper güçler arasındaki en yakın işbirliği olmaktaydı.

Peki, ABD-Rusya yakınlaşması Türkiye için ne anlam taşırdı?

Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi bu durumu: “Türkiye’nin Münbiç’e girmemesi için ABD ile Rusya anlaştı” şeklinde yorumlanmıştı.

“Ancak Ankara’ya, ABD ile Rusya’nın Münbiç konusunda anlaşmaya vardıkları yönünde haberler ulaşmıştı. Rusya tarafından yapılan açıklamada, YPG’nin Münbiç’i rejim kuvvetlerine devredeceği açıklanmıştı. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Münbiç’in batısı Suriye rejimine devredilirken, temel ihtiyaç malzemelerini taşıdığı belirtilen Rus ordusuna ait konvoy Münbiç’e ulaşmıştı. Münbiç’in doğusunda ise başka bir gelişme yaşanmaktaydı. ABD bayrağını taşıyan zırhlılardan oluşan askeri Konvoy, Münbiç’in doğu tarafının güvenliğini üstlenmiş durumdaydı. Bu durum Ankara’da, Türkiye’nin Münbiç’e girmemesi için ABD ile Rusya anlaştı şeklinde yorumlanmıştı. ABD ile Rusya’nın Türkiye’nin en son geldiği nokta olan El Bab’da kalması, daha ileri bir noktaya ilerleyip oyunu bozmaması konusunda uzlaşmaya vardıkları şeklinde anlaşılmıştı.” Evet, Türkiye resmen ve fiilen dışlanıp, Suriye'nin parçalanmasında ve savaş sonrası manzarasında söz sahibi olmaması konusunda Amerika ve Rusya anlaşmıştı.

Böyle bir ortamda TSK'nın 4 bin askerle Rakka'ya girme hazırlıkları kafa karıştırıcıydı!

Türkiye ile ABD arasında süren ‘Rakka operasyonu’ görüşmeleri ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford ile CIA direktörü Mike Pompeo’nun Türkiye ziyareti ile yeni bir boyut kazanmıştı. Türkiye Gazetesinin, flaş iddiasına göre TSK 4 bin askerle Rakka'ya girmiş olacaktı. El-Bab’ın DEAŞ’tan temizlenmesinden sonra Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin yol haritası ABD’li yetkililere aktarılmıştı. Suriye’de Türkiye tarafından eğitilmiş 10 bin ÖSO mensubunun olduğu, bunların 7 bininin cephede kullanılacak nitelikte, 3 binin ise cephe gerisinde lojistik destekte bulunabileceği bilgisi yer almıştı.[1]

YPG şartının yumuşatılması yanlıştı!

Üst düzey güvenlik yetkililerinin aktardığına göre Türkiye Rakka için özel bir görev kuvveti oluşturacaktı. Bu öneri ABD’ye yapılmıştı. Ancak Rakka operasyonuna Türkiye’nin katılması, YPG-PYD’nin bu operasyonun hiçbir yerinde olmaması şartına bağlıydı. YPG-PYD bulunduğu yerlerde stabil kalacaktı. İşte bu bir tuzaktı ve Türk askerinin PYD-PKK ile aynı konumda bulunmasının bir kılıfıydı. Oysa bazı yerlerde YPG unsurlarının 8 kilometreye kadar Rakka’ya yaklaştığı saptanmıştı. ABD ile birlikte Türkiye ve ÖSO’nun katılımı ile Rakka’ya yapılacak operasyonun biraz zaman alacağı ve çok riskli sonuçlar doğuracağı açıktı. “Zorlukları var ama El-Bab’da ciddi tecrübe kazanıldı” havasına kapılmak büyük sıkıntılar doğuracaktı! Zaten Türkiye, Suriye'deki El Bab operasyonunun ardından bir sonraki hedefin ülkenin kuzeyindeki Münbiç olduğunu açıklamıştı. Münbiç, Türkiye'nin yanı sıra Suriyeli Kürtler, Suriye hükümeti, Rusya ve ABD gibi iç savaşın kilit aktörlerinin de var olduğu ve büyük önem atfettikleri yerlerin başında sayılmaktaydı.

Suriye iç savaşına dahil olan yabancı devletlerden Rusya ve İran hükümeti desteklemek için faal rol üstlenirken, başta ABD olmak üzere Batılı devletler ile Türkiye ise DAEŞ'in yenilmesini ana hedef olarak belirlediklerini söyleseler de, fiiliyatta Türkiye özellikle dışlanmakta, sadece Rakka saldırısında büyük kayıplara uğrayacak ilk tehlikeli operasyonunda askerlerimizden yararlanılmaya çalışılmaktaydı.

İşgalci komutan Townsend, tüm tepkilere rağmen YPG’nin Rakka operasyonuna katılacağını açıklamıştı!

ABD'li üst düzey komutan Townsend terör örgütü PKK'nın Suriye uzantısı YPG'nin Rakka operasyonlarına katılacağını açıklamıştı ve terör örgütünün güya Türkiye'ye karşı bir tehdit oluşturmadığını, bunun tersine YPG'nin Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştığını savunmaktaydı. “YPG buradan (Münbiç) çekilmezse biz YPG'yi vuracağımızı daha önce söyledik” diyen Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD ile karşı karşıya gelmek istemediklerini vurgulamıştı. ABD Savunma Bakanlığı’nda (Pentagon) düzenlenen günlük basın toplantısına, Bağdat’tan telekonferans aracılığıyla katılan Townsend, konuya ilişkin soruya verdiği yanıtta, “Suriye Demokratik Güçlerini gözlüyoruz ve birlikte operasyonlar yapıyoruz. Bunların yüzde 40’ını YPG’li Kürtler, yüzde 60’ını da Suriyeli Arap Koalisyonu oluşturuyor. YPG’li savaşçılara gelince ki, ben liderleri ile de konuştum, operasyonlarını izledim, bize sürekli olarak Türkiye’ye saldırmaya niyetleri olmadığının(!), Türkiye için tehdit oluşturmadıklarının güvencesini verdiler. Aslında, Türkiye ile iyi bir ilişki kurmayı istiyorlar. Ben onların Türkiye’ye karşı bir tehdit oluşturduklarına ya da Kuzey Suriye’den Türkiye’ye karşı herhangi bir saldırıyı desteklediklerine ilişkin hiçbir kanıt görmedim son iki yıl içinde.” diyerek sözde stratejik müttefiki Türkiye'ye karşı terör örgütü YPG-PKK'yı savunmaktaydı.Zaten, ABD öncülüğündeki DEAŞ karşıtı koalisyonun sözcüsü Albay John Dorrian, Münbiç yakınlarında muhtemel çatışmaları engellemek için koalisyona ait zırhlı araçların devriye gezdiğini açıklamıştı. Sözcü, “CJTFOIR (Birleşik Görev Gücü Doğal Kararlılık Operasyonu) bu adımı, koalisyon üyelerine ve ortaklarına güvence vermek, saldırıları caydırmak ve DEAŞ’ın yenilmesine odaklanmaya devam etmek üzere attı.” ifadelerini kullanmıştı. Dorrian, “CJTFOIR düşmanca hareketleri caydırmak, yönetişimi iyileştirmek ve YPG’nin orada daimi bir varlığının bulunmadığını temin etmek için Münbiç civarındaki kuvvetleri artırmıştır.” paylaşımında da bulunmuşlardı.

Gafillerle buraya kadardı!

Bu yangın, aslında Esed sorunu bahanesiyle başlatılmıştı. Irak işgalinde de Zalim Saddam! sorunu bahane yapılmıştı. Rusya “Esed'in arkasında ben varım” deyince, Amerika da “Esed'in devrilmesinin arkasında ben yokum” deyince, bizimkiler şaşırıp kalmıştı. Bizim payımıza 3,5 milyon mülteci düşmüş bulunmaktaydı. Fırat Kalkanı ile işin içine dalmışız, ama Amerika ile ne yapacağız, Rusya ile ne yapacağız, “Yarınki Suriye” ne olacak? sorularının yanıtlarını iktidardakiler dahi bilmiyorlardı. Olayın bir boyutunda bizim “Çözüm sürecimiz”in büyük hataları vardı. O sırada PKK'ya “Suriye'de size alan açılıyor, hele orada ne olacağına bir bakın, silahları hemen bırakmayın” diyen ABD'nin hıyanet planları bizim çok kolay aldatılan kahramanlarımızca anlaşılmamıştı. Amerika'nın Suriye'de PYD ile oynaşmasına kızanlar bu sonucu kendileri hazırlamıştı. Suriye'de Esed'in ayakta kalmasının arkasında Amerika'nın, “Arap Baharı kendi haline bırakılırsa 'İslamcı yönetimler' getiriyor” yargısı vardı. Suriye'de Arap Baharı ateşine benzin taşıyan Erdoğanlar bugünkü acı sonuçları hazırlamışlardı.

Zaten yandaş yazarlardan Kurtuluş Tayiz bile: “ABD, PYD'yi Türkiye ile savaşa hazırlıyor” başlığını atmıştı!

Obama, yayımladığı bir kararnameyle “Suriyeli müttefiklerine” silah yardımı yapılması önündeki sınırlamaları tümden kaldırmıştı. ABD’nin Suriye’deki “müttefiki” tabii ki PYD olmaktaydı. ABD, Halep’in yardımına koşmadığı gibi Rusya ve Esed’e karşı da çıkmamıştı; Obama’nın ve Amerika'nın tek derdi, PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD’yi ordu haline getirip devletleştirmek amacıydı. Görevi bırakmasına günler kala Obama’nın, PYD’ye silah yolladığı ve Amerikan askerlerinin de PYD’ye profesyonel ordu eğitimi sağladığı ortaya çıkmıştı. Bu telaşın, aceleciliğin sebebi Obama’nın, PYD’yi silahlandırarak Türkiye’ye karşı savaşacak konuma taşımaktı. TSK’nın, Suriye’nin kuzeyindeki ilerleyişini PYD ile durdurmayı planlıyorlardı. Türkiye, Suriye sahasında DEAŞ ile olduğu gibi PYD ile de muhakkak karşı karşıya kalacaktı. Ama bunun yerini ve zamanını belirleme inisiyatifi Türk tarafındaydı. Bu kontrol üstünlüğünü bozmak için PKK terör saldırılarını artırmakta, canlı bombalarla Ankara’yı kontrolsüz hareketlerde bulunmaya zorlamaktaydı.

Trump -resmen- başkanlık görevini devraldıktan sonra Irak ve Suriye’de “PKK-PYD-YPG” blokunu “Irak ve özellikle Suriye’de ABD’nin kara kuvveti” olarak görmeyi ve desteklemeyi sürdürmeye başlamıştı. Trump’ın ekibinden Mary Beth Long şunları açıklamıştı. “Erdoğan’ı endişelendiren asıl meselenin “Suriyeli Kürtler” olduğunu biliyoruz. Belki yaklaşımda nüanslar olabilir ama “ABD’nin DAEŞ’la mücadelede ne Irak’taki, ne de Suriye’deki Kürtlerden feragat edebileceğini” sanıyorum.” Evet, maalesef ABD, Irak’ta ve özellikle Suriye’de (PYD/YPG) Kürt yapılanması ve silahlı kuvvetlerine eğitim, lojistik, silah ve politik himaye vermeyi sürdürmüş olacaktı. Türkiye istese de, istemese de Amerika bunu yapacaktı. Çünkü Büyük İsrail'in kurulması için Türkiye'nin ve bölge ülkelerinin parçalanıp, Kürdistan'ın kurulması lazımdı.

PYD'ye Resmiyet ve Meşruiyet dayatması!

Suriye ve özellikle Münbiç cephesinde işler daha karmaşık bir hal almıştı. Rejim de Ruslar da ABD de Münbiç'le alakadardı hatta ortak olmuşlardı! Başbakan Binali Yıldırım, Sinop'tan dönüş yolunda, “Suriye ve Irak'ta dışarıdan gelen hiçbir güç kalmamalı. Suriye'de bir operasyonda YPG ile yan yana gelmemizi kimse beklemesin. Sincar'ın ikinci bir Kandil olması asla söz konusu olamaz” gibi asılsız ve alakasız açıklamalar yapmaktaydı. Oysa açıkça ABD Türkiye ile PYD'yi yan yana getirmeyi planlamıştı, AKP iktidarı da bu zokayı yutmaya hazırdı. Hem Amerika'nın hem de Rusya'nın, olası RAKKA operasyonunda Türkiye'yi PYD'nin katılımına razı olmaya zorlamaları; PKK'yı ve kuracakları Kürdistan'ı, bize fikren, fiilen ve resmen kabul ettirme dayatmasıydı.

Asıl hedef: İsrail'in güvenliğini sağlamak ve geleceğini kurgulamaktı!

Posta gazetesi yazarı Nedim Şener, ABD'nin DEAŞ'a karşı Türkiye yerine, terör örgütü PKK'nın kolu YPG'yi tercih etmesinin nedenlerini yazmıştı. Güya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “El Bâb'dan sonraki istikamet Münbiç” açıklamasının ardından telaşa kapılan ABD ordusuna ait zırhlı araçlar Münbiç'in kuzeyine doğru hareket başlatmıştı. Peki, ABD'nin YPG sevdası nereden kaynaklanmaktaydı? Nedim Şener'e göre, Clinton'un sızdırılan e-postasında ve eski CIA başkanı Brennan'ın açıklamasında bunların yanıtı yer almaktaydı. Bu girişimlerin asıl büyük siyasi amacı ise İsrail’in güvenliği idi. Bu durum Obama döneminden beri hiç değişmemişti. Dışişleri Bakanı olan Hilary Clinton’un sızdırılan 31 Aralık 2012 tarihli e-posta mesajında açıkça şöyle belirtilmişti: “…Esad’ın devrilmesi yalnızca İsrail’in güvenliğini garanti altına almakla kalmayacak aynı zamanda İsrail’in bölgede nükleer silah gücüne sahip tek ülke olma özelliğinin de devam etmesini sağlayacaktır…” İsrail’in güvenliği için Suriye'nin parçalanması ve İran ile savaşılması gerekmekteydi!” Bu sözler Trump’un İran’a karşı çıkışlarının daha iyi anlaşılmasına yardım edecekti. Tüm bunları CIA Başkanı John Brennan’un 9 Eylül 2016’daki, “Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün yeniden sağlanabileceğinden kuşkuluyum, bu iki ülkenin de merkezi bir hükümet tarafından yönetilebileceğini tahmin etmiyorum” sözleriyle birlikte değerlendirmeliydi! İyi de İsrail'le normalleşme anlaşmasını imzalayanlar kimin hizmetkârıydı?

İsmet İnönü'nün FULBRİGHT eğitim anlaşmasını imzalayarak tabanı hazırlatılan, Menderes döneminde ise tavan yaptırılan Amerikan yandaşlığının şarkıları bile çıkarılmıştı.

      

“Amerika Amerika

Türkler dünya durdukça

Beraberdir seninle

Hürriyet savaşında

        

Bu bir dostluk şarkısıdır

Kardeşliğin yankısıdır

Kore'de olduk kan kardeşi

Sönmez bu yangının ateşi”

       

Demokrat Parti iktidarı Türkiye'yi küçük Amerika yapmak için yola çıkmıştı. Amerikan yalakalığı tavan yapmıştı ve Celal İnce yukarıdaki şarkısını okumaktaydı. Celal İnce ABD'de yaşamaktaydı ve zaten eşi de Amerikalıydı, Türkçe yayına başlayan Amerika'nın Sesi Radyosu'nda bu şarkı sürekli çalınmaktaydı. Amerika'nın Sesi Radyosu, bu şarkıyı tek taraflı plastik plaklara on binlerce adet basmış, dostluğun hediyesi olarak, 1957 İzmir Fuarı'ndan başlayarak, Türkiye'nin her yerinde “bedava” dağıtmıştı. Plağın ambalajında New York ve İstanbul'un fotoğrafları vardı. Ayrıca, Franklin Roosevelt, Thomas Jefferson, George Washington, Patrick Henry, Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Atatürk'ün özgürlük konusundaki sözleri yer almaktaydı. Ve maalesef dindar ve demokrat halkımız bu şarkıyla coşmaktaydı.

Halâ, ABD'nin DOST değil DÜŞMAN olduğunu anlamamak, ahmaklıktan da öte bir hastalıktı!

Irak'ta terör örgütü DEAŞ'ın saldırılarını bahane ederek başta Musul'un Sincar ilçesi olmak üzere Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) stratejik bölgelerini işgal eden terör örgütü PKK, istikrar ve güvenlik konusunda tehdit oluşturmaktaydı. Sincar ile çevre bölgelerindeki PKK ve ona bağlı yerel militanların Irak-Suriye sınırındaki Hanesur köyüne geçmek isteyen Suriyeli Peşmergelere saldırması, “örgütün bölgede oluşturduğu ciddi tehdidi” bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Güya IKBY halkı ve Ezidilerin iradesi dışında bölgede kalmakta ısrar eden PKK'nın, seçilmiş siyasetçiler, hükümet yetkilileri ve Peşmerge Bakanlığı tarafından yapılan tüm çağrıları görmezden gelerek DEAŞ sonrası Sincar'da yeni bir çatışma ortamına zemin hazırladığı anlaşılmıştı. Suriye'nin kuzeyinde Beşşar Esed rejimine vekâlet eden terör örgütü PYD/PKK'nın ise Peşmerge güçlerine saldırmasından sonra Suriye'den Sincar'a ağır silahlar sevk ederek, saldırı hazırlığı yaptığı ve işgal ettiği bölgelerden de çekilmeyeceği açıklanmıştı. Sincar Dağı ve çevresinde geniş askeri kamplar kurarak bölgede konuşlanmaya başlayan PKK'nın, söz konusu bölgeyi “ikinci Kandil”e dönüştürmek için uzun ve derin tüneller kazdığı saptanmıştı.

Güvenlik Uzmanı ve eski bordo bereli Mete Yarar, TVNET'te Karşı Karşıya programında ABD'nin bölgedeki sinsi politikasını bir kez daha hatırlatmıştı. Mete Yarar, Kuzey Irak'ta Sincar'ı işgal eden PKK'lı teröristlere saldırı başlatan Barzani güçlerini, ABD'nin DEAŞ'la mücadelede hedef saptırma gerekçesiyle durdurduğunu vurgulamıştı.

Türkiye'nin Münbiç'i YPG'den temizleyeceğini açıklamasının ardından Suriye, Rusya ve ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, Münbiç'e asker göndermeye başlamıştı. Münbiç'in kuzeyinde ABD askerlerinin konuşlandığı, ilçenin batısında ise Rusya bayraklarının olduğu saptanmıştı. Pentagon Sözcüsü Jeff Davis ise ABD askerlerinin Suriye'de yeni bir rol üstlendiklerini, küçük bir grup Amerikan askerinin Münbiç batısında konuşlandığını açıklamıştı. Elbette Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Antalya'da herhalde ABD ve Rusya Genelkurmay Başkanları ile bu garip gelişmeleri tartışmıştı. Anlaşılıyor ki iki ülke de Türkiye'nin Suriye'de daha fazla mevzi kazanmasına karşıydı. Bu sebeple, Münbiç harekâtını önlemek için Türkiye'ye bayrak gösteriyor ve Suriye'nin PKK'sı olan PYD'ye askeri destek veriyorlardı! 15 Temmuz'un hedefi Türkiye'nin rejimini değiştirmek olduğu açıktı. Şimdi Anayasa değişiklikleriyle de Türkiye, rejim değişikliğine kaydırılmaktaydı. Yani iki hareketin de varmak istediği “menzil” aynıydı! Bu durumda referandum neyi amaçlamaktaydı? Bu soruların referandumda “evet” demeyi düşünen vatandaşlara sorulması lazımdı. NATO'ya gelince; NATO'nun yıldızı esas olarak dört testamenti yani dört İncil'i temsil ettiği bilinip durmaktaydı. NATO'nun bugünkü hedefi, Türkiye'yi tamamen ele geçirerek İslâm dünyasını Türkiye üzerinden teslim almaktır. Böyle bir planlamadan çıkarları zarar gören Rusya'ya da pay verilmesi, Türkiye açısından tehdidi daha da büyük bir noktaya taşımaktaydı. İşte bu kritik ve kaotik ortamda Türkiye, Suriye'de Rusya ile ABD'nin tam bir anlaşmaya varması ihtimalini yani en kötü ihtimali hesaba katarak bütün yetkileri tek bir kişiye aktarmak yerine, bütün gücünü TBMM'de ve millî ordusunun arkasında toplamak zorundadır.”[2] tespit ve tavsiyelerine kulak asılmaması, Türkiye'nin başına büyük belalar açacaktı.

Türkiye'yi yönetenler, maalesef dışarıda yazılan senaryolara figüranlık yapmaktaydı!

OBAMA, belki de Türkiye'ye karşı İran’la ilişkileri düzeltmeye çalışmıştı. Ama Trump ise İran’ı sıkıştırmaya başlamıştı. İran ise bir süredir Irak’taki güçlerini tahkim etmeye çalışmaktaydı. Irak ve Suriye’deki Şii güçlerini organize eden Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin yardımcılarından Tuğg. İyreç Mescidi Bağdat Büyükelçisi olarak atanmıştı. İran’ın, İbadi yönetimine karşı bir darbe girişiminde bulunacağı konuşulmaktaydı. “ABD İran’ı sıkıştırdıkça, İran da Irak’taki baskısını artırıyor. İran, Irak’ta darbe yapmaya hazırlanıyor. İbadi’yi devirip yerine Nuri el-Maliki’yi getirmeye çalışıyor”mesajını Türkiye ziyareti sırasında IKBY Başkanı Mesut Barzani aktarmıştı. “Bağdat’la hiçbir diyalog kanalımız kalmadı” diyen Barzani, Irak’ta İran destekli bir darbe gerçekleştiği anda bağımsızlık ilan etmeye hazırlanmaktaydı. Bunun ABD-İsrail ve Barzani arasında danışıklı bir dövüş olduğu açıktı.

ABD'nin İşgal Alayı Suriye'de Türkiye'ye karşı konuşlanmıştı!

ABD, Suriye’de körüklediği iç savaşın başından beri PKK terör örgütünün Suriye kolu olan PYD/YPG’ye sürekli destek çıktı. Türkiye’nin bu desteklere yönelik ‘tarafını seç’ tepkilerine karşı ABD ise YPG terör örgütüne verdiği desteği artırarak kimden taraf olduğunu açıkladı. Şimdi ise dostu YPG terör örgütü ile beraber savaşmak için Suriye’ye bir alay asker yığmaya başladı. ABD, Rakka’yı işgal etmek isteyen YPG terör örgütüne destek amaçlı özel görev gücü olan 75’inci Komando Alayı’nı Suriye’ye yolladı. Amerikan Ordusu Özel Kuvvetler Komutanlığı’na (USASOC) bağlı olan bu alay, özel operasyon hedeflerine karşı etkili olmak amacı ile ağır eğitimden geçmiş bir hafif piyade özel operasyon gücü olarak tanınmaktaydı. Ayrıca İşgal taburları da bölgeye yığılmıştı. Amerika’nın Suriye’ye yönelik yaptığı işgal girişimi ve askeri yığınak sadece Rakka ile sınırlı kalmıyor. ABD, Rakka dışında da ülkeleri işgal etmek için kullandıkları ve Irak ile Afganistan’da yaptıkları katliamlar ile bölgeyi kana bulayan 3. Komando Tugayı’nı son günlerin tartışmalı bölgesi Münbiç’e konuşlandırmıştı.

Almanya tiyatroları:

Bakanların Almanya'da düzenleyeceği toplantıları güvenlik sebebiyle bir bir iptal eden Alman yönetimi, Türkiye'deki varlığını ise devamlı arttırmaktaydı. İncirlik Üssü'nde hali hazırda 200 askerini barındıran Almanya'nın İncirlik'te tesisleşmek ve varlığını daha da güçlendirmek için 65 milyon EURO ayırdığı ortaya çıkmıştı. Almanya'nın bu tavrı ise “Berlin yasak, İncirlik serbest” esprisine yol açmıştı. Bu arada ABD ve Almanya'ya sık sık “Terör örgütü PKK-PYD'den mi yoksa Türkiye'den yana mısın, tarafını seç” çıkışlarına karşı sormak lazımdı: Ey gafil iktidar asıl sen tarafını seç, Haçlı AB ve ABD'den taraf mısın, yoksa Erbakan'ın İslam Birliğinden yana mısın?

Kafaları karıştıran ve Genel Kurmayı aşağılayan “Başkomutanlık” algısı!

Sn. Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra sık sık ve ısrarla: “Ben başkomutanım” iddiasındaydı. Ve bu söylemini AKP'nin diğer kurmayları ve yandaşları da aynen benimsemiş durumdaydı. Acaba bunlar, bu “başkomutan” dayatması ile halkın zihninde bir algı oluşturmaya mı çalışmaktaydı?

Hürriyet Yazarı Ertuğrul Özkök bile Erdoğan'ın “Başkomutan olarak Genelkurmay Başkanı'nı elbette yanıma alıp gideceğim. Başbakan bile istese yanına alır gider” sözlerini köşesine taşımıştı ve üstelik “Aynen katıldığını” da açıklamıştı. “Başbakan bile isterse yanına alıp gidebilir” yaklaşımıyla Genelkurmay Başkanı aşağılanmış olmaktaydı. Oysa Erdoğan'ın “Başkomutan benim” sözleri doğruyu yansıtmamaktaydı. Başkomutanlık anayasa gereği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin uhdesinde bulunmaktaydı. Cumhurbaşkanı sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi adına bu unvanı barış döneminde temsil makamındaydı. Bu yetkinin bir savaş durumunda ise bu kez fiilen Genelkurmay Başkanı tarafından yürütüleceği yasalarla saptanmıştıtespit ve tenkitleri haklıydı ve “savaşta ve barışta, tam yetkili Başkomutanlık yetkisi” Atatürk'e bile tanınmamıştı.

“21 Eylül 2011 tarihinde çok önemli bir askerin Pensilvanya'ya gittiği, Gülen'le görüştüğü niye saklanmıştı? Nasılsa herkes gittiği için mi askerler de oradaydı?

Anlaşılmazdı ama durum ortadaydı! AKP iktidardaydı, çok önemli bir askerPensilvanya'ya gidip 12 saat kalmaktaydı ama bizlerin haberi olmamaktaydı! Ve yine çok yakın zamanda 15 Temmuzdan hemen önce yine çok önemli iki devlet görevlisi (yüksek bürokratı), çok az kişinin bildiği CIA'nın Amerika'daki güvenlik ofislerine gidip gizlice buluşuyorlar, orada çok özel toplantılar yapıyorlardı. Ama iktidarın ruhu bile duymamaktaydı. Ancak toplantının ritmi resmi bir temas olmadığını ortaya koymaktaydı. Daha ne adamlar vardı, hepsi de şu an kaçak olan ve Pensilvanya için uzun zamandır çalışan isimlerle temastalardı… Aralarında “yok artık!” diyeceğiniz çok kişi bile bulunmaktaydı. Şimdi CIA da Türkiye'de kullandığı bazı isimleri tasfiye edip kurtulacaktı. Zaten hep böyle yapılırdı, kullanılan atılırdı! Acaba günün birinde Georgetown'da yürüyen ve emir bekleyen bizim görevlilerin buluşmaları, görüşmeleri, konuşmaları ortaya çıkar mıydı? Kimin kime referans olduğu anlaşılır mıydı? İklime göre renk değiştiriyor. Hala aramızda orijinal rengiyle gezmeyen çok isim vardı. Cinsel tercihleri farklı isimlerden CIA'ya çalışan ve FETÖ ile iş tutan patronları kim koordine edip ayarlamaktaydı? İhaleler, para transferleri, yapılan işlemler nasıl kotarılmaktaydı. Asıl gücün para olduğu asla gözden kaçırılmamalıydı. Londra'daki toplantılara kimler katılmaktaydı ve orada neler konuşulmaktaydı? Hele hele 15 Temmuz öncesi yoğun trafik özellikle karartılmaktaydı. FETÖ ile mücadele şarttı. Devleti kim ele geçirmek istiyorsa buna kesinlikle fırsat tanınmamalıydı. Ama operasyonların da adalet terazisinden çıkmaması lazımdı… Bir-iki bin lira alan polis memurunu, muhtarı, başçavuşu, öğretmeni, subayı alırken sahte hesap da olsa “4 lirası Bank Asya'da bulundu” diye memurları toplarken aynı sisteme para akıtıp ayakta tutanlar niçin kayrılmaktaydı? Amerika'daki güçlü Lobiler bizden bazı isimlerle dolar ile karşımıza çıkmaktaydı. Ve bu toprakların kendilerine ait olduğunu düşünüyorlardı…[3] diyen yandaş yazarlar bile bütün bu sırları biliyorsa, iktidarın haberdar olmamasını nasıl okumalıydı? Bu gizemli ve önemli bilgileri yandaş yazara aktaran Amerikalı, herhalde CIA'nın ve Siyonist Odakların yetkili en azından irtibatlı bir adamı olmalıydı!.. Bu durumda, devletten ve hükümetten esirgenen bilgiler bu yandaş çömezlere niye fısıldanmaktaydı? Tekrar soruyoruz, 15 Temmuz ve sonrası sürecin senaryosunu yazan da, şimdi sorgulayan da bu iktidar mıydı, yoksa CIA miydi? Bütün bu olup bitenlerden bihaber birisi nasıl Başkomutanlık yapacaktı?

Artık İktidar muhaliflerini terörist saymaktaydı!

Sn. Erdoğan, Pakistan dönüşü uçakta referandumda hayır oyu kullanacakları PKK ile aynı safta olmakla suçlamıştı: “Meselâ Kandil, 'Oylarımız hayır'dır, hayır verin' diyor. Bunu bir kenara koyamayız. Bunu masaya yatırmak gerekir. Bir defa şunu bileceğiz: Kişi sevdikleriyle beraberdir. Terör örgütü, bugüne kadar bu ülkede 35 bin insanın canına kıydı. Böyle bir örgüt bu halk oylamasında eğer 'hayır' diyorsa, o zaman bizim de vatandaşlarımızı bilgilendirmemiz lazım. Buna kimler hayır diyor, kimler evet diyor, vatandaşımız bilmeli. Nitekim ben vatandaşımıza, 'Böyle bir yanlışa düşmeyin' diyorum. Ben hayır dersem, oyumun gideceği yer Kandil'dir. Hayır dersem bu ülkede gideceğimiz yer istikrarsızlıktır. Hayır dersem, benim oyumun gideceği yer, güven ortamının ortadan kaybolmasıdır. 'Hayır' demek, eşittir çukur; 'Hayır' demek eşittir, o çukurların altında açılan şehirler demektir…. Bunu halkımızın bilmesi lazım. Yaptığımız budur.”

Yüksek Seçim Kurulu ise referandumda siyasi partiler dışında kimlerin propaganda yapabileceğine valilik ve kaymakamların karar vereceğini hükme bağladı. Böylece “hayır” kampanyası yapmakta olan sivil toplum kuruluşlarına hükümete bağlı olan valiler ve kaymakamlar müdahale hakkı kazanmıştı. Hem zaten valilere ve kaymakamlara, evet çıkması için ellerindeki bütün devlet imkânlarını kullanmaları yönünde baskı yapılmaktaydı. İşte bunların baskısıyla “evet” kampanyası sürdüren hiçbir sivil toplum kuruluşu kalmamıştı. Bu bakımdan YSK, hayır kampanyası yapanların engellenmesi için iktidara adeta yol göstermiş olmaktaydı. Bu nasıl demokrasi anlayışıydı. Muhaliflerini terörist sayan bir Cumhurbaşkanı nasıl adil ve tarafsız sayılacaktı? Amerikan-İngiliz dayatmasıyla, Oslo'da PKK ile masaya oturan ve özerklik pazarlığı yapan, Habur'da terörist karşılaması yaptıran, “çözüm süreci” adı altında valilere emir vererek askerin kışlasına çekilmesini sağlayan, böylece Güneydoğu Anadolu'da terör örgütü tarafından hendekler kazılmasına, silah ve mühimmat yığınağı yapılmasına göz yuman bir AKP iktidarı şimdi Referandumda HAYIR diyenleri PKK'lı sayması tam bir şarlatanlıktı.

Oysa Dolmabahçe'de terör örgütünün siyasi kanadı ile görüşerek, terör örgütünün başı olan kişinin yazdığı, vatanın “ortak vatan” olarak deklare edilmesini isteyen on maddelik mutabakatı imzalayan da bunlardı. Libya ve Suriye'nin iç savaşa sürüklenmesine zemin hazırlayan, Suriye sınırını yolgeçen hanına çevirerek istihbarat servislerinin gönderdiği teröristlerin geçişine göz yuman da bunlardı. Bu politika, 4 milyon Suriyeli göçmen alarak Türkiye'nin nüfus yapısını değiştirmek amacıyla da kullanılmıştı. Türkiye'nin bütün stratejik kuruluşları satıldıktan sonra geride kalan ne kadar değeri varsa hepsini “ipotek fonu”na alarak denetimden kaçıran ve Arap sermayesine pazarlayarak ekonomik krizi geçici olarak da olsa atlatmaya, böylece referandumu kazanmaya çalışan da AKP iktidarıydı.”[4]

Şu anda Suriye PKK'sı PYD'ye açıkça arka çıkan ABD, subaylarının başına çuval geçirerek TSK'yı aşağılarken, RTE iktidarına tam destek sağlamıştı ve arkasından Ergenekon ve Balyoz kumpasları başlatılmıştı. Şimdi söyleyin bakalım asıl Amerikancı ve PKK'cı, EVET'ciler mi, yoksa HAYIR'cılar mı olmaktaydı?

Talabani ile Barzani'ye önce kof uyarılar yollayan, sonra da silah ve Pasaport sağlayıp palazlandıran bunlardı. Barzani'nin PKK ile savaşacağı safsatasıyla toplum aldatılırken bir de baktık ki Barzani Devleti ortaya çıkmıştı. Oysa PKK ile “siyasi sonuç doğurmasın” diye uğraşmıştık. Ne fark eder PKK yapmadı ama Barzani yapmıştı. Ve Barzani'nin attığı bütün adımlar istesek de istemesek de Türkiye'nin Güneydoğusu'nu etkileyip karıştırmaktaydı. AKP iktidarı gaflet ve dalaletle PKK yerine Barzani'yi meşrulaştırmıştı. PKK'yı ya da şimdilerde YPG'yi besleyen ve siyasi rota sunan bir akıl vardı, bu da Amerika'ydı. CIA ta başından beri PKK'nın diğer Kürt yapıları içinde erimesine çalışmıştı. YPG, PKK'nın aynısıydı ama ABD bunu desteklemeye sonuna kadar kararlıydı. Zaten verdiği silahları ve mühimmatı da gizlemeye bile gerek duymamaktaydı. Trump'ın gelmesi ya da Obama'nın gitmesi bölge politikalarında zerre kadar değişikliğe yol açmayacaktı.

Yenişafak'ın itirafı ve 15 Temmuz Tezgâhının perde arkası!

Yenişafak Gazetesi Ankara Haber Müdürü Hüseyin Likoğlu ise 15 Temmuz’la ilgili büyük itiraflarda bulunmuşlardı. Likoğlu yazısında “14 Temmuz günü darbenin kendilerine bildirildiğini” doğrulamıştı. Bu iddiayı ilk olarak Doğu Perinçek gündeme taşımıştı. Likoğlu yazısında şunları yazmıştı: “14 Temmuz günü telefonum çaldı. Telaşlı bir ses: ‘Hüseyin Bey filan yerdeyiz acil gelmen lazım’. Yukarda bahsettiğim ekip, herkesin yüzünde müthiş bir telaş: ‘Hüseyin Bey, bunlar darbeye girişecek. Bunun önüne geçmek artık imkânsız. Halkı bilinçlendirecek bir haber yapılmalı. Ancak halk durdurabilir bu hainleri’.” Bu cümlelerle 14 Temmuz’da kendilerine Perinçek ekibinin darbeyi haber verdiğini doğrulayan Hüseyin Likoğlu, 15 Temmuz’la ilgili “eniştemden öğrendim” tezini de çökertmiş olmaktaydı. Oysa Saray ve Hükümet, “eniştemden öğrendim” teorisiyle darbeden haberdar olmadıklarını ısrarla işliyorlardı. Ancak bilginin bir gün önceden Yenişafak’ın Ankara Haber Müdürü’ne kadar düştüğü Likoğlu’nun bu itirafıyla ortaya çıktığına göre artık bu 15 Temmuz’a “en azından” önceden kontrollü olarak yol verildiği kesinlik kazanmaktaydı!

Her satırı itiraflarla dolu bu yazı üzerinde niye durulmamıştı?

Bu noktada Likoğlu kritik bir bilgi daha aktarmıştı. Darbenin kime mal edileceğiyle ilgili. Likoğlu, 15 Temmuz akşamı semada uçakları görünce aklına hemen “FET֒nün darbe yaptığının” bu refleksi verme sebebinin de kendisine Perinçek’in adamı Hasan Atilla Uğur’un anlattıkları olduğunu yazısında açıkça şöyle vurgulamıştı: “Sayın Uğur ile 15 Temmuz günü yaklaşık 3-4 saat sohbet ettik. Akşam saatlerinde semada savaş uçaklarını görür görmez ilk tepkim, ‘F…’ın …leri darbe yapıyor’ oldu. Böylesine bir refleks vermeme neden olan şey neydi? Şüphesiz birkaç saat önce sohbet ettiğim Hasan Atilla Uğur’un söyledikleri etkili oldu.” Her satırı itiraflarla dolu bir yazıydı ve Perinçek’in iddiasını doğrulamaktaydı. 14 Temmuz günü Yeni Şafak’ı arayıp telaşlı bir sesle “darbe yapılacak” diye uyarmışlardı. Yani bir gün önceden haber ulaştırmışlardı. 15 Temmuz sabahı ise Hasan Atilla Uğur, Yenişafak’a giderek uzun uzun yapılacak darbeyi Cemaat'in üzerine yıkmış ve bir nevi CIA'yı aklamıştı. Yani Perinçek ekibi darbenin algı altyapısını oluşturmuşlardı. 14 Temmuz’da haber verilmiş, 15 Temmuz’da ise kimin yaptığıyla ilgili etiketleme yapılmıştı. Bu kritik bir itiraf çünkü 15 Temmuz’dan sonra Alman Focus dergisinde çıkan bilgiyi doğrulamaktaydı. Focus Dergisi 2016 Temmuz’unun son haftası çıkan sayısında; İngiliz istihbaratının, Türk hükümetinin darbenin ilk yarım saatindeki maillerini ele geçirdiğini, maillerde “Yarın temizlik başlatılsın, darbe Gülen’e yıkılsın!” talimatının olduğunu yazmıştı.[5]

Ama şu sorular hala yanıtını aramaktaydı:

1. Doğu Perinçek Yenişafak’a bilgi verdiklerini neden 7 ay gizledikten sonra açıklamıştı?

2. Aynı şekilde Yenişafak 7 ay boyunca “Perinçek bize haber vermişti” gerçeğini niye saklamıştı?

3. Perinçek bu olayı neden şimdi açıklamıştı? RTE ve AKP’yi neyle tehdit ediyordu veya bu itiraflar hangi şantajın pazarlığıydı?

4. Perinçek 15 Temmuz bilgisine nereden ulaşmıştı? Olayları sanki kendi eliyle koymuş gibi çözmeyi nasıl başarmıştı?

5. Perinçek 15 Temmuz’u Yenişafak dışında, RTE/AKP ve MİT’e de haber taşımış mıydı?

6. Ahmet Takan’ın 10 Ağustos’taki yazısında bahsettiği, 15 Temmuz’da saat 18’de girişimi RTE’ye haber veren siyasi lider Perinçek mi olmaktaydı?

7. Yenişafak Perinçek’in iddiasını kabul etmek için neden günlerce bekleyip durmuşlardı? Gerçeği açıklamak için neden zorlanmış, kimden ve neden korkmuşlardı?

8. 15 Temmuz’u bilmelerine rağmen neden önlem alınmamıştı? Neden 240 insanı bile bile ölüme yollamış, yüzlerce insanımız yaralanmıştı?

9. 15 Temmuz soruşturmasının boyutunu baştan aşağı değiştirecek bu bilgi için Savcılar neden harekete geçmemiş ve soruşturma açmamışlardı? Perinçek’e “sen kimden haber aldın? Bu bilgiyi neden sakladın?” diye niye sormamışlardı?

10. Perinçek bu bilgiyi gizlememişse ve Yenişafak dışında devlete de bildirmişse, savcılar neden ilgili kişiler hakkında görevi ihmal sonucu ölüme sebebiyet vermekten davalar açmamışlardı?

Askerleri kim tuzağa çekmişti?

Tayyip Erdoğan’ı gözaltına alacak ekibin başındaki General Gökhan Sönmezateş,“kendilerinin 4 saat boyunca bekletilip, ardından boş otele gönderdiklerini” söyleyip şunu sormuştu: “Bizi kim tuzağa düşürdü, ben bu sorunun peşindeyim.” Aslında bu sorunun cevabı ortaya çıkmaya başlamıştı. Perinçek grubundan Hasan Atilla Uğur’un 15 Temmuz öncesi paylaşımları, 14 ve 15 Temmuz’da Yenişafak ve diğer medya organları üzerindeki algı çalışmaları dikkate alındığında, acaba 15 Temmuz, TSK’daki NATO ve Batı demokrasileri yanlısı subayların tasfiyesi için kurgulanan kanlı bir ittifakın (RTE-Perinçek) senaryosu mu olmaktaydı? Ve zaten Perinçek’in istediği tasfiyeler yapılmış, Erdoğan'a ise başkanlık yolu açılmıştı.

Kanlı darbeye kim yol vermişti?

Perinçek'lerin: “Hüseyin Bey, bunlar darbeye girişecek. Bunun önüne geçmek artık imkânsız. Halkı bilinçlendirecek bir haber yapmalı.” ihbarı üzerinde durmak gerekirdi. Eğer olay bu şekilde cereyan ettiyse ve darbeyi sadece halk engelleyebilecekse, Ordu emir komuta içinde darbe yapacak demektir, ki bu durumda bütün komuta kademesinin soruşturmaya dahil edilmesi gerekirdi. Oysa durum böyle değildi. Eğer böyle değilse, 15 Temmuz’da, başlamış bir girişimi büyük oranda kendi içinde bastıran TSK, tedbir alınsaydı girişim kışladan çıkmadan rahatlıkla bastırabilirdi. Bunun yerine daha kanlı olan TSK-Halk karşılaşmasına kim yol vermişti? Komuta kademesi mi; MİT mi; AKP mi? Bu sorunun cevabı da Müyesser Yıldız’ın imzasıyla yayınlanan haberde verilmişti. 14 Temmuz’da telaşlı ses Yenişafak’ı arayıp algı operasyonuna başladığı saatlerde Hakan Fidan ve Hulusi Akar 6 saat baş başa görüşmüşlerdi. Müyesser Yıldızhaklı olarak şu soruyu dile getirmişti: “Darbenin iki sır isminin, 15 Temmuz’dan bir gün önce yine 6 saat baş başa görüşmesi, ayrıca adeta herkesin bildiği bu sırrın 7 ay geçtiği halde hiç gündeme getirilmemesi ve konuşulmaması başlı başına ilginç değil miydi?”

Evet, tıpkı Yenişafak sırrının 7 ay sonra ortaya çıkması gibi eş zamanlı olarak “sır görüşme” de 7 ay sonra gündeme getirilmişti. Bu sırrı aydınlatan da şu an tutuklu yargılanan keskin nişancı Piyade Üstçavuş Mehmet Bilge’nin 22 Şubat’ta mahkemede yaptığı şu savunma olabilirdi: “14 Temmuz’da Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda bir kurs kapanış töreni yapıldı. Normalde Cuma günü yapılması lâzım, Perşembe yapıldı. Niye Perşembe? Bunun bir nedeni var mı, Özel Kuvvetler’e sorulsun. Katılımcılar kim; Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı. Paraşüt atlayışları yapılacaktı, ama hava şartları bahane edilerek, iptal edildi. Bildiğimiz kadarıyla o gün Ankara’da hava gayet iyiydi. Meteorolojiden o günkü hava durumunun da sorulmasını istiyorum. Tören saat 17.30’da bitiyor. Adamlar başına bir şey gelmesinden korktuğu için söyleyemiyor, belki de inkâr ederler; Törenden sonra Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı havuzlu bahçede sohbete koyuluyor. Duyduğum, bildiğim kadarıyla anlatıyorum; Zekai Paşa bile yanlarına yaklaştırılmıyor. Bu sohbet saat 23.00’e kadar sürüyor. Önce MİT Müsteşarı’nın çıkması gerekirken, Genelkurmay Başkanı çıkıyor. MİT Müsteşarı orada askeri bir yöneticiyle kalıyor.”

Bu algı iki günde yerleştirildi!

Doğu Perinçek Yenişafak’a darbeyi haber vermek için 14 Temmuz’da özel adamını gönderiyordu. Aynı gün Hakan Fidan ve Hulusi Akar baş başa 6 saat görüşüyordu. 15 Temmuz’da Hakan Fidan ve Hulusi Akar gündüz tekrar bir araya gelip 6 saat görüşüyordu. Ve yine 15 Temmuz’da Perinçek Hasan Atilla Uğur’u Yenişafak’a göndererek, darbeyi Cemaat'in yapacağı ve halkın sokağa hazırlanması bilgisini aktarıyordu. Ardından da“eniştemden öğrendim” formülü devreye sokuluyordu. Ve artık herkes böyle olduğuna inandırılıyordu.[6]

FETÖ şebekesinde ABD adına hareket eden polis, savcı hâkim, istihbaratçı, asker bir merkezden yönetiliyordu. Çünkü NATO'da görev yapan koca koca paşalar Gazeteci ve Yazarlar Vakfı'na gidip ders veriyordu. Amerika adına ülkeyi ele geçirmek için yola çıkanların başında kiralık askerlerbulunuyordu. Üzerinde üniforma olan, Ay-Yıldız taşıyan askerlere ve sivillere bu fırsatı sağlayan AKP iktidarı oluyordu!

Soner Yalçın 28 Şubat Hala İktidarda (1 Mart 2017) başlıklı yazısında doğrularla yanlışları harmanlayıp, kendi kanaatini hakikat gibi yansıtmaya çalışmıştı.

Soner Yalçın kasıtlı bir yamuklukla, hem Erbakan'ın sonunda CIA ile anlaştığını aktarmakta, hem de Erbakan'ın iktidar olduğunda CIA'yı ve Siyonist odakları ters köşeye yatırıp, yeni ve adil bir dünya oluşturmaya başladığını söyleyip çelişkiye düşmüş olmaktaydı. “Yıl, 2011. Silivri Cezaevi'ne atılalı henüz 15 gün geçmişti; Necmettin Erbakan'ın 27 Şubat'ta vefat ettiği haberi açıklandı. Koğuşta televizyondan dönemin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanları ve diğer AKP'li politikacıların Erbakan'ın ardından dizdiği methiyeler tam bir riyakârlıktı. Tarih, bahtsızların bilimi sayılır. Erbakan siyasal yaşamı boyunca itilerek, bastırılarak, eziyet edilerek ve arkadan hançerlenerek yalnızlığa terk edilmiş bir politikacıydı. AKP'lilerin Erbakan'ı öven sözlerine karşılık koğuşta “söylesenize, ‘o kimsenin (özellikle emperyalistlerin ve Yahudi Lobilerinin) hizmetine girmedi' desenize” diye bağırdığımı anımsıyorum!… Sesimi kim duyabilirdi?.. Hakikatin başka kalıplara sokularak tanınmaz hale getirilmesine karşı çıkmalıydım…. ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Peter Tarnoff Türkiye'ye geldi; Erbakan'ın evinde görüşme yapıldı. Giderken medya önünde Erbakan'ın elini sıkıp, “sizinle çalışmak zevk olacak” deyip çıkmıştı. ABD, Erbakan'a şans vermek zorundaydı. O'nu BOP'un Ilımlı İslam lideri yapmaya umutlanmışlardı. Ama Milliciliği değil, küreselleşmeyi seçmesi lazımdı. İslam Ortak Pazarı gibi projeleri unutacaktı… Kamu korumacılığını değil, özelleştirmeyi savunacaktı… Sıkı kemer sıkma politikalarını uygulayacaktı… O sığ emperyalizm laflarını etmeyip İsrail ve ABD ile dost olacaktı…

Erbakan başbakanlık koltuğuna oturdu. Ve bu emperyalist dayatmaların hiçbirini yapmadı! Aksine… Kamu çalışanına yüzde 50 ve asgari ücrete yüzde 70 zam yaptı. Tarımsal Destekleme Fonu'nu ve esnafa verilen teşvikleri artırdı. Bankaların repo oranlarını düşürüp çok aşağılara aldı. “Havuz” sistemiyle özel bankaların kamuyu sömürmesinin önüne geçmeye çalıştı. Hele dış politika… İlk yurtdışı gezisini ABD'nin baş düşmanı İran'a gerçekleştirip 23 milyar dolarlık doğalgaz anlaşması yaptı. Tarihi Müslüman D-8'lerin kurulmasına öncülük yapıp başardı. Sonra ne oldu? Suni kültürel sorunlar, ekonomik ve siyasi gündemin önüne alındı. Ardından… 28 Şubat tezgâhlandı. Ardından… RP'de “Yenilikçiler” diye Erbakan'a karşı çıkan bir ekip çıkarıldı. Bunlar sonra -Erbakan'ın deyimiyle arka kapıdan kaçanlar partisi- AKP'yi kurmuşlardı. Erbakan'ın yapmak istemediklerini yapmak için -kısa dönem (belki yararlanır, hiç olmazsa yaralarız düşüncesiyle) Erbakan'a fırsat tanıyan ABD ile İsrail lobisi tarafından iktidara taşınmış ve CIA ürünü FETÖ ile bu amaçla ittifak yaptırılmışlardı. Bugün “28 Şubat mağduruyuz” diye söylenmeleri riyakârlıktır, çünkü 28 Şubat'la doğmuşlardır. Siyasi, ekonomik ve dış politika alanında 28 Şubat hâlâ iktidardadır! Öyle bağlanmışlar ki… FETÖ'den darbe yemelerine rağmen hâlâ ABD'nin gözüne bakılmaktadır!”

Kısmen düzelterek ve özetleyerek alıntıladığımız bu gerçekleri yazmayı bir vicdan borcu sayanlar, umarız bön saplantılarından ve ön yargılarından da kurtulup geleceğimiz ve gerçeklerimiz hatırına artık doğruları ve dobraca yazma olgunluğuna ve sorumluluğuna ulaşırlardı.

Ahmet Taşgetiren'in (28 Şubat'ın) ‘Elebaşı Demirel’dir’ yazısı da önemli gerçekleri ortaya koymaktaydı!

“Lütfü Oflaz'ın Demirel'le görüşme sonucu naklettiği notlar, “askerlerin tehdidi karşısında demokrasiyi korumak için kendini feda ettiği” ifadelerini içeriyordu. Oysa dönemi yaşayan ve süreçlerin içinde bizzat yer alan bir isim, Fethi Acar, başka bir şey söylüyor, o, “28 Şubat postmodern vs. değil, tam bir darbedir ve elebaşı Demirel'in ta kendisidir” diyordu. Dün bana notlarını iletti Fethi Acar. Onun tanıklığını okuyucularımla paylaşmak istiyorum: “Topyekûn darbeyi herkes, 28 Şubat 1997 darbesi olarak isimlendirdi. Ben bu topyekûn darbenin esas tarihinin 17 Ocak 1997 olduğunu iddia ediyorum. Hatırlanacak olursa, 17 Ocak 1997 tarihi, TBMM tarafından seçilen Cumhurbaşkanını, yani kendi başkomutanlarını, Başbakan'a karşı sorumlu olan kişi tarafından Genelkurmay'a ayaklarına çağırdığı tarihti. Adeta talimatla Milli Güvenlik Kurulu'nun gündeminin tespitinde dayatma ile esas darbe o günkü üst komutaca alışık oldukları çete ruhu ile yapılmıştı.”

Fethi Acar, Doğru Yol Partisi'nin içinin boşaltılması operasyonunun da bizzat Demirel tarafından gerçekleştirildiğini, birisi Demirel'in elinde, diğeri Çiller'in elinde iki liste bulunduğunu, Demirel'in elindeki listenin Çiller'in kuracağı hükümete güven vermeyecek DYP'lilerden oluştuğunu ifade ediyordu. Fethi Acar, Demirel'in bir kahvaltıda kendisine “Göreceksin Fethi, bu yaz Meclis tatile girmeden ben bu kadını yarılayacağım” dediğini, “Yarılayıp ne olacak” diye sorduğunda da “Ben biliyorum ne yapacağımı” dediğini naklediyordu. “Anladım ki Refah-Yol Hükümeti'ni dağıtmayı kafasına koymuştu” diye ekliyordu. Ayrıca Çankaya'dan gelen bütün bilgilerin Demirel'in Çiller'e Hükümeti kurma görevi vermeyeceği yolunda olduğunu kaydediyordu.

Buna rağmen Erbakan ve Çiller, dönüşümlü başbakanlığı devreye sokmak için harekete geçiyordu. Çiller ile Mehmet Gölhan 3 Haziran 1997'de Çankaya'ya çıkıyordu. Fethi Acar, Demirel'le görüşmenin sonucunu şöyle açıklıyordu: “DYP heyeti Demirel'in yanından normal dayak yemiş gibi değil, ağızları burunları parçalanmışçasına 10 dakika bile içeride kalmadan dışarı çıkmışlardı.” Buna rağmen Başbakan Erbakan “Havada ikmal” olarak nitelediği dönüşümlü Başbakanlığı devreye sokmak için Çankaya'ya çıkıyor ve istifasını veriyordu. Sonrasını Fethi Acar, Çankaya'ya yakın birisinden naklediyordu. Tarih 19 Haziran 1997. Öğle saatleri, Demirel şunları anlatıyordu:

“Yahu evlat. Dün geceki gibi yakın tarihte bu kadar rahat uyku uyumamıştım. Erbakan Hoca geldi. Elinde kalın klasörlerle milletvekillerinin imzalı listeleri mevcut. Üstünde de ayrıca Hükümetin istifa dilekçesi var. 'Buyur otur' dedikten sonra üstteki istifa evrakını ayırıp zile bastım. Hemen kayıt altına aldırdım. Sohbete başlamadan önümdeki çekmeceyi açtım. Hani daha önce bildirdiğim milletvekili listesi var ya, işte onu önüne koyuverdim. Çok şaşıracağını tahmin ediyordum. O da belli ölçüde rahattı. Anladım ki iki çeşit imza veren milletvekillerinden haberdardı. Hükümeti kurma yetkisini Çiller'e vermemi istedi. Ben listeden yola çıkarak bu hükümetin güvenoyu alamayacağını dolayısıyla Çiller'e görev verilemeyeceğini anlattım.”

Sonra bilinenler yaşanıyor, DYP'nin içi boşaltılıyor ve Hükümet düşürülüyordu… Böylece Demirel'in ister “Askerin tehdidi” ile ister zaten kendisi de öyle istediği için başrolü üstlendiği 28 Şubat operasyonu büyük kıyımlarla devreye sokulmuş oluyordu. “Yüreğinde iman, dilinde Kur'an, işte geliyor Muhteşem Süleyman” sloganları tarihe karışıyordu. 28 Şubat kıyımlarına gerekçe üreten, “Başörtülülere Suudi Arabistan yolunu gösteren” bir hayat dosyası ile ömrünü tamamlıyordu.”[7]

Yani 28 Şubat'ta, Süleyman Demirel'i, güya yapıcı ve yatıştırıcı bir rol oynamış ve Erbakan'ı da kurtarmaya uğraşmış gibi göstermeye çalışan AKP'nin yandaş yalakaları ve yamuklaşmış kurmayları, maalesef yalan söylüyorlardı.

 

 


[1] 27.02.2017, internethaber

[2] 08.03.2017,Üç komutan ve referandum!, Arslan Bulut

[3] 04.03.2017, Bukalemun, Ergün Diler, Takvim

[4] 02.03.2017, Milletin İstiklalini tehlikeye atan kim, Arslan Bulut

[5] http://romanyahaber.com/2016/07/24/focus-dergisi-

[6] 28 Şubat 2017 – http://www.todaysanadolu.com

[7] 03.03.2017, Star

















BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi