SAADET PARTİSİNDEN 3
ADAYA DA OY YOK!…
Saadet Partisi Genel Başkanı Kamalak Açıklaması
“Bizler
Milli Görüş'ün ilke ve prensiplerine uygun olmadıkları için 10 Ağustos'ta
yapılacak oylamada hiçbir adaya oy vermeyecek ve ileride yapacakları muhtemel
yanlışların sorumluluk ve vebaline ortak olmayacağız” “Sandığa
gideceğiz çünkü sandıksız demokrasi olmaz”
Saadet
Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, “Bizler, Milli Görüş'ün ilke ve
prensiplerine uygun olmadıkları için 10 Ağustos'ta yapılacak
oylamada hiçbir adaya oy vermeyecek ve ileride yapacakları muhtemel
yanlışların sorumluluk ve vebaline ortak olmayacağız” dedi.
Kamalak,
parti genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında, Türkiye'nin önemli bir
seçimin arefesinde olduğunu belirterek cumhurbaşkanı seçiminin
Türkiye, insanlık ve İslam alemi için hayırlara vesile olmasını
diledi.
Cumhurbaşkanı
seçim sürecinde çok titiz bir çalışma yürüttüklerini ifade eden
Kamalak, parti teşkilatının bütün kademeleri ile bir araya gelerek
adaylarla ilgili düşünce ve önerilerini aldıklarını, adaylara yönelik anketler
yaptırdıklarını anlattı. Kamalak, “Bütün adayları Milli Görüş
ilkeleri açısından kuyumcu titizliğiyle değerlendirdik ve ortaya çıkan
sonuca göre 10 Ağustos'ta yapılacak oylamada alacağımız tavır ile ilgili nihai
kararı verdik” dedi.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini gündeme ilk kez
1970'li yıllarda Milli Selamet Partisinin gündeme getirdiğini aktaran Kamalak,
ancak bugün gelinen noktada cumhurbaşkanını halk tarafından seçilmediğini
söyledi. TBMM'deki siyasi partiler tarafından belirlenen adayların halka
zorla seçtirildiğini savunan Kamalak, “Seçilmişlerin seçmene
dayatması ile karşı karşıyayız. Halk seçilmişlerin seçtiğini seçmek zorundadır.
Asıllar vekillerin adayını seçmek mecburiyetindedir. Asılın aday belirleme
hakkı yoktur” diye konuştu.
Milletvekillerinin yanı sıra halka ve sivil toplum
kuruluşlarına da 50-100 bin imza ile aday belirleme hakkının verilmesi
gerektiğini öne süren Kamalak, “Bu hakkın halktan esirgenmesi, demokrasi
bakımından kabul edilemez bir durumdur. Halkın demokratik bir hakkının
gaspedilmesi anlamına gelir” dedi.
-“Her 3 adayın da aslında özde çok farklı
olmadığı ortadadır”
Saadet Partisi olarak sürecin en başından beri isimlerin
değil ilkelerin üzerinde durduklarını anlatan Kamalak, Türkiye'de isim değil
zihniyet değişikliğine ihtiyaç olduğunu bildirdi. Kamalak, şöyle devam etti:
“Cumhurbaşkanı milli ve yerli olmalıdır, hayra
motor şerre fren olmalıdır, güçlünün değil haklının yanında yer almalıdır,
merhametli olmalıdır, önce ahlak ve maneviyat düsturunu benimsemelidir.
Cumhurbaşkanı milli, güçlü, süratli ve yaygın kalkınmadan yana
olmalıdır, sömürgeci ekonomiyi değil adil düzeni savunmalıdır. Batı
kulübüne girmenin değil, İslam birliğini kurmanın mücadelesini vermelidir.
Bütün bu kriterler çerçevesinde değerlendirildiğinde temel noktalarda her
3 adayın da aslında özde çok farklı olmadığı ortadadır. Örneğin mevcut her üç
adayın üçü de batıcıdır. Varmak istedikleri, gitmek istedikleri menzil
aynıdır.”
Irak'ı üçe bölenin, Libya'yı paramparça edenin ve İsrail'in
Gazze'deki katliamlarına en büyük desteği verenin batı olduğunu ifade eden
Kamalak, “Bu batıcı zihniyetleri yüzünden mevcut 3 adayın Filistin
konusundaki söylemleri bile özde birbirinin kopyasıdır, aynısıdır, ses tonları
farklı olsa da söylediklerinin muhtevası birbirinin tekrarıdır. Hiçbiri tarihin
en trajik katliamları yaşanırken somut bir girişim ortaya koyamamışlardır”
değerlendirmesinde bulundu.
Ekmeleddin İhsanoğlu'ndan İslam ülkelerini harekete geçirmek
için somut adım atmasını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan 2005'te aldığı
üstün cesaret ödülünü iade etmesini ve Kürecik radar üssünü kapatmasını ve HDP
Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'tan İmralı'nın hakları konusunda ortaya
koyduğu mücadele ve kararlılığı Filistinlilerin yaşam hakkı konusunda ortaya
koymasını istediklerini aktaran Kamalak, şunları kaydetti:
“Her üç adayın üçünün de özde ve istikamette birbirinden
farkı yoktur. Nereye götürmek istiyor bu adaylar, aynı yere. Birbirine
zıtlarmış gibi gösterilmeleri iyi kurgulanmış bir oyunun, bir hilenin
etkisidir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olmasının vesayet
rejimine son vereceği iddiası da bir kandırmacadan ibarettir çünkü
ülkemizdeki asıl sorun askeri veya bürokratik vesayet değil asıl vesayet
Amerika vesayetidir. Bu konuda da adayların hiçbiri 'Bana ne Amerika'dan'
diyebilecek ve asıl vesayete karşı koyabilecek bir niyet ve işaret
gösterememişlerdir. Seçeneksizliği seçme zorunluluğu özgürce bir seçim olamaz.
Bütün bu ilke ve prensipler çerçevesinde değerlendirildiğinde mevcut adaylardan
hiçbiri maalesef Milli Görüş'ün hassasiyet ve beklentilerine cevap vermiyor.
çünkü söylemleri farklı gibi gözükse de eylem ve yönleri, aynıdır, batıcıdır.
Oy vermek, onay vermektir, sorumluluk üstlenmektir, sorumlu olmaktır.
Bizler Milli Görüş'ün ilke ve prensiplerine uygun olmadıkları için 10 Ağustos'ta
yapılacak oylamada hiçbir adaya oy vermeyecek ve ileride yapacakları
muhtemel yanlışların sorumluluk ve vebaline ortak olmayacağız. Eğer seçim
ikinci tura kalır, adaylar da icraatlarını aziz milletimizin temel değerlerine,
ruh köküne göre ayarlayacak olurlarsa o zaman biz de gayet tabii olarak
kararımızı tekrar gözden geçiririz.”
***********************************************************************************
KONUYLA İLGİLİ KAYNAK MAKALEMİZİ İLGİNİZE SUNUYORUZ:
*************************************************************************************
*************************************************************************************
EKMEL BEY Mİ, RECEP BEY Mİ, DAHA HAYIRLI?
Şiir:
Hangisi daha hayırlı; kırk katır mı, kırk satır mı?
Ölçü vicdan izan mıdır, yoksa ki gönül hatır mı?
Sabataist Kemal Derviş, Muhterem diye önermiş!..
Bunlar vitrin mankeni mi, yok maşatlıkta yatır mı?
Evet, demokrasi; birkaç yanlışlık ve haksızlıktan birini seçmeye mecbur kılınan bir sisteme dönüştürülürse, bunun demokratur = Gizli güçler diktatoryası olacağını söyleyen Erbakanın tarifi ne kadar anlamlıydı. Bu yanlışlara; dinci, devrimci, sosyalist, liberalist kılıfları geçirilmesi ise sadece bir aldatmacaydı.
CHP ve MHPden sonra Büyük Birlik Partisi ile Demokrat Partinin de destekleyeceğini açıkladığı ÇATI adayı Ekmeleddin İhsanoğlu, acaba gerçekten Erdoğanı zorlamak ve köşk yolunu tıkamak için mi, yoksa Onun işini kolaylaştırmak ve Cumhurbaşkanlığını garantiye almak için mi sahneye çıkarılmıştı?
Sn. İhsanoğlunun siyasi tecrübesizlik ve belirsizliği en çok AKP adayının işine yaramayacak mıydı? Abdestli Monşer olarak tanınan bu zatın Sn. Erdoğandan farklı ne gibi meziyet ve faziletleri vardı? Nurcu Prof. Ahmet Akgündüz Ekmeleddin Bey için: Masonların adayı, başörtüsüne karşı, asla güven duyulmayan bir şahıs! şeklinde yorumlar yapmış ve AKİT Gazetesi bunları manşetine taşımıştı. İyi de bütün Masonların alt elemanları ve hizmetkârları sayıldığı ABD Yahudi Lobilerinin, Recep Erdoğanın boynuna astıkları cesaret madalyasını niye bu Akitçiler hiç sorgulamazdı?
Sn. Ekmeleddin İhsanoğlu 1991de, sözde özgürlükçü açılımlar içeren Yeni Anayasa Taslağını hazırlayan ekibin de arasındaydı. Türkiye vatandaşlığı, Mecburi Din Derslerinin kaldırılıp isteğe bağlı Din eğitimi alınması gibi projelerine Sn. Recep Erdoğan sahip çıkıp uygulamıştı. Yeni Şafak Yazarı ve Erdoğan yalakası Abdulkadir Selvi Ekmeleddin İhsanoğlunun Fetullahcıların adayıolduğunu söyleyip Onu karalamaya çalışmaktaydı. Yahu, belki İhsanoğlu Hoca da, 12 sene sonra Erdoğan gibi; Fetullahcı yapının hain olduğunu anlayıp uzaklaşacaktı!?
İKT Genel Sekreterliği döneminde İhsanoğlu, ABD'deki Doğu Batı Enstitüsü'nden 'Hayat Boyu Başarı Ödülü' almış, ödül konuşmasında ise İslam dünyası ile ABD arasındaki dostluğun her zamankinden daha önemli olduğunu vurgulamıştı. Türkiye kamuoyu Ekmeleddin İhsanoğlu adını, 12 Eylül 1980 darbesinin ilk günlerinde, Türk-İslam sentezinin, Graham Fuller'in deyişiyle Ilımlı İslam ideolojisinin ilk uygulamalarından olan, Uluslararası İslam Kültür ve Sanat Tarihi Araştırma Merkezi'nin (IRCICA) kuruluşuyla duyacaktı.
Fetullah Gülen ve IRCICA yakınlığı!
IRCICA, Fetullah Gülen cemaati ile yakın temastaydı. IRCICA 1999 yılında Fetullah Gülenin Zaman gazetesi tarafından promosyon olarak verilen Osmanlı Medeniyeti Tarihi Ansiklopedisini hazırlamıştı. Zaman gazetesi, ansiklopediyi Osmanlı Devletinin 700üncü kuruluş yıldönümü armağanı olarak dağıtmıştı. Ansiklopedinin Editörlüğünü yapan Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, IRCICAnın Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde öğretim elemanıydı. Yeni Papayla da görüşen ve hayranlığını belirten Ekmeleddin İhsanoğlu, “Papa'yı samimi buldunuz mu” sorusunu “Görüşmemiz yarım saati aştı. Benim şahsi kanaatim Papa hakkında, çok samimi bir insan. Büyük bir ruhani lider, şüphesiz ve hakikaten çok mütevazı bir insan. Bu tevazu karşısında siz bunun gerçek bir mahviyetkar bir dini lider olduğunu, kendisini düşünmeyen, insanlığa karşı büyük bir sorumluluk içerisinde. Arjantin'den geliyor ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında oraya gelmiş olan Lübnanlıları, Suriyelileri, Mısırlıları, Müslümanları tanıdığını ve bunlarla çok iyi ilişkiler içerisinde olduğu anlaşılıyor” şeklinde yanıtlamıştı.
Ekmeleddin İhsanoğlunun AKP ile nasıl yolları ayrıldı?
AKP ile İhsanoğlunun yol ayrımı Mısır'daki darbeden sonra başlamıştı. İhsanoğlu, İslâm İşbirliği Teşkilâtının Mısırda darbeci yönetime karşı yeterince tavır koymadığı gerekçesiyle başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP tarafından sert eleştirilerin hedefi yapılmıştı.
Erdoğanın: 'İİT'nin aynaya bakacak yüzü kalmamıştır' çıkışı!
Mısırdaki darbeye karşı özellikle ilk günlerde büyük tepki gösteren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, batılı ülke ve kurumları da Mısırdaki darbeye karşı sessiz kalmakla suçlamıştı. Başbakan Erdoğanın o dönem darbeye karşı sessiz kalmakla suçladığı isimlerden biri de Ekmeleddin İhsanoğlu olacaktı. Başbakan Erdoğan, Bursada yaptığı konuşmada Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliğinin yanı sıra İslam İşbirliği Teşkilatını da eleştirmiş ve Aynaya bakacak yüzleri yok diye çıkışmıştı. Mısırdaki darbeye karşı çıkmamakla suçlanan İhsanoğlu, hakkındaki açıklamalardan üzüntü duyduğunu, AKP kurmaylarının gerçekleri söylemediklerini vurgulayıp Hükümet neden (Mısır konusunu görüşmek üzere) İslam İşbirliği Teşkilatının toplanması için çağrıda bulunmadı? hatırlatmasını yapmıştı. Ekmeleddin İhsanoğlu, Adalet Partisinin Süleyman Demirelden sonra 2 numarası olan Koca Reis lakaplı merhum Sadettin Bilgiçin akrabalarından Füsun Hanım ile evli bulunmaktaydı.
Bir kimseyi babasından veya soyundan-sopundan dolayı suçlamak; inancımıza da insanlık anlayışımıza ters düşmektedir. Ancak Türkiyeye Cumhurbaşkanı olacak bir şahsiyetin nasıl bir çevrede ve düşünce ikliminde yetiştiğini bilmek, onunla ilgili elbette bazı ipuçları verecektir. Bu nedenle Ekmeleddin Beyin babası İhsan Efendiyi ve onun çok etkilendiği şahsiyet olan Mustafa Sabri Efendiyi kısaca tanıtmamız gerekmektedir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, ehlisünnet disiplinini savunup sahiplenen, mezhepsizlik-modernislik kılıfı altında yürütülen din tahrifine dikkat çeken eserler veren bir ilim adamı olmasına rağmen, Anadoluyu işgalden kurtarmak üzere girişilen Milli Mücadeleye düşmanlık edecek kadar çelişkiler sergileyen bir şahsiyettir. Örneğin Darul Hikmetül İslamiyye üyeliğinde birlikte çalıştığı Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine de sonrada haksız ve alakasız ithamlarda bulunan birisidir. İşte Sn. Ekmeleddin İhsanoğlunun rahmetli babası da Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin ekibindendir.
Mustafa Sabri Efendi ikinci meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılından itibaren, aktif olarak siyasi faaliyetlere girmiştir. İkinci meşrutiyetin ilanını müteakiben Tokat mebusu seçilmiş aynı yıl, Cemiyeti İttihadiye-i İslamiyye adlı dine dayalı bir dernek kurmuş başlangıçta İttihadi Terakki içerisinde yer almasına rağmen[1] daha sonra Hürriyet ve İhtilaf Partisine geçmiştir. İttihat ve Terakkinin iktidardan uzaklaşması üzerine, 18 Kasım 1918de Köstenceden İstanbula dönen Mustafa Sabri, önce Darül-Hikmetil-İslamiyye üyeliğine, daha sonra da Süleymaniye Medresesi hadis müderrisliğine tayin edilmiştir. Mustafa Sabri Efendi, Ocak 1919da Hürriyet ve İtilaf Partisinden tekrar Tokat mebusu seçilmiş, 4 Mart 1919da kurulan Damat Ferit Hükümetinin ilk kabinesinde Şeyhülislam olarak görevlendirilmiştir. 1919da bu hükümetin düşmesi üzerine, Meşihat Makamından ayrılarak Ayan üyeliğine tayin edilmiştir. 31 Temmuz 1920de kurulan beşinci Damat Ferit Hükümetinin de Mustafa Sabri yine Şeyhülislam makamına getirilmiş fakat bu defa uhdesine Şura-i Devlet Reisliği (Danıştay Başkanlığı) de verilmiştir.
Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanması üzerine, önce Yunanistanın Gümülcine kentine gitmiş, buradan da Hicaz Şerifi Hüseyinin davetine kabul ederek Mekkeye geçmiştir. Oradan da Mısıra geçerek, Kahireye yerleşmiş ve kendisine Ezher Üniversitesinde müderrislik görevi verilmiştir. 12 Mart 1954 tarihinde de Kahirede vefat etmiştir. II. Meşrutiyetin ilanından sonra yayım hayatına giren ve kendisinin de başyazarlığını yaptığı Beyanül-Hak gazetesinde Mustafa Sabri, Sultan Abdülhamitin tahttan indirilmesinden dolayı duyduğu sevincini ve onun tahttan indirilmesinde birinci derecede rol oynayan İttihat ve Terakkiye teşekkürlerini şöyle belirtmiştir:
Temmuz on birde makber-i mâziviyette (mazinin mezarına) defnettiğimiz devr-i istibdat, münker (zulüm ve kötülük) devri idi. Bu münkeri nehy ve ref içün iktiza eden mesai-i ibtidaiyede bulunmak, (Abdülhamidi devirmek ve kötülüklerini bertaraf etmek üzere harekete geçmek) yani kuvve-i icraiyeye rehberlik etmek vazifesi arz ettiğim veçhile ulemaya ait iken, biz vaktiyle vazifemizi maateessüf eda edemediğimiz halde, İttihat ve Terakki Cemiyeti erkan-ı kiramı ifa etti. Binaenaleyh bizim bu erbab-ı hamiyyete karşı teşekküratımız mahcubiyetle memzucdur (gereklidir). İttihat ve Terakki Cemiyetin mesai-i hamiyyeti, herkesten ziyade bizim hesabımıza meşkur olduğu nispette, bizim de kendilerine karşı mazur olacağımız tabiidir, (Sultan Abdülhamit hal edildiği için artık) terakki ve tekamülümüz için hiçbir mani kalmamış demektir [2]
Mustafa Sabri Efendi, Sultan II. Abdülhamitin tahttan indirilmesine oldukça sevinmesine, hatta bundan dolayı İttihat ve Terakki Partisi mensuplarına övgü dolu sözlerle teşekkür etmesine rağmen, Milli Mücadeleye şiddetle karşı çıkanlardan birisidir. Halifeliği hararetle savunan Mustafa Sabri Efendinin, buna rağmen İngiliz Muhipleri Cemiyeti mensubu olması da hayret vericidir[3] . Daha sonra Mustafa Kemali İngilizlerin Hizmetçisi olarak suçlaması da tam bir çelişkidir. Mustafa Sabri Anadoluda Emperyalist güçlere ve işgalcilere karşı Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan milli harekete hem muhaliftir, hem de düşmanca davranışlar sergilemiştir: Öyle ki, Milli Mücadeleye çalışan din adamlarından başta Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi (Müftüler), Isparta Müftüsü Hüseyin Hüsnü (Özdamar), Uşak Müftüsü Ali Rıza (Bodur), Burhaniye Müftüsü Mehmet (Tahran), Antalya Müftüsü Ahmet Hamdi ve Sinop Müftüsü İbrahim Hilmi Efendiler olmak üzere pek çok müftüyü görevlerinden azletmiştir. Ayrıca İstanbul Hükümetlerini Anadolu hareketlerine karşı yumuşak davrandıkları için şiddetle tenkit etmiştir. Bu maksatla Padişah Vahdettinin huzuruna çıkarak Anadolu hareketine karşı Tevfik Paşa Hükümetinin gevşekliğinden yakınmış ve bir gün kendilerinin de ezilebileceğini dile getirmiştir.[4] Aynı şekilde Damat Ferit Paşayı da Milli Mücadeleye karşı sert önlemler almadığı için eleştirmiştir. Nitekim, 18 Nisan 1920de üstelik Sultan Vahdettinin karşı çıkmasına rağmen Hilafet Ordusu adı altında bir ordu kurularak başına Süleyman Şefik Paşa getirilmiştir. Kuva-yı Milliyeye karşı Kuva-yı İnzibatiye adı da verilen bu ordunun görevi, ayaklanmalara destek olmak ve Ankara meclisini etkisiz hale getirmekti.[5]
Mustafa Sabri Efendi, 10 Ağustos 1920de Türkiyeyi parçalamaya yönelik koşulları içeren Sevr (Sevres) Antlaşmasını imzalayan hükümette de Şeyhülislam idi. Antlaşmanın imzalanmasından önce, Antlaşma şartlarını görüşmek üzere, 22 Temmuz 1920de Yıldız Sarayında Sultan Vahdettin Başkanlığındaki Meclis-i Ali (Yüce Kurul) toplantısına Mustafa Sabride katılmış ve bu kurulda Dürrizade Abdullah ile, antlaşmanın kabulü yolunda görüş bildirmiştir. Sevr Antlaşmasının imzalandığı günün gecesi ailesiyle oturduğu meşihat binasında eşi Ulviye Hanımın ağlayarak kendisine Sen hiç Allahtan korkmadın mı, Peygamberden utanmadın mı? İzmirin Yunanlılara verilmesine nasıl razı oldun? İstifa edeydin de imza etmeseydin! diye çıkıştığı, fakat Mustafa Sabrinin eşine cevap vermeyip şaşırıp kaldığı söylenmektedir. Yozgat Mutasarrıf Vekili ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyin hükümetin emrini ve politikasını icra cümlesinden olarak, kendi bölgesinde ve milli bir gayretle Ermeni tehciri ile alakalı aktif hizmette bulunması, maalesef bu zatın divan-ı harpte yargılanmasına ve idama mahkûm edilmesine sebebiyet vermiştir. Kemal Beyin idamına fetva veren Şeyhülislâm ise Mustafa Sabridir. [6]
Türk ordularının İzmiri kurtarıp İstanbula yönelmesi üzerine de Padişah Vahdettinden Sadrazamlık isteyen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Müslüman ve Ermenilerden oluşacak bir ordu kurarak, Türk Ordusuna karşı savaşmak gereğini dile getirmiş, ancak bu amacını gerçekleştirememiştir. Çünkü Sultan Vahdettin kendisine itibar etmemiştir.[7] Mustafa Sabri, daha önce de denildiği gibi, Milli Mücadelenin başarıya ulaşması üzerine ailesiyle (oğlu, iki kızı ve damatları) İstanbuldan ayrılarak Yunanistanın Gümülcine kentine gitmiştir.
Kılıçdaroğlunun: İhsanoğlunu gidin ABDye sorun sözleri; iltifat mıydı, itiraf mıydı?
Kemal Kılıçdaroğlunun: O tam bir devlet adamıdır. Böylesine bilgi birikimi olan, saygınlığı olan bir aday üzerinde uzlaştık. Bir büyük uzlaşmayı sağladık. Adı Ekmeleddin İhsanoğlu. Ekmel Beyi gidin sorun, en az bizim ülke tanınıyor. Gidin Fransaya sorun, Amerikaya sorun, Pariste sorun, Ortadoğuda sorun, Arap liderlerine sorun, Japonyaya sorun, Rusyaya sorun; göreceksiniz onlarca, yüzlerce nişanı var, 57 ülkeyi yöneten bir insanı biz seçtik sözleri Ekmeleddin İhsanoğlunu hangi merkezlerin tavsiye ettiğini deşifre etmekteydi. Hatırlayınız; 22 Ekim 2013 tarihinde Kılıçdaroğlu ile Ricciardone 2,5 saat baş başa görüşmüşlerdi. Acaba, Ekmelettin İhsanoğlu konusu da gündeme gelmiş miydi?
Ekmeleddin İhsanoğlu gibi hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir kişiyi acaba Devlet Bahçeli ve Kemal Kılıçdaroğlu nasıl keşfetmişti? Onların kulağına hangi yüksek irade ve süper merkez Ekmeleddin İhsanoğlu adını fısıldayıvermişti? Hatırlayınız Kemal Derviş de aynen böyle başımıza bela edilmişti. Oysa Sabataist Kemal Derviş Yahudi Güdümlü Dünya bankasında görevliydi ve o yıllarda Türkiyeden habersizdi. Küresel Merkezlerden İcra Memuru olarak gönderilen ve hiç kimse tarafından tanınıp bilinmeyen Kemal Derviş Başbakan Yardımcısı tahtına oturtuluvermişti. Arkasından birtakım tertiplerde rol üstlenmiş, DSPyi bölmüş, CHPye kimlik operasyonunda görev ifa etmişti. Tayyip Erdoğan- Abdullah Gül ikilisi Türkiyenin tepesine geçirilmiş ve Kemal Derviş tekrar Atlantik ötesindeki makamına geri gitmişti. Türkiye yeni bir Kemal Derviş tuzağıyla yüz yüzedir tenkitleri yerindedir. Maalesef CHP ile MHPnin Ekmeleddin İhsanoğlu önerisi sadece Erdoğana Çankaya yolunu açmakla yetinmemiş aynı zamanda PKKnın yüzde 7 oy kartını daha değerli ve geçerli hale getirmiştir. Artık PKK, o yüzde 7 oyu daha çok taviz karşılığında Erdoğana satmak için pazarlık edecektir. CHP ve MHPnin İhsanoğlu önerisi; Erdoğanla yarışı vatanseverlik zemininden çıkarıp dincilik zeminine itince, Erdoğanın daha bir iştahla PKKnın oylarına talip olacağı da kesindir tespitleri de yerindedir.
Kemal Dervişin:
Sayın İhsanoğlunun adaylığına çok sevindim Türkiyenin çok ihtiyacı olan geniş bir uzlaşmanın taşıyıcısı olabilir. Kibar ve hoşgörülü olduğu kadar ilkelidir. Buna birkaç kez Batılıların yanlış tutumlarına gösterdiği tepkileri izleyerek tanık olmuş birisiyim. İlkeli, ama aynı zamanda bilgili, küresel değerlere bağlı, başkalarını anlamaya çalışan tutumu ona büyük saygınlık kazandırmıştır. Aday olabileceği haberi dünden beri bütün dünyada olumlu bir ilgiyle karşılanmıştır. Geleneksel değerlerimiz kadar çağdaş Cumhuriyetin kazanımlarını ve evrensel demokratik değerlerini de çok önemseyeceğinden emininim. Adaylığının hayırlı olmasını dilerim sözleri de bir nevi itiraf yerindedir. CHP ve MHPnin ortak Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlunun babası Mehmet İhsan Efendi, 1902 yılı Yozgat doğumlu bir şahsiyettir. Babası Ağvanlı (Ayan) oğullarından Molla Mehmet oğlu Hacı Abdulaziz efendidir. Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra 22 yaşındayken Türkiyeden ayrılıp Mısıra gitmiştir. İhsan Efendi, Mustafa Sabri Efendinin görüşlerinden etkilenen birisidir. 1961de vefat etmiş Kahirede bizimde bizzat gördüğümüz gibi Gafir Kabristanında yakın dostu Mustafa Sabri Efendinin yanına defnedilmiştir.
Hatırlanacağı gibi Beşşar Esad, 2005 tarihinde ilk kez bir seçimle Genel Sekreter seçen İslam Konferansı Örgütü'ne (İKÖ) İhsanoğlu'nu aday gösterip bu göreve gelmesine en büyük katkıyı yapan kişidir. Bu teşkilat, ismi var cismi yok misali, İslam dünyasının yaşadığı sorunlara karşı acizliği ve özellikle İsrail'e karşı tavır almada pasifliği ile bilinmektedir. Daha sonra örgütün ismi, İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir. İhsanoğlu, bu teşkilatın 2005-2013 dönemi Genel Sekreterliği görevini getirilmiştir. O tarihe kadar Suudi hanedanlığın tavsiyesi üzerine atama yoluyla gerçekleşen görev dağılımı, Suriye ve dostlarının müdahalesi sonucu Genel Sekreterlik makamının seçimle belirlenmesi kabul edilmiştir. Henüz Erdoğan ve şürekâsı ile yaşadığı “kardeş ve dost” muhabbetinin iyi paketlenmiş bir kumpas olduğunu idrak edememiş olan Esad, Türkiye'nin Arap ve İslam dünyasındaki etkinliğini artırmak için Türk asıllı olan, Kahire ve Şam'da da iyi bilinen İhsanoğlu'nun uygun aday olacağını telkin etmiştir. İran'ın da ikna edilmesi ile Suudi adayına karşı yarışan İhsanoğlu bu makama seçilmiş bu gerçeğin idrakinde olan İhsanoğlu, Şam'a yaptığı ziyaretler esnasında Suriye ve Esad'a duyduğu memnuniyeti her daim yâd etmiştir. Görevini 1 Ocak 2014'te, tekrar atama yolu geleneği devreye sokularak, Suudili eski Kültür Bakanı ve Suudi Şûra Meclisi üyesi İyad Emin Medeni'ye devretmiştir.
İhsanoğlu'nun ithal bir aday olduğu uyarısı yerindedir ve İhsanoğlu'nun bir zamanlar başkanlık yaptığı İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi'nin (IRCICA) şaibeli ilişkiler içinde olduğu uyarısı önemlidir. Papa ile görüştüğü kesindir. ABD ve Gülen'in Truva atı görevi için kullanılan dinlerarası diyaloğu savunduğu ve ABD dahil birçok ülkeden ödüller aldığı bilinmektedir. Bazı CHP ve MHP milletvekillerinin İhsanoğlu isminin her iki partinin organlarında tartışılmadan dayatıldığını söylemeleri haklı bir eleştiridir. Bir medya patronunun önerisine binaen İhsanoğlu üzerinde mutabık kılınmış ise sorumsuzluğun daniskasıdır demek yerindedir. Ancak Mustafa Mutlu gibi ulusalcı cahillerin, İhsanoğlu'nu Mısırlı, şeriatçı El-Ezher mezunu olduğu ve Arapçayı Türkçeden daha iyi bildiğini söylemesi yanlış ve yanıltıcı bir eleştiridir. İhsanoğlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Bir Türk ailenin evladıdır. Mısır Ayn El-Şems üniversitesi Fen bölümü mezunudur. El-Ezher'de Arapça öğrenmiş, İslami dersler almıştır. Eşi türbanlı değildir. Türkçesi anadili Türkçe olan birisi kadar çok iyidir. Oysa İhsanoğlu'nun bir Amerikano-Suudi projesi olup olmadığını araştırmak daha önemli ve gereklidir[8].
Meşhur düşünür Lichtenbergin şu sözleri konumuzu açıklar mahiyettedir: Kim ki, sadece kanatlarına bakarak bir melek ararsa eve bir kaz ile dönebilir!
Sonuç olarak:
Alparslan Türkeşin 1983te kurulacak Partisinin başına geçmesi için teklif sunacak kadar samimi bir MHPli olan ve Türk Ocakları başkanlığı yapan, Rahmetli Prof. Emin Bilgiçin kızıyla evlenen (ve Füsun Hanımın amcası ve Demirelin has adamı Saadettin Bilgiçin oğlu Sadi Bilgiç hala AKP Milletvekilliği yapan) Ekmel Bey, 20 Kasım 2013te İKÖ sekreterliğinden ayrılırken Bundan sonra ne yapacaksınız? sorusuna Bir takım teklifler var, onları değerlendirip bekleyeceğiz! yanıtını verdiğinde, acaba Cumhurbaşkanlığı adaylığı kulağına fısıldanmış mıydı? Belki de Erdoğanın şansını artırmak için yem olarak kullanıldığının farkına varacak mıydı? Asıl merak edilen konu şuydu: haydi Ekmeleddin Beyin kazanıp Köşke çıktığını ve Erdoğanın AKPnin ve iktidarın başında kaldığını farz edelim, bu durum Türkiyeye, hatta CHP ve MHPye ne kazandıracaktı? AKPnin başında kalan Erdoğan daha büyük tahribatlar yapmayacak mıydı? Ayrıca; 23 Nisan 2007 tarihli Hürriyete göre: Sn. Recep Erdoğanın Abdullah Gülden önceki Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin bey olmaktaydı.
Ekmeleddin İhsanoğlunun adaylığı bahanesiyle adamlığını unutan ve genleri kabaran Ümit Zileli yine Erbakana kin kusmaktaydı.
Ehh, tam sırasıydı işte; 1969'da gericiler sağ partilerin kucağından indi ve Milli Nizam Partisi'ni kurdu!.. 12 Mart, 1961 Anayasası'nın bol geldiğini “siyasi inkişafın ekonomik inkişafın”, (yani ilerlemenin) önüne geçtiğini söyleyen Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç liderliğinde ara rejime geçişin tarihiydi. Bir kukla Başbakan bulundu ve “kadife eldiven içinde demir yumruk” sloganıyla devrimci gençler avlanmaya başlandı. 1970'lerin başlarında Kemalizm'i ve Türk Devrimi'ni yerden yere vuran, İdris Küçükömer'in fikirlerini savunan Ecevit, Turan Güneş, Kamil Kırıkoğlu gibi ağır topların desteği ile CHP'nin başına geçirildi. Sonrası daha hazin!.. Generaller tarafından partisi kapatılıp, Almanya'ya kaçan Necmettin Erbakan, yine aynı generaller tarafından Türkiye'ye getirilecek, Milli Selamet Partisi'ni kurup 40 küsur milletvekili çıkaracak ve Cumhuriyeti kuran partiyle, CHP ile koalisyon kuracaktı!.. 70'lerin ikinci yarısı, Milliyetçi cepheler, öldürülen 5.500 yurttaş ve ABD'nin desteğinde 12 Eylül'le noktalandı.[9] diyen zavallıya hatırlatmak lazımdı:
1- Milli Nizam Partisi gericilerin değil, en ilerici Mümin devrimcilerin partisiydi ve kucağa oturtmak daha çok dinsiz edepsizlere yakışırdı. Ama Erbakan Siyonist odakların ve Sabataist cuntanın korkulu rüyasıydı. (Onu kapatan mahkemeler haklıysa, o halde Ergenekon ve Balyoz mahkemeleri de haklıydı)
2- Erbakanla koalisyon kurduğu için Ecevite bile saldırmanız, kuyruk acınızın hala geçmediğinin kanıtıydı. Evet, işte Erbakan Şeytanın şarlatanlarını böyle ters köşeye yatırırdı
3- Madem Erbakanı (cahilliğini açığa vurduğun gibi Almanyadan değil) tedavi için gittiği İsviçreden tekrar generaller Türkiyeye çağırmıştı ve madem 12 Mart, 12 Eylül darbelerini yapan hep Amerikan kuklası paşalardı Öyleyse bu Amerikan uşaklarına(!) karşı kahraman(!) Erdoğanın ve Fetullah Hocanın Ergenekon ve Balyoz kumpaslarını alkışlamanız gerekirken niye ciyak ciyak bağırıp yırtınırdınız?
4- Recep Bey ve dönekler ekibine ve yine ABD Yahudi Lobilerince verilen iktidar ve yaptırılan icraatlar ise; Milli Görüşü yozlaştırmak ve Büyük İsrail hedeflerine sahte dincilerle ulaşmak hesaplıydı, istismar amaçlıydı, yani yalancı bahardı. Ama bekleyin, asıl Erbakan devranı ve İslam İnkılabı çok yakındı!
5- İstismar için uydurup arkasına saklandığınız ve İslam düşmanlığını gizlemeye çalıştığınız Kemalizm sloganlarınız bile laçkalaşmıştır. Sabataycı ve ittihatçı evladı Hasan Cemal bileErdoğan artık DİNDAR KEMALİSTtir ve kendi başbakanlık hesapları içinde, kendi sivil vesayetini oturtmak hevesiyle şeytanla bile ittifak yapabilir itirafında bulunmaktadır. (Not: Bu Şeytanın ABD Yahudi Lobileri olduğunu düşünürseniz konu daha rahat anlaşılacaktır). Yani Hasan Cemaller de sizler de, bilerek veya bilmeyerek Erdoğana çalışıp ama Erbakana sataşmaktasınız!
İngilterenin etkin gazetelerinden Financial Times, Anayasa Mahkemesi kararı üzerine yapılan Balyoz tahliyeleriyle hem Fetullah Gülen Hem AKP hükümeti aleyhine ortak bir intikam cephesinin oluşacağını yazmıştı. Hatta E. Org. Çetin Doğanın Yahudi Damadı Dani Rodrikin Bundan Türkiyenin demokratikleşmesi sonucunu çıkarmıyorum. Sadece ülke dengelerinin değişeceğini bekliyorum yorumunu aktarmıştı. Fetullah Gülene ABDde kalması için referans mektubu yazan Siyonist Stratejist Graham Fuller: AKP Türkiyesi, Suriyede Beşar Esadın iktidarda kalabilme yeteneğini göremeyerek tarihi bir hata yapmıştır itirafında bulunmuşlardı. Bunun anlamı: Esad rejimini ayakta tutan Amerikaydı ve ona muhalifleri de yine ABD kontrolüne almıştı (Bak: Rand Düşünce Kuruluşu: Türkiye ve Arap Baharı (Turkey And The Arab Spring: Leadership in the Middle East)
[1] (Bak. Mahir İz. Yılanın izi İST 1979 sh:38-39)
[2] (Beyanül-Hak, sayı:1, s.1-2. )
[3] (Bak: İlhami Soysal, Kurtuluş Savaşında İşbirlikçiler, İstanbul 1985. S.110.177; Seçil Akgün Halifeliğin Kaldırılması Ve Laiklik (1924-1928), Turhan Kitabevi, Ankara, (Tarihsiz), s. 33.)
[4] (Bak. İbnül- Emin Mahmut İnal, Son Sadrazamlar, Cilt:4, İstanbul 1992 ,s.1725,2008)
[5] ( Bak: Ergün Aybars Türkiye Cumhuriyeti Tarihi İzmir 1984- Sh:218-219)
[6] (Ali Fuat Türk geldi-görüp işittiklerim. Ank. 1949-Sh:220-224)
[7] (Ahmet Akbulut- İslami araştırmalar C.6 Sayı 1. Sh:32)
[8] Bak: ( yuvacenudi@gmail.com)
[9] (Ümit Zileli 19.Haz.2014 Aydınlık)
***************************************************************************************
***************************************************************************************
Cumhurbaşkanlığı Seçimi Ve SİSTEM MESELESİ
Bir kesim Sn. Recep T. Erdoğanı Köşke çıkarmakla, muhalif kimseler de, Onun dışında bir başkasını Cumhurbaşkanı yapmakla, Türkiyede pek çok sorunun halledileceğini ve bozuk giden işlerin düzeleceğini zannetmektedir. Ancak bu bozuk sistem sürüp gittikçe ve Türkiye Siyonist dünya düzeninin dümen suyunda hareket ettikçe, sadece Cumhurbaşkanının veya Başbakanın değişmesiyle hiçbir netice elde edilemeyecektir. Felçli veya alzaymır titrekli ellerle doğru çizilemeyeceği gibi, eğri cetvelle de doğru çizilemeyecektir. Bozuk terazi ile doğru tartmak mümkün değildir. Ülkemizdeki, bölgemizdeki ve yeryüzündeki haksızlık ve yanlışlıkların asıl nedeni şahsiyetlerden ziyade, zihniyetlerdir. Elbette yöneticilerin karakter ve kabiliyeti önemlidir, etkilidir; ancak bozuk sistem içinde bunlar tek başına yeterli değildir.
Öyle ise yeni Cumhurbaşkanı seçiminde, bu laçkalaşmış sistemi sorgulayacak, yeni ve milli hedeflere öncülük yapacak; devrimci, değişimci ve dirayetli kişiler tespit ve tercih edilmelidir. Hissi ve hamasi bir Erdoğan hayranlığı veya tepkisel ve temelsiz bir Erdoğan karşıtlığı üzerinde kurulu siyasetler boşa kürek çekmektir, hatta küresel güçlere dolaylı hizmet vermektir.
Sn. Hayrettin Karaman gibilerden toplumun bekledikleri
Yeni Şafak gazetesinin ünlü ilahiyatçı yazarı Hayrettin Karaman, laikliğin ve çoğulculuğun İslama aykırı olduğunu savunmaktaydı. Karaman ayrıca, İslama giderken (hedefimiz) bir aracın kullanılmasını zaruri kılarsa, o aracı kullanırız diye yazmıştı. Başbakan Tayyip Erdoğana fetva veren din adamı olarak bilinen Karaman, Demokrasi çoğulculuk laiklik ve İslam başlıklı köşesinde: İnsan-Allah ilişkisi ve insanların düzenlemelerinin din ile bağlantısı açısından meseleye baktığımızda çoğulculuk kavramının bizim bünyemize uymadığını söyleyebilirim. Çoğulculuğun temelinde hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün göreceliği ve eşitliği vardır. Bu ise İslâmın özüne aykırıdır görüşlerini aktarmıştı. İslâm'a göre de insanda irade hürriyeti vardır. Mükellefiyet, cennet, cehennem ve imtihan hep bu irade hürriyetine bağlıdır. Fakat, yasama, irşad yapma, Kurani kaideleri geçerli kılma açısından dinin müdahil olmadığı hiçbir alan bırakılmamıştır. Kur'an'ın ilk ayeti Allah'ın adıyla başlamaktadır. Her işe onun adıyla başlarız. Netice itibariyle İslâm ile sekülerizm ve laisizmin uzlaşan, paralellik arz eden yönleri yoktur, bunların yan yana gelmesi imkânsızdır. İslam'da olan, laiklik ve sekülerlik değil, din ve düşünce hürriyeti kapsamındadır şeklinde, bazı Kurani doğrularla kendi yanlış yorumlarını harmanlayıp edebiyat yapan Karaman Hocaya sormak gerekirdi:
İmam-Hatip orta kısım talebelerinin bile daha güzel ve etkili cümlelerle dile getirdikleri bu sloganik sözleri tekrarlamak yerine; İslama (yani Kurana ve Resulüllahın uyarı ve uygulamalarına) uygun, çağdaş ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlaki sorunların çözümüne yarayacak kadar da olgun bir SİSTEM hazırlayıp, hiç değilse bir ANAYASA TASLAĞI yazıp, böylece Batıl ve batılı örnekleriyle mukayese ve İslamın adalet ve faziletini gösterme gayreti gütmemiz daha ilmi ve gerçekçi bir tavır değil miydi?
Allah aşkına, bu denli hayırlı, yararlı ve lazımlı bir proje üretmeye engel olan, ilmi yetersizliğiniz ve dirayet eksikliğiniz miydi; yoksa imani cesaret ve mesuliyet fakirliğiniz miydi? Defalarca yaptığımız halde bu yöndeki çağrılarımıza maalesef hiçbir yanıt vermediniz Şimdi bari Adil bir düzen ve dünyanın geleceği konusunda, Akevler ekibinden ve muhterem Süleyman Karagülleden derlediğimiz, bir takım kanaat ve kaygılarımızı da dile getirdiğimiz aşağıdaki ilmi önerilerle ilgili tenkit, tespit ve tavsiyelerinizi, Allahın rızası, İslamın hatırı ve insanlığın ihtiyacı aşkına beklemekteyiz.
Adil Devlet Düzeni!
Bize göre; DEVLET canlı gibidir. ULAŞIM kan dolaşımı yerindedir. HABERLEŞME sinir sistemidir. İLİM insanın fikrine, DİN insanın hissine, EKONOMİ insanın sindirim sistemine ve SİYASET insanın beyin ve kas sistemine tekabül etmektedir. Bunlardan biri diğerine hâkim değildir, her biri kendi işini görmektedir. İnsanlık tarihinin başlangıç döneminde diyanet, sonra siyaset hükmetti; şimdi ekonomi hükmetmektedir. Yakında kurulacak ADİL DÜZENde ise inancın ve insanlığın hizmetindeki İLİM hükmedecektir. Adil Düzene göre; MECLİS yasaları yapacak, YÜRÜTME uygulayacak, YARGI uygulamadaki yasaların aykırılıklarını saptayacak, YÖNETME/DENETLEME yargı kararlarının tatbikini sağlayacaktır. GÖREVLER, YETKİLER, SORUMLULUKLAR ve HAKLAR farklıdır. TÜRKİYEDEKİ HATA yürütme ile denetlemenin anayasada birleştirilmiş olmasıdır. Yasama ile yürütme de zaten fiilen birleştirilmiş durumdadır. Bazen yargı yasamanın vesayeti altındadır. Bazen yargı yürütmenin üstüne çıkarılmaktadır. Yürütme yargının insafına bırakılmaktadır. Dokunulmazlıklar ayrı bir sıkıntıdır. Bunların hepsi çelişki ve tutarsızlıktır. Oysa çelişkiler toplum hayatını tıkayıp sıkıntıya sokmaktadır. Bize göre; MECLİS SEÇİLMİŞ İLİM ADAMLARINDAN OLUŞMALIDIR. Seçim ekseriyet sistemine göre değil, ilim ve ehliyet sistemine göre yapılmalıdır. Darbeci değişim yerine tedrici değişim fırsatı sağlanmalıdır.
Ve unutulmasın ki; HUKUKİ DÜZENle ASKERİ DÜZEN farklıdır. Hukukta yasalar öncelik taşır, herkes yargıya karşı sorumluluk altındadır. Sorumluluk şahsidir, sonuçtan değil davranışlardan sorumluluk vardır. Askerlikte ise emir-komuta esastır. Herkes üste karşı sorumlu tutulacaktır. Askeri yargı bir dayanışma kuruluşudur, kolektif sorumluluk vardır. Birlikten komutan yetkili ve sorumlu olacaktır. Davranışlardan değil, sonuçlardan sorumluluk vardır. Devlet askeri düzen ile kurulup korunacak, ama hukuk düzeni ile yaşayıp olgunlaşacaktır. Askeri düzen hukuk düzeni için vardır. Devletin varlığı tehlikeye girdiği zaman hukuk düzeni değil, askeri düzen uygulanır. Anayasada bu mesele sıkıyönetim ve seferberlik maddeleri ile düzenlenmiş durumdadır. Devlet tehlike altındaysa ordu resen müdahale etmek zorundadır. Galip gelirse artık o devleti yeniden hukuk düzeni içinde kuracak ve kollayacaktır.
Bazılarına göre; güvenliğin başka kurumları ise istihbarat ve emniyet teşkilatıdır.
Bize göre; hukuk düzeninde gizli istihbarat meşru sayılmamalı ve hukuk düzeninde asla yer almamalıdır. Dolayısıyla millî istihbarat askerin emrinde olmalı ve yalnız askeri amaçla kullanılmalıdır. EMNİYET teşkilatı ise askeri usulden farklıdır. Askerlikte cephe savaşı vardır. Emniyetin görevi ise ancak yargının belirlediği suçluları yakalamaktadır. Emniyet işleri devletle beraber yerel yönetimlerin görev sahasıdır. Jandarma teşkilatı yeniden yapılandırılıp illerde yerel zabıta oluşturulmalıdır.
Adil Düzene göre: Ekonomide dış ilişkileri devletin teşvik ve garantisinde girişimci halk sağlamalıdır, ihtiyaç duyulan malı tüccarlar alıp satmalıdır. Gümrükler ve kotalar kalkmalıdır. Devletkarşılıklı (karşılığı olan) para çıkarmalı ve faizsiz kredi ile üretime destek olmalıdır. Uluslararası para olarak kredileşme sistemi oluşturulmalıdır. Kurlar Merkez Bankalarındaki stoklara göre ayarlanmalıdır. Ve Merkez Bankası küresel sermayenin güdümünden kurtarılmalıdır. Bize kendi paralarını veren devletlere biz de kendi paramızı veririz, karşılıklı olarak kendi paralarımızla alış-veriş yaparız. Diğerlerinin paralarını ülkemiz bankalarında konvertibl yapmalıyız… Böylece karşılıksız kağıt parası ve sömürü aracı olan Doların esaretinden kurtulmalıyız.
Sömürü sermaye sistemi olan Kapitalizmin işçilik düzeni firavunların kölelik düzeninin çağdaş şeklidir. Malumunuz taşeronluk konusu Türkiyenin kangrenleşen bir problemidir. AKP ile birlikte bu kanayan yara derinleşmiştir. İşsizliğe kalıcı bir çözüm bulamayan hükümet, buradaki acizliğini işçilik maliyetlerini düşürerek örtmeye yeltenmiştir. Yapılan özelleştirmelerin istihdama artı bir katkı yapmaması, devletin de üretimden elini çekmesi istihdam konusunda ülkeyi çıkmaz bir sokağa doğru sürüklemiştir. İstihdam sorununun özel sektör eliyle çözülmek istenmesi de taşeron algısının iyiden iyiye kök salmasıyla neticelenmiştir. Türkiyede de özel sektörün rekabet edilebilirliğin ön şartını işçilik maliyetlerinde görmesi, hükümetin de bu anlayışı desteklemesinden dolayı taşeronluk, özellikle son 10 yılda alabildiğine yaygın hale gelmiştir. Gelinen noktada bırakın özel sektörü bugün kamudaki işlerin bile neredeyse yarıdan fazlası taşeron işçiler eliyle yürütülmektedir. Ücretlerin düşük olması, ağır çalışma şartları ve emeğin değersizleştirilmesi taşeronluğu adeta toplumsal bir yara haline getirmiştir. Son olarak Soma faciasında bu felaketle bir kez daha yüz yüze gelinmiştir. Hükümet sözde kendi büyüttüğü bu `kölelik düzenine bir çözüm bulmak adına bazı göstermelik çalışmalar yapsa da bu konuda da hiçbir zaman samimi hareket etmemiştir.
Kurana Göre Devlet Başkanı Seçimi
Adil Düzende devlet; yasama, yürütme, yargı ve yönetme/denetleme olmak üzere dört güçten oluşacaktır. lYasama kuralları koyacak.lYürütme kurallara göre işleri yapacak. lYargı yürütmede yasalara aykırı yapılanları saptayacak, lDenetleme (Murakebe, teftiş, kontrol) ise yargı kararlarına ve adalet kurallarına uygunluğu sağlayacaktır. Devlet başkanı da bu kurumlar arasındaki dengeyi kurup koruyacaktır.
YASAMA sadece yasa yapmalı; yürütmeye, yargıya ve denetlemeye karışmamalıdır. YÜRÜTME de sadece yürütme (hükümet) işlerini yapmalı; yasamaya, yargıya ve denetlemeye karışmamalıdır. YARGI da kendi işini yapmalı; yasalar koymaya kalkışmamalı, yürütme ve yönetmeye karışmamalıdır. YÖNETME/DENETLEME de sadece yargı kararlarını uygulamalı, kontrol mekanizmasını çalıştırmalı; yargıya karışmamalıdır, yasama ve yönetmeye tahakküme kalkışmamalıdır. İşte bu dört kurum arasında dengeyi sağlayacak olan kişi devlet başkanıdır. Kurumlar arasında çıkacak her türlü anlaşmazlığı devlet başkanı çözüme kavuşturmalıdır. Elbette tarafların yargıya gitme yetkileri vardır, hakemlerden oluşan yargı son noktayı koyacaktır. Devlet başkanı kurumların üstündedir ama hakemlerin üstünde değildir, denge böyle sağlanır. Türkiyede ise yargı maalesef meclisin ve hükümetlerin sürekli müdahalesi altındadır. Bu durumda devlet başkanını meclisin veya halkın seçmesi farksızdır, sorunların çözümüne katkı sunmayacaktır.
Kurana göre iki türlü başkanlık vardır
a) Devlet başkanı ilim adamıdır ve Meclisin başkanıdır. Yürütme (Hükümet) için sivil birini başbakan yapacaktır. Asker birini de orduya başkomutan atayacaktır. Kuran bu devlet şeklini Talut misali ile anlatır. Osmanlı yönetimi sistemi bunu andırmaktadır.
b) Veya Devlet başkanı asker bir zattır. Yönetimin başındadır ve başkomutandır. Genelkurmay başkanı orgeneral seviyesinde olacaktır. Ordu komutanları doğrudan devlet başkanına bağlıdırlar. Bu devlet başkanı sivil başbakanı atayacak, yürütmeyi o yapacaktır. Peygamberimiz Hazreti Muhammed (SAV) böyle bir devlet başkanı konumundadır. Çünkü kendileri fiilen cihat komutanı ve başkumandanıdır. Bugünkü anayasamızda devlet başkanının başkomutan olduğu ifade edilmiştir ki bu ikinci tip devlet başkanlığına yatkındır.
Siyonist Sermaye Rejimi!
Son beş yüz senedir siyasilerin elindeki yönetim gücünü sömürü sermayesi eline geçirmiştir. Bugün yeryüzünü karşılığı olmayan parayı keşfeden sömürü sermayesi yönetmektedir. Siyasiler doğrudan veya dolaylı olarak sermayenin emrindedirler. Çağın en büyük sorunu olan işsizliği şimdilik kısmen de olsa sermaye çözdüğü için halk sermayenin yanında yer almak mecburiyetini hissetmektedir. Sermayenin icat ettiği karşılıksız para sayesinde sermaye sonsuz güce sahiptir. Bugün para ile silah yani sermaye ile siyasi güç çatışık vaziyettedir. Sömürü sermayesi silahı/devleti yenmek için parası/sermayesi ile yeryüzünde fesat çıkarmakta, halkı devletine karşı isyana sürüklemektedir. Devletler terör olaylarına ve sabotajlara karşı çaresizdir.
İşte bu Siyonist sermaye; Türkiye Suriyeye saldırsın ve Şama girsin istemektedir. Ardından İsrail de Golan tepelerinden saldıracak ve Suriyenin yarısını işgal edecektir. Çin büyük imkânlarla İranı destekleyecek, oradakileri Türkiyeye saldırmaya ikna edecek, İran ile Türkiye arasında çetin bir savaş körüklenecektir. Çin ve Rusya İranı, ABD ve AB (NATO) Türkiyeyi destekleyecek, böylece insanlık kanlı III. dünya savaşına itilecektir. İnsanlar belki yıllarca birbirlerini yiyecektir. Sonunda Siyonist odaklar karşılıksız sonsuz sermayesi ile masa başında istediği haritayı dikte edecek, Ortadoğuda devletleri beşer-onar milyonluk küçük devletçiklere bölecek ve BOP hedefine erişecek, Büyük İsrail hayali gerçekleşecektir.
Yeni uygarlık yolunda Adil Düzen önerileri!
Biz insanlığa Adil Düzeni, hazırlayıp getirmeye çalışırken mevcut Siyonist sömürü sisteminin bizimle çatışmaya girmesi normal ve doğaldır. Bu sebepledir ki peygamberler inanç ve ahlak temelleri üzerinde yeni düzen kurmaya ekonomiden başlamışlar, sosyal yapıyı değiştirip geliştirmeye çalışmışlardır. Siyasi yapı daha sonra değişime uğramıştır. Bugün ise durum çok daha karışıktır.
Bugünkü sorunların çoğu ekonomik çarpıklıktan kaynaklanır. Tarım döneminden kalan (Hz. Nuh Nebi döneminden kalma) hukuk düzeni bugünün ekonomik sorunlarını çözmek imkânsızdır. Bu sebepledir ki işe hukuk ve ekonomi ile başlanmalıdır. Bu da sömürü sermayesi ile çatışmayı doğuracaktır. Sonunda onların bize saldırmaları normal olaydır, herkesin nefsi müdafaa hakkı vardır. Ancak bu savaşı Milli Görüş Milli Çözüm ve Adil Düzen kazanacak, Rahmaniler Şeytanileri saf dışı bırakacaktır.
Bu insani düşüncelerimizi ve Adil Düzenimizi gerçekleştirmek için yapılması gerekenler nelerdir?
1) ÂTIL EMEĞİ FAALİYETE GEÇİRMELİYİZ. a) Öğrenciler çalışmamaktadır. Hem okuyan hem çalışan insanlardan oluşan işyerleri kurulmalıdır. b) Durumu müsait olan emekliler çalışmamaktadır. Çalışmak isteyen emeklilere iş sağlanmalıdır. c) Askerleri tüketici konumundan üretici duruma çıkarmalıdır. Bugünkü savaşlar ekonomiye dayalıdır. Ordular kendi kendilerini finanse etmeli, savaş olmadığı zaman ülkeye yük olmamalıdırlar. d) Ev hanımları çalışmamaktadır. Ev hanımlarına uygun güvenli işler açılmalıdır. e) Bürokratların çoğu vatandaşa zorluk çıkarmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bürokratik formalitelerin tamamı kaldırılmalıdır. f) Vasıfsız işçileri eğitip usta-kalifiye ve kaliteye ulaşılmalıdır.
2) ÂTIL İMKÂNLARI DEĞERLENDİRMELİYİZ. a) Ekilmemiş boş arazileri işler hâle getirmeliyiz. b) Ormanları tahrip etmeden yararlanılır hâle getirmeliyiz. c) Boşa akan suları, esen rüzgârları, güneş ışığını/enerjisini, organik atıkları enerji kaynağı hâline getirmeliyiz. d) Atık malzemeleri, değerlendirilmeyen hurdaları, pazarlardaki atık sebzeleri değerlendirmeliyiz. e) Sit alanlarını tahrip etmeden oraları yararlı hâle dönüştürmeliyiz.
Mekke müşrikleri İslâmiyetin gelmesiyle zarar göreceklerini sanmışlar ve karşı çıkmışlardır. Oysa İslâmiyet sayesinde Mekke ve Medine dünyanın merkezi hâlini almıştır. Adil Düzen, hiç kimseye ve sermaye sahiplerine zarar vermeyecek, aksine onların helal ve meşru çalışma alanını genişletecektir, yani Mekkeliler gibi teslim olurlarsa onlar da kazançlı çıkacaktır.
Bozulan dünya dengesi ve Türkiyenin görevi.
Dünyada, bizi de yakından ilgilendiren önemli gelişmeler yaşanmaktadır… Ukraynadaki olayların geçmişle ve dünya dengeleriyle birlikte değerlendirilmesi lazımdır. Siyonist sermaye 1950den sonra dünyada iki grup oluşturmuşlardı: ABD ile NATO ve Sovyetler ile Varşova Paktı. Bunlar görünürde çatışıp dünyanın barış dengesini koruyacaklardı. Oysa sömürü sermayesi dünya çapında iki güç oluşturup, bunları çatıştırarak, kendi zulüm saltanatını kurmuşlardı. Daha önce Hıristiyanlar ile Müslümanları çatıştırıp bu dengeyi kurmaktalardı. Birinci Dünya Savaşından sonra ise dengeyi rejimlere dayandırarak sağlamışlardı. Türkiyede Erbakanın CHP-MSP koalisyonunu kurması, İran inkılâbı ve Sovyetlerdeki Gorbaçov çıkışı, sömürü sermayesinin bu tezgâhını bozmaya başlamıştır; sömürü sermayesi şimdi kendi işine yarayacak yeni dengeler aramaktadır; ama bulamayacaktır, çünkü zulüm saltanatı sallantıdadır. Çin elindeki dolarları ABDdeki sermayeye aktardı. ABDde birileri bundan rahatsız olmaya başladı ve Rusya ile anlaşma yoluna kaydı. Çin de ABDye yaklaşıyor. Sömürü sermayesi ile devletler çatışıyor. Devlet/ler/in gücü Adil bir düzen kurmaya yeterli olacak mıydı, yoksa tarihi bir hesaplaşma sonucu beklenen değişim mi yaşanacaktı? Sömürü sermayesinin gücü karşılıksız paradır. Bu gücüne dayanarak savaşlar çıkarır, mafyalar kurar ve devletlere istediğini yaptırır. Bunu kavrayan Putin ile Obama, ABDdeki üretici sermaye ile anlaşarak sömürücü faizci banker sermayeye karşı çıkmalıdır. Faize dayanan para yerine emeğe dayanan para ile sömürü sermayesi yıkılacaktır. Putin ile Obama (ve Erdoğan dâhil diğerleri) bu çözüme yanaşmazlarsa hepsi de ezilip yok olacaktır.
Rusya görevini yapamadı, kutup olamadı; bundan dolayı Rusya etkisiz konuma sokulmaktadır. Türkiye maalesef hala ABde yer aramaktadır… Ukrayna Rusyaya başkaldırmıştır. ABD Ukraynayı desteklese Rusya ile arası açılacak, desteklemese gücünü yitirmiş sayılacaktır. Ukrayna olayının arkasında ABDdeki sömürü sermayesi vardır. Yapılacak iş sermayenin elinden dolar gücünü almaktır. Bu da ancak Adil Düzenle başarılacaktır.
Özetle yapılması gereken iş karşılığı olan para çıkarmaktır.
DÖRT ÇEŞİT PARA ÇIKARILACAKTIR. 1) Kuyumculardaki altın kadar ALTIN PARA çıkarılacaktır. Halk altınları kuyumcudan bu para ile alacaktır. Bu para bütün İNSANLIK için ortak paradır. 2) Satılığa arz edilmiş yapılar ve topraklar karşılığı TOPRAK PARA çıkarılacaktır. Halk komisyonculara bu para ile yapılarını satacak ve bu para ile alacaktır. Komisyonculardaki satılık taşınmaz kadar Toprak Parası halkın elinde olacaktır. Bu parayı DEVLETLER çıkarır. 3) Mağazalarda satılmak üzere bulunan malların alınması için halkın elinde MADENİ PARA bulunacak. Halk mallarını bununla satıp, mamul malları bununla alacaktır. 4) Halka sipariş vermeleri için BUĞDAY PARASI kredi olarak sağlanacaktır. Tüccarlar, üretim yapan işyerlerine siparişlerini ısmarlayacak, işyerleri işçileri çalıştırıp üretim yaptıracaktır. Böylece karşılığı olan para ile tam istihdam sağlanacak, karşılıksız para piyasaya çıkmayacak, faizli para ile tekel oluşmayacak, sömürü sermayesi fitne çıkaramayacak, savaşları ve anarşiyi kışkırtamayacaktır. Türkiye ülkesinde ADİL DÜZENi gerçekleştirip bütün insanlığa örnek ve rehber olmalıdır
Münafıkların tespiti ve tasfiyesi!
Hidayet doğru yolu göstermek demektir, bir yere giderken rehberlik yapmak demektir. Götürmek de hidayettir, göstermek de hidayettir. İhtida gösterilen yola uyma demektir. İhtida demek körü körüne uymak demek değildir. Kulak verip araştırmak ve ne söylendiğini anlamaya çalışmak demektir. Allah zalimlere hidayet etmeyeceğini beyan etmiştir. Dırar mescidi yapanlar görünüşte iyi iş yaparak aslında kötülük yapmak istemektedirler. Mutlak iyi diye bir şey yoktur. Mutlak kötü diye bir şey de yoktur. Yerinde yapılan her iş iyidir, yerinde yapılmayan her iş kötüdür. Dırar mescitleri, yani zarar verme ve haklı bir hareketi engelleme girişimleri, başarıya ulaşamayacaktır. AK Parti bir dırar mescididir, F. Gülen Cemaati bir dırar mescididir; Erbakan tehlikesini (!) önlemek için dış güçler ve işbirlikçiler tarafından öne çıkarılmıştır.
1970lere kadar Türkiyede en tehlikeli kuruluş Risale-i Nur sayılırdı. İstihbaratta yalnız onlar takip ediliyor, diğer Müslümanlar aleyhine de Nurculuk isnadı ile saldırıyorlardı. Biz Millî Görüş olarak ortaya çıkınca onların dosyalarını 1970lerde dondurdular ve bizimle uğraşmaya başladılar, onlar bizim sayemizde rahata kavuşmuşlardı. 1980lerde Millî Görüşü devre dışı bırakmak amacıyla onları serbest bıraktılar. O sayededir ki bugün onlar yeryüzünde yayılmışlardır. Biz onları hep savunduk, Erbakan onları hep korudu. Erbakana, `onunla/onlarla görüşüyor musunuz diye sorduklarında; `günde beş defa görüşüyoruz diyerek namazdaki tehiyyatı ve İslam kardeşliğini hatırlatırdı. Böyle olmasına rağmen Fethullah Gülen diyor ki; `AKP gömlek çıkardığı için destekledim! Yani Millî Görüşe ve Adil Düzene kin kusuyor ama İslamın düşmanlarını dost biliyor. AKPliler Adil Düzene karşı dırar olmak üzere kurulup iktidara taşınmıştır. Gülenciler Millî Görüşe karşı dırar olarak desteklenip yaygınlaştırılmıştır. Oluşan bu bozuk ve yamuk yapıların beyin takımı tasfiye edilmeden düzelmeleri imkânsızdır. Milli Görüşe karşı, derin muhalefet hissi devam ediyor, her iki taraf da Adil Düzene uzak ve aykırıdır.
Toplumlar için iki büyük tehlike nedir?
İnsanlık veİslam toplumları için yıkıcı etkileri bulunan durumları arz etmeden önce önemli bir hususu açıklamak gerekmektedir.
Doğal hükümler genel olarak iki kısma ayrılır:
1- Sabit ve değişmez hükümler: Bunlar zaman ve mekânın değişmesiyle veya bilginlerin görüşleriyle asla değiştirilemeyen temel ve tabii hükümlerdir. Örneğin İslam Dininde, Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Cihat gibi farzların bağlayıcılığı, içki, kumar, zina, faiz gibi kötülüklerin haramlılığı, mali ve bedeni cezaların miktarı ve şartları gibi kesin hükümlerde, gerek sayı ve şekil yönünden, gerekse zaman ve mekan yönünden olsun hiçbir değişiklik söz konusu değildir. “Mevridi nas'da içtihada mesağ yoktur” (Mecelle) Yani hakkında ayet, hadis ve icmadan kesin delil bulunan konularda içtihada ve değişikliğe asla izin ve ihtiyaç yoktur.
2- Zamanın, mekânın ve şartların durumuna göre, genel maslahat ve mecburiyetler karşısında “değişebilen hükümler“: Tazir (uyarı) cezalarının cinsi, çeşitleri, miktarı, siyasi ve sosyal yapılanma biçimi, örf ve adetlerle belirlenen ticari ve sınai kurum ve kurallar, değişen ve gelişen ekonomik ve teknolojik şartlara göre şekillenen günlük hayat standartları gibi konulardaki prensipler, İslamın genel hüküm ve hedeflerine aykırı olmamak şartıyla değişmeye ve yenileşmeye açık hükümlerdir. Maliki imamlarından El-Karafi “El-İhkam” adlı eserinde “örf ve adetlere dayalı hükümlerin, bu örf ve adetler değiştiği halde, hala yerinde kalması gerektiğini söyleyenlerin hem akla, hem icmaya, hem de dinin genel amacına aykırı davrandığını” söylemiştir. Hicri on üçüncü asırda yaşayan ve son dönem Hanefi ulamasının en büyüklerinden sayılan İbni Abidin “Neşru“l Arf fi Binai Ba'dil Ahkami alal örf” adlı risalesinde, Hanefi fakihlerinin, değişik zaman ve şartlarda aynı konuda verdikleri farklı fetvaları sıralamış.[1] Ve durumların değişmesiyle hükümlerinde değişmesi gerektiğini vurgulamıştır.
İbni Kayyım el- Cevziye ise: “Eğer bu gibi hükümler esnek olmayıp sabit kalsaydı, birçok konuda adalet zulme, rahmet zahmete, yarar zarara, hikmet nikbete, maslahat meşakkate dönüşürdü. Bu ise İslamın özüne tamamen terstir“[2] demiştir. Bu nedenlerden dolayıdır ki“Zamanların değişmesiyle ahkâmın değişmesi de inkâr edilemez” (Mecelle) esası bir kaideii külliye (Genel kural) halini almıştır.
Şimdi insanlık ve İslam toplumu için büyük bir tehlike oluşturan iki hususu arz edelim:
A- Birinci tehlike: Dinin, akli ve vicdani ölçülerin ve bilimsel verilerin “değişmez ve değerini yitirmez” nitelikteki temel hükümlerinin bozulması, yozlaştırılması veya hepten yürürlükten kaldırılarak yerine batıl ve bozuk sistemlerin konulması ve uygulanmasıdır. Çağdaşlaşma veya dinde reform hevesleriyle yapılan bu gibi tatbikat ve tahribatlar sonucu insanlık ve İslam toplumu dejenerasyona uğramış, bütün değer ölçüleri laçkalaşmış, helal haram düşüncesi kalkmış, ahiret ve sorumluluk duygusu yıkılmış, her türlü haksızlık ve ahlaksızlık yaygınlaşmıştır. Dini disiplinden ve ahlaki prensiplerden koparılan insanlar huysuz ve huzursuz kalabalıklar halini almıştır.
“Yaratılış gayesi Allah'a ibadettir. İbadet ise; Allah'a hürmet ve mahlûkata merhameten ibarettir” düsturu ve düşüncesi unutulmuş, şuurlu ve huzurlu bir İslam toplumu yıkılarak geride köküne ve özüne yabancı, bencil ve bunalımlı, gayesiz ve gayretsiz kalabalıklar bırakılmıştır. Bugün özellikle İslam dünyasında görülen dağınıklığın, geri kalmışlığın ve perişanlığın birinci sebebi budur. Yani İslami anlayış ve ahlaktan uzaklaşmış, daha doğrusu uzaklaştırılmış olmamızdır.
B- Her toplum için ikinci büyük tehlike ise: şartlara ve ihtiyaçlara göre değişme, gelişme ve güzelleşme; yani basitten mükemmele doğru evrimleşme özelliği taşıyan konularda, maalesef kısırlığın, donukluğun ve duraklamanın baş göstermesi, taassup ve taklitçiliğin ve kuru şekilciliğin yaygınlaşmasıdır. Bunun sonucu, durgunlaşan su gibi, İslam toplumu giderek içten içe kokuşmaya ve çürümeye başlamış… Artık hidayet ve istikametin yerini bidat ve dalalet, hareket ve bereketin yerini uyuşukluk ve atalet, izzet ve asaletin yerini zillet ve meskenet kaplamış… Toplumda Cihat'ın, Hukukta içtihadın, ilimde icadın, insanlarda vicdanın, günlük hayatta ahlakın, sanat ve sanayide teknoloji yarışının terk edildiği bu dönemler, İslam toplumunun da haysiyet ve hürriyetini yitirdiği ve yıkıldığı dönemler olarak karşımıza çıkmıştır. Hâlbuki İslam, devamlı düşünen, araştıran, gelişen, üreten, diri ve dinamik bir toplum oluşturmayı amaçlamıştır. Çünkü İslam, fıtratı ve hayatı kısıtlamak ve kısırlaştırmak için değil, bilakis geliştirmek ve güzelleştirmek için gönderilmiş bir hayat ve huzur programıdır.
Fıtratı ve hayatı kirletecek olan aşırılıklar ve ahlaksızlıklar kadar, fıtratı ve hayatı köreltecek derecedeki taassup ve taklitçilik de din ve toplum için muzır ve mahvedicidir. Kurtuluşumuz ise iki şarta bağlıdır:
1- Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarını hayata hakim kılacak ve adil bir düzeni uygulayacak bütün tedbirleri acilen almak üzere fikri ve siyasi Cihadımızı kesintisiz sürdürmek.
2- Yersiz ve yararsız olan taassup, taklitçilik, şekilcilik, ucuz ve kolay kahramanlık hastalıklarını terk etmektir.