SİVAS KONGRESİNDE MANDA TARTIŞMASI
86 yıl evvel 4 Eylül 1919 Perşembe günü açılıp, 11
Eylül günü çalışmalarını tamamlayan Sivas Kongresinde en çetin münakaşa
manda mevzuunda olmuştur.
Nedir manda?..
Manda, sözlükte: Birini kendi adına davranmak üzere
vekil tayin etme hareketi, geri kalmış ülkeleri çekip çevirme sistemi olarak
izah edilmekte; mandater hakkında ise: Manda idaresi altında olan ülkeye
bakan devlet denilmektedir.
Moskofun Hasta Adam dediği Osmanlı devletinin
mirasının paylaşılmaya başlandığı günlerde, bir kısım vatan evlâdı yer yer
toplanıp yurdu düşmandan kurtarma çarelerini ararken; bazı kimseler de manda
peşine düşmüş, kurtuluşu şu veya bu devletin o günlerdeki yaygın tâbiriyle
muzaheretini/yardımını teminde bulmuşlardır. Bunlar İngiliz, Amerikan ve
hattâ Fransız mandası peşinde idiler. Ancak mücadele, İngiliz ve Amerikan
taraftarları arasında idi. Kurdukları İngiliz Muhibleri/Dostları Cemiyeti ile
kurtuluşu, İngiltere kucağına atılmakta arayanlar olduğu gibi, Amerikan
mandasının faydalarını sayıp dökenler de az değildi. Bunların sözcüsü
durumundaki Kara Vâsıf Beyin bu mevzuda Mustafa Kemal Paşaya yazdığı çok
gizli mektupta adı geçen Amerikan mandası taraftarlarından bâzıları şunlardır:
Ahmed Rıza Bey (Meclis-i Mebûsan eski başkanı), Ahmed İzzed Paşa (eski
sadrâzam/başbakan), Cevad (Çobanlı) Paşa, İsmet (İnönü) Paşa, Halide Edip
(Adıvar), Topçu Feriki/Korgeneral Rıza Paşa, Çürüksulu Mahmud Paşa (eski
Bahriye Nâzırı/Bakanı), Cami (Baykurt) sonraları ilk Mecliste İçişleri Bakanı,
Ahmed Emin (Yalman), Kara Vâsıf Bey (eski ittihatçılardan-Kurmay Albay), Göz
hekimi Esad (Işık) Paşa, Hariciyecilerden Reşad Hikmet ve Reşad Sadi Beyler,
İsmail Hami (Danışmend), İsmail Fazıl Paşa, (Ali Fuad Cebesoyun babası), Bekir
Sami Bey (sonraları Hariciye/Dışişleri Bakanı)… Bu kimselerden bâzıları
Vahdet-i Milliye Grubu ve Türk Wilsoncular Birliği gibi teşekküllerde
toplanıp faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
Kongredeki Münakaşa
Mandacıların Sivas Kongresindeki ilk faaliyetleri
kongre başkanı seçimi üzerinde olmuş. İsmail Fazıl Paşanın başını çektiği bir
grup delege, Mustafa Kemalin kongre başkanlığını önlemeye çalışmışlardır.
Kongrede mandacıların faaliyeti 8 Eylül günü Kara
Vâsıf Beyin manda lehinde yaptığı konuşma ile başlamış, mandayı kabulden başka
çare olmadığını iddia eden Kara Vâsıf Beyin sözü: İstanbuldan bize mandayı
mı hediye getirdiniz müdahalesiyle kesilmiş, daha sonra konuşan İsmail Hami
(Danışmend) de mandayı müdafaa etmiş, Şarkışla delegesi Macid Bey ise bir
teklif ortaya atmış, asıl meseleyi şöyle anlatmıştır:
Asıl mesele şu: Biz Türkler bundan sonra yalnız
başımıza yaşamayacak mıyız, mutlaka bir devletin mandasına mı muhtacız?. Eğer
muhtaç isek, bu mandayı ne şekilde anlayacağız, mandaterle ne esaslar üzerinde
görüşeceğiz, mandater kim olacak, önce bunları konuşalım.
Bu sırada Mustafa Kemal Paşa söz alarak mandacıların
teklifinin bir komisyona havalesini istemiş, ortada iki mevzu bulunduğundan
bahisle:
-Birincisi, devletin iç ve dış istiklâlinden
vazgeçilmesi, ikincisi devlet ve milletin dış dünyanın ısrarlı zorlamalarına
karşı bir yardım ihtiyacında bulunup bulunmamasıdır. Asıl tereddüt uyandıran
nokta budur. Bunları önceden ve derince düşünmek için meseleyi bir komisyona
verelim diye teklifte bulunmuş, komisyondan gelecek raporu müzakere edelim.
Çünkü iç ve dış istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz demiştir.
Bu teklife Bekir Sami Bey itirazla: Üzerimize
aldığımız vazife o kadar ağırdır ki, yok yere vakit geçirmeyelim, beyhude
tartışmaya mahal yok. Boş geçirecek dakikamız bile yok. Teklifi hemen müzakere
ile çabucak bir karar alalım şeklinde fikir beyan etmiştir.
İsmail Fazıl Paşa da bu teklife katılarak: Hemen
karar verelim, teklifi komisyona havale ile vakit geçirmeyelim, mandayı mı,
istiklâli mi?. Mesele budur. Ben Bekir Sami Beyin fikrine katılıyorum. Hemen
müzakereye geçelim. Böyle önemli bir meselenin komisyona gitmesi ve sonra yine
burada görüşülmesinin işi uzatacağını söylemiştir..
İsmail Hami Bey ise: İsmail Fazıl Paşa hazretleri
ile Bekir Sami Beyefendinin mütalâa ve fikirlerine katılıyorum, her halde bir
muzaherete muhtacız. Bunun en basit delili, gelirimizin ancak borcumuzun
faizini karşılayabilmesidir demiş, bu konuşmayı Karahisar delegesi Şükrü Bey:
-Memlekette ne fen, ne sanat, ne de para var,
binaenaleyh bir yardıma olan ihtiyacımız apaçık meydanda, Arkadaşlarla bu
yardımı sağlayacak devletin hangisi olması lazım geldiğini münakaşa ettik.
İngiltereyi kabul edecek olursak arabamızı sürükler. Fransa, maliye itibariyle
müsait vaziyette değil, kendisi muhtac-ı himmet… İtalyanın, Anadoludaki
ihtirasatı manidir, dedik ve en muvafık devlet olarak, Doğuda istilâ
politikası düşünmeyen, Amerikayı uygun bulduk diyerek desteklemiştir.
Gayemiz Tam İstiklâldir
Erzurum Kongresinin mühim siması Hoca Raif (Dinç)
Efendi bu arada söz alarak: Bizim hedefimiz ve gayemiz, tam istiklâldir, yoksa
şu veya bu devletin himayesi altına girmek gibi istiklâl bozucu olan ve manda
denilen ve bazıları tarafından ismi değiştirilerek muzaheret adı verilen, her
ne olursa olsun, istiklâlimize dokunan şeylerden yana değildir diyerek
mandacılara muhalefet etmişse de, Hoca Raif Efendinin bu kati ifadesini yine
manda taraftarlarının konuşması takip etmiş, söz alan İsmail Fazıl Paşa
mandanın istiklâle mâni olmadığını iddia etmiş, Bekir Sami Bey Kırım savaşından
bahisle Paris Konferansını ele alıp, mandanın bu Konferans şartlarından daha
zararsız olduğunu öne sürmüş, İsmail Hami Bey, Hoca Raif Efendiye cevap
vererek bu zatın katı ifadesini çürütmeye çalışmış, daha sonra Refet Bey
kürsüye gelerek şöyle konuşmuştur:
-Mandanın istiklâli bozmayacağı muhakkak iken,
arkadaşlarımızdan bazıları müstakil mi kalacağız, yoksa mandayı mı kabul
edeceğiz, tarzında mütelâalar ileri sürüyorlar. Şu halde her şeyden önce
mandanın ne olduğu anlaşılmalıdır. Bundan önce fikirleri gıcıklayan bu tabirin
ne surette telâkki edildiğini anlamak lâzımdır. İsmail Fazıl Paşa hazretleri, istiklâli
muhafaza şartıyla manda diyorlar. Hami Bey tarafından yazılan muhtırada ise,
mandanın tarifine ayrı bir görüş var. Bu muhtıraya göre, işin muhakemesi için
önce bu noktayı aramak istiyorum. Bu muhtıra müzakereye kondu mu, konmadı mı?
Manda ile istiklâl birbirine mâni şeyler değildir.
Şu kadar ki, kuvvetli olmak lâzımdır. Kuvvetli olmazsak o zaman manda altında
eziliriz, o takdirde manda istiklâli ilhâl eder. Biz iç ve dışta tam istiklâl
istiyoruz. Bunu kendi kendimize yapabilecek miyiz? Ve bizi kendi başımıza
bırakacaklar mı?
Amerikan kefilliğini kabul mecburiyetindeyiz. Bu
asırda beş yüz milyon lira borcu, harap bir memleketi, pek münbit olmayan bir
toprağı, on-onbeş milyon lira geliri olan bir kavim için dış muzaheret olmadan
yaşamak imkânı olmaz. Böyle bir dış yardım ile ilerlemezsek gelecekte
ihtimaldir ki, taarruza karşı kendimizi savunamayız. Bu sözlerim yapacağınız
görüşmelere bir başlangıç olursa sevinirim.
Ancak, bu konuşma yeni bir görüşmeye başlangıç
olmamış, lehte aleyhte yapılan birkaç kısa konuşmadan sonra mesele kapanmış,
manda peşinde koşanlar Sivas Kongresinden netice alamamışlardır.[1]
Böylece Mustafa Kemal, siyasi dirayetiyle bir tehyi
daha atlatmış, İsmet İnönü, Halide Edip ve Ahmet Emin Yalman gibilerin
fesatlığına fırsat tanımamıştır.
Avrupanın Hasta Adamı, AB Kapısında (ölüyor mu,
diriliyor mu?)
Avrupa Birliği-Türkiye müzakereleri bir tür hile-i
şeriyye ile (saatler durdurularak ve en batıdaki Londra saati esas alınarak) 3
Ekim 2005 tarihinde başlatılmış oldu. Hayırlı olsun. Lakin şunu bilelim ki,
kopartılan yaygaraya rağmen bu bizim Avrupaya ne ilk gidişimiz, ne de ilk
Avrupalı oluşumuz. Orhan Gazinin kardeşi Süleyman Paşanın 1354te Çanakkale
Boğazında Çimpe Kalesini ele geçirdiğinden beri fiilen Avrupada değil miydik
zaten?
5 Ekim tarihli gazeteler ise Süleyman Demirelin bir
üniversitenin açılış töreninde yaptığı konuşmayı yazıyordu. Demirel
konuşmasında, Bugün Balkanlar da, Baltıklar da, Doğu ve Orta Avrupa da ABye
üye olma istikametini tutmuşlar ve başarılı olmuşlardır. Onlara şöyle
bakılıyor: Bunlar Avrupanın yeğenleridir. Balkanlara gelindiğinde, Balkanlar
kuzendir. Türkiyeye geldiğiniz zaman Türkiye yetimdir, yetim… Fakat dün
akşam bu yetim Avrupa sofrasına oturdu demiş ve ardından şunları eklemiş: Dün
Hasta Adam dedikleri Türkiye, aradan şu kadar sene geçtikten sonra, 2005
yılında o sofraya eşit şartlarda oturmuştur.
Acaba öyle mi olmuştur?
Hasta adam yakıştırması ne kadar doğru?
Ecdadının hasta, hatta ölü olduğunu kabul eden,
Türkiyenin içerisine yuvarlandığı yetimlik psikolojisini canhıraşane bir
netlikte dile getiren ve bunu adeta iftihar edilecek bir marifetmiş gibi bangır
bangır bağıran bir milletin çocukları nasıl sağlıklı bir ruh yapısına sahip
olabilirler? Anlamıyorum. Nitekim olamıyoruz da. İşte ABye giriş sürecinde sık
sık sergilenen, eziklik duygusu ile kabadayılık forsu arasındaki tekinsiz
gidiş-gelişlerimizin temelinde bu hastalıklı ruh hali yatıyor. Bir başka deyişle,
hasta olanlar, dedelerimiz değildi. Beyinlerimiz ve ruhlarımız hastalandı.
Görmek istemesek de, asıl problem burada. Hasta Adam metaforu, sallantılı ruh
halimizi ele veren son derece manidar bir ipucu uzatıyor elimize.
Dilimize doladığımız Avrupanın Hasta Adamı (Sick
Man of Europe) sözü, Osmanlı-İslam düşmanlığıyla maruf Rus Çarı I. Nikolanın
ağzından çıkmıştır. Tarih, 9 Ocak 1853 akşamı. Yer, St. Petersburg, Düşes Elena
Pavlovna Sarayı. Gayrı resmi bir kabul esnasında İngiliz Elçisi Sir Hamilton
Seymouru bir kenara çeken I. Nikola, Türkiye hasta bir adamdır. Osmanlı
İmparatorluğunun çökmesi ihtimali karşısında İngiltere ve Rusyanın vakit
varken anlaşmaları gerekir şeklindeki görüşünü dile getirmiş; açıkça
İngiltereye, Osmanlının paylaşılacağı sofrada ittifak teklif etmişti. Hatta
daha da ileri giderek, gerekirse geçici olarak bir hâmi sıfatıyla İstanbulu
işgal edebileceğini bile söylemişti o akşam. Böylece 152 yıl önce Rus
Çarlığının başkenti St. Petersburgun ihtişamlı salonlarından birinde
dillendirilen bir arzu ve plan, zamanla planın doğrudan hedefi olan bizlerin
de rahatsızlık duymadan kendimize yakıştıracağımız bir olgu kılığına
bürünmeyi başarmıştır.
Osmanlı Devletinin son yılları için dilimize
doladığımız Avrupanın Hasta Adamı deyiminin tarihî arka planı böyle. Ne var
ki, asıl ilginç olan husus, Avrupalıların bu sözün sahiplerine, yani Ruslara
da, 18. yüzyıla kadar Asyalı bir kavim gözüyle bakmış ve yönetim biçimlerine
Doğu despotizmi damgasını vurmuş olmalarıdır. Daha da eğlenceli olan nokta,
Deli Petro öncesinde Rusların Osmanlı Devletini Batılı kabul etmiş
olmalarıdır (Bkz. Martin Malia, Russia under Western Eyes, Harvard University
Press, 2000, s. 39). Ama gün gelmiş, Avrupanın sınırları Rusları da kapsayacak
kadar genişlemiş, Ruslar European Concerte dahil edilmekle kalmayıp bizzat
Avrupalı muamelesi de görmüşler. Demek ki, sabit bir Avrupa çekirdeğinden
söz edemiyoruz. Avrupa, tarih boyunca şartlara göre sınırları genişleyip
daralan bir kıta olmuş.
Üzücü olan husus şu: Demirelin sözlerinde en
zamksız ifadesini bulan Avrupanın hasta adamı önyargısını biz de bir deri
gibi kafatasımıza geçirmekte herhangi bir beis görmemişiz. Aslına bakılırsa, bu
sözlerin söylendiği tarihlerde Avrupanın ve Rusyanın içi hastaydı ve bu
marazlarını bütün dünyaya bulaştırmakla meşgullerdi. Bunu ben söylemiyorum.
Çağımızın ünlü romancısı Henry Miller söylüyor. Şöyle diyordu Henry Miller:
1847den 1881deki ölümüne dek Amiel Journal Intimeini yazdı, -yanlış bir
şekilde Türkiye olduğu sanılan, Hasta Adam Avrupanın seyir defteri. 1924te
basılan Çorak Ülkesinde şair ve eleştirmen T. S. Eliot Avrupa medeniyetinin
içten kuruyuşuna hastalık teşhisi koymuyor muydu? Ünlü romancı Knut Hamsun,
İstanbulda bir kahvede karşılaştığı asil davranış sonucunda Biz barbarlar bu
millete medeniyet öğretmeye kalkmakla hata ediyoruz dememiş miydi?
Bizdeyse bir Allahın kulu kalkıp da Avrupaya, Ne
münasebet, hasta sizdiniz diyemiyor. Kem küm edebiyatı ve Eskiden hastaydık,
şimdi iyileştik, ABye güllerle karşılandık muhabbetinden geçilmiyor ortalık.
Peki, aynı sözde Hasta Adam değil miydi? 1847de aç biilaç kalan İrlanda
halkına, İngilterenin muhalefetine rağmen, İstanbuldan üç gemi dolusu gıda
maddesi yollayan ve insanlığın henüz ölmediğini gösteren? Aynı sözde Hasta
Adam, müşfik kollarını 1848 yılında Habsburg monarşisine karşı ayaklanan Macar
devrimcilerine, Rus emperyalizmine karşı bağımsızlık bayrağı açan Polonyalı
vatanseverlere uzatmamış mıydı? Dahası, Avusturya ve Rusyanın, terörist
muamelesi yaptığı Macar ve Polonyalı mülteciler kendilerine teslim edilmezse
savaş açacakları tehdidine pabuç bırakmayarak, Savaşsa savaş diye mertçe
direten ve derhal sınırlara yığınak yapılması emrini veren, tarihin gördüğü son
şövalye devlet, aynı sözde Hasta Adam değil miydi? Nitekim bu olayın basında
duyulması üzerine Osmanlı elçilerinin arabaları Londra ve Paris caddelerinden
geçerken halkın yol kenarına dizilip alkış tutmaları da mı yeterli değildi
bizim Hasta Adam olmadığımızı ve asıl hastanın, şifa arayan tarafın Avrupa
olduğunu göstermek için?
Ne ilginçtir ki, Osmanlıyı Hasta Adam ilan eden
Çar I. Nikolanın ölümü hastasının elinden olacak, böylece sağlıklı olduğunu
zanneden doktorun vücudunun, hastasının bünyesinden daha çürük çıktığı
görülecektir. Şöyle ki: Osmanlı Devletinin öleceği kehanetinden kısa bir süre
sonra patlak veren Kırım Savaşı, Mustafa Reşid Paşanın diplomatik becerisiyle
İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin bizimle aynı safta yer aldıkları bir anti-Rus
savaşına dönüştürülmüştü. Hasta Adam teşhisinin üzerinden iki yıl geçmiştir.
Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Kırıma çıkarma yaptığı ve karşısına
çıkan Rus kuvvetlerini peş peşe yenilgiye uğrattığı haberleri dalga dalga St.
Petersburgdaki sarayın salonlarında çınlayınca, Çar I. Nikola kahrından
ölmüştü (2 Mart 1855). Kırım Savaşı, Rusya için sonun başlangıcı olacaktı. Ama
bu savaş aynı zamanda Avrupanın hasta çehresinin, savaşın alevleri ışığında
daha net görülmesini de sağlayacaktı.
İngiliz hastanelerinin hastalığı
İngiliz askerleri Üsküdara yerleştirilmiş, buradaki
kışlanın bir bölümü, sonradan Florence Nightingale efsanesinin doğacağı bir
hastane haline getiriliyordu. Ancak hastanede ölenlerin büyük bölümü, savaştan
değil, hastalıktan kırılıyordu. Hastanenin manzarası ise süpergüç İngilterenin
1850lerin ortasındaki içler acısı halini yansıtmaktadır. Yeterince karyola
yoktur. Yaralıların çarşafları çadır bezindendir ve öylesine kalın ve rahatsız
edicidir ki, hastalar yalvar yakar hiç değilse kendilerine birer battaniye
verilmesini rica etmektedirler. Koğuşlarda konforun zerresi dahi göze
çarpmamakta, bira şişeleri şamdan niyetine kullanılmaktadır. Leğen, havlu,
sabun, saplı süpürge, temizlik bezi, tepsi, sahan hak getire Tabii çatal bıçak
da yoktur. Yakıt ciddi bir problemdir, çamaşır yıkama işi de öyle. Mutfak
perişanlıktan geçilmiyordur. Tıbbî malzemeye gelince: Sedye yoktur ortalıkta.
Kırık kemikleri sarmaya yarayan süyek de, bandaj da namevcutlar arasındaydı.
Bütün bu yokluklar listesini sayıp döken İngiliz yazarı Lytton Strachey
Eminent Victorians adlı klasik kitabında, Her şey eksikti der, tabii en
sıradan ilaçlar da.
Stracheye göre, 19. yüzyılın ortasında İngiltereyi
Tanrı kayırmıştı. Yoksa yönetim, en kötü ve en beceriksiz yıllarını yaşıyor,
çarpışmayı unutmuş İngiliz savaş makinesi hızla demode olmaya doğru gidiyordu.
Küçük memurların beceriksizlikleri yüzünden arapsaçına dönmüş olan sistem vahim
hatalara yol açıyor, Bakanların kaçınılmaz cehaletlerinden rutin işlerin ölümcül
kusursuzluğuna kadar İngiliz idaresi tam bir kafa karışıklığı içinde yüzüyordu.
Orduda reform yapılamıyor, aristokratların bir ağ gibi sardığı kabineden
ıslahat izni çıkmıyordu. (Oysa aynı İngilizler bize Islahat Fermanını
yayınlatacaklardı)
Peki Avrupa Düvel-i Muazzamasının askerî güçleri
hangi vaziyetteydi? Norman Davies 1300 sayfalık Avrupa tarihinde 1878 yılının
Düvel-i Muazzama ordularını şöyle resmediyor: Beş Avrupalı Güçten üçü ciddi
askeri kusurlarla maluldü. İngiltere kudretli bir donanmaya malikti ama derli
toplu silah altında bir ordusu yoktu. Fransada doğum oranları felaket bir
biçimde düşüyor, bu da silah altına alacak asker bulmakta sıkıntı doğuruyordu.
Avusturya-Macaristan ordusunun eli ise teknik ve psikolojik olarak Almanyaya mahkûmdu.
1915te Hasta bedenimiz Çanakkalede tarihin akışını değiştiren bir
direnişle, Rusyaya yardım götürmekte olan İngiliz ve Fransız gemilerini
geçirmiyor, dolayısıyla Çarlığın Bolşevikler tarafından 1917de içeriden
çökertilmesi için gereken şartları hazırlamış oluyordu. Bir başka deyişle,
Çanakkaledeki direnişimizle hem Hasta Adam olmadığımızı ispatlıyorduk, hem
de bize Hasta Adam teşhisini koyan Çarlığın çöküşüne giden sancılı yolu
döşüyorduk. Böylece öldü ölecek teşhisi konulan Osmanlı, bizzat teşhisi koyan
ve kadavrasını parçalamaya hazırlanan doktorundan bile daha uzun yaşamayı
başarmıştı
Anlayalım artık şunu: Osmanlı, Avrupanın Hasta
Adamıydı, Asyanın değil[2]
Kılıç Alinin Anılarından:
Sekizyüz sayfalık bu anılar, önemli ayrıntılar ve
tarihi hakikatlar içermektedir.
Kılıç Ali, Milli Mücadeleye ilk katılanlardan. Kısa
sürede Mustafa Kemalin güvenini kazanır. Ve ölümüne kadar onun yakın
çevresindeki dört beş kişiden biri olur. Ona, Atatürkün sırdaşı derler.
Antep savunmasında büyük yararlılık gösterir. Fakat
İstiklal Mahkemelerinin üyesi olması ve bu mahkemelerin çok can yakması, onu,
kötü bir şöhretin sahibi yapar.
Kılıç Ali, anılarında, mümkün mertebe sırdaşı olduğu
kişiye yakın durmak, onu zor durumda bırakmak istememiş. Nitekim durmuş da. Ama
bu çabasına rağmen, birçok şeyi gizleyememiş. Mesela, İsmet İnönüyle ters
düşen, onunla iyi geçinemeyen ya da onun gözüne giremeyen herkesin safdışı
edildiğini, sistemin dışına itildiğini…
[Sayfa 128: Ali Fuat Cebesoy ve Rafet Bele Paşalar,
İsmet Beyin Genelkurmay Başkanlığına getirilmesine karşı çıktılar. Bunlar,
kendilerinden sonra Anadoluya gelerek Ulusal Mücadeleye katılmış olan İsmet
Beyin birdenbire en yüksek askeri makama getirilmesini doğru bulmuyorlardı.]
Zaferden sonra, bu iki paşa da saf dışı edilmiştir.
[Sayfa 203: Lozan Heyetinin Ankaraya döneceği gün
yaklaşıyordu. Başbakan Rauf Bey, Ankarada İsmet İnönüyü karşılayanlar
arasında olmak istemiyordu. Gazi Paşaya başvurarak seçim bölgesine gitmek için
izin istedi. Gazinin canı sıkılmıştı: Başbakanlıktan istifa etmek şartıyla
gidebilirsiniz dedi.]
Yine, bu anılar sayesinde, Mustafa Kemalin yakın
çevresini oluşturan ve kendilerine danışılan kişilerin Selanik kökenli
olduklarını öğreniyoruz. Anadolu kökenlilerin ise, özellikle Milli Mücadelenin
gidişatını değiştiren, başarıda büyük payı olan paşaların, türlü bahanelerle
küstürüldüklerini, yönetimden uzaklaştırıldıklarını görüyoruz. Bu isimlerin
arasında kimler yok ki? Bazı devrimler ancak bu paşalar etkisiz hale
getirildikten sonra hayata geçiriliyor. (Anlaşılan Atatürk, bu taviz ve
siyasetiyle, Siyonist ve sabataist Yahudileri oyalıyor..)
Kılıç Alinin Anıları, Milli Mücadelenin ilk
yılları ile Atatürkün ölümü arasındaki dönemi kapsıyor. Mesela, kitaptan
okuduğumuza göre, Erzurum kongresi sırasında, bazı kimseler, Mustafa Kemalin
kongrede başkan seçilmesini istemezler. Kılıç Ali, Cafer Tayyar Paşaya şunu
sorar: Bazı kimseler Mustafa Kemal hakkında neden kongreye girmesin, girerse
başkan olmasın fikrindeler? Tayyar Paşa şu cevabı verir: Mustafa Kemalin
diktatör olmasından korkulduğu için…
Şimdi, konuyla ilgili Kılıç Alinin yorumlarını
okuyalım: Bu korkunun ne gibi bir duyguya veya görgüye dayandığını sorduğumda
ise hiçbir tatmin edici cevap verememişti. Veremezdi, çünkü verecek cevabı
yoktu. Asıl sebep bu korku değil, çekememek, haset ve kıskançlıktı.
Diktatörlük, bilindiği gibi, bütün kişilik haklarını ortadan kaldırır. Fikir ve
vicdan özgürlüğünü yok eder. Oysa Mustafa Kemal… Sayfa 48
Sizi gidi muhalifler…
Kitabın ilerleyen sayfalarında, Türkiye
Cumhuriyetinin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Fırkanın kuruluşu ve
kapatılışı da anlatılıyor. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi Milli Mücadelenin
önemli simalarından bir çoğu, bu partinin kurucuları arasında yer alır.
Terakkiperver Fırkası, halk katında büyük ilgi görür. Parti programının bir
maddesinde, Parti dine saygılıdır cümlesi vardır. Ve Şeyh Said
olaylarını kışkırttığı fark edilerek, bu parti kapatılır.
Bazı marazlı muhalifler de, İzmir Suikastına
karıştıkları için etkisiz hale getirilir. [Kitapta, bu suikast girişimi ve
mahkeme aşamalarıyla ilgili geniş bilgiler var. Mesela, mahkemeye çıkarılan
Kazım Karabekir Paşa, Atatürkle aramıza inkilap kurtları girdi der. İşte bu
kurtlardan bir kaçı, okuma parçasındaki kurtlardır. Öyle ki, Cumhuriyetin
ilanı veya Halifeliğin kaldırılması bile, birçok önemli paşadan habersiz gerçekleştirilir.]
Atatürk, her ne kadar, Büyük olayları, yapılan
işleri bir kişiye mal etmek, milletin hakkına saygısızlık ifade eden bir görüş
tarzıdır dese de; malum ve melun mahfiller daha sonra Onu putlaştırıp.
Kendi sinsi ve Siyonist amaçları için istismar etmişlerdir.
Kılıç Ali, anılarının 159. sayfasında, bunun doğru
olmadığını söylüyor: Atanın ölümünden sonra, devri için öylesine şeyler
söylendi ve yazıldı ki. Bunlardan bir bölümü, açıkça kaydedilmemiş olsa bile,
zaferden ve Çankayaya Devlet Başkanı olarak yerleşmesinden sonra, çevresinin
çok değiştiği yargısında toplanıyor. Bunun içinde, Mustafa Kemalin Milli
Mücadele arkadaşlarından zaferden sonra ayrıldığı, hatta onları feda ettiği
yargısı da vardır. Bu yanlıştır.
Refik Koraltan İstiklal mahkemesi üyesi İstiklal
Mahkemeleriyle ilgili, kitaptan bir iki paragraf alalım: Mahkeme üyelerinin
hemen hepsi genç ve ihtilalci karaktere sahip insanlardı. Mesela Tevfik Rüştü
Aras 29, Refik Şevket İnce ve Muhiddin Baha Pars 35, Yasin Kutluğ 31, Refik
Koraltan 32, Abdülkadir Kemali ve ben 33 yaşındaydık. Bu genç, dinamik ve
korkusuz Kuva-yı Milliyeciler, Mustafa Kemal Paşaya içten bağlı idiler. Belli
durumlarda zaman zaman sert davranmışlar, ülkede düzen ve asayişi sağlayarak,
zafere giden yolun açılması için çalışmışlardı.[3]
[1] 09 09 2005 / Milli Gazete / Mustafa
Müftüoğlu
[2] 12.10.2005 / Zaman / Mustafa Armağan
[3] Milli Gazete 13 Eylül 2005