Anasayfa » SABAHATTİN ÖNKİBAR HADDİNİ ÇOK AŞIYORDU!

SABAHATTİN ÖNKİBAR HADDİNİ ÇOK AŞIYORDU!

Yazar: yonetici
0 Yorum 68 Görüntüleyen


Sabahattin
Önkibar haddini çok aşıyordu!

8 Ağustos 2014 Aydınlık
Gazetesinde “İşte ihanet
listesi” yazısında Sabahattin Önkibar: “Prof. Necmettin Erbakan son İslam’ı
politize edenlerin başında gelmesinden ötürü son tahlilde Müslümanlığa zararlar
vermiş ve inancımızın ideoloji haline gelmesinin öncülüğünü yapmıştır.
Erbakan'ın “Bize oy verenler Müslüman, vermeyenler patates dininden”
ifadesi gaflet ve dalaletin ötesidir” 
diyerek,
hem yalan söylüyor, hem de kinini kusuyordu. Erbakan Hoca’nın: “Hak ve adalet düzeni kurulsun,
ülkemiz, bölgemiz ve milletimiz huzura ve refaha kavuşsun diye çalışmayan, bu
milli şuuru ve sorumluluğu taşımayan Müslüman patates çuvalından farksızdır”
 mealindeki sözlerine “Bize oy verenler Müslüman,
vermeyenler patates dininden”
 şeklinde
çarpıtanların ve güya İslam’ı savunma rolü oynayanların sahtekârlığı sırıtıyordu.
Eski ülkücü-sağcı militanı, şimdi solcu-ulusalcı sığıntısı Sabahattin Önkibar
gibilere sormak gerekiyordu:

. Bunlar gerçekten
İslam’ın, yani Kur’an’ın ve Resulüllah’ın; bütün emir ve yasaklarına, helal ve
haramlarına, hüküm ve kurallarına inanıyor muydu? Eğer inanıyorlarsa, o halde
hepsi de Erbakan gibi düşünüyordu!

. Yok eğer İslam’ın bir
kısmına inanıyor, bir kısmını gereksiz ve geçersiz sayıyorlarsa, o zaman, tam
bir münafık olarak, savunuyor görüntüsüyle İslam’ı saptırmak ve gerçek
mü’minlere saldırmak için bahane kollanıyordu. Ya hu, Rahmetli Erbakan’a, bütün
Siyonist ve emperyalist gâvurlar, Haçlı ve Barbar Amerikalılar, Avrupalılar,
Mason tarikatlılar, paralelci münafıklar, din istismarcıları ve dinsizlik
sapkınları hepsi karşıydı, korkuyordu ve düşmanlık ediyordu. Ey arsız ve
ayarsız zırtolar, size ne oluyordu? Erbakan’a hıyanet etme ve tarihi
projelerini engelleme karşılığı Erdoğan ve ekibini iktidara taşıyan şeytani
odaklar, acaba bu zavallıları kaça zırvalatıyordu?

 

Kaynak Makalemiz:

YENİ
TÜRKİYE Mİ, DELİ GÖMLEĞİ Mİ?

“(Ya Rabbi)
Bizden-içimizden sefihlerin (beyinsiz, beceriksiz ve hain yöneticilerin ve
şuursuz destekçilerinin) yaptıkları nedeniyle, hepimizi helak edecek misin?”
 (Araf: 155)

Çatı adayı Ekmelettin
Beyin yetersizliği sayesinde ve BDP’nin 1. turda aday çıkartıp çatı adayının
%50’yi bulamayacağı kanaatini pekiştirmek suretiyle sağladığı dolaylı destekle
Cumhurbaşkanı seçilen Sn. Recep T. Erdoğan artık kendi güdümünde bir başbakan arıyor
ve fiilen başkanlık sistemini yürütmeye hevesleniyordu. Daha doğrusu,
bölgemizde sinsi ve Siyonist projelerini daha kolay gerçekleştirmek isteyen
malum odaklar, Meclis ve hükümet engeline takılmadan sözde Başkan marifetiyle
bazı kararlarını kotarmak ve uygulatmak istiyordu. Davutoğlu, Cağaloğlu’ndaki
İstanbul Erkek Lisesinde 7 yıl yatılı okuyor ve şimdi bir kısmı Adnan Oktar’cı
olan Sabataist Babuna’lardan Aydın Babuna ile samimiyet kuruyor ve her ne
hikmetse Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarına özel ilgi duyuyordu.
Buradan sonra ise malum Boğaziçi; üniversitesine geçiyordu. Daha sonra akademik
basamakları jet hızıyla geçip Profesör olan ve ardından Malezya Modeliyle
ılımlı İslam’ın Türkiye’ye yerleşmesini ve Yeni Osmanlı hayalinin gerçekleşmesini
hedef alan Ahmet Davutoğlu, Refah-Yol iktidarının yıkılıp Erbakan’ın devre dışı
bırakıldığı ve AKP’nin henüz kurulmadığı 1998 -2002 yılları arasında Silahlı
Kuvvetler Akademisi’nde ve Harp Akademisi’nde misafir öğretim üyesi olarak ders
veriyordu. Anlayacağınız hiçbir şey tesadüfen ve kendiliğinden olmuyordu! 
İşte bu nedenle İngiliz Ekonomist Dergisi
haftalar öncesinden, Kırım kökenli şanslı Türklerden ve aslı ve astarı malum
 Ülker’lerin dünürlerinden Ahmet Davutoğlu’nun Başbakan olacağını
açıklıyordu.
 Oysa Türkiye’de
rejim başkanlık değil Başbakanlık sistemine göre düzenlenmiş, bütün kurum ve
kurallar buna göre şekillenmiş bulunuyordu. Sn. Erdoğan Ahmet Davutoğlu gibi,
hem kendi kontrolünde kalacak hem de malum odakların işine yarayacak birisini
Başbakanlığa taşısa bile, üç-beş ay sonra baskılardan bunalacağını ve 
“davulun kendi boynunda, tokmağın ise
Erdoğan’ın avucunda, yani bütün sorumlulukların kendi sırtında ama
kahramanlığın Erdoğan’da bulunduğu”
 ortamdan sıkılıp usanacağını söylemek için
kâhin olmak gerekmiyordu. Zaten Sn. Erdoğan, Abdullah Gül’ün bunlara razı
olmayacağını bildiği için, onu devre dışı bırakacak yollara başvuruyor ve AKP
kongresini alelacele 28 Ağustos’a alıyordu. hatta bu arada Milletvekilleri
farklı ve aykırı formüller üretmesin, ayrı yönelimlere girişmesin diye, henüz
torba yasa bile tamamlanmadan Meclisi tatile sokuyordu. Erdoğan aylar
öncesinden Ahmet Davutoğlu’nu kafasına koyuyor, daha doğrusu onun ismi malum
merkezlerce kulağına fısıldanıyor, ama bir sürü göstermelik istişare ve
görüşmelerle buna “demokratik tercih” kılıfı geçiriliyordu. Çünkü Beşir Atalay,
Cemil Çiçek, Salih Kapusuz, Bülent Arınç gibi isimler “Sn. Başbakan, siz köşke
çıkın kongreyi doğal sürecine bırakın” diyordu, yani Abdullah Gül’e zemin
hazırlıyordu.
 Bunun üzerine “Olmaz,
böyle durumlarda şeytan devreye girecektir. Bizler nefsimizi dinlersek
partimizin birlik ve bütünlüğüne zarar gelecektir!”
 diyen
Erdoğan’a sormak gerekiyordu. 1-  Bu durumda şeytan Sn. Abdullah Gül mü
oluyordu? 2- Daha önce Milli Görüş’ü dağıtmak ve tarihi projelerini aksatmak
üzere, Erbakan’a başkaldırırken kendileri nifak çıkarıyor ve şeytanlık mı
yapıyordu? Çünkü çok iyi hatırlıyoruz, Sn. Erdoğan iktidara taşınma sürecinde
Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programına çıkarılıyor ve gençlere önceden
ezberletildiği sırıtan soruları yanıtlarken: “Erbakan’ın malum MGK’da askerlere
karşı ürkek davrandığını, kendisinin Başbakan olması halinde böyle bir
haksızlığa kesinlikle karşı çıkacağını” söylüyor, ayrıca “Mücahit Erdoğan!”
sloganı yerine “Demokrat Erdoğan!” şeklinde çağrılmaktan hoşlandığını
belirtiyordu. Yani böylece malum odaklara: 1- Erbakan’ın “İslam Birliği ve
Faizsiz Adil Düzen projelerini” askıya alacağı 2- TSK’nın burnunu kırıp hizaya
sokacağı
 mesajını veriyordu. Ve bütün bu tahribatlarını 12 yıl boyunca
suç ortağı Cemaatle birlikte yürütüyor, ama makam ve menfaat hırsı ağır basınca
sonunda iki taraf kıyasıya birbirine düşüyordu.

“Herkesin ve her
kesimin amellerine karşılık, (işledikleri suçun cinsinden) muvafık (uygun ve
denk) bir ceza (olarak intikam alınacaktır)”
(Nebe:26) ayetinde haber buyrulan ilahi
adalete ve Kur’an’i hakikate dayanarak yıllar öncesinden söylediğimiz “Cemaatle
AKP Hükümetinin birbirine düşüp boğuşacakları” nasıl gerçekleşmişse bu sefer,
aynen Erbakan Hocaya yaptıkları gibi, şimdi aylardır haber verdiğimiz ve
beklediğimiz şekilde “AKP’nin de parçalanıp dağılacağı” günler yaklaşıyordu.
Artık Fehmi Koru ve Levent Gültekin gibi yalaka yazarlar Erdoğan’a sataşmaya ve
Gül’ün safında yer almaya başlıyor AKP içinde “eski döneklerle yeni
yetmelerin
” atışması kızışıyordu.

Cumhurbaşkanlığı seçim
sonuçlarıyla birlikte, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 28 Ağustosta köşke çıkacak
olması siyasette ve özellikle AKP’de derin çatlaklara neden oluyordu.
Partilerdeki “Ertelenmiş Rehavet ve küllenmiş rekabet”, bir anda Başkent’in
yüksek rakımlı tepelerinde kaynayan hararete dönüşüyor, siyaset kulislerinde
sert rüzgârlar esmeye başlıyordu. Partilerdeki derin sessizlik bozuluyor, uzun
süredir çekilmeye hazırlanan kılıçlar kınından çıkıyordu. Başbakan kim olacak?
Gül, AKP’ye mi katılacak, yeni parti mi kuracak? Soruları, dengelerin
değişeceğini gösteriyordu. Abdullah Gül’cü Salih Kapusuz’la Erdoğancı Şamil
Tayyar’ın çatışmaları, AKP’de beklenen kapışmaların fitilini ateşliyordu.
Bülent Arınç “Yeni yetmeler hesap yapmasın” çıkışıyla, hala
bir şeyler umduğunu ve dananın kuyruğunun koptuğunu gösteriyordu. Bakalım “Avrupa
Birliğinden çıkıp ABD önderliğindeki yeni bir Ortadoğu Projesine katılalım”
 gibi
safsataların ve Siyonist salataların pazarlayıcısı ve Erdoğan’ın başdanışmanı
Yiğit Bulut gibi, Yalçın Akdoğan gibi yeni yetmeler mi, yoksa Bülent Arınç gibi
eski dönekler mi kazançlı çıkıyordu? Ve yine bekleyip görelim, AKP kaç yeni
partiye gebe bulunuyordu? 
Sn. Recep T. Erdoğan’ın, hakka dönme, hayra yönelme ve halkın
çıkarlarını gözetme hususunda hala bir şansı bulunuyordu ve hatadan dönmek
üzere bu son fırsatı iyi değerlendirmesi gerekiyordu!

Sabahattin Önkibar
haddini çok aşıyordu!

8 Ağustos 2014
Aydınlık Gazetesinde “İşte ihanet listesi” yazısında Sabahattin
Önkibar: “Prof. Necmettin Erbakan son İslam’ı politize edenlerin başında
gelmesinden ötürü son tahlilde Müslümanlığa zararlar vermiş ve inancımızın
ideoloji haline gelmesinin öncülüğünü yapmıştır. Erbakan'ın “Bize oy
verenler Müslüman, vermeyenler patates dininden” ifadesi gaflet ve
dalaletin ötesidir” 
diyerek, hem yalan söylüyor, hem de kinini
kusuyordu. Erbakan Hoca’nın: “Hak ve adalet düzeni kurulsun,
ülkemiz, bölgemiz ve milletimiz huzura ve refaha kavuşsun diye çalışmayan, bu
milli şuuru ve sorumluluğu taşımayan Müslüman patates çuvalından farksızdır”
 mealindeki
sözlerine “Bize oy verenler Müslüman, vermeyenler patates dininden” şeklinde
çarpıtanların ve güya İslam’ı savunma rolü oynayanların sahtekârlığı
sırıtıyordu. Eski ülkücü-sağcı militanı, şimdi solcu-ulusalcı sığıntısı
Sabahattin Önkibar gibilere sormak gerekiyordu:

Bunlar
gerçekten İslam’ın, yani Kur’an’ın ve Resulüllah’ın; bütün emir ve yasaklarına,
helal ve haramlarına, hüküm ve kurallarına inanıyor muydu? Eğer inanıyorlarsa,
o halde hepsi de Erbakan gibi düşünüyordu!

Yok
eğer İslam’ın bir kısmına inanıyor, bir kısmını gereksiz ve geçersiz
sayıyorlarsa, o zaman, tam bir münafık olarak, savunuyor görüntüsüyle İslam’ı
saptırmak ve gerçek mü’minlere saldırmak için bahane kollanıyordu. Ya hu,
Rahmetli Erbakan’a, bütün Siyonist ve emperyalist gâvurlar, Haçlı ve Barbar Amerikalılar,
Avrupalılar, Mason tarikatlılar, paralelci münafıklar, din istismarcıları ve
dinsizlik sapkınları hepsi karşıydı, korkuyordu ve düşmanlık ediyordu. Ey arsız
ve ayarsız zırtolar, size ne oluyordu? Erbakan’a hıyanet etme ve tarihi
projelerini engelleme karşılığı Erdoğan ve ekibini iktidara taşıyan şeytani
odaklar, acaba bu zavallıları kaça zırvalatıyordu?

Erdoğan’la gül
arasındaki “en zayıf halkayı” Allah rızası ve dava hatırı için değil, makam ve
menfaat hırsıyla yola çıkmaları oluşturuyordu!

Artık herkes biliyor
ki, halkın oyları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı seçilen
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “AKP’nin geleceğinde Abdullah Gül’ü yok” sayıyordu.
En azından Gül’ü “Genel Başkan ve Başbakan” olarak istemiyordu. Hani, bu
ikilinin, öğrencilik yıllarına dayanan sıkı dostluğu vardı? Hani, bu ikili, 12
yıldan bu yana ülke yönetiminde söz sahibi olan AKP’nin “en ileri ikilisi”
konumundaydı? Hani, 2007 yılında Erdoğan “kardeşim” diye hitap ederek Gül’ü
Cumhurbaşkanlığına taşımıştı?

Hatırlayınız, tarih; 7
Şubat 2012. İstanbul Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan
Fidan, Eski Müsteşar Emre Taner, Eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve iki
eski MİT görevlisini bizzat telefonla arıyor ve KCK soruşturması kapsamında ifadeye
çağırıyordu. Savcı Sarıkaya, Fidan ve arkadaşlarını Oslo’da PKK ile yapılan
görüşmeler sebebiyle suçluyordu. Bu arada MİT Müsteşarı Hakan Fidan, telefonla
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı arıyor, ancak ulaşamıyordu. Sonrasında
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü arayarak durumu anlatıyor ve “önerisini”
soruyordu. Gül, olayda kötü niyet olduğunu düşünmüyor ve “Bence ifadenizi
verin, bir problem çıkacağını sanmıyorum” diyordu. Bu telefonun hemen ardından
olaydan bir şekilde haberdar olan Başbakan Erdoğan, Hakan Fidan’ı arıyor ve
Fidan’dan kesinlikle ifade vermeye gitmemesini istiyordu. Bu sırada İstanbul
ile Ankara arasında nasıl bir telefon ve iletişim trafik döndüğü, neler
konuşulduğu tam olarak bilinmiyordu. Ancak şu kesin; Başbakan bu olayda farklı
bir durum seziyordu. Olayın perdesi biraz daha aralandığında şöyle bir sahne
fark ediliyordu; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, o gün İstanbul’daydı. Kamuoyu
bilmiyordu fakat ameliyat olacaktı. Üstelik bir iddiaya göre; savcının Fidan’ı
ifadeye çağırdığı saatler, normal şartlarda Başbakan’ın narkozlu olduğu anlara
denk gelecekti. Ancak bu arada ne olduysa oldu, ameliyat saati değiştirilmişti.
Bir iddiaya göre, ameliyat saatinin değiştirilmesinde güvenlik endişeleri rol
oynuyordu.

Başbakan Erdoğan,
Fidan’la bu görüşmesinden sonra ani bir hamle yapıyor AKP Grubuna hasta
yatağından talimat veriyordu. Hemen bir yasa teklifi hazırlanıyor, MİT
görevlilerinin ifadesinin alınması doğrudan Başbakan’ın iznine bağlanıyordu.
Teklif jet hızla yasalaşıyor ve MİT’çiler ifade vermeye gitmiyordu. Acaba
Başbakan Erdoğan, Savcı Sarıkaya’nın Hakan Fidan’ı aradığı saatlerde ameliyata
alınmış olsaydı; MİT Müsteşarı, Başbakan’la telefonda görüşemese ve
Cumhurbaşkanı Gül’ün “ifadeye git” talimatı doğrultusunda ifadeye gitseydi ne
olurdu?

Şurası hep konuşuldu;
MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve diğer MİT mensupları tutuklanır mıydı? Böyle bir
şey söz konusu olsaydı, savcının başlattığı KCK soruşturması Başbakan’a kadar
uzanacak mıydı? Asıl amaç bu muydu? Kaldı ki, Başbakan Erdoğan, geçmişte bunu
da ima etti; “Burada asıl amaç bendim, bana uzanmak istediler” anlamında
değerlendirmelerde bulunmuştu. Ancak ne var ki, 7 Şubat 2012’nin şifresi,
Erdoğan’ın ameliyat günü ve saatinin tesadüfen değiştirilmesiyle kırılmış
oluyordu! Daha sonra Başbakan-Cemaat arasında patlak veren “krizler
silsilesi”nin bilinmeyen başlangıcı olmasından dolayı 7 Şubat krizi olarak
anılan Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ve buna Abdullah Gül’ün sıcak baktığı
iddiası, Erdoğan’la Gül arasındaki en zayıf ve karanlık halkalardan birini oluşturuyordu.
Başka “zayıf halka”lar da sıralanıyordu: Mesela Gezi Parkı protesto gösterileri
sırasında Köşk’ün tutumu AKP kulislerine o kadar da olumlu yansımıyordu,
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, fazla belli etmese de Erdoğan’ı
kızdıran “gömlek”li açıklaması sırasında Gül’ün o “bakış”ları… Ve de ardından
Danıştay toplantısında Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun
konuşması esnasında Gül’ün Erdoğan’a yönelik “atak”ları da hoş karşılanmıyordu.
Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın, başından bu yana hassasiyet gösterdiği Mısır’da
askeri darbe yapan ve ardından da Cumhurbaşkanı seçilen Sisi’ye Köşk’ten
kutlama mesajı gönderiliyordu!”[1] diyen değerli yazarımız, Allah
rızası ve dava hatırı için değil, makam ve menfaat hırsıyla yola çıkan ve malum
odakların kışkırtmasıyla Erbakan’a başkaldıran, Milli Görüş’ün tarihi
projelerini sekteye uğratan bu ikilinin sonunda birbirlerine çelme takmasının
ve devre dışı bırakmaya çalışmasının ilahi kader ve adalet gereği olduğunu
vurgulamayı unutuyordu. Ancak Sn. Erdoğan’ın yeniden hakka ve hayra yönelmesi
için kendisine yeni bir fırsat sunuluyor ve bunu çok iyi değerlendirmesi
gerekiyordu.

Ethem Sancak kendisine
'dönek' diyen Fethullah Gülen için çok ağır konuşuyor, daha önce bilip de dile
getirmediği gerçekleri bir bir sıralıyordu!

Fethullah Gülen,
Pensilvanya'dan işadamı Ethem Sancak'ı da hedef alınca Sancak'tan zehir
zemberek bir cevap geliyordu. Hatırlarsınız Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
AKP'nin adayı Tayyip Erdoğan'ın %51,7 ile lehine sonuçlanmasının ardından 
Fethullah Gülen'in herkul.org'ta yayımlanan son sohbetinde
şöyle diyordu:

“Hâlihazırda
yaşananlar, Cenâb-ı Hakk’ın çok değişik tecelli dalga boyunda öyle lütuflar
ifade ediyor ki, tahmin edemezsiniz. Sadece bir iki tanesinin kapağını
aralayayım: “Mü’min, münafık birbirinden ayrıla, işte o gün bayram ola! Bu
sayede, küçük bir tazyik karşısında birkaç ev parasına peylenen insanları
tanıma imkânını buldunuz. Bir sürü dönek insanın kaç kuruşla satıldığını görme
imkânına kavuştunuz. Hiç ihtimal vermiyordum! Baktım ki birkaç milyona satılan
insan varmış, yüzken astar, astarken yüz olan bir sürü yüzsüz varmış. Cenâb-ı
Hak, bu bozuk karakterleri kendilerine has resimleriyle ortaya koyuyor,
“Dikkatli olun!” diyor. İbn Selul'leri deşifre ediyor.”

Fethullah Gülen'in bu
tenkit ve tahriklerini üzerine alan ve herhalde “yarası olduğu için
gocunan”
 
Ethem Sancak'Milletten yediği darbelerle çılgına dönen o
zat bize de saldırmış'
 diyerek
Fethullah Gülen'e “Asıl döneklerin kimler olduğu çok net
görülecektir” şeklinde yanıt veriyordu. (Paralel yapıyla) “Avını
yavaş yavaş sararak önce hareketsiz bırakan sonra da canlı canlı yutan bir
yılan misali kuşatmaya kalktıklarının, binlerce yıllık geleneğe sahip bir
devlet olduğunu nasıl da unuttular? Yoksa unutmadılar da bu hainliğe mecbur mu
bırakıldılar?”
 diye soran Ethem Sancak şöyle konuşuyordu;
''40 yılı aşan bir süredir Türkiye içinde ve dışında gücü kim temsil ediyor ise
ona sinsice yanaşan, kadir-i mutlak gördüğü dünyevi güç odaklarının her türlü
hizmetine koşmayı uzun erimli çıkarlarının zaruri bir gereği olarak gören ve
milletten yediği darbelerle çılgına dönen Zat hızını alamayıp bize de
saldırmış. Gerçek yüzü gün yüzüne çıktıkça daha da zavallılaşan,
işlediği günahlar için Allah’a değil de beddualara, küfürlere ve hakaretlere sığınan
bu şahsın öfke nöbetlerini dikkate almamak gerektiğini, ona verilecek hiçbir
yanıtın onun iflah olmaz bir hastalığa kapılmış olan ruhuna şifa olamayacağını
biliyorum. Kendisi gafletle şaşmış bir beşer olsaydı onun için üzülürdüm, ancak
bilerek, tasarlayarak, uzun uzadıya, inceden inceye hesaplayarak kötülükler
dileyen, insanların en kutsal değerlerini servet biriktirmenin aracına çeviren
ve bu uğurda insanların hayatlarına ilkokul çağından ömrünün sonuna kadar
ipotek koymayı kendinde hak gören, bununla da yetinmeyip ülkesine ihanet etmeyi
dahi göze alabilen birine üzülmem. Bu ülkeye ve millete her hücresine kadar
bağlı olan biri olarak böyle bir kişiye ancak öfkelenirim.

Eski Marksist-Komünist
yeni Kapitalist-İslamist Ethem sancak şöyle devam ediyordu:

“Onlarca yıldır tıkır
tıkır işletilen formüller bir an gelir tutmayıverir. Zamana yayarak kurulan tüm
tezgâhlar, “nihayet işin sonuna geldik, devlet de artık avucumuzun içinde”
denilen bir anda altüst oluverir çünkü her ülkenin sigortası olan bazı dinamikleri
ve değerleri vardır. Bu ülkeyi var eden sağduyuyu küçümseyip hiçe
saydıklarında, ülkenin sigortasının atıp o çok güvendikleri enerjilerinin tam
da kaynağından kesilebileceğini nasıl hesaplayamadılar? İnanç, fikir ve ideal
insanı görünümü altında büyük servetleri, yatırım kuruluşlarını, ihaleleri
yöneten; dava dosyalarını, emniyet soruşturmalarını, insanların tüm mahremiyet
alanlarını yakın takibe alan ve bunu kutsal din ve değerlerimiz adına yapan;
kısacası inanç ve iddiasıyla taban tabana zıt her türlü mafyatik yöntemi
kullanan servet ve iktidar düşkünleri böylesi kıyıcı hırsların getirisi olduğu
gibi bir götürüsü de olabileceğini nasıl da atladılar? Avını yavaş yavaş
sararak önce hareketsiz bırakan sonra da canlı canlı yutan bir yılan misali
kuşatmaya kalktıklarının, binlerce yıllık geleneğe sahip bir devlet olduğunu
nasıl da unuttular? Yoksa unutmadılar da bu hainliğe mecbur mu bırakıldılar?
Hangi mecburiyet insanın bu derece küçülmesine neden olabilirdi, içinden
çıkamayıp da çırpındıkça battıkları çıkmaz acaba neydi? Kurtulamadıkları bir
mecburiyetleri varsa korkmasınlar, sarıp boğmaya kalkıştıkları ama başaramayıp
derslerini aldıkları ülkelerine ve o ülkenin milletine sığınsınlar. Doğdukları
bu vatan boğdukları vatan olmadı ama hala özgür yaşayacakları bir vatan
olabilir. Ele değil, bağrına hançer saplasalar bile, yine de kendi ülkelerine
yaslanıp dayansınlar. Affedilemeseler bile belki en azından huzura kavuşurlar.”

Ethem Sancak gibi
Fethullah Hocayı ve Cemaatin üst yapısını yakinen tanıyan ve onlarla çok sırlı
ilişkileri bulunan bir şahıs elbette gerçekleri söylüyordu. Ama bunları
konuşmak için 15 yıl boyunca susması ve Erdoğan’ın kesin zaferi (!) üzerine
ağzının fermuarını açması da kendi ayarını gösteriyordu. Evet, hem
Fetullahçıların Erdoğancılara, hem bu tarafın Cemaat yapısına yönelik bütün
itiraf ve ithamları doğruydu; çünkü bunlar birbirlerini çok iyi tanıyordu!

Sn. Erdoğan’ın tek ve
son şansı: Tevbe edip Milli Görüş’e dönmesi gerekiyordu!

“Tevbe etme” hatasını
görüp pişman olarak yanlışı bırakıp doğruya yapışma anlamına geliyordu. Bir
fitne (problem, kriz) ile karşılaştığınızda, fitnenin Allah’tan geldiğini
anlamanız ve hatanızı arayıp bulmanız gerekiyor, o hatadan vazgeçip bırakmanız
bekleniyordu. Peki, AKP hangi hataları işliyordu? Şimdi kendilerinin de itiraf
ettiği uyduruk bahanelerle askerler hapse tıkılıyordu. Düşmanın keyfine uyup
gereksiz kanunlar ülkemize getiriliyordu. İdamı kaldırıp katilleri-canileri
cesaretlendiriyordu. Askerleri sivil mahkemelerde yargılayıp ordunun onuru
kırılıyordu. İslam Birliği yerine Haçlı Birliğini tercih ediyor, Faizci düzeni
ısrarla sürdürüyordu.

AKP bu batıl
düzenlemeleri ülkeye getirirken ve tahrip edici girişimleri sürdürürken,
bunların ilahi adalet kurallarına, yani evrensel hukuka ve şeriata uygun olup olmadığını
hiç düşünmüyor, ülkemize ve milletimize yararını ve zararını gözetmiyordu.
Allah insanlara “kesin bilgiye” sahip olmaları için iki imkân veriyor, kesin
bilgiye ise, ilahi ölçüler, Nebevi prensipler, aklıselim ve müspet ilimle
ulaşılıyordu. Oysa AKP kesin bilgiyi ve Adil Düzen’i bırakıp Yahudi
Siyonizminin zulüm sistemine figüranlığı tercih, tüm milli değerlerimizi ve
manevi dinamiklerimizi tahrip ediyordu. Faiz ve fuhuş düzenini yaşatan hatta
meşrulaştıran AKP “Allah’la ve Peygamberle harp ediyor” (Bakara:
279) bir sürü gafil ve cahil dindar da bu savaşta Erdoğan’ı destekliyordu.
Tarih boyunca bu gibi haramlar şu beş merhalede yozlaştırılıyordu: 1-Önce,
Kur’an'da yasaklanan “Riba” ile, banka faizinin farklı olduğu gündeme
taşınıyor, birçok kiralık din adamından fetvalar çıkarılıyordu. 2-Faizin adı
“nema” olarak değiştiriliyor, meşruiyet kılıfı geçiriliyordu. 3-İslam ahkamının
uygulanmadığı “Darülharb” şartlarında faizin caiz olduğu anlatılıyor, ama
Kur’an nizamını kurma çabası yerine, faizle kolay kazanç yolu tercih
ediliyordu. 4-“Faizsiz bankacılık” aldatmacasıyla “riba, kar payına dönüşüyor”,
kar ve zarar ortaklığı yapılmadan, sadece faiz alınıp veriliyordu. 5-Ve
nihayet, faize karşı olmak gericilik ve yobazlık sayılıyor, faize
bulaşmayanlara ahmak gözüyle bakılıyordu.

Yeni Başbakanın ve
Bakanların kim olacağı tartışmalarıyla havanda su dövülüyordu!

Oysa Abdullah Öcalan Başbakan, Hakan Fidan Dışişleri Bakanı,
Rıza Sarraf Ekonomi, 
Bilal Erdoğan Ulaştırma, Hülya Avşar Kültür, Bakara suresi ayetleriyle “kakara-makara” dalga
geçen 
Egemen Bağış Diyanetle ilgili Devlet Bakanı, Yiğit BulutHazine ve Dış Ticaret Bakanı yapılsa böylesine
muhterem ve muhteşem kabineye bile marazlı muhalefetin(!) karşı çıkacağını, ama
demokratik olgunluğu ve Milli şuur sorumluluğu defalarca kanıtlanmış(!) yandaş
taifenin ise alkış tutacağını herkes biliyordu.

1994 yılında: “İşte bütün servetim bu yüzükten
ibarettir.” 
1999’da ise:
 “Eğer bir gün duyarsanız ki
Tayyip Erdoğan çok zengin olmuş, bilin ki hırsızlık etmiş, haram yemiştir!”
buyuran,
ama 2014 yılında kendisinin ve ailesinin çalışıp kazanmakla elde edilemeyecek
miktarda büyük bir servetin sahipleri olduğu ortaya çıkan; yani bunları nasıl
elde ettiklerini, daha önceki safiyet dönemlerinde, Allah kendilerine
söylettiği anlaşılan Sn. Recep T. Erdoğan’ı tenkit etmek vatan hainliği
sayılıyordu. Oysa Hz. Peygamber (SAV) beytülmale ait ganimetten ve devlet
hazinesinden gizlice bir şeyler aşıranların, zahiren cihat edip şehit dahi
düşseler, yine de cehenneme sürükleneceklerini haber veriyordu.
“Erbakan Hoca’nın dava hizmetinde harcanmak
üzere toplanan paraları mala çevirip üzerine tapuladığı ve evlatlarına miras
kaldığı”
 iftirasında
bulunan, birkaç ay sonra ise bu konuyla ilgili çağrıldığı savcılıkta
 “Bunlar yanlış duyumlara dayalı yanılgılar ve
asılsız algılarmış”
 diyerek
kustuklarını yalamak ve yalanlamak zorunda kalan ama hala kendi camiamıza ve
kamuoyuna bu durumu açıklamayan sinsi 
soysuzlarla, Erbakan’ın tarihi projelerini sekteye uğratmak üzere Milli
Görüşü parçalayan hain 
huysuzların
elbette hesap verecekleri günler yaklaşıyordu.

Hz. Peygamber (SAV)
Efendimiz “Ğulül” yapmayı, yani gizlice veya hile ile devlet hazinesinden ve
ganimet hissesinden bir şeyler aşırmayı en ağır günahlardan sayıyordu!

Tefsiri MEDARİK’te ve
Şeyhül İslam Ebussuud Efendi Tefsirinde (Kur'an’ı Kerim Meziyetlerinin, Aklı
Selimle İrşad ve açıklaması c.3.sh:1074) aktarıldığına göre; Bedir
ganimetlerinin taksimi sırasında, kırmızı renkli ve kıymetli bir kadife kumaşın
yerinde olmadığı fark edilmişti. Bunun üzerine Münafıkların; “hem
zaten komutan olarak Onun hakkıdır, el koyabilir”
 anlamına
gelebilecek, hem de “gizlice hırsızlık ve hıyanet etti” manası sezilecek bir
ağızla: 
“Belki de o kumaşı
(Hz.) Muhammed alıvermiştir!”
 demeleri üzerine bu ayeti kerimenin indiği rivayet
edilmektedir.

“Yeğüll yapmak (yani
ganimet malından gizlice bir şey aşırmak ve emanete-beytül male hıyanette
bulunmak) bir Peygambere asla yakışır (tavır) olmayacaktır. Her kim,
(ganimetten, devlet hazinesinden veya ganimetten ve cihat bütçesinden) ihanetle
bir şey çalarsa, kıyamet günü, o (haksız ve ahlaksız yollarla) aldıklarını
(sırtlamış ve Allah’ın lanetine uğramış vaziyette) gelip (âleme rezil
olacaktır)”
 (Ali İmran:161)

Ayette geçen “Yeğüll”
kelimesi “Gulül” masdarından muzari, müzekker, ğasip sığasıdır, ma’lum ama
meçhul olarak okunmaktadır. Ğulül; ganimet malına hıyanet ve hırsızlık yapmak
anlamındadır ve bu kelimenin aslı “gizlice bir şeyi aşırmak”tan çıkarılmıştır.
Efendimizle (SAV) ilgili böyle bir iddia elbette yalan ve iftiradır, bu ayetle
Cenabı Hak Resulullah’ı temize çıkarmaktadır. Oysa Hz. Peygamber Aleyhisselam,
defalarca “Ganimet hissesinden, cihat bütçesinden ve devlet hazinesinden bir
şeyler çalanların cehenneme sürüleceklerini” ikaz buyurmuşlardır.

Türkiye’den gidip
Gazze’de bebekleri katleden Siyonist Yahudi katillerin, topraklarımızda elini
kolunu sallayarak gezmesi vicdanları sızlatıyordu!

Yıllardır
Filistin’deki Müslüman kardeşlerimizi katleden insanlığın baş belası Siyonist
İsrail, son olarak Gazze’ye yaptığı kara harekâtında Kassam mücahitleri
karşısında çaresiz kalınca asker sıkıntısı başlamış ve dünyadaki Siyonistleri
silahaltına çağırmıştı. Bu çağrı üzerine Türkiye’den de birçok Siyonist İsrail
ordusuna katılmıştı. Sosyal medyada örgütlenen ve kendilerini Türkiyeli vicdan
sahipleri olarak tanımlayan bir grup aktivist ‘İsrail askeri
istemiyoruz’
 hashtagi ile Gazze’de bebekleri öldüren katil
Siyonistlerin Türkiye’ye tekrar girmelerinin yasaklanmasını, eğer gelenler
olursa bunların da savaş suçlusu sayılması için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne
verilmek üzere dilekçe hazırlamıştı. Birçok akademisyen, sanatçı ve gazetecinin
video kaydı ile destek verdiği kampanyaya sosyal medyadan da büyük destek
sağlanmış, toplanan binlerce dilekçe ise Fatih Postanesi’nden TBMM’ye
postalanmıştı. Sosyal medya üzerinden birçok kişinin destek verdiği kampanya
hızla yayılırken, kampanyayla ilgili kurulan siteden yapılan açıklamada
amaçları şöyle sıralanmıştı: “Filistin’de işgalin son bulmasını,
Gazze’deki hukuksuz ambargonun kalkmasını ve katliamların bir an önce
durdurulmasını isteyen Türkiyeli vicdan sahipleriyiz.
 Hiçbir şey
yapamamaktan yakınan herkes işgali anlatan sadece bir cümle kursaydı, bütün
dünya Filistin’deki işgale, katliamlara ve zulme karşı bir barikat
oluşturacaktı.

İsrail’de yapılan
askerlik hizmetleri Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılmış sayılıyor ve AKP tarafından
bunu düzeltmek ve önlemek için hiçbir adım atılmıyordu!

Açıklamanın devamında
ise, “Birden fazla tabiiyetli yükümlülerden hangilerinin hangi ülkelerde
yaptıkları askerlik hizmetinin sayılacağı Bakanlar Kurulunun 05 Temmuz 1993 gün
ve 93/4613 sayılı kararı gereğince Milli Savunma Bakanlığı tarafından
belirlenmekte olup, İsrail’de yapılan askerlik hizmetleri Türkiye
Cumhuriyeti’nde yapılmış sayılmaktadır. Buna dayanarak hem İsrail hem de
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanlar, İsrail’de askerlik yapmakta, savaşa
çağrıldıkları zaman İsrail’e gidip Filistin katliamına katılmakta ve Türkiye’ye
döndüklerinde ise sanki Filistinli çocuklara vahşice kıymamış, Gazze’de pazar
yerlerini vurmamış ve Nablus’ta işgali reddeden gençleri gerçek mermilerle
hedef almamış gibi saygın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları gibi kirli
hayatlarını yaşamaktadır. Vicdanları olanlar bu katillerle aynı mahallede
oturmaktan, aynı sokakları paylaşmaktan, aynı okullarda okumaktan ve aynı
işyerlerinde çalışmaktan utanmalıdır. Çünkü Filistinli çocukları “İsrail
Ordusu” üniforması giyerek ve ABD silahı kullanarak öldüren katillerle
taammüden adam öldüren katiller arasında bir fark bulunmamaktadır.

IŞİD bahanesiyle Batı
kendisine maşa arıyordu!

Avrupa Birliği, IŞİD
örgütüne karşı Türkiye ve İran’ın da dâhil olduğu bir “destek grubu” kurmak
istiyordu. Irak’ın başına IŞİD belasını saranlar şimdi de bu belayı güya “def
etmek” için yine Türkiye başta olmak üzere bölgedeki Müslüman ülkeleri
kullanmayı amaçlıyordu. Üst düzey bir AB yetkilisi, Brüksel’de Irak için acil
toplanacak olan dışişleri bakanları toplantısıyla ilgili bilgi verirken,
dışişleri bakanları toplantısında bölgedeki diğer ülkelerle birlikte Irak için
bir tür destek grubunun nasıl oluşturulabileceğinin ele alınacağını söylüyordu.
Yetkili böyle bir grupta Türkiye, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Ürdün,
Lübnan ve İran’ın yer alabileceğini belirtiyordu. Avrupa Birliği yetkilisi,
IŞİD ile tüm bölge ülkeleri arasında bir mücadele olması gerektiğini
vurgularken IŞİD’in ortaya çıkarılmasının asıl amacının, Türkiye’nin
Irak-Suriye batağına çekilmek olduğunu da deşifre ediyordu. Gazze’deki katliam
ve soykırımlar karşısında kılını kıpırdatmayan AB, ABD ve BM’nin Ezidiler için
hemen seferber olması da dikkat çekiyordu.

CIA uzmanı Snowden: “IŞİD'i MOSSAD, CIA ve İngiliz İstihbaratının
ortaya çıkardığını”
 açıklıyordu!

Eski CIA ve NSA
çalışanı Edward Snowden; ABD, İngiliz ve İsrail'in IŞİD'i “Hornet's
nest” (arı kovanı, bela) adını verdikleri bir strateji dahilinde
geliştirdiklerini söylüyordu. ABD'nin birçok ülkeye yönelik casusluk
faaliyetlerini ifşa ederek ülkesinden kaçmak zorunda kalan ve Rusya'ya sığınan
ABD'nin Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) ve CIA'nin eski ajanı Edward Snowden;
IŞİD'e ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yapıyordu. Global Research'te
yayımlanan bir habere göre, Snowden, İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri
ve MOSSAD'ın Irak Şam İslam Devleti'ni oluşturmak için birlikte çalıştığını
söylüyordu. Snowden üç ülkenin istihbarat servislerinin “hornet's
nest” (arı kovanı, bela) adı verilen bir strateji kullanarak bütün
dünyadaki aşırı ırkçıları tek bir noktada toplayabilecek bir terörist örgüt
yarattığını belirtiyordu. Snowden'ın sızdırdığı bilgiler arasında IŞİD lideri
Ebu Bekir Bağdadi'nin din ve hatiplik eğitiminin yanı sıra MOSSAD'ın ellerinde
bir yıl sıkı bir askeri eğitimden geçtiği de yer alıyordu ve Milli Çözüm
Dergisi bu gerçeği aylardır yazıyordu.

Hasan Nasrallah ta
ABD’nin, IŞİD’e göz yumduğunu söylüyordu!

Lübnan’daki Hizbullah
Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, terörist IŞİD örgütünün, özellikle Sünnilere
yönelik katliam yaptığını ve emperyalist ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda
IŞİD’e göz yumduğunu söylüyor ve “IŞİD, başta Suriye ve Irak olmak
üzere S. Arabistan’dan Ürdün’e diğer ülkeler için de tehdit oluşturuyor”
 diye
uyarıyordu. Nasrallah, 2006 İsrail-Lübnan Savaşı yıl dönümü nedeniyle bir
televizyon kanalında yaptığı konuşmada, “IŞİD, Suriye ve Irak’ın
geniş bir bölümünü kontrol altında tutuyor, petrolü, nehirleri ve barajları
kontrol ediyor. Ellerinde büyük miktarda silah ve mühimmat bulunuyor. Bu
örgütün yönteminin, katliam yapmak ve insanlara korku salmak olduğu görülüyor” 
diyordu.
İran ve Suriye’yi IŞİD’in arkasında olmakla suçlayanları eleştiren Nasrallah,
IŞİD’in Sünnilere yönelik katliamın yanı sıra Kürtler, Yezidiler ve
Hıristiyanlara karşı da savaştığını belirterek, “IŞİD, başta Suriye
ve Irak olmak üzere Suudi Arabistan’dan Ürdün’e ve Türkiye’ye kadar diğer
ülkeler için de tehdit oluşturuyor. ABD, IŞİD’den istifade etmek için ona göz
yumuyor” 
diye uyarıyordu.

“Şeriat cevaz veriyor”
safsatasıyla henüz 7 yaşındaki kız çocuklarına nikâh kıymak, kendilerine
katılmayan Müslümanları kâfir sayıp vahşice katlettikten sonra kadınlarını
kızlarını cariye yapmak, her militanına onlarca cariye ayırmak, Vehhabiler gibi
türbeleri yıkmak”
gibi
cinayet ve rezaletleriyle insanları İslam’dan nefret ettirip uzaklaştıran,
aslında Amerika ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda kullanılan IŞİD, ABD ve
AKP’nin yıllardır yapamadığını başarıyor, Barzani Peşmergeleriyle PKK
teröristlerini bir araya getiriyordu.
“Yahu Amerika’nın adamlarıysa, niye bunları bombalıyor?” diyen zavallılar, ABD’nin kuklalarına
hiç acımadığını, kullanıp kolayca harcadığını unutuyordu. IŞİD’i, hazırlayan,
silahlandıran ve etrafa saldırtan Amerika, bunlar Erbil’e yaklaşınca,
Barzani’ye
“Bakınız sizi ben
kurtardım; sakın ha emrimden çıkmayın!”
 mesajı vermek için de tutup bombalıyordu. IŞİD’in bu
cesareti ve desteği nereden bulduğu üzerine kafa yormadan olayı çözmek
zorlaşıyordu. Önce Irak ve Suriye’yi bu hale getiren ABD’nin ve kukla
yöneticilerin IŞİD ve benzer örgütler için son derece elverişli bir zemin
yaratmış olduklarını bilmemiz gerekiyordu.

'Yeni Ortadoğu'da
“ABD-İran-Suudi Arabistan” Troykası mı kuruluyordu?

“Genişletilmiş Misak-ı
Milli” sınırlarımızda çok ilginç gelişmeler yaşanıyor, IŞİD merkezli yürütülen
dizayn çalışmalarında çok boyutlu tasfiyeler, “demografik düzenlemeler” ve
“harita mühendislikleri” acımasız bir şekilde devam ediyordu. Süreçteki “yeni
ortaklıklar” da, açıkçası “kimin eli kimin cebinde” sorusunu bir kez daha
akıllara getiriyordu. Bunun son örneğini ise, Maliki’nin iktidardan
uzaklaştırılması ve hemen akabinde başlatılan operasyonlar oluşturuyordu.
Maliki’nin iktidardan düşürülme sürecinde ABD-İran mutabakatına Suudi
Arabistan’ın da dâhil olması, kafaları fazlasıyla karıştırıyordu. Yeni Irak
yapılanmasında İran ve Suudi Arabistan’ın bir araya gelebileceğine yönelik
önemli bir adım olarak kabul edilen bu son dakika gelişmesi, açıkçası ezberleri
bozuyordu. ABD’nin Maliki ve IŞİD krizleri üzerinden attığı adımlar, “Yeni
Irak” üzerinden çıkarların uyumlaştırılması ve yeni bir paylaşım durumunu akla
getiriyor ve ABD’nin “Yeni Ortadoğu Politikası”nda bu açıdan önemli bir test
alanı olmaya devam ediyordu. Burada akıllara gelen ilk husus ise, ABD’nin
süreçte oynadığı belirleyici rol ve bunun “sürpriz” sonuçları! 2012’nin başlarından
itibaren bölgede ilk olarak Suriye üzerinden bir dış politika değişikliğine
giden Washington’un Rusya ve İran ile geliştirdiği ilişkiler halen
hafızalardaki yerini koruyordu. Türkiye’yi, “Yeni Suriye” sürecinde oyun dışına
iten bu politikanın bir benzeri, günümüzde İran ve Suudi Arabistan üzerinden
Irak’ta gerçekleştiriliyordu.”[2] 
İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif “Ülkesine uygulanan nükleer
yaptırımların gevşetilmesi” şartıyla, IŞİD’le mücadelede ABD’yi
destekleyeceklerini açıklıyordu. IŞID tarafından kafası kesilen savaş muhabiri
James Foley’in ailesi daha önce Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de Amerikan ve
İngiliz askerlerinin hikâyelerini dünyaya video haber şeklinde röportajlarla
aktararak batılı gençlerin Ortadoğu’ya veya Afrika’ya asker olarak gitmelerini
engellemek için birçok çalışma yaptığını ve bu nedenle kendisine sahip
çıkılmadığını ve IŞİD’in insafına bırakıldığını açıklıyordu. Çünkü James Foley
İsrail’i eleştiriyordu. ABD’yi deşifre ediyordu ve İngiltere’yi suçluyordu.

Bütün bunlar Erdoğan’ın
Baş Danışmanı Yiğit Bulut’un: “AB ile yolları ayırıp, ABD, İran ve
Rusya güdümlü yeni bir Ortadoğu projesine yönelmeliyiz!”
 sözlerinin
ne anlama geldiğini ve hangi Siyonist mahfillerce önerildiğini de açığa
vuruyordu. İşgalci ABD’nin kendi canavarlaştırdığı IŞİD’i bahane ederek Irak’a
başlattığı bombardıman sürerken, ilave işgalci askerler de ülkeye gelmeye
başlıyordu. ABD’nin peşine takılan Almanya Fransa, Kürtleri silahlandırırken,
Avustralya da asker göndereceğini açıklıyordu. Almanya Savunma Bakanı Ursula
von der Leyen, IŞİD örgütüyle mücadele için Irak’ın kuzeyindeki Kürtlere askeri
teçhizat göndermek istediklerini bildiriyordu. “Türkiye sizi bu konuda
destekliyor mu?” sorusu üzerine Leyen, “Türkiye komşu ülke
olduğundan yararlı oluyor. Türkiye ülke olarak ve coğrafi açıdan önemli.
Örneğin ilk başta malzemeleri buraya götürmeden önce bir üsse indirmek gibi” 
diyerek
AKP iktidarının kendilerinin suç ortağı yaptığını açığa vuruyordu. Ve Erdoğan
yönetimi aslında Türkiye’nin kuşatıldığını bile fark etmiyordu.

Bu konuyu şu ayeti
kerime mealiyle bitirmemiz gerekiyordu:

“(Ya Rabbi)
Bizden-içimizden sefihlerin (beyinsiz, beceriksiz ve hain yöneticilerin ve
şuursuz destekçilerinin) yaptıkları nedeniyle, hepimizi helak edecek misin?”
 (Araf:155)


[1] adnan.oksuz1964@hotmail.com

[2] mse2009@yahoo.com

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi