Anasayfa » Sevr’in Son Aşaması: PKK-CEMAAT YAKINLAŞMASI

Sevr’in Son Aşaması: PKK-CEMAAT YAKINLAŞMASI

Yazar: yonetici
0 Yorum 104 Görüntüleyen

Malum odakların kiralık cazgırı ve yandaş medyanın şımarık oğlanı Rasim Ozan Kütahyalı, Fetullah Gülen ile Abdullah Öcalan’ın artık uzlaşması gerektiğini iki sene önce yazmıştı.

Onun aklının böyle şeylere yatmayacağına ve kerameti olmadığına göre, bu projenin malum güçler tarafından hazırlanıp, onun eliyle kamuoyunu alıştırmak üzere servis edildiği sırıtmaktaydı.

“Türkiye’nin ve Türk devletinin yüzleşmesi gereken iki realite var…

Bugünün Türkiye’sinde Kürt realitesi bağlamında herkesin bildiği sembolleşmiş bir isim var… Bugünün Türkiye’sinde İslam realitesi bağlamında da herkesin bildiği sembolleşmiş bir isim var… Türk devlet sisteminin varlığını ve gerçekliğini inkâr etmek istediği iki isim…

Bu isimler Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan…

Beni üzen şey bu iki hareket mensupları da birbirileri hakkında konuşurken hâlâ “devlet dili”yle konuşuyor… Gülen hareketinin yayın organlarında DTP’ye dair yapılan haberler JİTEM diliyle yapılıyor… Kürt hareketinin yayın organlarında ise Gülen hareketine dair yapılan haberler Cumhuriyet gazetesinin diliyle yapılıyor… İki taraf da birbirini muhatap aldığında birden bu toprakların hastalığı İttihatçı zihniyetin türbülansına giriyorlar… İttihatçı bir zihniyetin temsilcisi olarak birbirlerine çakıyorlar… Hemencecik türbülansına girdikleri İttihatçı zihniyetin hem dindarlara hem de Kürtlere düşman bir ideoloji olduğunu anında unutuyorlar…”[1] sözleri PKK-Cemaat yakınlaşmasının altyapısıydı.

PKK ile cemaatin “yağlı ballı kuzu sarması” olmasını beklemek elbette saflıktır ve sırıtır. Ancak Sevr’in son aşamasına gelindiğinden; Türkiye’nin resmen değilse de fikren ve fiilen parçalanmasının ilk adımı olarak Güneydoğu’ya özerklik konusunda artık birlikte hareket edecekleri ve birbirlerini dolaylı destekleyecekleri bir süreç başlamıştır.

Dünya genelinde komünizmi ve kapitalizmi, Türkiye’de solcu ve sağcı partileri kendi güdümünde ve tekelinde tutan Siyonist odakların, şimdi dinci bir cemaatle dinsiz ve anarşist bir şebekeyi, birlikte harekete mecbur etmesine şaşırmamalıdır.

Yıllanmış Masonlardan Necmettin Karaduman’ın başkanlığını yaptığı; solcu, sağcı ve İslamcı bilinen şahısların ve emekli paşaların katıldığı “Encümen-i Daniş”in sağcı DP’nin başına Hüsamettin Cindoruk yerine, sonunda CHP’ye atanan solcu Süheyl Batum’u hazırladığı ( Bak. 19. Ocak Zaman Sh. 21 Bir Mühendislik Projesi) Ergenekon’un solcu ve ulusalcı sanıklarının MHP’den aday yapılmak için kulisler başlatıldığına ( Bak. 19. Ocak Zaman 1 Sh:) haberleri, bizdeki iktidar ve muhalefet partilerinin hep aynı odakların adamları olduğunu ortaya koymaktadır…

PKK-Cemaat barışı için şartların oluşturulması

PKK’nın devlet korumalı Eşkıyabaşı Abdullah Öcalan, Gülen Hareketi’ni tanımlarken:

“Ben kendilerini bir tarikat-cemaat olarak görmüyorum. Hatta tek başına ne bir tarikat ne de bir cemaattir. Biraz sivil toplum örgütü, hatta bir siyasi parti işlevine sahip olduğunu düşünüyorum. Rolü önemlidir. Bana göre daha çok Türkiye ve Ortadoğu’da bir sivil toplum örgütüdür. Sivil toplum örgütleri gibi toplumun demokratikleşmesinde, aydınlatılmasında herhangi bir siyasi çıkar beklemeden rol alabilirler. Hatta Ortadoğu’nun bir siyasi partisi gibiler.” diyor.

“Doğru, Gülen Hareketi bir siyasi parti değil ama iktidarla ortak vaziyette… Tanımlanmış bir siyasi iktidar perspektifi yok ama siyasetin içinde. Kendisini devletle bağlı görmüyor ama devletin ta tepesinde… Bir siyasi parti değil; ama bir sosyo-politik İslami hareket halinde… Ulusaşırı (transnasyonal) nitelikte, ama Türk orijinli ve “Türk misyonerler” rolünde. Ne modern, ne de geleneksel; Fotosentez görünümünde.

Ne şeffaf, ne de gizli; Ne merkezi, ne de adem-i merkeziyetçi…”[2] Şüpheli ve şaibeli bir mahiyet arz etmekte!..

28 Şubatçıların PKK’ya yanaşması

Haber 365 adlı, internet haber gazetesinin aktarmasına göre…

PKK kaynakları çok ilginç bir iddia ileri sürüyor, 28 Şubat döneminin güç odaklarının PKK’ya o dönemde mesaj gönderip “ateş kes” istediklerini belirtiyordu.

Yani, “28 Şubat’ta askerler ve onlarla birlikte hareket eden sivil yönetim, PKK’ya ‘Biz yeni bir Türkiye kurmak istiyoruz’ mesajı gönderiyordu.”

İddiaya göre, “Devlet kendine barış yapacak bir muhatap, çözüm niyetini PKK’ya iletecek arabulucular arıyordu.”

Bu sırada devreye Milli İstihbarat Teşkilatı giriyordu. Üst düzey MİT yetkilileri 7 Mayıs 1997 günü HADEP içinde ılımlılar olarak bilinen Sedat Yurtdaş, Sırrı Sakık gibi isimlerle Yıldız Sarayı’nda bir araya geliyordu. Mektup meselesi de bu sırada gündeme geliyordu.

“18 Ağustos 1998 tarihinde gönderildiği belirtilen bu mektup Ağustos Mektubu olarak biliniyor.” Önce el yazısıyla yazılıp daha sonra da üst düzey MGK, MİT yetkilileri tarafından imzalanan mektup, devletin en üst düzey yetkililerine de okutulup, onların da onayı alınıyordu.

Abdullah Öcalan tarafından İmralı’dan defalarca dillendirilen ama bir türlü “devlet” tarafından yanıt verilmeyen mektup işte bu oluyordu!

Yani Erbakan’ın Refah-Yol Hükümetini yıktıran Siyonist merkezler ve işbirlikçi teresler, Apo’yla irtibata geçip Kürdistan’ın kurulmasına zemin hazırlıyordu. 28 Şubat sürecinde Erbakan aleyhine faaliyet yürüten Fetullah Gülen’le bugün PKK çete reisinin irtibat girişimleri bizleri şaşırtmıyordu. Çünkü her ikisinin de küresel şebekenin piyonları oldukları tarafımızdan biliniyordu.

Zaten İmralı’da Apo ile görüşen, sözde devletin adamları, gerçekte ABD’nin ajanları, eşkıya başına Cemaate barış ve işbirliği teklifi yapmasını telkin ediyor, döndükten sonra da kendilerini Yalova’da hazır bekleyen Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’ye bu mesajı iletiyordu. Yani senaryonun İsrail Lobilerince hazırlandığı ve Sevr’in tatbikini amaçladığı her halinden sırıtıyordu. Bu aynı zamanda, “Bakınız, PKK bile cemaate mecbur ve mahkûm oldu” şeklinde Fetullahçıları en güçlü organizasyon olarak gösterme ve BOP kılıflı Büyük İsrail Projesinde, daha etkin roller yükleme operasyonuydu.

Hüseyin Gülerce’nin:

“Mehtap TV’deki Düşünce Günlüğü programımızda, bu görüşme ile ilgili geniş bir açıklamada bulundum. Dün de PKK’ya yakınlığı ile bilinen Fırat Haber Ajansı’nda bu görüşme yer aldı. Haberde bizim görüşmemizin aktarılmasından sonra, Öcalan’ın değerlendirmesi, “Gülen Hareketi’ne önemli roller düşüyor” başlığı ile verilmiş. Dolayısıyla sanki kendisine bir mesaj iletilmiş, o da bu mesaja cevap vermiş gibi yanlış anlamalara neden olabilecek bir algı doğabilir. Belirtmek istediğim şudur: Görüşmemizde, ben Sayın Cumhurbaşkanımızın, aylardır, Türkiye’nin en önemli meselesinin “Kürt sorunu” olduğunun altını çizdiğini hatırlatarak, bu meselenin ülkemiz ve geleceğimiz için çözülmesinin şart olduğunu belirttim. İki hususu da çok önemli bulduğumu ifade ettim: Samimiyet ve üslup…”[3] itirafları Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gülün de bu senaryoda dolaylı rol oynadığının ipuçlarını veriyordu.

Fetullah Zaman Gazetesinin Kürt Açılımı Taraftarlığı:

Zaman gazetesi PKK’nın sivil ve siyasi temsilcisi BDP Başkanının büyük ve masum (!) bir fotoğrafını da bastığı “Siyasete Yol Vermek Gerek” başlıklı bir yazısında, AKP’yi bile Kürt Açılımında gevşek davranmakla suçlamakta, BDP’ye açıkça sahip ve MGK kararı nedeniyle TSK’ya saldırmaktaydı. Hatta hızını alamayan yazar, Türkiye’yi bölünme sürecine taşıyan girişimlere karşı çıkanlara, “ırkçı ve milliyetçi dalgayı kabartıyor ve Kürt meselesinin çözümünü zorlaştırıyor” diye sataşmakta ve tabii saçmalamaktaydı. İşte mide bulandıran o yazıdan bazı bölümler:

Siyasete Yol Vermek Gerekmiş!..

Türkiye’de siyasal aktörler, PKK ve BDP çizgisinden her daim iki talepte bulundular. Bunlardan biri, PKK’nın şiddet yöntemlerine başvurmaktan vazgeçmesi ve BDP’nin şiddetle arasına mesafe koymasıydı. Diğeri ise, PKK ve BDP’nin isteklerini açıklığa kavuşturmaları ve bunları net bir şekilde kamuoyuna duyurmalarıydı.

Önce şiddet meselesine bakalım: Şiddetten arınma ve silah bırakma, uzun süredir Kürt siyasetinin gündeminde olan bir konudur. Her ne kadar Öcalan ve Karayılan, “Silahlı mücadelenin miadı dolmuştur” dediği için Baydemir’i sert bir biçimde uyarmışlarsa da, artık silahla alınabilecek bir mesafenin olmadığı yaygın bir kabul halini almıştır. Öcalan, bu sözleri sarf etti diye Baydemir’e kızdı ama kendisi de birçok kez bu anlama gelen ifadeler kullandı ve “demokratik siyasetinin geliştirilmesi gerektiğine” dair açıklamalarda bulundu. Bunun yanında KCK ve DTK gibi yapılanmaların da, aslında PKK’nın bir siyasileşme çabası olduğunu görmek lazımdı.

Siyasi Aktörlerden Beklenenler nelermiş?..

Kürtlerin taleplerinin netleştirilmesi mevzuuna gelince; öncelikle burada bir haksızlık olduğu açıktır. Zira Türkiye’de hem medyada hem de siyasi mahfillerde, genel olarak Kürtlerin ve özelde ise PKK ve BDP’nin neyi talep ettiklerini somutlaştırmadıkları iddiası çokça dile getirilse de bu iddia gerçek dışıdır. HAKPAR ve KADEP, açıkça federasyon talebi üzerinden yükselen bir siyaset yürütüyorlar. Başta Diyarbakır Barosu olmak üzere bölge baroları, anayasa, yasa ve diğer mevzuata ilişkin görüşlerini sıklıkla toplumla paylaşıyorlar. BDP’nin internet sitesinde, demokratik özerkliğe dair bir tutum belgesi var; bu belgeyle BDP nasıl bir çözüm perspektifine sahip olduğunu açıklığa kavuşturuyor. Ve nihayetinde 19 Aralık’ta yapılan toplantıda DTK da “Demokratik Özerk Kürdistan” adını verdiği bir taslağı kamuoyunun tartışmasına sundu.

Ne var ki son dönemdeki söz ve eylemler bu beklentiyi karşılamıyor. DTK ve BDP’nin “iki dilli yaşam” ve “demokratik özerklik” talep ettiklerini duyurdukları andan itibaren, yapılması gereken, herkesin bu talepleri rahatça tartıştığı ve kıyasıya eleştirebildiği bir özgürlük ortamını sağlamaktı. Oysa bunun yerine tam tersi tercih edildi; bu talepleri konuşmayı bile imkânsız hale getiren sert bir yasaklayıcı ve milliyetçi hava ortama hâkim oldu.

Önce Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı, bu taleplerin bir siyasi parti kapatma gerekçesi olduğunu söyleyerek BDP’ye gözdağı verdi. Ardından Cumhuriyet Başsavcılığı, DTK ile bir bağlantısının olup olmadığının saptanması için DTP hakkında soruşturma başlattı. Daha sonra uzun süredir siyasi alandaki tartışmalara müdahil olmayan ordu da, MGK bildirisiyle tartışmanın sınırlarını belirledi.

Bu noktada özellikle iktidar partisinin davranışının kabul edilebilir olmadığının altı çizilmelidir. AKP genel başkan yardımcılarından Ömer Çelik, kendi İçişleri Bakanı’nın bundan bir yıl önce Polis Akademisi’nde buna benzer bir çalıştay yaptığını unutarak, bu çalışmaları “suikast” olarak nitelendirdi. Bir diğer Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise, DTP’nin adını bile anmaya tenezzül etmediğini göstermek için BDP’yi “malum parti” olarak mimledi ve iktidar kibrinin nerelere kadar uzanacağını gösterdi. Başbakan ise “tek”lerle bezeli konuşmalarında işi BDP’yi “kandan beslenmekle” itham etmeye kadar vardırdı. Bazıları iktidar partisinin bu tutumunu, MHP’nin tabanına yönelik bir çaba olarak yorumlayıp meşrulaştırmaya çalışsa da, bu tutum ne ahlaken ne de demokratik açıdan onaylanabilir.

Siyasi yaşamı bütünüyle teslim alan bu milliyetçi havanın iki açıdan büyük bir tahribata neden olduğunu düşünüyorum: Birincisi, çözüme herhangi bir katkı sağlamıyor. Aksine milliyetçi dalga kabardıkça sorunların azaltılmasını veya giderilmesini sağlayacak birtakım kavramlar ve haklı talepler konuşulamaz hale geliyor.

Normalleşme Nasıl Sağlanabilirmiş?

Oysa demokratik süreç normal seyretse Kürtlerin Kürt siyasi aktörlerini çok daha kökten eleştirilere tabi tutmaları mümkün olacaktı. Kışkırtıcı üslubun, Türk milliyetçiliğini harlamasından başka bir yarar getirmediğine dikkat çekilecekti. DTK taslağındaki lider kültüne dayanan Leninist-Stalinist örgütlenme modelinden bir demokrasi üretmenin imkânsızlığı gözler önüne serilecekti. Köy komünlerinden başlayan bir ekonomik yapının ne bölgenin gerçeklerini yansıttığı ne de bugünün dünyasında bir geçerliliğinin olduğu daha yüksek sesle dillendirilecekti. Taslakta son derece müphem ifadelerle geçiştirilen “özsavunma”nın, gerçekte Kürtleri tahakküm altında tutma ve onlar üzerinde hegemonya kurma isteğinin bir ifadesi olduğuna vurgu yapılacaktı.”[4] Diyen Amerikancı ve Fetullahçı yazar. Özerk Kürdistan’ın mutlaka kurulmasını, ama komünizmin değil kapitalizmin güdümünde olmasını arzulamaktaydı. İşte ılımlı İslam böyle bir saçmalıktı.

 

 

Fetullah Gülen’in açılım hazırlığı!

Varsayın ki ben bir cemaatin bilge hocası yapılıyorum. Kitleleri kendime bağlıyorum. Onlar zaman içinde bana öyle bağlanıyorlar ki hiçbiri sözümden dışarı çıkmaz oluyor. Eskiden her biri sıradan mütedeyyin birer Müslüman iken, benim etki alanıma girdiklerinde durumları değişiyor; artık her biri sürünün parçası haline dönüşüyor. Bu durum salt benim çabamla olmuyor tabii. Küresel güçler ve işbirlikçi çevreler beni destekliyor. Sosyalist ve Kemalist geçinen laikçiler dindışı söylem ürettikçe, benim dindarlık söylemim önem kazanıyor. Onlar, din dışı söylemle bana her saldırı yaptıklarında yine ben güçleniyorum.

Zaman içinde öyle sosyal etkileşimler oluyor ki, bana takılanlar, kendi çevrelerini etkiliyor, dalga dalga bütün toplumda varlığım hissedilmeye başlanıyor.

Artık ben karizmayım. Televizyonlarım, basın-yayın organlarım, okullarım, bankalarım, türlü türlü vakıflarım çoğalıyor.

Kısacası ben şöyle ya da böyle sistem içinde güç kazanıyorum. Bana bağlanan ve sürüye dönüşen insanların oluşturduğu koca grup/cemaat mensupları, televizyon ve gazeteler aracılığı ile sık sık Devletin Türklüğü dayattığını anlatıyor. Artık sunucularım, yazarlarım ve yorumcularım, devletin Kürtlere ne kadar haksızlık ettiğinden öylesine çok söz ediyorlar ki, bağlılarımın bunları tartışmasız doğrular gibi algılıyor.

Çünkü ülkemde Kürt ve Türk binlerce bağlım bulunuyor. Şimdilerde her bağlıma, öteki bağlılarım şu mesajı veriyorlar: “Bu ülkede Kürt diye bir etnik grup yok sayıldı. Bu grubun varlığını bu devlet hep inkâra kalkıştı. Kimi zaman dağlarda başına bomba yağdırdı. Köylerde halka zulüm yaptı. Bu durumda elbette Kürt realitesini kabul etmek ve onların sorunlarını çözmek lazımdı.” Diye sürekli beyin yıkıyor. Bunları duyan Kürtler; “Vay be! Demek ki biz farklı bir ırk ve mağdur bir milletmişiz. Türkler hiçbir şeyimiz değilmiş. Üstelik asırlarca bizim haklarımızı yemişler ve bizi esir etmişler!?” diye düşünmeğe başlıyor.

Türklerden olup da bu Hocaya din iman aşkına bağlananlar ise; “Yazıklar olsun, böyle devlet, böyle adalet görülmüş mü? İnsanın ırkını, varlığını yasayla, dayatmayla değiştirmek mümkün mü? Anadilde konuşturmamak, eğitim hakkı tanımamak zulümdür. Takip ettiğim cemaatimin gazete ve televizyonların yazarları, yorumcuları ne kadar haklıymış” şeklinde düşünüyor.

Taraftar böyle düşünürken süreç işliyor, zaman ilerliyor, ortam değişiyor. Derken sürecin sonuna geliniyor.

Oraya vardığımızda karşımıza ne mi çıkıyor? Kürtlerin sınırları belli bir devleti ve vatanı oluyor, Türklerin ise bölünmüş ülkesi ve çözülmüş devleti kalıyor. Beyni uyuşturularak, sürüye döndürülmüş Türklerin kendi rızasıyla böldükleri küçültülmüş ve bölünmüş ülkesi ortaya çıktığında artık yapacak bir şey kalmıyor çünkü iş işten geçmiş oluyor. İşte bu toplumu buraya sürükleyen yol, onlarca kurmacanın ve tuzağın bir sonucu ortaya çıkıyor.”[5]

AKP’nin 37 milyon dolarlık “Kürt kapanı”

“AKP hükümeti, Birleşmiş Milletler’den Diyarbakır Siirt Batman illerinde kırsal kalkınma projesi için 37 milyon dolar borç alır. 37 milyon dolarlık fon önce AKP’li Tarım Bakanı Mehdi Eker ve ardından Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ekibini harekete geçirir. Diyarbakır’da dağıtılacak karşılıksız 10 milyon dolarlık hibe ve çeşitli ihaleleri kapsayan 37 milyon dolarlık projenin kullanımı için bürokratlara baskılar artar; onlar direnir. Bunun üzerine çeşitli senaryolar, yıldırma ve bertaraf etme politikaları ortaya konur. Paranın amaç dışı kullanımı için ortaya konacak senaryoların kılıfını “demokrasi”, “insan hakları”, “eşitlik” gibi evrensel değerler oluşturur. Başta Birleşmiş Milletler yetkilisi olmak üzere kimi bürokratlar bu tertiplere direndikçe olaylar tırmanır ve tertibin içine AKP’li Tarım Bakanı Mehdi Eker ve Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ekibinin ardından, Taraf Gazetesi, Kemal Derviş, Etyen Mahçupyan, George Soros ve sözde demokrasi kahramanı çeşitli sivil toplum örgütleri eklenir. Bu örgütlerin içinde TESEV Yönetimi, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği Başkanlığı, SOROS Vakfı, Batman İnsan Hakları Derneği Başkanlığı, Diyarbakır Barosu Başkanlığı, Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları ve demokrasi savunucusu olduğu iddiasındaki kuruluşlar vardır…” (“Türk malı” Yazarı: Bartu Soral)

Bartu Soral, “Bertaraf edilme tertipleri ile karşı karşıya kalan dönemin Birleşmiş Milletler Yetkilisidir.” Türkiye’nin çok iyi yetişmiş aydınlarından birisidir. Kalkınma ekonomisi alanında uzman bir isimdir. Yolsuzluk ekonomisi, “Türkiye’de Bitmeyen Ekonomik Kriz” üzerine kitapları ile bilinmektedir.

Pazarlık parçalanmaya dayandı!

Apo ile pazarlıklar ve Cemaati palazlandırmalar Türkiye’yi uçurumun kenarına taşımıştır. Cumhurbaşkanı Gül,  “Devlet, terörle masaya oturmaz, pazarlık yapmaz, ama kurumları vardır. Devlet, terörü bitirmek için her yolu dener” diyerek “pazarlığa” meşruiyet kazandırmıştır. Danışman Yalçın Akdoğan da, “Elbette devletin ilgili kuruluşlarının cezaevindeki bir mahkûmla ister istemez bir diyalogu olacaktır” fetvasıyla “pazarlığa” kılıf hazırlanmıştır.

Erdoğan ve partisi “pazarlığı” inkâr ederken bile tekzip mi, tasdik mi etti anlaşılmadı. Muhalefet pazarlığı dillendirince Erdoğan meydanlara çıktı, bağıra çağıra, “Bu alçakça bir iftira. İspat edemezseniz şerefsizsiniz” şeklinde horozlanmıştı. Ama bir gün sonra “Hükümet değil devlet görüşür” itirafıyla da ayarını ortaya koymuşlardı.

Bu “pazarlık” olayı Habur rezaletinde de aynen yaşandı. Hatırlanacaktır, Habur’a, önceden yapılan anlaşma gereğince, devletin valisi, kaymakamı, müsteşarı, hâkimi, savcısı sınıra götürülmüş; Kandil’den gelen teröristler karşılanmış; kurulan çadır mahkemesinde alelacele duruşma yapılıp, “Biz pişman değiliz. Önderimizin emriyle barışı görüşmeye geldik” diyen eli kanlı teröristler, yasaların çiğnenmesi pahasına serbest bırakılmıştı.

Haysiyet kırıcı bu tablo için Recep Erdoğan: “Dün Habur Sınır Kapısı’nda yaşanan manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü? Türkiye’de iyi şeyler, güzel şeyler oluyor. Devletin yetkili kurumları orada gerekli bir şekilde kendilerini karşılar, gerekli muameleler yapılır.  Sonra da serbest bırakılanlar bırakılır ve bu süreç başarılı bir şekilde devam eder. 34 kişi sınırı geçti ve sabah saatlerinde 29’u, ilgili yasalarımız çerçevesinde bırakıldı. Bunu son derece olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum. Şu anda yargı diğer 5’i ile ilgili çalışmalarını da sürdürüyor. Neden bu coşkuyu, bu umudu milletle paylaşmıyorsunuz?”  (20.10.2009 AKP Grubu) açıklamasını yapmıştı.

Bunların 2006’da terörist başının affına kapı açacak yasa tasarısını Meclise yollamasını, 2002’de başlatılan açılım tuzağının, etnik siyasallaşmanın hukuki ve psikolojik alt yapısının büyük çapta tamamlanmış olmasını da unutmayalım. Göreceğiz ki sıra, Cemil Çiçek’in ifadesiyle, Irak’taki kukla yönetime benzer bir “özerkliğe”, resmen bölünmeye gelmiş olacaktır.” Tespitleri acı gerçekleri yansıtmaktaydı.

Iraklı Kürt İslam Birliğinin Terör Örgütüne: “İsrail’in taşeronu olmaktan vazgeçin!” Çağrısı

Iraklı şuurlu Kürtlerin, İsrail-PKK yakınlaşmasından ve teröristlerin İsrail tarafından bölge ülkelerine karşı kullanılmasından rahatsızlık duydukları açıklanmıştı. Irak’ta faaliyet gösteren Kürt İslam Birliği (KİB), İsrail’in bölgenin zengin yeraltı kaynaklarının peşinde olduğunu öne sürerek, Iraklı Kürtlerin Irak’ın kuzeyindeki faaliyetlere yönelik dikkatli olmasını hatırlatmıştı.

Kürt İslam Birliği’nin resmi yayın organı ”Yergirtu” isimli haftalık dergide yayınlanan yazıda, İsrail’in dostluğunun Iraklı Kürtler için hiçbir değeri olmadığına işaret edilerek, Kandil’deki PKK yönetimine ”İsrail’in bölgedeki emperyalist emellerine hizmet etmekten vazgeçmeleri” yönünde çağrı yapılmıştı.

Yazıda, İsrail Gizli Servisi’nin, suçsuz insanları katletmekte uzun sabıkası olan terör örgütü PKK’yı ve onun İran uzantısı PJAK’ı desteklediğine ve taşeron olarak kullandığına işaret edilerek, şöyle denilmişti:

”Lübnan’da 3 PKK mensubunun İsrail adına casusluk yaptıkları gerekçesiyle yakalanması, PKK’nın bölgede İsrail’in hizmetinde olduğunun açık ispatıdır. Murat Karayılan, İsrail yayın organlarına yaptığı açıklamada, İsrail’in düşmanı bizim de düşmanımızdır diyerek, Tel-Aviv’den PKK’nın düşmanı olan ülkelerle ilişkilerini kesmesini talep etmesi, PKK’nın Siyonist rejimine ne kadar bağımlı olduğunu ortaya koymaktadır. PKK, İsrail’in emirlerini yerine getirerek, bölgede Siyonist rejimin lehine değişiklikler yapılmasına çaba harcamaktadır.”

 


[1] 22.04.2009 / Taraf

[2] Kadri Gürsel / Milliyet

[3] 09.12.2010 / Zaman

[4]Zaman /  07.01.2011 / Vahap Coşkun Dicle Ünv. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

[5] Ahmet Gürsoy / 28 Ağustos 2010 / Yeniçağ

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/subat-2011/sevrin-son-asamasi-pkk-c

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi