SN. ERDOĞANIN TAKTİK POLİTİKASI:
Dış merkezlere vereceği en tehlikeli tavizler öncesi;
İÇERİDE EN CESARETLİ(!) TEDBİRLER ALMASIYDI!
Hatırlayacaksınız;
NATO kılıflı Haçlı Ordularının, tamamen haksız ve dayanaksız bahanelerle; Filistin davasına destek çıkan, İsraile ve ABDye kafa tutan Kaddafiyi devirmek ve Libyanın petrol ve doğalgaz zenginliklerini sömürmek hedefiyle, kardeş İslam ülkesi LİBYAya saldırma girişimlerine Sn. Erdoğan en üst perdeden karşı çıkmış ve Bu ülkelerin ne işi var Libyada? diyerek net ve sert bir tavır takınmıştı
Ama maalesef, bir hafta sonra Haçlı gâvurların Libyaya saldırıp, bu ülkeyi bütünüyle tahrip ve talan etmelerinin ve 100 bin masum Müslümanı katletmelerinin suçuna; Sn. Erdoğan ortak olmaktan sakınmamış, istilacı ve yağmacı kâfirlere denizden donanma desteği sağlamış ve hatta İzmiri bu Siyonist ve emperyalist saldırının merkez üssü yapmıştı.
Aynı Erdoğan, 15 Temmuz FETÖ hıyanet kalkışmasının baş maşası Fetullah Güleni, Pensilvanyadaki özel korunaklı çiftlikte barındıran ABDye karşı; Ajanlık ve fesatlıkları saptanan Papaz Brunsonun, mutlaka yargılanıp cezasını doldurmadan asla serbest bırakılmayacağı yolunda oldukça sivri ve cesaretli beyanatlarda bulunmuşlardı.
Oysa, çok zaman geçmeden ve ABD Fetoyu geri vermeyeceğini belirtmesine rağmen, casus Rahip Brunson, Trumpın talebi üzerine çeşitli kılıflar uydurularak serbest bırakılıp Amerikaya yollanmıştı.
Ve yine, şu malum ve melun İstanbul Sözleşmesi diye anılan LGBTliler takımına (Eşcinsellere; Gay ve Lezbiyen sapkınlarına) resmiyet ve serbestiyet hakları tanınan Ama zahiren Kadına şiddeti önleme kılıfı sarılan değişim ve düzenlemelerle ilgili yoğun baskılar üzerine, Sn. Erdoğan çıkıp; Yahu Allah kanunu değil ya, olmazsa kaldırıp atarız! anlamında çok açık taahhütlerde bulunduğu halde, 2011de imzalanan; ailevi ve ahlâki yapımızı temelinden dinamitlemeyi amaçlayan bu lanetli sözleşme, 2014 yılında fiilen yürürlüğe alınıp resmiyet kazanmış ve 5 yıldır bütün ahlâksızlıklarını kusmalarına ve yaygınlaştırmalarına imkân ve fırsat sağlanmıştır.
Bunun gibi, Sn. Erdoğan Davosta Van münit! çıkışını yapmış, ama sonrasında zalim ve işgalci İsraille NORMALLEŞME anlaşması imzalamış, Siyonist çetenin bütün zorbalık ve barbarlıklarına rağmen bu anlaşmayı askıya alamamıştı. Hafızalar biraz zorlanırsa, bunlara daha onlarca örnek katma imkânı vardır.
Yani Sn. Erdoğan, geleceğimizi ve güvenliğimizi derinden tahrip edici, çok sinsi ve tehlikeli tavizleri vermesi öncesinde, hep böyle kahramanca beyanatlarda ve cesurca icraatlarda bulunmaktadır. PKK terör örgütünün siyasi ayağı olduğu için zaten 100 kere kapatılması gerektiği halde, bu yönde hiçbir adım atmadıkları HDPnin, 3 Belediye Başkanını görevden alma olayı da işte böyle ele alınmalı ve arkasından hangi tavizlerin verildiği ve verileceği araştırılmalıdır.
31 Mart Belediye seçiminde, HDPli adayların kazandığı üç büyük kentin (Mardin, Van ve Diyarbakırın) Belediye Başkanları, 19.08.2019 tarihinde görevden alınmış ve yerlerine devletin memurları kayyım olarak atanmıştı. Bu görevden alınmalar sonrası yapılan resmi açıklamalarda; seçilmiş Başkanların geçmişe ait dosyaları ve PKK ile irtibatları gerekçe sayılmıştı. İyi de, dosyaları var idiyse; Yüksek Seçim Kurulu (YSK), şimdi görevden alınan kişilerin adaylığını seçim öncesinde neden onaylamıştı? YSK tarafından aday olmalarında mahzur bulunmamış kişiler seçime sokulmuşlar ve vatandaşın oyuyla Belediye Başkanı yapılmışlarsa, devlet bunlara tuzak mı hazırlamıştı? Görev yapmaları, eski dosyaları yüzünden mahzurlu görülmekle, seçimde onları tercih etmiş vatandaşların oyları sokağa atılmış olmayacak mıydı? Demokrasinin tıkanmış olan kanalları böyle mi açılacaktı? Madem HDP, PKKnın açıkça siyasi kanadı gibi davranıyorsa niye kapatılmazdı? HDP Milletvekili olduğu dönemde NATO Parlamenter Asamblesinde (NATOPA) TBMMyi temsilen yolladığınız Bedia Özgökçe Ertanın, Vandaki Belediye Başkanlığı görevinden alınmasını, kendisini sizin sayenizde NATOPAdan tanıyan başka ülkelerden siyasilere nasıl anlatılacaktı?
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay; “Belediye imkânlarının eli kanlı terör örgütü lehine kullanıldığı, adli ve idari soruşturmalarla tespit edilmiş ve gereken yapılmıştır. Millet iradesi asla terörün vesayetine terk edilemez. Demokrasi mücadelemiz çerçevesinde, teröre destek veren Belediyelere müdahale kaçınılmazdır.” diye açıklama yapmıştı. Şimdi herkes “kayyım” konusunu tartışmaktaydı. Peki, iktidarın; “Fırat'ın doğusunda, Siyonist merkezlerin planladığı ve ABDnin dayattığı güvenli bölgeyi kabul etmesi” niye yeterince konuşulmazdı? Yoksa bu konu kapatılsın diye suni bir gündem mi oluşturmuşlardı? Herkes biliyor ki “güvenli bölge” ile ilgili öneri paketini Yahudi Lobileri ve İsrail destekli PKK/PYD hazırlamış, James Jeffrey üzerinden Ankara'ya dayatılmış ve sonunda bu paket üzerinde sözde mutabakata varılmıştı. İktidar, ABD'nin getirdiği PKK/PYD önerileri üzerinde biraz tartışma yaparak, 10 kilometrelik şeridi, 25 kilometreye çıkarmaya çalışmaktaydı ama böylece; Suriye'nin kuzeyinde yapılandırılan PKK/PYD devletçiğine dokunmamayı da kabul etmiş olmaktaydı.
Şimdi bu durumda, terör örgütü ile bağlantılı olan bir partinin üç Belediye Başkanını görevden almak, bu arada Irak'ın kuzeyine hava harekâtları yapmak ne işe yarayacaktı? diye soranlar haksız mıydı? Evet, bu haliyle; Barış koridoru kılıfı altında, aslında terör örgütünün Suriye uzantısının devlet kurmasına, dolaylı onay verilmiş olmaktaydı.
Görevden alınan Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, 2009 yılının Eylül ayında, Erbil'de yaptığı konuşmada: “Avrupa Birliği bir ortaklıktır. Neden Ortadoğu halkları arasında da bir birlik oluşmasın ve birbirlerini tanımasınlar. Dört parça Kürdistan'da Kürtler zorluk içindedir ve baskı görüyorlar. Bu baskılar kalkmalıdır ve bu baskılar da demokrasi ile kalkacaktır. Herkese kendini demokrasi ile ifade etme hakkı tanınmalıdır!” buyurmuşlardı. Yani bugün ABD ve İsrailin; Suriyenin güneyinde kurmaya çalıştığı, AKPnin de kabule yanaştığı PYD/PKK Kürt devletçiği fikrini, o zaman Ahmet Türk ortaya atmıştı. Ahmet Türk, aslında bu konuşmayla ilk olarak Abdullah Öcalan'ın seslendirdiği, ama teorisyeni Bernard Lewis olan ve “Orta Doğu Kimliği” temeli üzerinde, “Türk, Kürt, Arap Konfederasyonu” modelini savunmaktaydı. Ahmet Türk, şimdi görevden alınmıştı ama “Dört Parça Kürdistan” dediği parçalardan ikincisinde de devlet kurulmaya başlanmıştı. Üstelik o devletin kurulmasına, Suriye politikası ile hizmet eden ve şimdi de fiilen kabul eden AKP ve Erdoğan iktidarıydı.
Oysa, “Ahmet Türk ve Öcalan'ın emelleri de sınırlarını MOSSAD'ın çizdiği 'Büyük Kürdistan' hedefi ile aynıydı! Bu haritayı eski Amerikan Büyükelçisi Pearson, 'Erzurum'dan Bağdat'a uzanan bölge tek bir ekonomik bölge olacaktır' diye açıklamıştı. Barzani'nin internet sitesinde de haritaların altına, 'Bu bölge sadece ekonomik bir bölge olarak kalmayacak, tek bir siyasi bölge haline gelecektir. İşgalci Türk Ordusu, Kuzey Kürdistan'dan çekilecektir' yorumu yapılmıştı.”[1] Şimdi acaba Ahmet Türk'ü görevden alma kahramanlığı, yoksa Suriye Kürdistanının fiilen oluşturulmasına yönelik tepkileri törpüleme politikası mıydı?
Bu arada; HDP'li 3 Belediye Başkanının görevden alınmasının ardından, Ayhan Bilgen de ifadeye çağrılmıştı.
HDPli Diyarbakır, Van ve Mardin Büyükşehir Belediyelerine yönelik kayyım atamalarının ardından, Kars Belediye Başkanı hakkında da flaş bir gelişme yaşanmış, Ayhan Bilgen, Kars Cumhuriyet Başsavcılığı'nca avukatları aracılığıyla ifadeye çağrılmıştı. Ayhan Bilgen gelişmenin ardından Twitter'dan; Eğer Kars'a da kayyım atamayı düşünürlerse, yıllardır şehri soymalarına göz yumulan isimleri tavsiye ederim mesajını paylaşmıştı. Ayhan Bilgen'in hakkında silahlı örgüt kurmak ve yönetmek iddiasıyla yeni bir dosya hazırlığı konuşulmaktaydı. Bilgen, iddialara ilişkin şunları yazmıştı: “Eğer Kars'a da kayyım atamayı düşünürlerse yıllardır şehri soymalarına göz yumulan isimleri tavsiye ederim. Hem bir bürokrat alacaklılarla uğraşmamış olurdu, hem hırsızlar 900 personeli naylon ihalelerle falan meşgul etmeden cebini doğrudan doldururdu! Hakkımda, silahlı örgüt kurmak ve yönetmek iddiasıyla yeni bir dosya hazırlığını duyuyor, onlara da kısa çöp, uzun çöpten hakkını alacak mutlaka parçasını armağan ediyorum!” diye çıkışmıştı.
Evet, İçişleri Bakanlığının kamuoyuyla paylaştığı gerekçelerin tamamı, Belediye Başkanlarının PKK hedeflerine yönelik icraatlar içinde olduğunu kanıtlamaktaydı. PKK ile iltisaklı kişileri Belediyede önemli pozisyonlara atamak; şehit yakınlarını işten çıkartmak; Büyükşehir Bütçesini, HDPli olmayan ilçeleri dışarıda tutarak dağıtmak; yaralı PKKlıların tedavisini sağlamak; ölü teröristlerin cenazelerine katılmak; Hak-İş Sendikasına üye işçileri işten çıkarmak; sokak ve caddelere teröristlerin adını takmak; PKK marşı gibi ritüelleri Belediye rutini haline sokmak… Hiçbir demokratik hukuk devleti, mevzuatında suç olarak tanımlanmış terör ve terör örgütü propagandasına -seçilmişler yapıyor dahi olsa- müsamahalı davranamazdı. Evrensel hukuk açısından da bunun böyle olduğu tartışılamazdı. Kaldı ki Türkiye bu noktaya yeni taşınmamıştı. HDP Belediyelerinden, PKK terörüne verilen desteğin boyutları ve sonuçları ortadaydı. PKKnın 2014 yerel seçimleri sonrasında bölgede gerçekleştirdiği terör eylemlerinde, en büyük partneri ne yazık ki HDP ve DBP Belediyeleri olmuşlardı. PKK yüzlerce vatandaşımızı katlederken, Belediye araçlarını kullanmışlardı. Yola döşedikleri patlayıcıların üzerini, HDPli Belediyeler asfaltlamıştı! O bombalar onlarca evladımızı hayattan, yüzlercesinin kolu bacağını vücudundan koparmıştı! Evet, bütün bunlar maalesef yaşanmıştı. Ama Bu feci gerçek buz gibi ortadayken, kimse çıkıp da seçilmişin hakkından, demokratik saygıdan falan bahsetmesin. diye kükreyen yandaş yazarlara sormak lazımdı: İyi de AKP iktidarı ve bağımsız yargı, bu HDPyi niye kapatmazdı ve niye bu adamları seçime sokmuşlardı?
Bu arada; Seçilmişler görevden alındı, yerine kayyım atandı diye ezbere eleştirenler, seçilmiş Belediye Başkanlarının üstüne asıl kayyımı PKKnın atadığını bilmiyor olamazlardı. Mevzuatta yeri olmayan eş-başkan uygulamasının ne olduğu da açıktı. Diyarbakır Belediye Başkanı iken; Osman Baydemirin, Belediye işçisi bir KCKlı tarafından sorgulandığını da hatırlatmak lazımdı.[2] Doğrudur, Belediye Başkanlarının aldıkları oy nedeniyle eleştirenler de yanılmaktaydı. Çünkü o siyasiler oy oranları nedeniyle değil, o oyu ve makamın yetkisini terör örgütü lehine kullandıkları için görevden alınmışlardı. Tamam da hâlâ HDPnin kapatılmamasını, bu yönde Erdoğan iktidarının hiçbir ciddi adım atmamasını hangi kılıfa sokacaklardı?
HDPnin sözde Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, yaptığı basın açıklamasıyla önümüzdeki günlerde sokakları karıştırmaya niyetli olduklarını ortaya koymuşlardı.
HDP'lileri sokağa dökme ve isyana teşvik etme çağrısı!
Bütün Türkiye halklarını, bu ceberut anlayışa karşı her yerde bu mücadeleye katılmaları için sesleniyoruz. Hakkınızı savunun. Bu faşist saldırıya karşı her yerde yan yana gelin, omuz omuza verin. Biz güçlüyüz. Bu korkaklara karşı gücünüzü gösterin, hakkınızı savunun. Unutmayın; hepiniz birer Gandisiniz, nasıl ki Gandi tek başına üzerinde güneş batmayan imparatorluğun güneşini söndürdü, bizler de hep beraber bu faşist iktidar bloğunu durdurabiliriz.
Hayatı durdurun! kışkırtması!
Tencerenizle, tavanızla, ışıklarınızla ses çıkartın, gücünüzü gösterin, durdurun hayatı, bunlara selam vermeyin. Gücünüz sizsiniz. Bu gücü sokağa, siyasete taşıyın. Demokratik siyaset içinde, hukuktan gelen hakkınızı bu hukuk tanımazlara karşı her yerde gösterin. Her gün Belediyelerinize gidin. Amedde, o kayyım gidene kadar Belediyenize sahip çıkın. Vanda gidin, Mardinde gidin, İstanbulda gidin. Gidin iradenize sahip çıkın. Faşizmi yeneceğiz. Bu şiddete karşı ayakta durun ve asla vazgeçmeyin.
“Kayyımı süpürüp atacağız” küstahlığı!
Diyarbakır bizimdir, Türkiye bizim ortak vatanımızdır. İrademize de ortak vatanımıza da kentimize de Belediyemize de sahip çıkacağız. Bu kent cesaretlidir, bu kentin halkı cesaretlidir. Bu korkakları da bu kayyımı da bu rejimi de geçmişte olduğu gibi yine hep birlikte mutlaka ama mutlaka süpürüp atacağız.! Evet, işte bütün bu kışkırtmalar toplu isyan çağrısıydı.
Lütfen hatırlayalım!
Erdoğan AKPsi 31 Mart Belediye seçimlerinde küçük yerlerde kazanırken; başta Ankara, İstanbul, Adana, Antalya olmak üzere Büyükşehirlerin çoğunda yenilgiye uğramıştı. Ancak asıl korkuları elbette İstanbul'du, buradaki yenilgiyi kaldıramamışlar ve seçimin tekrarlanması kararını almışlardı. Araştırmacıları, danışmanları ve YSKdaki adamları bu kez seçimin kesinlikle kazanılacağı müjdesini veriyorlardı. Ama buna rağmen yine de önlem almak gerekiyordu. Bu nedenle devletin bütün gücü, Binali Yıldırım'ın arkasına yığılmıştı. Hatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne atanan kayyım, Ağustos ayının paralarını bile AKP adayının kampanyası için harcamıştı.
Saray kesin kazanacağına inandığı halde, yine de içinde bir kuşku kalmış olmalı ki; 21 Haziran günü -yani tekrarlattığı İstanbul seçiminden sadece iki gün önce- İmralı'da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çeken teröristbaşı Abdullah Öcalan'a bir elçi yollamış, APOnun himmetine sığınmıştı. Tunceli Munzur Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doçent Dr. Ali Kemal Özcan isimli bu elçi, terör örgütü liderinden aldığı mektubu taşımış ve Anadolu Ajansı aracılığı ile görüntülü biçimde kamuoyuna ulaştırmıştı. Terör liderine gönderilen elçinin açıkladığı mektupta; HDP'nin İstanbul seçimlerinde tarafsız kalması talimatı yer almaktaydı. HDP'nin tarafsız kalması; İstanbul'da 500 bini aşkın olan seçmenin seçime gitmemesi ve dolayısıyla muhalefetin adayının, AKP adayından hayli geride kalması anlamını taşımaktaydı. Terör örgütü liderinin bu mektubu, doğal olarak AKP'de çok büyük bir sevinç ve mutluluk yaratmıştı.
Aynı gece ekrana çıkan Erdoğan, mektubu bizzat okuyarak; (Apo) Yaptığı açıklamada, eğer siz beni destekliyorsanız, eğer benim arkamda olan bir partiyseniz, ben sizin ne oraya ne şuraya değil, siz kendi gücünüzü ortaya koymalısınız ve burada bunların herhangi birinden yana değil, kendi tarafsızlığınızı ortaya koymalısınız' gibi bir hava içinde diye yorumlamışlardı.
Böylece Erdoğan açıkça, Apo'nun; CHP'ye oy vermeyin dediğini cümle âleme duyurmuşlar ve bundan medet ummuşlardı.
AKP'nin bu sevincine, TRT de bir başka aranan teröristi ekranına çıkartarak katılmıştı. Aranan terörist Osman Öcalan, çıkarıldığı TRT Kürt'te, HDP'lileri CHP'ye oy vermemeye çağırarak; Kandil artık Kürtlerin temsilcisi değil. Kimse Kürtleri yedeğinde göremez buyurmuşlardı. Elbette bu açıklama aslında AKP'yi de kapsamaktaydı ama önemli olan HDP'lilerin seçime katılmamasıydı, bu sayede AKP seçimi kazanacağını ummaktaydı. AKP adeta zafer sevinci yaşarken, yandaş yalaka tetikçi takımı da boş durmamış, Apo'nun terörist olmakla birlikte Kürt'lerin sevdiği saydığı bir isim olduğunu hatırlatarak; Bu sayede Kürt seçmenler denge unsuru olacak diye analizlere başlamışlardı. Ekranları dolduranlar, tıpkı açılım denilen süreçteki gibi Öcalan güzellemeleri yapmışlar, ama beklenen olmamıştı. Peki, daha önce; Apo'nun fikri alınmalıdır, onun görüşleri saygındır diyenler bu son operasyonlarla ilgili de Apo'nun ne dediğini, niye hesaba katmamışlardı?
Acaba, bu sefer de İmralı'ya bir elçi gönderilerek, terör örgütü liderinden bir mektup talebinde bulunacaklar mıydı? Çünkü son günlerde ortalıkta; 1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle yeni bir barış süreci başlatılacak sözleri dolaştırılmaktaydı. Bunları söyleyenler Apo'dan Silahları bırakın, barış için adım atın mesajı getirileceğini söylüyorlardı. Tam bunun öncesinde yapılan HDP operasyonu ister istemez kafaları karıştırmıştı. Yoksa Apo'dan; silah bırakma mesajı yerine, Benim sözümü dinlemeyenlere ders verin mesajı mı alınmıştı?[3] soruları ve saptamaları üzerinde iktidar makamı ve yandaş takımı niye hiç durmazlardı?
Fıratın doğusunda, Yeni Kürdistanın doğuşu mu hazırlanmaktaydı?
Siyonist Yahudi Lobilerinin ve ABDli stratejistlerin hazırladığı BOP haritasında, Free Kurdistan yani, Bağımsız Kürdistan diye gösterilen bölgede, Afrin ve El Bab'ın yer almadığı anlaşılmıştı. Buna karşılık Kürdistan denilen bölgenin, Türkiye'nin de topraklarını kapsayacak şekilde ve Fırat'ın doğusunda yer aldığı açıktı. Bu haritada; Kürdistan'a deniz çıkışı, Karadeniz'den Hopa Limanı'na denk gelecek şekilde ayarlanmıştır. Bu durum; ABD'nin neden Afrin Harekâtı'na seyirci kaldığını ve neden Fırat'ın batısında yer alan Menbiç'i Türkiye ile pazarlık konusu yaptığını da açıklamaktadır. Şimdi Fıratın doğusunda oluşturulan PYD-PKK terör devletçiğini güvence altına alacağı sırıtan Barış Koridoru sadece halkımızı avutup oyalayan bir aldatmaca mıydı? soruları üzerinde yoğunlaşmak zamanıydı.
BOP haritası iyi incelenirse, ABD dayatması olarak PKK ile masaya oturulması ve açılım politikalarının başlatılmasının sebebi de anlaşılacaktır. PKK'nın BOP haritasında Kürdistan içinde gösterilen Doğu ve Güneydoğu illerinde hâkim olması için yığınak yapması, hendekler kazarak kurtarılmış şehirler oluşturması, bunları uygulayabilmesi için de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin elinin kolunun bağlanması lazımdı. Nitekim Güneydoğu'da terörle mücadele eden subaylar, içlerine sızmış FETÖ'cü kadronun da desteğiyle, Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davalarında kendisini savunamaz duruma sokulmuşlardı, bu olayların devamında ise Türkiye, terör örgütüne yönelik hiçbir operasyona izin verilmez konuma taşınmıştı. Operasyon yapanlar, Ergenekoncu diye suçlanmaktaydı. Açılım süreci, doğrudan, BOP haritasının hayata geçirilmesini sağlama amaçlıydı.
Suriye'de; Fırat'ın batısını Rusya'nın, doğusunu ABD'nin kontrol etmesi, iki taraf arasında çok önceden kararlaştırılmıştı.
TSK'nın Afrin harekâtından önce, 2018 yılı başında, Washington Enstitüsü için hazırlanan 'Suriye Savaşında Sekteryanizm' başlıklı, 70 harita ile bölgedeki etnik ve dinsel grupların dağılımlarının incelendiği bir raporda; Afrin, Kürtlerin çoğunlukta olduğu ama Türkiye sınırında Türkmenlerin de yaşadığı bir bölge olarak gösteriliyor ve yakın gelecekte “Türkmenistan” olarak adlandırılabileceği belirtiliyordu… Raporda yer alan 57 numaralı haritada, Suriye ve Irak'ın nasıl bölüneceği gösteriliyordu.
Afrin'deki harekâta, Türkiye'deki siyasi iktidarın güçlenerek yoluna devam edebilmesi için ses çıkarılmadığı, esasen ABD ve Rusya arasında bölgenin paylaşıldığı anlaşılıyordu. Türkiye'nin; Rusya'nın kontrolündeki Afrin bölgesinde harekât yapmasına yol verildiği, ancak Amerikan kontrolündeki bölgeye sokulmamasına karar verildiği ortaya çıkıyordu. Zaten, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, Tayyip Erdoğan ile yaptığı, resmi kayıt tutulmayan 3.5 saatlik görüşmeden sonra 'Suriye'nin kuzeyinde kim nereye egemen olacak, önümüzdeki süreçte bunlara karar vereceğiz' demekten de sakınmıyordu.[4]
Fehmi Koru yandaş yazarları niye uyarmıştı?
Kıdemli bir meslektaş, kendisinden daha kıdemli bir başka meslektaşa atfettiği bir benzetmeyi, bir ara sıkça hatırlatarak gazeteci-politikacı ilişkisi hakkında tarafları uyarmıştı. Benzetmesi şuydu: Gazeteci ile dostluk bir numara küçük ayakkabı giymek gibidir; arkadan vurur. Bu iki meslek (siyasetçi ve gazeteci), görev tanımları gereği, dostluğu kolay kaldırmazdı. Siyasetle ilgilenen, o alanda görevler üstlenmiş kişilerin her birinin dağarcığında, dost bildiği bir veya daha fazla gazeteci tarafından kendisine yaşatılan hayal kırıklıkları vardır.
Şimdi Dar ayakkabı iki tarafta da arkadan vurmaktaydı!
Her insan gibi gazetecilik mesleği mensuplarının da siyasi eğilimleri vardır, bu da yazılarına bir biçimde yansır. Kendi eğilimlerini temsil ettiğine inandığı partiyi veya kişileri diğerlerinden daha fazla kendisine yakın bulur gazeteci, bunu haberlerinden veya yazılarından anlarsınız. Çoğu kez politikacılar da kendilerine inanan, güvenen gazeteci ve yazarları hayal kırıklığına uğratır. Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olduğunda, siyasi hayata girmesine ve lider arayan Adalet Partisine Genel Başkan seçilmesine haberleri ve yazılarıyla vesile olmuş eski gazeteci dostu Cüneyt Arcayüreki, kendisiyle birlikte Çankaya Köşküne taşımıştı; basın müşaviri olarak Cüneyt Arcayürek, orada geçirdiği yıllarda bizzat tanığı olduğu olayları, sonradan çok sayıda kitabına malzeme yapmıştı. Bu kitaplar birbiri ardına raflarda yerini almaya başladığında, Demirel bir numara küçük ayakkabı giymiş olduğunun farkına varmıştı. Ancak Arcayürekin kitaplarına sinmiş havayı koklamasını bilenler, ikili ilişkide esas hayal kırıklığı yaşayanın yazarın kendisi olduğunu anlamışlardı. Çünkü siyasetçilerle bu ikili ilişkide kantarın topuzu her zaman gazetecinin aleyhine çalışırdı.
Günümüzde de görev tanımlarını, yakınlık duyduğu politikacıları övmek olarak belirlemiş geniş bir kitle var medyamızda. Politikacıların her sözünü, mutlaka sahip çıkılması gereken düz ve temiz bir çizgi olarak değerlendiriyor bu yazar ve yorumcular Hatta geçmişte yazdıkları ve yaptıklarıyla taban tabana zıt tavırlar sergileyebiliyorlar. Bir zamanlar politikaya soyunmuş liberalin en hası iki kişinin hemen yanı başında yer aldığını hatırladığım yazarlar, bugün tam tersi politikaları hararetle savunabiliyor Yukarıdaki paragrafı okuyunca Acaba beni mi kast etti? sorusunu soracak pek çok kişi çıkacaktır.
Hadi diyelim bazıları; fazla uzak olmayan geçmişte yazdıklarını, şimdi yazdıklarıyla yalanlayabiliyorlardı. Hatta, geçen hafta Ne iyi diye övdüğü bir politik çıkış, bu hafta politikacı tarafından atılan geri adımla boşa çıktığında, bu defa o geri adımı Aman ne iyi diye yere göğe koyamayanlara da sıkça rastlanmaktadır. Bugünkü gazeteciler bile, o tavrı sergileyen yazılarla dolup taşmaktadır. Ama unutmasınlar ki; Bir numara dar ayakkabı, her gün iki taraflı olarak arkadan vurmaktadır![5] sözleriyle, AKP iktidarı ve Erdoğan yandaşlarının yakında hayal kırıklığına uğrayıp, pişman olacaklarını hatırlatan Fehmi Koru, engin ve derin(!) tecrübelerini konuşturmaktaydı. Çünkü kendisi de bu hususta kalifiye bir elemandı. Şu farkla ki; o işbirlikçi iktidar piyonlarının değil, onların arkasındaki Siyonist sermaye baronlarının ayak takımıydı!
Suriyenin İdlib kentinde olumsuz gelişmeler yaşanmaktaydı. Han Şeyhun'u ele geçiren Esad güçleri, kritik M5 yolunun kontrolünü de almışlardı. Türkiye'nin Morek üssü boşaltılacak mıydı, hedef haline gelen askeri konvoyun durumu ne olacaktı? konuları tartışılmaktaydı.
Türkiyenin gözlem noktalarının bulunduğu İdlib'de çok sıcak ve can sıkıcı gelişmeler yaşanmaktaydı. Esad güçleri Han Şeyhun'u ele geçirmiş durumdaydı. Han Şeyhun kuzeyinden, İdlib'i Hama'ya bağlayan kritik M5 yolunu da kontrole almışlardı. Şimdi doğudaki Al-Tamanah'a ilerleme çabasındalardı. Yerel kaynaklar Sünni direnişin bölgeyi boşaltmaya başladığını aktarmışlardı.
Türk Üssü ablukaya alınmıştı!
Han Şeyhun'u ele geçiren Suriye askerlerinin, Morek'teki Türk gözlem noktasını kuşatma altına aldığı konuşulmaktaydı. Bölgeden gelen haberlere göre, Suriye ordusunca telsizle üsse İngilizce ve Türkçe olarak gözlem noktasını boşaltmaları çağrısı yapılmıştı. Rus Özel Kuvvetleri'nin de bölgede olduğu ve herhangi bir çatışma yaşanmaması için üs çevresine yerleştiği haberi alınmıştı. Türkiye'nin Morek (Morik) üssü ne olacaktı? Ankara ile Moskova arasında Morek üssü için pazarlıklar yapılmaktaydı. Güvenlik uzmanı Metin Gürcan, son durumu şöyle yorumlamıştı:
Şimdilik Morek üssü ile Esed uçaklarının hedefi olan konvoyda çekilme emaresi yoktu. Yerel kaynaklar Ankara ile Moskova arasında pazarlıkların sürdüğünü, Moskova'nın kendi korumasında Morek'i boşaltmamızı teklif ettiğini öne sürüyordu. Ankara ise Morek üssü ve konvoyun, diğer gözlem üslerine taşınmasını öneriyordu.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Heyet Tahrir el Şam Grubunun İdlib'deki saldırılarının sert bir biçimde bastırılacağını vurgulamış ve Türk tarafının bu konuda bilgilendirildiğini açıklamıştı!
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov bir basın toplantısında, Suriye'nin İdlib bölgesi yakınlarındaki gerilimin tırmanmasının suçlusunun, saldırı düzenleyen teröristler olduğunu hatırlatmıştı. Bu terörist dedikleri, Türkiye ile birlikte hareket eden gruplardı. Teröristlerin İdlib'deki gerilimi azaltma bölgesindeki saldırılarını, sert bir biçimde durdurmak hususunda kararlı olduklarını belirten Lavrov, “İdlib'de teröristleri ortadan kaldırma uygulaması devam edecek” vurgusunu yapmıştı. Türk askerlerinin İdlib'deki varlığının, teröristlerin saldırmasının önünü kesemediğini iddia eden Lavrov, Rus savunma yetkililerinin İdlib'deki duruma ilişkin olarak Türk meslektaşları ile her gün temas halinde olduklarını da aktarmıştı.
Rusya ile ilişkiler, İdlibde stres testinden geçiyordu!
Özetle; Türkiye ile Rusya arasında İdlibde karışık bir durum vardı. S-400lerin varışıyla birlikte, ilişkilerde muazzam bir yakınlaşma yaşandığı sanılırken, İdlibdeki gelişmelerin bu tabloyla çeliştiği açıktı. Rusya ile Türkiyenin, burada dolaylı bir şekilde karşı karşıya geldikleri bir durum yaşanmaktaydı. Evet, İdlibde hareket halindeki Türk Silahlı Kuvvetleri konvoyuna düzenlenen hava saldırısıyla, bu ilişkiler farklı bir boyuta taşınmıştı.
Esad rejiminin, 2019 Mayıs ayında Rusyanın açık desteğiyle; İdlibdeki radikal gruplara dönük sistematik bir askeri harekâta başlamasından bu yana, Türkiyenin bu bölgedeki askeri üsleri birçok saldırıya hedef yapılmıştı. Ancak önceki saldırılar, sadece topçu ateşi şeklinde olmuşlardı. Örneğin, 27 Haziran 2019 tarihindeki saldırıda, İdlibin güney kırsalında Zaviyede bulunan 10 numaralı gözlem noktası Suriye ordusunun topçu ateşiyle vurulmuş, bu saldırıda bir askerimiz şehit olurken, üç askerimiz de yaralanmıştı.
Esad rejiminin bu hareketleri, Türk-Rus ilişkilerini her seferinde bir stres testine sokuyordu. Çünkü her olaydan sonra Türkiye, Rusyadan müttefiki Suriyeyi sahada dizginlemesini talep ediyor, ancak bu girişimler sahadaki davranışları değiştirmiyordu. İstediği takdirde rejimi kolaylıkla etkileyebilecek bir nüfuza sahip olan Moskovanın, bunu yapmak yerine Şamın elini serbest bıraktığı anlaşılıyordu. Bu durum Ankarada -S-400lerin yarattığı sıcak iklimin gölgesi altında- açıkça dışa vurulmayan bir güven sorununa kaynaklık ediyordu. Bu sorunun bir benzeri, İdlib saldırısıyla sahada çok tehlikeli bir eşikte tekrarlanmış bulunuyordu. Türk askeri konvoyunun Rusyaya önceden bilgi verildiği halde vurulmuş olması, durumu her bakımdan ciddi kılıyordu. Milli Savunma Bakanlığının 19.08.2019 günkü açıklamasının, olayın sorumluluğunu Rusyaya atfeden bir dille yazılmış olması dikkat çekiyordu. diyen Sedat Ergin önemli tespitlerde bulunuyordu:
Aslında buradaki güven bunalımını, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında, 17 Eylül 2018 tarihinde imzalanan Soçi Mutabakatının fiilen devre dışı kalmasının bir sonucu olarak görmemiz doğru olurdu. Bu mutabakatın birinci maddesine göre, Türkiyenin gözlem noktaları, tahkim edilerek faaliyetlerine devam edecektir deniyordu. Oysa bu gözlem noktaları bugün saldırı altında bulunuyordu. Mutabakatın ikinci maddesine göre Rusya; İdlibde, askeri operasyonlar ve saldırılardan kaçınılmasını sağlamak üzere gerekli bütün önlemleri alacaktır deniyordu. Bu maddede İdlibde mevcut statükonun korunacağı da belirtiliyordu. Aynı mutabakatın üçüncü maddesinde: İdlibde 15-20 kilometrelik bir silahsızlandırılmış bölge de oluşturulacağı vurgulanıyordu. Beşinci ve altıncı maddeler, Bütün radikal grupların ve aynı zamanda tank ve topların (2018 Ekim ayı içinde) bu bölgeden çıkartılmasını öngörüyordu.
Uygulamada Rusyanın; Suriye ordusunun Mayıs ayında başlayan askeri harekâtına destek çıkması, Rus hava kuvvetlerinin fiilen savaşa katılması, mutabakatın ikinci maddesinin uygulanmadığını açık bir şekilde gösteriyordu. Buna karşılık, Rus tarafı da radikal grupların silahsızlandırma bölgesinden çıkmadığını, örneğin Hmeymimdeki Rus üssüne saldırıların arttığını belirterek, mutabakatın uygulamasıyla ilgili kendi açısından şikâyette bulunuyordu. Bu şekilde süren karşılıklı eleştiriler içinde, Rusya ağırlığını İdlibin rejimin eline geçmesi yönünde, yani statükonun değişmesi yönünde koymuştu. Bunun ardından, Türkiyenin desteklediği Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) bağlı gruplar da Mayıs ayından sonra İdlibde daha fark edilir bir şekilde sahneye çıkıyordu. Bu değişiklik, Ankaranın da İdlibde statükonun değişmesini kabullenmeyeceği mesajını taşıyordu.
İşte bir süredir birikmekte olan bu gerilim, Esad rejiminin İdlibin güneyindeki Han Şeyhunu ele geçirme menziline girmesi ile kritik bir aşamaya evriliyordu. Kritikti, çünkü Han Şeyhunun yaklaşık 10 kilometre güneyindeki Morikte TSKnın 9 numaralı askeri gözlem noktası bulunuyordu. Han Şeyhunun rejimin eline geçmesi, bu gözlem noktasının dört bir taraftan rejim güçlerince çevrelenmesine ve Türkiye ile karayolu bağlantısının kesilmesine yol açıyordu. Bu gözlem noktaları, Rusya ile Astana sürecinde varılan bir mutabakat çerçevesinde kurulduğu için, bunların varlığını sürdürmesi, Rusyanın taahhüdü altında sayılıyordu. Nitekim sınırın karşı tarafında, Rusyanın da gözlem noktaları bulunuyordu. Bu saldırıların kontrol altına alınamadığı ve İdlibde rahatsız edici sonuçlar yaşandığı takdirde, gelişmelerin seyrinin Rusya ile Türkiye arasındaki yakınlaşma sürecini gölgelemesi kaçınılmaz görülüyordu.[6]
Ertuğrul Özkökün kafa karışıklığı!?
Bayramda kendisiyle yapılmış bir mülakata göre, Doğu Perinçek Esaddan davet almış, Şama gidiyormuş Perinçek: Türkiyenin dostları artık NATO değil, Rusya, İran ve Çin diyormuş… Ama gazeteci şu soruyu sormamış: Peki bu üçlünün bugün Ortadoğuda arkasında durduğu lider kim? Beşar Esad değil mi?.. Yani Perinçekin yaptığı tarife göre; Esad, artık Esed değil ve Türkiyenin de dostuymuş…
Perinçek: Türkiye Şam yönetimiyle görüşüyor mu? sorusuna; Evet diyormuş. Peki bunu nereden öğrenmiş? Hem Tahran hem Suriye yönetiminden hem de Türkiye hükûmet çevrelerinden aldığını söylüyormuş… Peki, kimmiş bu hükûmet çevreleri? Sorulduğunda: Sayın Tayyip Erdoğan diye yanıtlıyormuş… Yani bizzat Cumhurbaşkanından öğrendiğini söylüyormuş… İşte böyle; Amerikadan kurtulalım, bu sefer Rusyaya sığınalım diyen zavallıların elinde iktidar bocalayıp duruyordu.
Bu konuda yetkinport.comda önemli saptamalar yapılmıştı:
Suriyede ABD ile Rusya arasında mı kalmıştık?
ABD ile Müşterek Görev Gücünün hemen faaliyete başlayacağını ilan eden Milli Savunma Bakanlığı, 22 Ağustosta ABD Milli Savunma Bakanı Mark Esper ile bir telefon görüşmesi yaptığını açıklamıştı. Bu duyuruya göre iki Bakan, aynı haftanın bitimine bir gün kala Güvenli bölgenin zaman kaybetmeksizin oluşturulması ve askeri heyetlerin Ankarada en kısa zamanda yeniden buluşması konusunda mutabık kalmışlardı.
Siz bu açıklamadan ne anlıyorsunuz? Benim anladığım, Güvenli Bölge için Müşterek Görev Gücünün henüz faaliyete geçmemiş olduğu ve Savunma Bakanımızın da yeniden Amerikalı muhatabını elini çabuk tutması, yoksa Türk Ordusunun Suriyeye gireceğini kim bilir kaçıncı defa hatırlatmış olmasıydı!.. Bu duyurunun; 21 Ağustosta Suriyede PKKya karşı Güvenli Bölge ve PKK irtibatları iddiasıyla, 3 HDPli Belediye Başkanının görevden alınmasının, en önemli iki gündem maddesi olduğu, Bakanlar Kurulu toplantısı ardından yapıldığını da kaydetmek lazımdı; Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Akara; Amerikalılar neden oyalıyor? mealinde bir soru sormuşlar mıydı?
Ardından Hükûmet, Müşterek Görev Gücünün Türk Komutanlığına, Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Ahmet Çorbacının getirildiğini de açıklamıştı. Gücün, Amerikalı eş-komutanının kim olacağı henüz bilinmiyordu, ama 22 Ağustos günü ilerleyen saatlerde, ABDden bir başka haber ulaşmıştı: Donald Trump yönetiminin Türkiyeye yaptığı Patriot füzesi satma teklifinin, Rus S-400 füzelerinin teslimatının başlaması gerekçesiyle resmen geri çekildiği açıklanmıştı.
Oysa Türkiyenin NATO müttefiki ABD ile Fıratın doğusunda iş birliği adımları atmaya başlamasından hemen sonra, Fıratın batısında Rusya ile Suriye sahasındaki iş birliği gözle görülür darbeler almaya başlamıştı. Örneğin 19 Ağustos sabahı saat 05.30 sularında bir Rus Su-22 savaş uçağı, İdlib civarında seyir halindeki bir Türk askeri konvoyu içinde seyahat eden bir sivil aracı vurmuşlardı. O kadar hassasiyetle vurmuştu ki, sivil aracın önündeki ve arkasındaki Türk askeri araçlarında açıklanan bir hasar, ya da kayıp olmadığını duyurmuşlardı. Ama Milli Savunma Bakanlığı araçtaki üç sivilin öldüğünü açıklamıştı.
Doğrusu bu duyuru, ileride Türkiyenin başına iş açabilecek türdendi. Çünkü o üç sivilin Feylak el-Şam Örgütü militanları olduğu vurgulanmış ve yalanlanmıştı. Feylak el-Şam, Suriyedeki Müslüman Kardeşlerin silahlı kolu olarak bilinen bir örgüt konumundaydı. PKKyı terörist örgüt listesine almayan Rus hükûmetine göreyse, Müslüman Kardeşler terörist örgüt sayılmaktaydı; Feylak el-Şam da Müslüman Kardeşlerin YPGsi gibi görülüyordu. Türkiyenin protestolarına Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrovun cevabı, teröristleri vurmaya ve bu konuda Suriye hükûmetiyle iş birliği yapmaya devam edecekleri şeklinde oldu. Hem Lavrov, hem diğer Rus yetkililer neredeyse her iki günde bir, Türkiyeye yönelik olarak; Astana Sürecindeki sözlere bağlı kalmanın öneminden söz eden duyurular yapıyordu. Yani, Ruslar; Türkiyeyi sözünde durmayıp teröristlere yardımcı olmakla suçluyordu.
Ama bu arada; Türkiyenin Astana Süreci çerçevesinde, Rusya ve İran ile iş birliği içinde İdlib civarında konuşlandırdığı 12 ateşkes gözlem noktası, Suriye rejimi (ve dolayısıyla Rusya) destekli milis güçlerinin saldırısına uğruyordu; özellikle 9 numaralı gözlem noktası hedef alınıyordu. Aslında Nihat Ali Özcan ve Metin Gürcan gibi asker kökenli yorumcular, aylardır Türk askerinin orada herhangi bir hava gücü koruması da olmadan Rusya ve Suriyenin insafına bırakılmış olduğunu, daha kötü haberler, şehit haberleri gelmemesi için geri çekilmelerinin doğru olacağını yazıyordu. 22 Ağustosta, yani Milli Savunma Bakanlığının, ABDye Güvenli Bölgenin artık zaman geçirilmeden oluşturulması çağrısı yapıldığı ve ABDnin de Patriot teklifini geri çektiği gün, Suriye hükûmet güçleri, İdlib yakınlarında Müslüman Kardeşler ağırlıklı muhalif güçlerin elinde olan Han Şeyhun kasabasının tamamen geri alındığını duyurmuştu.
Bu gelişmeler şu soruları doğurmuştu: Suriye hükûmet güçleri (bir Suriye şehri olan) İdlibi de geri almak için hamle yaparsa, Türkiye nasıl davranacaktı? Suriyenin İdlibi geri almaması için Suriye topraklarına mı dalacaktı? Türk konvoyu içindeki aracı vurmaktan çekinmeyen, S-400 ortağımız Rusyaya rağmen mi bunlar yapılacaktı? Sırf oradaki Esat karşıtı güçleri ayakta tutmak için Tük askeri tehlikeye mi atılacaktı? Gözlem noktaları her ne pahasına olursa olsun orada tutulacak mıydı? Ve Suriye ordusu İdlibi geri alırsa, bir kısmı zaten Halepin boşaltılmasıyla İdlibe geçen, aralarında sadece Müslüman Kardeşler değil, Halepten gelen El Kaide ve IŞİDçilerin de bulunduğu yazılıp çizilen terörizme bulaşmış Selefiler ne olacaktı, yoksa Türkiyeye mi taşınacaklardı? soruları hâlâ yanıtsızdı.
Türkiye 2011den bu yana içine daldığı Suriye iç savaşında, giderek daha fazla ABD ile Rusya arasında kalıyordu ve gelişmeler giderek daha kötü haberleri işaret ediyordu. Türkiye bu siyasetten zarar görüyordu. Zararın neresinden dönülse kârdır. Bu yanlıştan bir an önce dönülmesi gerekiyordu[7] şeklindeki yorumları ve uyarıları dikkate almayan iktidarı ve Sn. Erdoğanı hangi akıbetler bekliyordu?
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
[1] Bak: (https://www.yenicaggazetesi.com.tr/iktidar-ahmet-turku-neden-gorevden-aldi-52998yy.htm)
[2] (https://www.star.com.tr/yazar/hdp-belediyelerine-pkk-kayyim-atayinca-niye-sustunuz-yazi-1475154)
[3] (https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/can-atakli/bu-sefer-apo-ne-diyor-sorusu-akillara-gelmedi-mi-5291638)
[4] (https://www.yenicaggazetesi.com.tr/firatin-dogusunda-gercekte-ne-oluyor-52972yy.htm – Arslan Bulut)
[5] (https://fehmikoru.com/dun-dundur-der-politikaci-ayni-sozu-kalemler-de-soylemeye-basladiysa)
[6] (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/rusya-ile-iliskiler-idlibde-stres-testinde)
[7] (https://yetkinreport.com/2019/08/23/suriyede-abd-ile-rusya-arasinda-kaldik)