SONSÖZ DÜŞÜNCE YOBAZLIĞI
Günümüzde “beyin tembelliği” ve “zihin uyuşukluğu” çok yaygın bir hastalık halini almıştır. Maalesef, halk kesimi “uydum kalabalığa” kolaycılığına kapılmakta, ilim ve fikir adamı geçinenlerin bir kısmı da, “bilgi hırsızlığına ve ucuz kahramanlığa” soyunmaktadır. Sağdan soldan aşırdıkları bazı bilgi kırıntıları, yavan yorumlarıyla ambalajlanıp, orijinal buluşlar gibi sunulmakta ve “farklılık fantezisi” ile yeni imajlar peşinde koşulmaktadır.
Hem dini hem siyasi sahada, güya “gerçekleri dile getiriyor: yanlışlık ve haksızlıkların üzerine gidiyor” görünenlerin pek çoğu da, sisteme ve yönetime karşı oluşan haklı tepkileri ve talepleri törpülemek ve halkın havasını indirmek için kiralanmış “Bel’amlar” durumundadır.
Bu nedenledir ki, genellikle yeni ve yeterli projeler ortaya koyulmamakta: Nadiren gündeme gelen ve gerçekten tutarlı ve yararlı öneriler ise, daha doğar doğmaz boğulmaya çalışılmaktadır.
Oysa bir düşünceyi veya öneriyi, topluma yararları ve zararları tartışılmadan…. Ve adil bir terazide, akıl ve ahlak ölçüleriyle tartılmadan, sadece kendi görüş açılarımıza ve ön yargılarımıza uyup uymadığına bakarak hemen karşı çıkmak, tam anlamıyla yobazlıktır. Özellikle şahsi çıkarlarımıza ters düşen düşünce sahiplerini karalamak için suçlamak ve dışlamak ise büyük bir haksızlıktır.
Ve unutmayalım ki, her haksızlık bir ahlaksızlığı da içinde barındırmaktadır.
Bağımsız düşünebilme yetenek ve cesaretini ve tarafsız değerlendirebilme adalet ve asaletini göstermeyenlerin yazar ve yorumculuğu ise, beyinleri bulandırmaktan başka işe yaramamaktadır.
Ve hele, kendi kendini eleştiremeyenlerin ve nefsine söz geçirmeyenlerin dürüstlük ve hoşgörü nutukları, şeytani bir kurnazlıktır.
Farklı ve aykırı kesimlerden gelen haklı teklifleri ve hayırlı temennileri tebrik edemeyenlerin, sevgi ve saygı üzerine konuştukları, sadece hokkabazlıktır…
Bir “yanlış ve yaramaz” düşünceyi, toplumun çoğunluğu “doğru ve yararlı” zannediyor diye, kınanmak ve hücuma uğramak endişesiyle, bu yanlış ve yaygın kabule uymak ve susmak da, en azından korkaklıktır.
Ve tabi, bizim “doğru” dediklerimiz de “HAK” ka dayanmalıdır ve halkın ihtiyacını karşılamalıdır. Çünkü “doğru”lar, eğer HAK’tan doğmuyorsa ve insanların bir konudaki ihtiyacını ve açlığını doyurmuyorsa, o canlı gerçek değil, süs bebek konumundadır.
Öyle ise, çağımızın sorunlarına karşı ürettiğimiz çarelerin kaynağı ilim ve adalet, muhatabı ise bütün beşeriyet olmalıdır. Doğruyu bulmak için “sünnet”ten (Nebevi yöntem ve öğretilerden) ve “icma-i ümmet” ten (ehil ve emin uzmanların bir konudaki ortak ve kesin kanaatinden) de yararlanmalıdır. Değişen dünyayı ve gelişen olayları doğru okumalı ve bunlara uygun tespit, teşhis ve tedaviler yapılmalıdır.
Ekonomik, siyasi, sosyal ve ahlaki çürümüşlük ve çöküntülere karşı önerdiğimiz reçeteler; müspet ilme, aklıselime, tarihi birikime, ahlaki temellere, hukuki prensiplere, çağdaş gereksinimlere ve dini değerlere uygun bulunmalı ve uygulanabilirlilik şartları taşımalıdır. Ve zaten İslamın da amacı, hayatı zorlaştırmak değil kolaylaştırmak, sorunları ağırlaştırmak değil onları aşmak, böylece disiplinli ve dengeli bir ortama ulaşmaktır.
Evet, “genel kabul” haline gelmiş, ruhsuz ve şuursuz bir “gelenek dinine” bağlı taklitçi tavırları… Ve yine tabulaştırılmış kişi ve ideolojilere körükörüne teslimiyetten doğan saplantıları ve önyargıları, hayatın vazgeçilmezleri sananları…
Veya, kendi çağının şartları, ihtiyaçları ve hayat standartları çerçevesinde verilmiş, ama bugün için önemini, özelliğini ve geçerliliğini yitirmiş bazı fetvaları, “Bunlar dinin kesin emridir ve İslamiyet’in gereğidir” diye savunanları uyarmak ve halkı uyandırmak zorundayız. Karşı çıkılmak ve dışlanmak pahasına da olsa, elbette doğruları ve günümüz sorunlarına uygun çözüm yollarını ortaya koyacağız ve bunun sıkıntılarına katlanacağız.
Çünkü “Hak” ayrı, “doğru” ayrıdır. Hak; asla değişip başkalaşmayan, her zaman ve her yerde gerekli ve geçerli olan “mutlak gerçekler”dir.
“Doğru” ise, şartlara ve durumlara göre münasip ve muvafık olan ve zamanla değişebilme özelliği taşıyan “Mukayyed değerler”dir. Örneğin Kur’ani hükümler HAK, ama bunlara dayanılarak yapılan içtihatlar DOĞRU’dur.
Hz. Peygamber SAV. Efendimize kadar, ihtiyaca binaen Nebiler ve Resuller gönderilerek “Şeriatların değişme ve gelişme dönemi” yaşanmıştır.
Efendimizden sonra ise, yeni bir peygamber ihtiyacı, bu sefer “içtihatların değişme ve gelişme dönemi”nin açılmasıyla karşılanmıştır.
Hiçbir zaman önemini ve özelliğini yitirmeyen ve değişime ihtiyaç göstermeyen iman, ibadet ve ahlaki kurallarda değil, ama mumamelat (ekonomik, hukuki, siyasi ve sosyal hayat) konularında, değişmeyen doğrularımızı esas alarak, değişen ve gelişen şartlara uygun, yeni ve yeterli programlar üretebilme… Ve her din ve düşünceden bütün insanlığa huzur ve hürriyet bahşedecek yeni model ve medeniyetler geliştirebilme ruhsatını ve fırsatını değerlendiremeyen Müslümanların, bugünkü zillet ve esaretten kurtulmaları imkânsızdır.
Bu konuda, herkese örnek bir saadet sistemi olarak gösterilmeye müsait bulunan “Adil Düzen” projelerini ve bunların hazırlanmasına büyük önem veren ve himmet gösteren Erbakan Hoca’nın gayretlerini takdirle anmamız gerekir. Bu hususlarda araştırma yapan, birçok İslam ülkelerini ve ilim merkezlerini dolaşan birisi olarak itiraf etmeliyim ki, Adil Düzen, hayatımızı ve insanlığı bir bütün halinde kucaklayan ve çağımızın sorunlarına ilmi çözümler sunan, sahasında görebildiğimiz tek modeldir. Böylesi ilmi ve yeni (orijinal) projelerin anlaşılması da, sahiplenip anlatılması da elbette kolay değildir.
Eksiklerinin ve belirsizliklerinin olduğu söylenebilir ve bu tabiidir. Çünkü ilahi değil, beşeridir. Ve beşeri olan her şey eskimeye, değişmeye ve düzeltilmeye ihtiyaç gösterir.
Zaten yeryüzündeki bütün sistemler beşeridir. Ne var ki kapitalist, sosyalist ve benzeri sistemler, sadece akla ve nefsi ihtiyaç ve amaçlara dayanan beşeri sistemlerdir. Ama mesela hanefi mezhebi ise, vahye ve akla dayanan yine beşeri bir projedir. Yani içtihatlar insanların eseridir. Ve elbette içtihatlar, fıtrat kanunlarına, insanların tabii ihtiyaçlarına ve çağın standartlarına uygunluğu nispetinde gerçekçi ve geçerlidir.
“İslamı anlamak ve yaşamak için Kuran yeterlidir. Sünnet ve mezhep gereksizdir” iddiaları ne denli yanlış ise, artık sorunlarımıza çare olmayan ve hatta hayatı zorlaştıran bazı fetvaları veya gelenek halini almış uygulamaları körü körüne sahiplenmek de o denli yanlış ve yersizdir. Bu konuda hem “yobaz”laşmamaya, hem de “yoz”laşmamaya dikkat etmelidir.
Türkiye’de Cumhuriyet dönemi ilahiyatçıları ve ilim adamları, ne İslam aleminde ve ne de Batı ülkelerinde, tercüme ve tetkik edilmeye değer bulunacak eserler ve orijinal projeler, maalesef üretememişlerdir. Bu durum hem hür düşünceyi ezen resmi ideolojinin, hem de taklitçi eğitim sisteminin tabii neticesidir.
(Müfessir Hamdi Yazır, Fakih Ömer Nasuhi Bilmen ve Bediüzzaman Said Nursi gibi zatlar, Osmanlı medreselerinin meyveleridir. Son zamanlarda her kesimde zevkle ve dikkatle okunan ve çeşitli dillere çevrildiği, yine farklı dinden ülkelerde satış rekorları kıran…. İnkarcı Darwinist felsefeyi ve materyalist düşünceyi temelinden yıkan… Kur’ani gerçeklere dayanarak yorumladığı imani ve ahlaki esaslarla insanlığa yeni ufuklar açan Harun Yahya serileri ise, ilahiyatçı veya klasik din hocası olarak bilinmeyen bir şahsiyetin himmet ve marifetleridir.)
Ama bu süreçte, örneğin çağdaş Pakistan uleması, özellikle “faizsiz bankacılık ve adil hükümet” sahasında….
Ezher (Mısır) uleması, “Hukuk ve Sosyal Adalet” hususunda….
Suriye uleması “sünnetin yeniden yorumu ışığında sistem ve siyaset” konusunda ilmi ve önemli araştırma ve hazırlıklar ortaya koymuşlardır.
Ancak bunlar:
a) Bulundukları ülkelerin mevcut siyasi, hukuki ve sosyal durumlarının, bu projelere ne denli müsait olduğu pek hesaba katılmadığından ve geçiş süreci için “ara formüller” hazırlanmadığından
b) Dünya düzenine hakim güçlerin, böylesine bağımsız ve milli girişimlere karşı başlatacağı hücum ve hileleri boşa çıkaracak tedbirleri bulunmadığından
c) Çağımızın ekonomik, siyasi ve ahlaki sorunlarının, hem nedenlerinin yeterince araştırılıp farkına varılmadığından… Hem de gerekli ve yeterli çözüm önerilerinin ortaya tam koyulamadığından…
d) Ve en önemlisi, birbirinden kopuk ve koordinesiz yapılmadığından,
Bütün bu ilmi çalışmalar, yeni bir sistem bütünlüğü ve natif bir model görüntüsü verememiş ve arayış içinde olan kesimlerin ilgisini çekememiştir. Hem zaten bu durum, birbirinden habersiz ve istişaresiz atölyelerde yapılacak çeşitli parçalardan, uyumlu bir motorun ve randımanlı bir makinenin yapılması gibi imkansız bir şeydir.
İşte sadece Adil Düzen, dünyanın ortak değerleri ve hedefleri haline gelmiş, demokratik ve Laik hukuk devleti esaslarını gözeterek, ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlaki konuları bir bütün halinde ele alan ve orijinal çözümler sunan, ciddi ve çağdaş bir projedir.
Sadece problemleri ve acı neticeleri sıralamak, ama bunların asıl nedenlerini ve çözüm önerilerini ortaya koymamak, toplumu oyalamaktır.
İlim ve fikir adamlarına düşen, sorunlarımızı önem ve öncelik sırasına göre ele almaktır. “Eteği ile başını örtmek”, yani başını kapatmak için bacaklarını açmak şaşkınlığından kurtulmalıdır.
Faizin ve rantiye sisteminin, ekonomik ve ahlaki tahribatını hiç gündemine almayanların… İçki, kumar ve fuhuş patlamasını ve bunların şeytani alt yapısını hazırlayanları gözden kaçıranların… Başörtüsünün yasaklanması, İmam-Hatiplerin ve Millet tarafından iktidara taşınmış partilerin kapatılması karşısında dilini yutanların… Sömürme ve sindirme üzerine kurulan zalim zihniyet ve hükümetlere alkış tutanların…
Kalkıp ta, ezanın makamı, cenazenin nizamı, zelzelenin zamanı, kıyametin dumanı ve Dabbetül Arz (Ahir zaman alameti sayılan yeryüzü hayvanı) ile uğraşmaları, en azından ayıptır ve kayıptır…