Anasayfa » SİSTEMİN TIKANMASI VE HAYRETTİN KARAMAN’LARIN İÇTİHAD KISIRLIĞI!

SİSTEMİN TIKANMASI VE HAYRETTİN KARAMAN’LARIN İÇTİHAD KISIRLIĞI!

Yazar: yonetici
0 Yorum 201 Görüntüleyen


SİSTEMİN TIKANMASI VE HAYRETTİN KARAMAN’LARIN İÇTİHAD KISIRLIĞI!


Bir kesim Sn. Recep T.
Erdoğan’ı Köşke çıkarmakla, muhalif kimseler de, O’nun dışında bir başkasını
Cumhurbaşkanı yapmakla, Türkiye’de pek çok sorunun halledileceğini ve bozuk
giden işlerin düzeleceğini zannetmektedir. Ancak bu bozuk sistem sürüp gittikçe
ve Türkiye Siyonist dünya düzeninin dümen suyunda hareket ettikçe, sadece
Cumhurbaşkanının veya Başbakanın değişmesiyle hiçbir netice elde
edilemeyecektir. Felçli veya alzaymır titrekli ellerle doğru çizilemeyeceği
gibi, eğri cetvelle de doğru çizilemeyecektir. Bozuk terazi ile doğru tartmak
mümkün değildir. Ülkemizdeki, bölgemizdeki ve yeryüzündeki haksızlık ve
yanlışlıkların asıl nedeni “
şahsiyet”lerden ziyade, “zihniyet”lerdir. Elbette
yöneticilerin karakter ve kabiliyeti önemlidir, etkilidir; ancak bozuk sistem
içinde bunlar tek başına yeterli değildir.

Öyle ise yeni
Cumhurbaşkanı seçiminde, bu laçkalaşmış sistemi sorgulayacak, yeni ve milli
hedeflere öncülük yapacak; devrimci, değişimci ve dirayetli kişiler tespit ve
tercih edilmeliydi. Hissi ve hamasi bir Erdoğan hayranlığı veya tam tersi
tepkisel ve temelsiz bir Erdoğan karşıtlığı üzerinde kurulu siyasetler boşa
kürek çekmektir, hatta küresel güçlere dolaylı hizmet vermektir.

Sn. Hayrettin Karaman
gibilerden toplumun bekledikleri

Hayrettin Karaman hoca
bir yandan iktidar partisi içindeki “ahlaki zaaflara” dikkat çekiyor, bir
yandan da, 
“Bu yazımı kullanacak o muhalefet partilerine sözüm
şudur: konuşmadan önce boy aynasına baksınlar”
 diyordu. Ve anında cevabını alıyor, eski HAS Partili taze CHP’li Mehmet
Bekaroğlu Sn. Karaman’a şunları hatırlatıyordu: 
“Ben şimdi aynaya
baktıktan sonra konuşuyorum. AKP’liler işi kitabına uydururken Hayrettin
hocanın fetvalarını az kullanmadılar!”
 Bu Bekaroğlu ki bir zamanlar Hayrettin Karaman hocanın destek verdiği Numan
Kurtulmuş’un yakın arkadaşı oluyordu yani Hayrettin Hoca tarafından
desteklenenlerin başında geliyordu. 
Böylece Sn. Karaman, ayıp savmak
cinsinden cılız ve tutarsız çıkışlar yaparak kendisini aklamaya çalışıyordu.

Sn. Hayrettin
Karaman’ın “Bir Varmış Bir Yokmuş – Hayatım ve Hatıralar” kitabı (İz yayıncılık
XVIII. kısım – Erbakan’la Türki Cumhuriyetlere seyahat bölümünde):
 “Adil
Düzen’in 120 profesör tarafından hazırlandığı” Erbakan Hoca tarafından devamlı
söylendi, hâlbuki gerçek böyle değildi; ortada bir bilim adamları grubu yoktu.
Adil Düzen Süleyman Karagülle ve birkaç arkadaşı (talebesi) tarafından
hazırlanıp Erbakan Hocaya lanse edilmişti”[1]
 iddiaları, hem
yanlıştı hem de Erbakan’ı karalama amaçlıydı. Önce Adil Düzen projelerinin
bizzat Erbakan Hoca’nın arzusuyla ve Onun gözetim ve denetimi altında Akevler
ekibince birlikte hazırlandığı bizzat Süleyman Karagülle’nin kendi
itirafıydı.[2]

İkincisi, Adil
Ekonomik Düzen prensiplerini Erbakan Hoca’nın 1976 yılındaki Samsun mitinginde
madde madde açıkladığı videolarda kayıtlıdır. Oysa üstat Süleyman Karagülle, Adil
Düzenin sistematik çalışmalarının Hoca’nın 12 Eylül Mamak tutukluluğu sonrası
başlatıldığını vurgulamaktadır. Sn. Karaman ayrıca “Erbakan Hoca’yı
başkaları tarafından lanse edilen uydurma programların peşine takılmakla”
 suçlayıp
saçmalamıştır.

“Adil Düzen, bu
konularla ilgili ve bilgili akademik çevrelerce inceleme ve tahlile tabii
tutulmamıştır. Çünkü onu benimseyen bir partinin politikasına müdahil olmaktan
sakınılmıştır”[3] 
anlamındaki tespitleri ise kendi
kusurlarına, korkularına ve ilmi kısırlıklarına bahane üretme çabasıdır.

“Bu model (Adil Düzen)
hazırlanırken İslam dünyasında bugüne kadar yapılmış yayınların ortaya
çıkarılmış programların, anlaşmaya varılan konuların ve bunların dayandığı
kaynakların tam olarak incelenmediği anlaşılmaktadır”[4]
 şeklindeki
tenkitleri ise hem asılsız bir ithamdır hem de kendilerinin ilmi anlayış ve
ayarını yansıtmaktadır. Çünkü İslami içtihatların dayanakları; mutlak delil
olan sarih ayetlerle, delil sayılan sahih hadisler olmaktadır. Bunların dışında
ilim erbabınca ortaya konulan kanaat ve içtihatlar, yeni içtihatların asla
kaynağı ve dayanağı olamayacaktır. Adil Düzen projeleri orijinal içtihatlardır,
Kur’an ve Sünnet kaynaklıdır; asırlar önceki içtihadi karar ve kurumlara veya
çağımızdaki yorum ve yapılara aynen uymak zorunluluğu bulunmamaktadır. Ancak
ebetteki İslam âlimlerinin hatta gayri Müslim bilginlerin ilgili konulardaki
hazırlıkları ve uygulamalarından da herhalde yararlanılacaktır ve zaten böyle
yapılmıştır.

Asıl sorulması ve
üzerinde durulması gereken konu ise: Sn. Hayrettin Karaman’ın ve aynı kafada
olanların, böylesine boş tenkit ve temenniler yerine; niye ilmi, İslami ve
insani yeni bir medeniyet programı ve ekonomik, siyasi, ilmi (eğitim) ve ahlaki
bütün kurumları ve kuralları içeren bir yeni sistem anayasa taslağı hazırlayıp
insanlığın hizmetine ve ilim erbabının incelemesine hala sunmamış olmalarıydı!
Bu zevata soruyoruz, böylesine gerekli ve geçerli bir projeyi ortaya
koymalarına, ilmi birikim ve becerileri mi yetersiz kalmaktaydı; yoksa imani
cesaretleri mi bulunmamaktaydı?

Muhterem Süleyman
Karagülle’nin şu cevabı, ilmi ve vicdani bir hakikati yansıtmaktaydı:

“(Hayrettin Karaman
gibi) Bu arkadaşlarımızın ve ilim adamlarımızın, Adil Düzen projelerimizin
neresi İslami değildir, hangileri ilmi kıstas ve kriterlere terstir, hangi
bölümleri eksiktir veya gereksizdir? Sorularını yanıtlamaları ve bizlere katkı
sunmaları gerekir ve beklenirken; kalkıp ta topyekûn “Bunlar ilmi ve İslami
değildir gereksiz ve yetersizdir!” diyerek, bizden Adil Düzen’i terk etmemizi
istemeleri, şayet basit ve fasit bir haset duygusundan kaynaklanmıyorsa, bu
teklifler maalesef hem İslamiyet’in hem de milletimizin ve devletimizin düşmanı
olan malum kesimlerin sözcülüğünü yapmak dışında bir anlam taşımamaktadır!”

Kaldı ki, insanlığın
ihtiyacına ve çağımızın şartlarına ve standartlarına uygun yeni içtihatlar ve
programlar yapmak için Prof. ve Doçent gibi resmi ve akademik 
etiket’ler değil, ilmi ehliyet gerektiğini
Hayrettin Karaman’lar bilmiyorlar mı? Büyük mezhep imamlarının ve müçtehit
ulemanın hangisi böyle resmi sıfat ve etiketler taşımaktaydı? Üstelik içtihat,
ekiplerce değil, bir yetkin şahıs tarafından yapılırdı, ancak bunlar ilim
erbabı zevat tarafından tartışılıp olgunlaştırılmaya açıktı.

Yeni Şafak gazetesinin
ünlü ilahiyatçı yazarı Hayrettin Karaman, laikliğin ve çoğulculuğun
İslam’a aykırı olduğunu
 savunmaktaydı. Karaman ayrıca, “İslam’a
giderken (hedefimiz) bir aracın kullanılmasını zaruri kılarsa, o aracı
kullanırız”
 diye yazmıştı.‘Başbakan Tayyip Erdoğan’a fetva
veren din adamı’
 olarak bilinen Karaman, ‘Demokrasi çoğulculuk
laiklik ve İslam‘ başlıklı köşesinde: “İnsan-Allah ilişkisi ve
insanların düzenlemelerinin din ile bağlantısı açısından meseleye baktığımızda
çoğulculuk kavramının bizim bünyemize uymadığını söyleyebilirim. Çoğulculuğun
temelinde hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün göreceliği ve
eşitliği vardır. Bu ise İslâm’ın özüne aykırıdır” 
görüşlerini
aktarmıştı. “İslâm'a göre de insanda irade hürriyeti vardır.
Mükellefiyet, cennet, cehennem ve imtihan hep bu irade hürriyetine bağlıdır.
Fakat, yasama, irşad yapma, Kur’ani kaideleri geçerli kılma açısından dinin
müdahil olmadığı hiçbir alan bırakılmamıştır. Kur'an'ın ilk ayeti Allah'ın
adıyla başlamaktadır. Her işe onun adıyla başlarız. Netice itibariyle İslâm ile
sekülerizm ve laisizmin uzlaşan, paralellik arz eden yönleri yoktur, bunların
yan yana gelmesi imkânsızdır. İslam'da olan, laiklik ve sekülerlik değil, din
ve düşünce hürriyeti kapsamındadır”
 şeklinde, bazı Kur’ani doğrularla
kendi yanlış yorumlarını harmanlayıp edebiyat yapan Karaman Hoca’ya sormak
gerekirdi:

İmam-Hatip orta kısım
talebelerinin bile daha güzel ve etkili cümlelerle dile getirdikleri bu
sloganik sözleri tekrarlamak yerine; İslam’a (yani Kur’an’a ve Resulüllah’ın
uyarı ve uygulamalarına) uygun, çağdaş ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlaki
sorunların çözümüne yarayacak kadar da olgun bir SİSTEM hazırlayıp, hiç değilse
bir ANAYASA TASLAĞI yazıp, böylece Batıl ve batılı örnekleriyle mukayese ve
İslam’ın adalet ve faziletini gösterme gayreti gütmemiz daha ilmi ve gerçekçi
bir tavır değil miydi?

Tekrar soralım: Allah
aşkına, bu denli hayırlı, yararlı ve lazımlı bir proje üretmeye engel olan,
ilmi yetersizliğiniz ve dirayet eksikliğiniz miydi; yoksa imani cesaret ve
mes’uliyet fakirliğiniz miydi? Defalarca yaptığımız halde bu yöndeki
çağrılarımıza maalesef hiçbir yanıt vermediniz… Şimdi bari “Adil bir düzen ve
dünyanın geleceği” konusunda, başta Erbakan hocamızdan öğrendiğimiz, Akevler
ekibinden ve muhterem Süleyman Karagülle’den derlediğimiz, kendi kanaat ve
tespitlerimi de dile getirdiğimiz aşağıdaki ilmi önerilerle ilgili tenkit ve
tavsiyelerinizi, Allah’ın rızası, İslam’ın hatırı ve insanlığın ihtiyacı aşkına
beklemekteyiz.

Adil Devlet Düzeni!

Bize göre; DEVLET
canlı gibidir. ULAŞIM kan dolaşımı yerindedir. HABERLEŞME sinir sistemidir.
İLİM insanın beynine ve fikrine, İNANÇ insanın hissine, EKONOMİ insanın
sindirim sistemine ve SİYASET insanın kas ve sinir sistemine tekabül
etmektedir. Bunlardan biri diğerine hâkim değildir, her biri kendi işini
görmektedir. İnsanlık tarihinin başlangıç döneminde
“diyanet”, sonra “siyaset” hükmetti; şimdi “ekonomi” hükmetmektedir.
Yakında kurulacak “ADİL DÜZEN”de ise inancın ve insanlığın hizmetindeki “İLİM”
hükmedecektir. Adil Düzene göre; “MECLİS” yasaları yapacak, “YÜRÜTME”
uygulayacak, “YARGI” uygulamadaki yasaların aykırılıklarını saptayacak,
“YÖNETME/DENETLEME”  ise yargı kararlarının tatbikini sağlayacaktır.
GÖREVLER, YETKİLER, SORUMLULUKLAR ve HAKLAR farklıdır. TÜRKİYE’DEKİ HATA “yürütme” ile 
“denetleme”nin anayasada
birleştirilmiş olmasıdır.
Yasama ile yürütme de zaten fiilen birleştirilmiş
durumdadır. Bazen yargı yasamanın vesayeti altındadır. Bazen yargı yürütmenin
üstüne çıkarılmaktadır. Yürütme yargının insafına bırakılmaktadır.
Dokunulmazlıklar zaten ayrı bir sıkıntıdır. Bunların hepsi çelişki ve
tutarsızlıktır. Oysa çelişkiler toplum hayatını tıkayıp sıkıntıya sokmaktadır.
Bize göre; YASAMA=KANUN KOYMA MECLİSİ SEÇİLMİŞ “İLİM” ADAMLARINDAN OLUŞMALIDIR.
Çünkü bir konuda bilgisiz ve ilgisiz insanlara kanun yaptırmak saçmalıktır ve
toplumu aldatmaktır. Seçim ekseriyet sistemine göre değil, ilim ve ehliyet sistemine
göre yapılmalıdır. 
Darbeci değişim yerinetedrici değişim fırsatı sağlanmalıdır.

Ve unutulmasın ki;
“HUKUKİ DÜZEN”le “ASKERİ DÜZEN” farklıdır. Hukukta yasalar öncelik taşır,
herkes yargıya karşı sorumluluk altındadır. Sorumluluk şahsidir, sonuçtan değil
davranışlardan sorumluluk vardır. Askerlikte ise emir-komuta esastır. Herkes
üste karşı sorumlu tutulacaktır. Milli Savunma bağımsızlık ve bekamızın
sigortası olduğundan
Askeri yargı bir dayanışma kuruluşudur,
kolektif sorumluluk vardır. Birlikten komutan yetkili ve sorumlu olacaktır.
Davranışlardan değil, sonuçlardan sorumlu tutulacaktır. Devlet “
askeri düzen” ile kurulup
korunacak, ama “
hukuk düzeni” ile yaşayıp olgunlaşacaktır. Askeri düzen hukuk düzeni için vardır.
Devletin varlığı tehlikeye girdiği zaman “hukuk düzeni” değil, askeri düzen
uygulanır. Anayasada bu mesele “sıkıyönetim ve seferberlik” maddeleri ile
düzenlenmiş durumdadır. Devlet tehlike altındaysa ordu resen müdahale etmek
zorundadır. Galip gelirse artık o devleti yeniden hukuk düzeni içinde kuracak
ve kollayacaktır.

Bazılarına göre;
güvenliğin başka kurumları ise istihbarat ve emniyet teşkilatıdır.

Bize göre; hukuk
düzeninde gizli istihbarat meşru sayılmamalı ve hukuk düzeninde asla yer
almamalıdır. Dolayısıyla millî istihbarat askerin emrinde olmalı ve yalnız
askeri amaçla kullanılmalıdır. EMNİYET teşkilatı ise askeri usulden farklıdır.
Askerlikte cephe savaşı vardır. Emniyetin görevi ise ancak yargının belirlediği
suçluları yakalamaktadır. Emniyet işleri devletle beraber yerel yönetimlerin
görev sahasıdır. Jandarma teşkilatı yeniden yapılandırılıp illerde yerel zabıta
oluşturulmalıdır.

Adil Düzene
göre: 
Ekonomide dış ilişkileri devletin teşvik ve garantisinde girişimci halk
sağlamalıdır, ihtiyaç duyulan malı tüccarlar alıp satmalıdır. Gümrükler ve
kotalar kalkmalıdır. Devlet “
karşılıklı (karşılığı olan) para” çıkarmalı ve “faizsiz kredi” ile üretime destek
olmalıdır. Uluslararası para olarak kredileşme sistemi oluşturulmalıdır. Kurlar
Merkez Bankalarındaki stoklara göre ayarlanmalıdır. Ve Merkez Bankası küresel
sermayenin güdümünden kurtarılmalıdır. Bize kendi paralarını veren devletlere
biz de kendi paramızı veririz, karşılıklı olarak kendi paralarımızla alış-veriş
yaparız. Diğerlerinin paralarını ülkemiz bankalarında konvertibl yapmalıyız…
Böylece karşılıksız kağıt parası ve sömürü aracı olan Dolar’ın esaretinden
kurtulmalıyız.

Sömürü sermaye sistemi
olan Kapitalizmin işçilik düzeni firavunların kölelik düzeninin çağdaş
şeklidir. Malumunuz taşeronluk konusu Türkiye’nin kangrenleşen bir problemidir.
AKP ile birlikte bu kanayan yara derinleşmiştir. İşsizliğe kalıcı bir çözüm
bulamayan hükümet, buradaki acizliğini işçilik maliyetlerini düşürerek örtmeye
yeltenmiştir. Yapılan özelleştirmelerin istihdama artı bir katkı yapmaması,
devletin de üretimden elini çekmesi istihdam konusunda ülkeyi çıkmaz bir sokağa
doğru sürüklemiştir. İstihdam sorununun özel sektör eliyle çözülmek istenmesi
de taşeron algısının iyiden iyiye kök salmasıyla neticelenmiştir. Türkiye’de de
özel sektörün rekabet edilebilirliğin ön şartını işçilik maliyetlerinde
görmesi, hükümetin de bu anlayışı desteklemesinden dolayı taşeronluk, özellikle
son 10 yılda alabildiğine yaygın hale gelmiştir. Gelinen noktada bırakın özel
sektörü bugün kamudaki işlerin bile neredeyse yarıdan fazlası taşeron işçiler
eliyle yürütülmektedir. Ücretlerin düşük olması, ağır çalışma şartları ve
emeğin değersizleştirilmesi taşeronluğu adeta toplumsal bir yara haline
getirmiştir. Son olarak Soma faciasında bu felaketle bir kez daha yüz yüze
gelinmiştir. Hükümet sözde kendi büyüttüğü bu `kölelik düzenine’ bir çözüm
bulmak adına bazı göstermelik çalışmalar yapsa da bu konuda da hiçbir zaman
samimi hareket etmemiştir.

Kur’an’a Göre Devlet
Başkanı Seçimi

Adil Düzen’de devlet;
“yasama, yürütme, yargı ve yönetme/denetleme” olmak üzere dört güçten
oluşacaktır.
 lYasama kuralları
koyacak.
 lYürütme kurallara göre
işleri yapacak.
 lYargı yürütmede
yasalara aykırı yapılanları saptayacak,
 lDenetleme (Murakebe,
teftiş, kontrol)  ise yargı kararlarına ve adalet kurallarına uygunluğu
sağlayacaktır. Devlet başkanı da bu kurumlar arasındaki dengeyi kurup
koruyacaktır.

YASAMA sadece yasa
yapmalı; yürütmeye, yargıya ve denetlemeye karışmamalıdır. YÜRÜTME de sadece
yürütme (hükümet) işlerini yapmalı; yasamaya, yargıya ve denetlemeye
karışmamalıdır. YARGI da kendi işini yapmalı; yasalar koymaya kalkışmamalı,
yürütme ve yönetmeye karışmamalıdır. YÖNETME/DENETLEME de sadece yargı
kararlarını uygulamalı, kontrol mekanizmasını çalıştırmalı; yargıya
karışmamalıdır, yasama ve yönetmeye tahakküme kalkışmamalıdır. İşte bu dört
kurum arasında dengeyi sağlayacak olan kişi “
devlet başkanı”dır. Kurumlar
arasında çıkacak her türlü anlaşmazlığı “devlet başkanı” çözüme
kavuşturmalıdır. Elbette tarafların yargıya gitme yetkileri vardır,
“hakemlerden oluşan yargı” son noktayı koyacaktır. Devlet başkanı kurumların
üstündedir ama hakemlerin üstünde değildir, denge böyle sağlanır. Türkiye’de
ise yargı maalesef meclisin ve hükümetlerin sürekli müdahalesi altındadır. Bu
durumda devlet başkanını meclisin veya halkın seçmesi farksızdır, sorunların
çözümüne katkı sunmayacaktır.

Kur’an’a göre iki
türlü başkanlık vardır

a) Devlet başkanı ilim
adamıdır ve Meclisin başkanıdır. Yürütme (Hükümet) için sivil birini başbakan
yapacaktır. Asker birini de orduya başkomutan atayacaktır. Kur’an bu devlet
şeklini Talut misali ile anlatır. Osmanlı yönetimi sistemi bunu andırmaktadır.

b) Veya Devlet başkanı
asker bir zattır. Yönetimin başındadır ve başkomutandır. Genelkurmay başkanı
orgeneral seviyesinde olacaktır. Ordu komutanları doğrudan devlet başkanına
bağlıdırlar. Bu devlet başkanı sivil başbakanı atayacak, yürütmeyi o yapacaktır.
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (SAV) böyle bir devlet başkanı konumundadır.
Çünkü kendileri fiilen cihat komutanı ve başkumandanıdır. Bugünkü anayasamızda
devlet başkanının başkomutan olduğu ifade edilmiştir ki bu ikinci tip devlet
başkanlığına yatkındır.

Siyonist Sermaye
Rejimi!

Son beş yüz senedir
siyasilerin elindeki yönetim gücünü sömürü sermayesi eline geçirmiştir. Bugün
yeryüzünü “karşılığı olmayan parayı” keşfeden sömürü sermayesi
yönetmektedir. Siyasiler doğrudan veya dolaylı olarak sermayenin emrindedirler.
Çağın en büyük sorunu olan işsizliği şimdilik kısmen de olsa sermaye çözdüğü
için halk sermayenin yanında yer almak mecburiyetini hissetmektedir. Sermayenin
icat ettiği “karşılıksız para” sayesinde sermaye sonsuz güce sahiptir. Bugün
“para” ile “silah” yani “sermaye” ile “siyasi güç” çatışık vaziyettedir. Sömürü
sermayesi silahı/devleti yenmek için parası/sermayesi ile yeryüzünde fesat
çıkarmakta, halkı devletine karşı isyana sürüklemektedir. Devletler terör
olaylarına ve sabotajlara karşı çaresizdir.

İşte bu Siyonist
sermaye; Türkiye Suriye’ye saldırsın ve Şam’a girsin istemektedir. Ardından
İsrail de Golan tepelerinden saldıracak ve Suriye’nin yarısını işgal edecektir.
Çin büyük imkânlarla İran’ı destekleyecek, oradakileri Türkiye’ye saldırmaya ikna
edecek, İran ile Türkiye arasında çetin bir savaş körüklenecektir. Çin ve Rusya
İran’ı, ABD ve AB (NATO) Türkiye’yi destekleyecek, böylece insanlık kanlı “III.
dünya savaşı”na itilecektir. İnsanlar belki yıllarca birbirlerini yiyecektir.
Sonunda Siyonist odaklar karşılıksız sonsuz sermayesi ile masa başında istediği
haritayı dikte edecek, Ortadoğu’da devletleri beşer-onar milyonluk küçük
devletçiklere bölecek ve BOP hedefine erişecek, Büyük İsrail hayali
gerçekleşecektir.

Yeni uygarlık yolunda
Adil Düzen önerileri!

Biz insanlığa “Adil
Düzen”i, hazırlayıp getirmeye çalışırken mevcut Siyonist sömürü sisteminin
bizimle çatışmaya girmesi normal ve doğaldır. Bu sebepledir ki peygamberler
inanç ve ahlak temelleri üzerinde yeni düzen kurmaya ekonomiden başlamışlar,
sosyal yapıyı değiştirip geliştirmeye çalışmışlardır. Siyasi yapı daha sonra
değişime uğramıştır. Bugün ise durum çok daha karışıktır.

Bugünkü sorunların
çoğu ekonomik çarpıklıktan kaynaklanır. Tarım döneminden kalan (Hz. Nuh Nebi
döneminden kalma) hukuk düzeni bugünün ekonomik sorunlarını çözmek imkânsızdır.
Bu sebepledir ki işe “hukuk ve ekonomi” ile başlanmalıdır. Bu da sömürü
sermayesi ile çatışmayı doğuracaktır. Sonunda onların bize saldırmaları normal
olaydır, herkesin nefsi müdafaa hakkı vardır. Ancak bu savaşı Milli Görüş –
Milli Çözüm ve Adil Düzen kazanacak, Rahmaniler Şeytanileri saf dışı
bırakacaktır.

Bu insani
düşüncelerimizi ve Adil Düzenimizi gerçekleştirmek için yapılması gerekenler
nelerdir?

1) ÂTIL EMEĞİ
FAALİYETE GEÇİRMELİYİZ. a) Öğrenciler çalışmamaktadır. Hem okuyan hem çalışan
insanlardan oluşan işyerleri kurulmalıdır. b) Durumu müsait olan emekliler
çalışmamaktadır. Çalışmak isteyen emeklilere iş sağlanmalıdır. c) Askerleri
tüketici konumundan üretici duruma çıkarmalıdır. Bugünkü savaşlar ekonomiye
dayalıdır. Ordular kendi kendilerini finanse etmeli, savaş olmadığı zaman
ülkeye yük olmamalıdırlar. d) Ev hanımları çalışmamaktadır. Ev hanımlarına
uygun güvenli işler açılmalıdır. e) Bürokratların çoğu vatandaşa zorluk
çıkarmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bürokratik formalitelerin tamamı
kaldırılmalıdır. f) Vasıfsız işçileri eğitip usta-kalifiye ve kaliteye
ulaşılmalıdır.

2) ÂTIL İMKÂNLARI
DEĞERLENDİRMELİYİZ. a) Ekilmemiş boş arazileri işler hâle getirmeliyiz. b)
Ormanları tahrip etmeden yararlanılır hâle getirmeliyiz. c) Boşa akan suları,
esen rüzgârları, güneş ışığını/enerjisini, organik atıkları enerji kaynağı
hâline getirmeliyiz. d) Atık malzemeleri, değerlendirilmeyen hurdaları,
pazarlardaki atık sebzeleri değerlendirmeliyiz. e) Sit alanlarını tahrip
etmeden oraları yararlı hâle dönüştürmeliyiz.

Mekke müşrikleri
İslâmiyet’in gelmesiyle zarar göreceklerini sanmışlar ve karşı çıkmışlardır.
Oysa İslâmiyet sayesinde Mekke ve Medine dünyanın merkezi hâlini almıştır. Adil
Düzen, hiç kimseye ve sermaye sahiplerine zarar vermeyecek, aksine onların
helal ve meşru çalışma alanını genişletecektir, yani Mekkeliler gibi teslim
olurlarsa onlar da kazançlı çıkacaktır.

Bozulan dünya dengesi
ve Türkiye’nin görevi.

Dünyada, bizi de
yakından ilgilendiren önemli gelişmeler yaşanmaktadır… Ukrayna’daki olayların
geçmişle ve dünya dengeleriyle birlikte değerlendirilmesi lazımdır. Siyonist
sermaye 1950’den sonra dünyada iki grup oluşturmuşlardı: ABD ile NATO ve
Sovyetler ile Varşova Paktı. Bunlar görünürde çatışıp dünyanın barış dengesini
koruyacaklardı. Oysa sömürü sermayesi dünya çapında iki güç oluşturup, bunları
çatıştırarak, kendi zulüm saltanatını kurmuşlardı. Daha önce Hıristiyanlar ile
Müslümanları çatıştırıp bu dengeyi kurmaktalardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra ise dengeyi rejimlere dayandırarak sağlamışlardı. Türkiye’de Erbakan’ın
CHP-MSP koalisyonunu kurması, İran inkılâbı ve Sovyetlerdeki Gorbaçov çıkışı,
sömürü sermayesinin bu tezgâhını bozmaya başlamıştır; sömürü sermayesi şimdi
kendi işine yarayacak yeni dengeler aramaktadır; ama bulamayacaktır, çünkü
zulüm saltanatı sallantıdadır.
 Çin elindeki dolarları ABD’deki
sermayeye aktardı. ABD’de birileri bundan rahatsız olmaya başladı ve Rusya ile
anlaşma yoluna kaydı. Çin de ABD’ye yaklaşıyor. Sömürü sermayesi ile devletler
çatışıyor. Devlet/ler/in gücü Adil bir düzen kurmaya yeterli olacak mıydı,
yoksa tarihi bir hesaplaşma sonucu beklenen değişim mi yaşanacaktı? Sömürü
sermayesinin gücü “karşılıksız para”dır. Bu gücüne dayanarak savaşlar çıkarır,
mafyalar kurar ve devletlere istediğini yaptırır. Bunu kavrayan Putin ile
Obama, ABD’deki “üretici sermaye” ile anlaşarak “sömürücü faizci banker
sermayeye” karşı çıkmalıdır. “Faize dayanan para” yerine “emeğe dayanan para”
ile sömürü sermayesi yıkılacaktır. Putin ile Obama (ve Erdoğan dâhil diğerleri)
bu çözüme yanaşmazlarsa hepsi de ezilip yok olacaktır.

Rusya görevini
yapamadı, kutup olamadı; bundan dolayı Rusya etkisiz konuma sokulmaktadır.
Türkiye maalesef hala AB’de yer aramaktadır… Ukrayna Rusya’ya
başkaldırmıştır. ABD Ukrayna’yı desteklese Rusya ile arası açılacak,
desteklemese gücünü yitirmiş sayılacaktır. Ukrayna olayının arkasında ABD’deki
sömürü sermayesi vardır. Yapılacak iş sermayenin elinden dolar gücünü almaktır.
Bu da ancak Adil Düzenle başarılacaktır.

Özetle yapılması
gereken iş “karşılığı olan para” çıkarmaktır.

DÖRT ÇEŞİT PARA
ÇIKARILACAKTIR. 1) Kuyumculardaki “altın” kadar “ALTIN PARA” çıkarılacaktır.
Halk altınları kuyumcudan bu para ile alacaktır. Bu para bütün İNSANLIK için
ortak paradır. 2) Satılığa arz edilmiş “yapılar ve topraklar” karşılığı “TOPRAK
PARA” çıkarılacaktır. Halk komisyonculara bu para ile yapılarını satacak ve bu
para ile alacaktır. Komisyonculardaki satılık taşınmaz kadar “Toprak Parası”
halkın elinde olacaktır. Bu parayı DEVLETLER çıkarır. 3) Mağazalarda satılmak
üzere bulunan “malların” alınması için halkın elinde “MADENİ PARA” bulunacak.
Halk mallarını bununla satıp, mamul malları bununla alacaktır. 4) Halka sipariş
vermeleri için “BUĞDAY PARASI” kredi olarak sağlanacaktır. Tüccarlar, üretim
yapan işyerlerine siparişlerini ısmarlayacak, işyerleri işçileri çalıştırıp
üretim yaptıracaktır. Böylece “karşılığı olan para” ile tam istihdam
sağlanacak, “karşılıksız para” piyasaya çıkmayacak, “faizli para” ile tekel
oluşmayacak, sömürü sermayesi fitne çıkaramayacak, savaşları ve anarşiyi
kışkırtamayacaktır. Türkiye ülkesinde “ADİL DÜZEN”i gerçekleştirip bütün
insanlığa örnek ve rehber olmalıdır

Münafıkların tespiti
ve tasfiyesi!

“Hidayet” doğru yolu
göstermek demektir, bir yere giderken rehberlik yapmak demektir. Götürmek de
hidayettir, göstermek de hidayettir. “İhtida” gösterilen yola uyma demektir.
İhtida demek körü körüne uymak demek değildir. Kulak verip araştırmak ve ne
söylendiğini anlamaya çalışmak demektir. “Allah zalimlere hidayet etmeyeceğini”
beyan etmiştir. Dırar mescidi yapanlar görünüşte iyi iş yaparak aslında kötülük
yapmak istemektedirler. Mutlak iyi diye bir şey yoktur. Mutlak kötü diye bir
şey de yoktur. Yerinde yapılan her iş iyidir, yerinde yapılmayan her iş
kötüdür. 
“Dırar mescitleri”, yani zarar verme ve haklı bir hareketi engelleme
girişimleri, 
 başarıya
ulaşamayacaktır. AK Parti bir dırar mescididir, F. Gülen Cemaati bir dırar
mescididir; Erbakan tehlikesini (!) önlemek için dış güçler ve işbirlikçiler
tarafından öne çıkarılmıştır.

1970’lere kadar
Türkiye’de en tehlikeli kuruluş Risale-i Nur sayılırdı. İstihbaratta yalnız
onlar takip ediliyor, diğer Müslümanlar aleyhine de Nurculuk isnadı ile
saldırıyorlardı. Biz “Millî Görüş” olarak ortaya çıkınca onların dosyalarını
1970’lerde dondurdular ve bizimle uğraşmaya başladılar, onlar bizim sayemizde
rahata kavuşmuşlardı. 1980’lerde “Millî Görüş”ü devre dışı bırakmak amacıyla
onları serbest bıraktılar. O sayededir ki bugün onlar yeryüzünde
yayılmışlardır. Biz onları hep savunduk, Erbakan onları hep korudu. Erbakan’a, `onunla/onlarla
görüşüyor musunuz’
 diye sorduklarında; `günde beş defa
görüşüyoruz’ 
diyerek namazdaki tehiyyatı ve İslam kardeşliğini
hatırlatırdı. Böyle olmasına rağmen Fetullah Gülen diyor ki; `AKP
gömlek çıkardığı için destekledim!’
 Yani “Millî Görüş”e ve “Adil
Düzen”e kin kusuyor ama İslam’ın düşmanlarını dost biliyor. AKP’liler “Adil
Düzen”e karşı dırar olmak üzere kurulup iktidara taşınmıştır. Gülenciler “Millî
Görüş”e karşı dırar olarak desteklenip yaygınlaştırılmıştır. Oluşan bu bozuk ve
yamuk yapıların beyin takımı tasfiye edilmeden düzelmeleri imkânsızdır. Milli
Görüşe karşı, derin muhalefet hissi devam ediyor, her iki taraf da “Adil
Düzen”e uzak ve aykırıdır.

Toplumlar için iki
büyük tehlike nedir?

İnsanlık veİslam
toplumları için yıkıcı etkileri bulunan durumları arz etmeden önce önemli bir
hususu açıklamak gerekmektedir.

Doğal hükümler genel
olarak iki kısma ayrılır:

1- Sabit ve değişmez
hükümler
: Bunlar zaman ve mekânın değişmesiyle veya bilginlerin
görüşleriyle asla değiştirilemeyen temel ve tabii hükümlerdir. Örneğin İslam
Dininde, Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Cihat gibi farzların bağlayıcılığı, içki,
kumar, zina, faiz gibi kötülüklerin haramlılığı, mali ve bedeni cezaların
miktarı ve şartları gibi kesin hükümlerde, gerek sayı ve şekil yönünden,
gerekse zaman ve mekan yönünden olsun hiçbir değişiklik söz konusu değildir.
Mevridi nas'da içtihada mesağ yoktur” (Mecelle) Yani hakkında
ayet, hadis ve icmadan kesin delil bulunan konularda içtihada ve değişikliğe
asla izin ve ihtiyaç yoktur.

2- Zamanın, mekânın ve
şartların durumuna göre, genel maslahat ve mecburiyetler karşısında “değişebilen
hükümler
“: Tazir (uyarı) cezalarının cinsi, çeşitleri, miktarı, siyasi
ve sosyal yapılanma biçimi, örf ve adetlerle belirlenen ticari ve sınai kurum
ve kurallar, değişen ve gelişen ekonomik ve teknolojik şartlara göre şekillenen
günlük hayat standartları gibi konulardaki prensipler, İslam’ın genel hüküm ve
hedeflerine aykırı olmamak şartıyla değişmeye ve yenileşmeye açık hükümlerdir.
Maliki imamlarından El-Karafi “El-İhkam” adlı eserinde “örf
ve adetlere dayalı hükümlerin, bu örf ve adetler değiştiği halde, hala yerinde
kalması gerektiğini söyleyenlerin hem akla, hem icmaya, hem de dinin genel
amacına aykırı davrandığını”
 söylemiştir. Hicri on üçüncü asırda
yaşayan ve son dönem Hanefi ulamasının en büyüklerinden sayılan İbni Abidin
Neşrul Arf fi Binai Ba'dil Ahkami alal örf” adlı
risalesinde, Hanefi fakihlerinin, değişik zaman ve şartlarda aynı konuda
verdikleri farklı fetvaları sıralamış.”[5] Ve durumların
değişmesiyle hükümlerinde değişmesi gerektiğini
vurgulamıştır.

İbni Kayyım el-
Cevziye ise: “Eğer bu gibi hükümler esnek olmayıp sabit kalsaydı,
birçok konuda adalet zulme, rahmet zahmete, yarar zarara, hikmet nikbete,
maslahat meşakkate dönüşürdü. Bu ise İslam’ın özüne tamamen terstir
“[6] demiştir.
Bu nedenlerden dolayıdır ki “Zamanların değişmesiyle ahkâmın
değişmesi de inkâr edilemez”
 (Mecelle) esası bir kaideii
külliye (Genel kural) halini almıştır.

Şimdi insanlık ve
İslam toplumu için büyük bir tehlike oluşturan iki hususu arz edelim:

A- Birinci tehlike: Dinin, akli ve
vicdani ölçülerin ve bilimsel verilerin “değişmez ve değerini yitirmez
nitelikteki temel hükümlerinin bozulması, yozlaştırılması veya hepten
yürürlükten kaldırılarak yerine batıl ve bozuk sistemlerin konulması ve
uygulanmasıdır. Çağdaşlaşma veya dinde reform hevesleriyle yapılan bu gibi
tatbikat ve tahribatlar sonucu insanlık ve İslam toplumu dejenerasyona uğramış,
bütün değer ölçüleri laçkalaşmış, helal haram düşüncesi kalkmış, ahiret ve
sorumluluk duygusu yıkılmış, her türlü haksızlık ve ahlaksızlık
yaygınlaşmıştır. Dini disiplinden ve ahlaki prensiplerden koparılan insanlar
huysuz ve huzursuz kalabalıklar halini almıştır.

Yaratılış
gayesi Allah'a ibadettir. İbadet ise; Allah'a hürmet ve mahlûkata merhameten
ibarettir
” düsturu ve düşüncesi unutulmuş, şuurlu ve huzurlu bir İslam
toplumu yıkılarak geride köküne ve özüne yabancı, bencil ve bunalımlı, gayesiz
ve gayretsiz kalabalıklar bırakılmıştır. Bugün özellikle İslam dünyasında
görülen dağınıklığın, geri kalmışlığın ve perişanlığın birinci sebebi budur.
Yani İslami anlayış ve ahlaktan uzaklaşmış, daha doğrusu uzaklaştırılmış
olmamızdır.

B- Her toplum
için ikinci büyük tehlike
 ise: şartlara ve ihtiyaçlara göre değişme,
gelişme ve güzelleşme; yani basitten mükemmele doğru evrimleşme özelliği
taşıyan konularda, maalesef kısırlığın, donukluğun ve duraklamanın baş
göstermesi, taassup ve taklitçiliğin ve kuru şekilciliğin yaygınlaşmasıdır.
Bunun sonucu, durgunlaşan su gibi, İslam toplumu giderek içten içe kokuşmaya ve
çürümeye başlamış… Artık hidayet ve istikametin yerini bidat ve dalalet,
hareket ve bereketin yerini uyuşukluk ve atalet, izzet ve asaletin yerini
zillet ve meskenet kaplamış… Toplumda Cihat'ın, Hukukta içtihadın, ilimde
icadın, insanlarda vicdanın, günlük hayatta ahlakın, sanat ve sanayide
teknoloji yarışının terk edildiği bu dönemler, İslam toplumunun da haysiyet ve
hürriyetini yitirdiği ve yıkıldığı dönemler olarak karşımıza çıkmıştır. Hâlbuki
İslam, devamlı düşünen, araştıran, gelişen, üreten, diri ve dinamik bir toplum
oluşturmayı amaçlamıştır. Çünkü İslam, fıtratı ve hayatı kısıtlamak ve
kısırlaştırmak için değil, bilakis geliştirmek ve güzelleştirmek için
gönderilmiş bir hayat ve huzur programıdır.

Fıtratı ve hayatı
kirletecek olan aşırılıklar ve ahlaksızlıklar kadar, fıtratı ve hayatı
köreltecek derecedeki taassup ve taklitçilik de din ve toplum için muzır ve
mahvedicidir. Kurtuluşumuz ise iki şarta bağlıdır:

1– Temel insan
haklarının ve evrensel hukuk kurallarını hayata hakim kılacak ve adil bir
düzeni uygulayacak bütün tedbirleri acilen almak üzere fikri ve siyasi
Cihadımızı kesintisiz sürdürmek.

2- Yersiz ve yararsız
olan taassup, taklitçilik, şekilcilik, ucuz ve kolay kahramanlık
hastalıklarını
 terk etmektir.


[1] sh: 334

[2] Bak: Adil Düzen Nasıl Doğdu?

[3] sh: 340

[4] sh: 341

[5] Kardavi – Temel Nitelikleriyle İSLAM 7. Bölüm

[6] İlamul Muvakkiin C.3, sh:111

 














BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi