Anasayfa » RAHMETLİ ERBAKAN’I ÖNLEMEK İÇİN DİĞER İSLAMCI HAREKETLERİN DESTEKLENMESİ

RAHMETLİ ERBAKAN’I ÖNLEMEK İÇİN DİĞER İSLAMCI HAREKETLERİN DESTEKLENMESİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 205 Görüntüleyen

 

RAHMETLİ ERBAKAN’I ÖNLEMEK İÇİN DİĞER İSLAMCI HAREKETLERİN DESTEKLENMESİ


Yıllardır dile
getirdiğimiz ve dikkat çektiğimiz bir gerçek var; Kendi sinsi sömürü
saltanatlarını yıkacak, adil ve asil bir devrim yapacak beyin ve becerinin
sahibi
 Erbakanolduğunu fark eden Siyonist şeytanlar ve masonik maşalar, Milli Görüşü
etkisiz kılmak ve desteksiz bırakmak üzere:

a- Diğer “dindar ve
muhafazakâr” partileri cilalayıp parlatmaya başladılar.

b- O güne kadar “gerici
ve tehlikeli” gördükleri bazı İslami hizmet ve hareketleri gündemine alıp öne
çıkardılar.

c- Eski “Akıncı”lardan
“şeriatçı”lardan birkaç kişiyi ayartıp vitrine koydukları “İrancı, Hizbullahçı,
İBDACI” gibi Radikal İslamcı terör hareketlerini, Milli Görüşün bir uzantısı
gibi takdime çalıştılar.

d- Bunlar işlettikleri
vahşet ve dehşet görüntüleriyle ürküttükleri toplumu; “Ilımlı İslam”ın
temsilcisi Fetullah Gülen’e ve AKP’ye yöneltmeyi başardılar.

e- Daha önce Özal
hareketini de bu amaçla, yani Erbakan’dan kurtulmak hesabıyla ve “O’nun bir
devamı” propagandasıyla iktidara taşıyıp, ekonomik, sosyal ve siyasal büyük
tahribatlar yaptılar.

f-  Milli Görüş
partilerini parçalamak ve Erbakan’ı suçlu ve sorumlu konuma düşürecek
yanlışları yaptırmak üzere de, Hoca’nın yakın çevresine “kendilerine yatkın”
adamlarını soktular… Bütün bunları yaparken de Müslüman kılıklı Masonlardan ve
Sebataist kökenli dindarlardan oldukça yararlandılar.

AKP’liler
“İspatlamayan şerefsizdir!” sözünü tutamamışlardı!

İlk defa Mesut Yılmaz
ve Cüneyt Ülsever’in kullandıkları ve daha sonra Erbakan Hocanın üzerine
attıkları: “İmam Hatipler Arka Bahçemizdir” sözü için; bir
zamanlar Milli Görüşçü olan bazı AKP’liler bu iftirayı atanlara mecliste şöyle
çıkışmışlardı: “İspatlamayan şerefsizdir!” Ama ardından R.
Tayyip Erdoğan Amerika’da Siyonist patronlarına yaranmak için Erbakan Hoca’yı
kastederek, “Biz İmam Hatipler arka bahçemizdir diyen zihniyetle yollarımızı
ayırdık” 
demeye başlamıştı. Çünkü Erbakan’a hıyanetin hatırına
hükümet yapıldıklarını biliyorlardı.

Sn. Erdoğan’ın ve
takımının Fetullahçılarla ittifak ve izdivacı da Erbakan’a karşı ve Milli
Görüş’ün kökünü kurutmak amaçlıydı. Şimdiki kapışmaları ise, sanıldığı gibi
Dine hizmet, millet ve devlet adına değil, tamamen iktidar hırsıylaydı. Paralel
suçlamasıyla gözaltına alınanların birçoğunun daha önce Sn. Başbakanla özel
ilişkiler ve iletişimler içinde bulunmuş Emniyet bürokratları olduğu ve
Erdoğan’ın 
“bazı hayati sırlarının deşifre olmasından gocunduğu”gerçeği de hesaba
katılmalıydı. Bütün seçimlerde AKP’yi destekleyen, dua eden, övgü dolu demeçler
veren Fetullah Gülen’in, referandumda sarf ettiği: 
“Mezardakiler bile
kalkıp gidip, demokrasi yolunda, Avrupa Birliği yolunda, Ortadoğu (yani İsrail)
ile iyi münasebetler yolunda herkes oy versin!”
 sözleri
ortadaydı. Bugün hala Recep Bey AB’ye girme ve Büyük Ortadoğu Projesini
gerçekleştirme amacından vazgeçmediğine göre, Cemaatle Hükümet kavgası sadece
rant ve saltanat hesaplıydı… Ve tabii pek muhterem Fetullah Gülen’den, İslam
Birliği, yerine Haçlı Birliğine girmenin ve İsrail’e dolaylı destek vermenin
Dindeki yeri nedir? diye sormak lazımdı.

Fetullah Gülen niçin
ve nasıl parlatılmıştı?

4 Eylül 2004 tarihli
Hürriyette, Ertuğrul Özkök’ün:

“…Refah Partisi ve özellikle
de Erbakan üslubuyla konuşmuyor… Erbakan ne kadar çatışmacı ise, Gülen, o kadar
uzlaşmacı davranıyor…! “Sizce Din mi daha önemli, yoksa Türklük mü?” Soruma “
Türklüğe daha çok
bağlı olduğu izlenimini veriyor…!
” Ben kendi payıma, onunla ilgili
kanaatimi oluşturmaya başladım!: O, Müslüman bir Rahip’tir!..?” 
diye övdüğü Hoca
Efendinin (!..)

“21–27 Ekim 2004
tarihli Tempo’ya bir açıklama yapan rahmetli 
Aytunç Altındal’ın: Papa, 1998 Şubat
ayında “Kilisenin gizli evlatları” anlamına gelen “in prectore” tarzıyla, 20
tane gizli kardinal atadı. Bu kardinallerin 18 tanesinin kim olduğu tespit
edilip biliniyor. Ancak, birisi Çin’de, diğeri çok önemli bir Ortadoğu İslam
ülkesinde bulunan iki “sinsi Kardinal” gizli tutuluyor!..”
 diyerek
dikkatleri çektiği…

Ve bir ABD’li Siyonist
profesörle birlikte M. Hakan Yavuz’un hazırladıkları ve reklâmını yaptıkları
kitapta: “Kapitalizm ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk Burjuvazisini
güçlendirmek için, İslamiyet’in bu amaçla yeniden yorumlanması hareketi.!?
Veya, yeni bir Türk Protestanlaşması ve  Türk Siyonizm’i.!? Olarak tarif
ve tavsif edilen Fetullah Gülenciliğin ne olduğunu gelin bizzat patronlarından
ve pazarlamacılarından dinleyelim… İşte Erbakan Hareketini yolundan
alıkoymak ve yozlaştırmak ve toplumun teveccühünü başka noktalara toplamak
üzere beslenen ve desteklenen Fetullah Gülen’in gerçek niyetini, tıynetini ve
mahiyetini; Amerika’daki Georgetown Üniversitesi Profesörü, Hıristiyan-İslam
kaynaşması Vakfı Müdürü ve Dinlerarası Diyalog ve ılımlı İslam organizatörü,
Siyonist John L. Esposıto ile Fetullahçı M. Hakan Yavuz’un birlikte yazdığı
“Laik Devlet ve
Fetullah Gülen Hareketi”
 kitabından bizzat kendi tespitlerinden
öğrenelim:

Kamusal Alanın
özelleştirilmesi: Desekülerizasyon sürecinin hızlandırılması

“Özal’ın Neo-liberal
ekonomik politikaları ve siyasal liberalleşme, Türkiye’de gelişen yeni medya
teknolojileriyle birlikte Türkiye’de karmaşık bir dini “piyasa”nın doğmasına
yol açtı. Bu genişleyen dini piyasada, Nakşibendi kolları, Nur hareketi ve
siyasal bakımdan Necmettin Erbakan’ın aktif Milli Görüş hareketi, İslam’ın
“gerçek” anlamı ve doğru “eylem” konusunda rekabet ettiler. Liberalleşmenin ana
etkenlerinden birisi; kamusal alanlarda İslam’ın aynı anda çoğunculaşması ve
gelişimi oldu. Tıpkı diğer piyasalar gibi, dini piyasa da çeşitli alıcılar ve
potansiyel müşterilerine hizmet etmeyi amaçlayan firmalardan oluşuyordu. Bu
piyasanın açılması, dini alanın dönüşümünü ve çoğunculaşmasını ve en önemlisi
de dini deyim ve ağların; ekonomi, medya ve hayır işleri gibi yaşamın diğer
alanlarına da yayılmasını sağladı. Fetullah Gülen’in Nur hareketi bu siyasal ve
ekonomik liberalleşmeden en fazla yararlanan hareket oldu. Türkiye’nin en
etkili Müslüman liderlerinden birisi olan Gülen, kapsamlı ve geniş bir eğitim
sistemi kurmak için Said Nursi’nin fikirlerinden yararlandı.”
[1] (Fetullahçı yazar bu tespitleriyle; dini
hizmetlerin menfaat şebekesine dönüştüğünü itiraf ederken, kasıtlı olarak Milli
Görüşü de aynı kategoriye koyuyordu.)

Üçüncü Dönem: Baskı ve
Zorla Liberalleşme döneminin başlatılması!

“Gülen Hareketinin
üçüncü dönemi ordunun 28 Şubat 1997 tarihindeki yumuşak darbesi ile başladı ve
bu döneme hem dışsal baskı hem de içsel açılma damgasını vurdu. Kemalizm’in
kendi kendini görevlendirmiş muhafızları olan Türk Ordusu generallerinin amacı;
“Köktendinci” Müslümanların devleti ele geçirmesini önlemek için, bağımsız
İslami sosyal ve kültürel ifade kaynaklarının hemen hemen hepsini yasaklamaktı.
Refah/Fazilet Patisi’ni yasakladılar, İmam-Hatip liselerini sınırladılar, yeni
cami inşasını büyük ölçüde kısıtladılar, yükseköğretim kurumlarında başörtüsü
giyilmesini yasaklayan bir kılık kıyafet yönetmeliği uygulamaya koydular,
seçilmiş belediye başkanlarını İçişleri Bakanlığı emriyle görevden aldılar ve
tutukladılar.Gülen, Refah Partisi’ne yönelik bu askeri darbeyi kamuoyu önünde
haklı bulduğunu açıkladı ve ülkedeki barışçı Sünni İslami grupların baskı
altına alınmasına karşı çıkmadı. Demokrasi ve insan hakları sorunları konusunda
çok tutarlı davranmadı ve kendi grubu çıkarlarını bir bütün olarak sivil
toplumun haklarının önüne koyarak hareketine dokunulmazlık sağlamayı amaçladı
”[2]

“Gülen’in gurubu
küreselleşmeye, Erbakan’ın Saadet Partisi gibi siyasal motivasyonlu
İslamcı’lardan daha çok uyum sağlamış ve daha iyi örgütlemiştir.”
[3] (Bu sözler, Fetullahçıların Siyonist
sermaye hakimiyetine nasıl teslim olduklarının bir ifadesidir.)

“Fetullah Gülen:
“İslam Birliği maceracı bir yaklaşımdır ve zaman kaybıdır!” Bu görüş diğer Türk
İslamcılar’ın İslam alemine ilişkin görüşleriyle keskin bir zıtlık içindedir.
İslam ümmeti, genellikle Türk-İslamcı söylemde sürekli bir tema olup, Türk
İslamcılar’ın İslam aleminin liderleri olduğu duygusunu yansıtır. Türkiye’nin
ilk İslami eğilimli Başbakanı Necmettin Erbakan, Türkler dışındaki Müslümanlar
ile yakın ilişkiler kurma girişimleriyle tanınır. 1997 yılında Türkiye, İran,
Mısır, Nijerya, Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan
Gelişmekte Olan Sekiz (D–8) grubunu başlattı. Onun İslam dünyasını temsil eden
ülke seçimi tuhaftı; çünkü hiçbir Türk ülkeyi kapsamıyordu. Bu yönüyle çok
eleştirildi. D–8 genel olarak Erbakan’ın ve aynı zamanda Türk Siyasal
İslamı’nın İslam alemi anlayışını yansıtmakta ve bu dünyada Türkiye’nin
liderliği umutlarını ateşlemektedir. Ama Gülen İslam aleminin tamamen farklı
bir yorumunu benimsemekte ve Türkiye’nin liderlik rolü oynayabileceği bölgenin
sınırlarını gerçekçi biçimde çizmektedir. D-8’i iyimser olarak görmedi ve bunu
Erbakan’ın kendi seçmenine gönderdiği ucuz bir mesaj olarak değerlendirdi.
Gülen’e göre: “bu gibi inisiyatifler oldukça maceracı ve riskli oldukları için
boşuna zaman kaybıdır. Bunun yerine İslam’ın farklı Türk yorumuna dayalı olarak
Türkçe konuşan dünyada bir liderliği savunmaktadır. Bu tartışma İslam’ın
milliyetçi yorumları kabul etmemesine karşın, yine de Türk sosyo-kültürel
ortamına dayalı bir Türk-İslamı’ndan söz etmenin mümkün olduğu iddiasındadır.”
Ancak Gülen’in milliyetçiliğinin tamamen etnik kökene dayanmadığı da
vurgulanmalıdır. Gülen, Kürt sorunu konusundaki ısrarlı suskunluğunu
sürdürmekle birlikte, milliyetçilik tanımından Boşnaklar, Arnavutlar ve hatta
Kürtler gibi Türk olmayan Müslümanları dışlamamaktadır.”

(Yazar bu sözleriyle;
a- Hem Fetullah Gülen’in bir İslam Birliği hedefi olmadığını açıkça
vurgularken, b- Hem de; Erbakan’ın, dış baskılara maruz kalmasınlar diye
D-8’lere almadığı Türkî Cumhuriyetleri dışladığı havasını vermekte ve tabi
gerçeği çarpıtmaktadır.)

“Ancak Gülen cemaati
Türk azınlıkları kapsayan her türlü faaliyetten titizlikle kaçınarak, bu gibi
korkuları dağıtmayı başarmaktadır. Ama İran’a gelindiğinde farklı bir strateji
izlenmektedir. Bu da Gülen’in bu ülkeden uzak durma arzusunu ortaya
koymaktadır. Bu gönüllü uzak duruş Gülen’in İran’ın hem Türk devleti hem de
ABD’nin hegemonyası altındaki uluslararası sistem için bir rahatsızlık kaynağı
olduğunun bilincinde olmasına bağlanabilir. Türkiye’deki Kemalist çevreler
Gülen’i, kökleri Şia İslami geleneğinde bulunan bir uygulama olan takiyye
yapmakla suçlamaktadır. Gülen’in modern görünümünün ardında bir gizli Humeyni
bulunduğuna inanmaktadır. Onların bu suçlamaları Gülen’in tavrını etkilemiş
olabilir. O’nun İran konusundaki tavrı aynı zamanda dünyanın birçok
bölgesindeki faaliyetlerine, kendisinin de hayati önem taşıdığını düşündüğü
ABD’nin onayını almak maksadını taşıyan bir girişim de olabilir. Fakat İran’a
karşı olan bütün bu görüş ve beyanları taktik icabı ise, o zaman Gülen bundan
çok rahatsız olmuş görünmemektedir. Bir başka deyişle onun stratejik mantığı
maksatsız değildir. Türk Milliyetçi ve bazen de İslami retoriği sıklıkla İran’ı
tek öfke kaynağı olarak seçer. Gülen’in sınır milliyetçisi kimliğini yansıtan
şekilde, İran anlayışı derin bir şekilde Türk ve İslam tarihindeki tarihi ve
dini çatışmalara uzanmaktadır ve hareketin mensupları tarafından yoğun bir
şekilde içselleştirilmiştir: İran hakkında (dikkatli olmamız gereken) iki şey
vardır. Birincisi; din ve İslam devrimi namına bir fanatik İslam ve mezhebi
ihraç etme teşebbüsüdür. Bunlar kendi mezhepleri ve yorumlarını gerçek dinin
önüne koyuyorlar. Eğer Şii değilseniz, hiçbir şey değilsiniz. İkincisi; Hz. Ali
sevgisi yalnızca kendi mantıklarını haklı çıkarmaya yönelik bir bahane. Aslında
onları bir arada tutan Hz. Ali sevgisi değil, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer nefretidir.
Kendi batıl inançlarını bir dini temele dayandırmak için Hz. Ali’yi suiistimal
ediyorlar
.[4]

İran etkisi ve tehdidi
Gülen’in Ortadoğu ve Orta Asya hakkındaki söylemlerinin sürekli
temalarındandır. Bütün bölgeye yönelik bir güvenlik tehdidi olarak gördüğü
İran’a en şiddetli eleştirilerini yöneltmektedir. İran’ın D–8 grubunun kilit
üyesi olmasına ve Erbakan hükümetinin milyarlarca dolarlık doğal gaz anlaşması
imzalayarak yakın ilişkileri güçlendirmek istemesine karşın, Gülen Türkiye’nin
bu önemli komşusu hakkındaki olumsuz düşüncelerini gizlemiyor. Onun İran’a
ilişkin olumsuz görüşlerinin, bu ülkeyi bölgeye yönelik bir tehdit olarak
görmesinden kaynaklanıyor!
[5]

Erbakan Yerine
Gülen’in parlatılması!

“Dini partiler –Refah
Partisi ve onun halefleri- hakkındaki sosyal araştırmanın sınırlı kapsamı ve
dar odağı, Türkiye’deki hızla büyüyen milliyetçi İslam’ın özgün bir formunun
ortaya çıkan gerçekliliklerine taze bir bakışı önlemektedir. Bu odaklanma
özellikle önde gelen bir İslami hareketin, “1990’ların başlarından bu yana
faaliyetlerini Türkiye dışına Orta Asya’nın Türkçe konuşan ülkelerine genişleten
Gülen Cemaati’nin artan etkisini ve etkinliğini gizledi. Refah Partisi’nin ve
haleflerinin (Fazilet ve Saadet’in) çağdaş Türkiye’deki modern İslam’ın ana
temsilcileri olarak indirgenmeci biçimde genelleştirilmesini reddederek, bu
bölümde Gülen cemaatinin bu temsil rolünü aslında nasıl yerine getirdiğini
gösteriyorum. İlginç olanı Türk Devleti’nin dini partileri ardı ardına
yasaklaması ve hala iktidardaki çağdaş dini parti olan, Adalet ve Kalkınma
Partisi hakkındaki kuşkularını korumasına rağmen, Gülen hareketi hızlı yükseliş
ve başarısını yalnızca milli düzeyde değil, aynı zamanda uluslararası düzeyde
de sürdürdü. İslam’ın siyasal açılımından genellikle sisteme adapte olma veya
ona meydan okumada başarısız olmuş gibi görünürken, Gülen hareketi etki alanını
genişletmektedir.”
[6] (Yazar bu ifadeleriyle, Erbakan
hareketi’nin dış güçler tarafından yasaklanmaya çalışıldığını, Onun yerine
Fetullah Gülen’in hazırlandığını açıkça dile getirmektedir.)

“Müceddid Fetullah!”
imajının oluşturulması…

“Sünen-i Ebu Davud’da
yer alan 
“her asrın başında Allah bu ümmete dini tecdid edecek
(yenileyecek, yeniden canlandıracak, restore edecek) birisini gönderecektir” 
Hadisi genel olarak
sahih kabul edilir. Bu Hadise göre her asırda Allah ümmetinin din anlayışı ve
pratiğini yenileyecek bir şahıs gönderecektir. Tecdid misyonunu yüklenen kimse
Müceddid olarak adlandırılır. Müceddidin işlevinin hem doğru dini bilgiyi ve pratiği
restore etmek hem de hataların reddi ve yok edilmesi olduğu konusunda yaygın
bir uzlaşma vardır. Tecdidin özü bu geleneksel anlayışta yatmaktadır”
[7] (Böylece: Hz. Peygambere ve Kur’an’ı
Kerim’e inanmayan gâvurlar, her ne hikmetse tecdid hadisini delil gösterip
Fetullah Gülen’i mehdi ilan ediyorlardı.)

Siyonist Yahudiler ve
Gülen irtibatı!

“Selçuklu ve
Osmanlılar’ın Türk İslamı’na ve dini çoğulculuk uygulamasına atıfta bulunan
Gülen şu hususun altını çizer: “İslam alemi Yahudiler ile ilişkilerde
iyi bir geçmişe sahiptir: hemen hemen hiçbir ayrımcılık, hiçbir toplu imha,
temel insan haklarından yoksun bırakma ya da soykırım olmamıştır. Aksine daima
sıkıntılı zamanlarda Yahudilere kucak açılmıştır; tıpkı Osmanlı Devleti’nin
Yahudilerin Endülüs’ten sürülmesi zamanında olduğu gibi
”
[8]

“Devletin belli
birimleri ve bazı laik politikacılar, daha “radikal” İslami gruplara karşı
Gülen’in Türkiye’deki ve dışarıdaki faaliyetlerini desteklediler. Gülen, tıpkı
cumhuriyet tarihindeki birçokları gibi, meşruiyeti, otoriter bir devletin
kendilerine bahşetmesini bekliyordu. 1999 yılı Nisan ayında yapılan seçimlerden
önce Türkiye’nin kıdemli liderleri olan zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel
ve Başbakanı Bülent Ecevit, Gülen’in faaliyetleri ve dünya görüşünü
Refah/Fazilet Partisi tarafından temsil edilen siyasal İslam’a karşı “istihkam”
olarak savundular.”
[9] (Yani sağcı S. Demirel ve solcu B.
Ecevit eliyle kendi sömürü düzenlerini yürüten Siyonist merkezler, Fetullah
Gülen hareketini, Milli Görüşün önünü kesmek üzere organize edip kullandılar)

Kur’an’ı İncilleştirme
çabaları!

Fetullah Gülen:
“Kur’an’da bazı Yahudi ve Hıristiyanlar’ın “hakikate” karşı inatçılık ve
düşmanlığı ifade etmek üzere kullanılan tarzın her çağdaki bütün Yahudi ve
Hıristiyanlara karşı kullanılması gerektiğini belirten bir hüküm olmadığını
savunmaktadır: 
“Yahudi ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan ayetler
ya Hz. Muhammed’in ya da kendi peygamberlerinin devrinde yaşamış bazı Yahudi ve
Hıristiyanlar hakkındadır”
[10]  (Yani Fetullah Gülen,
bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların iyi niyetli ve Müslümanlara merhametli
olduklarını, bu nedenlerle Kur’an’daki hükümlere muhatap kılınmayacaklarını
savunmaktadır.)

“1997 yılında
Fetullahçı vakıf bir uluslararası medeniyetler arası kongre düzenleyerek,
hoşgörü ve kültürlerarası işbirliği temalarını vurguladı. 1998 yılında Gülen
Vatikan’da Papa ile, daha sonra da Kudüs’te Hahambaşı ile buluştu. Vakfın genel
sekreteri Cemal Uşşak: “radikaller ve fanatiklerden tepkiler vardı, ama ılımlılığı
destekleyen insanların çoğunluğu onu tebrik etti”. Nisan 2000’de vakfın
kültürlerarası Diyalog Platformu Şanlıurfa ve İstanbul’da “İbrahim: Bir ümit
sembolü ve Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında Diyalogda
birleştirici bağ” başlıklı bir uluslararası sempozyum düzenledi.”
[11]

“Hareketin okulları
birçok ülkede neredeyse tek Türk varlığıdır. Bu gerçek Türk entelijensiyası
tarafından teyit edilmektedir. Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar vakfı Müdürü ve
Türkiye’nin eski Londra Büyükelçisi (meşhur mason) Özdem Sanberk, bu okullara
yönelik liberal demokratik Türk seçkin yaklaşımını şu şekilde özetlemektedir:
“stratejik ifadeyle, bu okullar devlet tarafından desteklenmesi gereken bir
şeydir; çünkü bu ülkelerde bir Türk varlığına sahip oluyorsunuz”. Hareketin bu
okulları kurmasına kadar, Türkiye’de devlet, fikir üreten kurumlar, araştırma
merkezleri ve akademisyenler, teorik olarak bile olsa, böyle bir uluslararası
projeden hiç söz etmemişlerdir.”
[12]

“Ayrıca siyasal
spektrumun sol tarafında da bir değişim gerçekleşmiştir. Demokratik Solcu
Başbakan Bülent Ecevit (1999–2002) Gülen ve faaliyetlerini destekliyordu.
Çeşitli zamanlarda bu faaliyetleri övdü. 2000 yılında İsviçre, Davos’ta Dünya
Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada, dünyanın her yerindeki Gülen okullarının
Türk Kültürüne nasıl katkıda bulunduğunu vurguladı. Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı temsilcilerini makamında kabulünde, bu okullara olan desteğini bir kez
daha tekrarladı. Çünkü o bu okulların Türk kültürünü altı yüz yıllık Osmanlı
Devleti’nin başaramadığı ölçüde yaymakta olduğuna inanıyordu. Hoşgörü ve
karşılıklı anlayış atmosferi aynı zamanda cumhuriyet’in kurucu partisi
Cumhuriyet Halk Partisi’ni de etkiledi. Bu parti son zamanlarda bir değişim
geçirdi. 1999 seçimlerinde ağır bir hezimete uğradıktan sonra, Deniz Baykal
parti genel başkanlığından ayrılmıştı.”
[13]

İşte Gâvurun tespiti“Fetullah
Gülen Yirmi birinci yüzyılın başında doğan ve önem kazanmakta olan yeni ifade
biçiminin önemli örneklerindendir. Gülen (modernite söylemleri içinde
çerçevelenen tanımlamaların eski anlayışına göre) ne “köktendinci” ne de
“sekülerist”tir ve onun duruşu: “küresel yerelleşme” ve “dinisekülerleşme”
bağlamında, statükoyu aşan bir düşüncedir
.
[14] (Yani Fetullah Gülen, dünyayı
köleleştirmek ve İslami şuuru körleştirmek isteyen, Siyonizmin Ilımlı İslam
şubesidir.)

“Ancak yirminci
yüzyılın sonuna gelindiğine, büyük çatışmaların farklı, ayrı “medeniyetler”
arasında olmadığı aşikar hale gelmiştir. Bu çatışmalar küreselleşen
geleceklerin, daha geleneksel modern sekülerizm bağlamında, küreselleşen katı
kökten dincilikler bağlamında veya çok kültürlü, çoğulcu, birbiriyle bağlantılı
toplumlar bağlamında ele alınan, farklı düşünceleri arasındaydı. Bu gibi çatışmalar
zekice bir ifadeyle “küreselleşmeler çatışması” olarak adlandırılmaktadır.
Küreselleşmenin çatışan görüşleri içinde, Fetullah Gülen küreselleşmiş çok
kültürlü çoğulculuk İslami söyleminin gelişiminde önemli bir güçtür. Ondan
ilham alanların eğitim faaliyetlerinin etkinliğinin de gösterdiği gibi, onun
görüşü modern ile posmodern, küresel ile yerel arasında köprüler kurmaktır ve
Müslümanlar ile gayrimüslimlerin geleceğine yönelik görüşleri şekillendiren
çağdaş tartışmalarda önemli bir etkiye sahiptir.”
[15] (Yazara göre, Fetullahçılık; Müslümanlıkla
masonluğu birbirlerine bağlayan bir köprü gibidir.)

“Gülen “yeni ortaya
çıkan, modern zevkleri içselleştirmiş Türk burjuvazisinin arzuları ve
beklentilerini dile getirmektedir. Tıpkı Katoliklik içinde Protestanlık’ın
Avrupa burjuvazisinin yardımıyla doğması gibi, Gülen hareketi de Ortodoks
İslamı’ndan doğmaktadır
”[16] (Evet, Fetullah’ı çok iyi tanıyan ve
reklamını yapan Amerikalı yazara göre: Nasıl Protestanlıkla, Klasik-Katolik
anlayıştan koparılan Hıristiyanlık, Siyonizm’le uyumlu hale sokulmuşsa;
Fetullahçıların Ilımlı Müslümanlığı da, İslam’ı mevcut ehlisünnet anlayışından
uzaklaştırıp, şeriat ve muamelatı dışlayan, sadece sözde itikat ve hoşgörü
esaslarına sahip çıkan yeni bir din oluşturma çabasıdır.)

Süper şeytanların
yanlış hesapları!

“Bir zamanların süper
gücü Rusya’nın henüz kendi yaralarını sarmakla meşgul olduğuna ve zaten bir
Çeçen sorununu çözmekten bile aciz kaldığına inananlar, artık Rusya’nın dünya
üzerinde belirleyici hatta etkileyici konumda olmadığını sananlar aldanıyordu.
Oysa ABD’nin en büyük açmazı, yani tek belirleyici konumunda olması, onun
gücünü değil tükenişini yansıtıyordu. Bakınız, bir zamanlar Amerika istediği
yere askeri müdahalede bulunuyor, istediği yerde iktidarları belirliyor ama
kimse onu engellemeye kalkışamıyordu. Rusya’nın burnunun dibinde, Kafkaslar’da
bile, etkin hale geliyor, Rusya, yandaşlarını bölgeden geri çekmekle
yetiniyordu!… Ama şimdi aynı ABD Ukrayna’ya sahip çıkamıyor, Ruslara söz
geçiremiyordu.

Bir dönemler ABD, Irak
savaşını bahane ederek yerleşmek istediği Türkiye’ye, bu defa doğrudan ve
kılıfsız başvuruyor, Karadeniz’de üs ve Anadolu’da hava gücü bulundurmak
istediğini söylüyordu. Gerekçesi yok ama sorarsanız “uluslararası teröre
karşı bir tedbir olduğunu
” ileri sürüyor ve AKP sayesinde amacına
ulaşıyordu. Ama böyle bir gücün aslında kime karşı hazırlandığını herkes
biliyordu.

Hazırlıkları ve
davranışları büyük bir stratejik konuşlanmayla açıklanabilecek düzeyde olmasına
rağmen açıklamalarında bunu “terörizmle mücadele” olarak sunuyordu… Geçmişte
büyük bir askeri güç olan Doğu bloğu ve ideolojik hasım olan komünizm gibi
büyük tehditlere odaklaşan halkını ve dünya kamuoyunun büyük bir kısmını, bugün
ufacık düşmanlara karşı birleşmeye çağırıyor, ve gülünç duruma düşüyordu! Oysa
korku ve kuşku duyulan Sovyetler gibi güçlü bir ülkenin ona karşı olması
işlerini ne kadar kolaylaştırıyordu. Ama hala dünya devletleri ve İslam
ülkeleri asap bozacak kadar sessiz ve tepkisiz duruyor, küçük bir iki karşı
koyma ise; ABD saldırılarına doğal bir görünüm kazanma rolünden öte bir anlam
ifade etmiyordu. Avrupa kendi işleriyle meşgul görünüyor, yüzüne konan bir
sineği kovalamak için yapılan el hareketlerine benzer tepkilerin ötesinde ciddi
bir direniş gözlenmiyordu.

Düşmanın ne kadar
gerekli ve faydalı olduğu, onsuz bir yaşamın ne kadar güç olduğu daha iyi
kavrıyor, ABD düşmansızlığın sıkıntıları içinde kıvranırken birden “Radikal
İslam” tehlikesi keşfediliyordu. Acaba daha büyük bir terörist saldırı olur da
politikalarımızı meşrulaştırır mı diye bekleniyor, belki de tertipleniyor;
aşırı şeriatçı kılıflı örgütleri önce Afganistan’da şimdi ise Suriye ve Irak’ta
devreye sokuyor, IŞİD böyle oluşuyordu.

Ancak Rusya’nın bu
derin sessizliğinin ve tepkisizliğinin arkasında: güçsüzlük, çaresizlik ve tam
bir teslimiyetin olduğunu düşünenler ciddi biçimde yanılıyor, bu tavır, hesaplı
bir politikanın uygulanmasına benziyordu. ABD-İsrail ittifakının saldırısına
karşı hiçbir direnç göstermemek; Rusya’nın bilinçli bir geri çekilme
manevrasını andırıyordu. Rusya, tarih boyunca uyguladığı stratejiyi
tekrarlıyor; Moskova’nın varoşlarına kadar gelinmesine izin veriyor, kış
gelince karşı taarruza geçmeyi planlıyor olduğunu Ukrayna’da ispatlıyordu. Artık
bütün dünyadaki barışçı ve demokrat Amerikalı imajı yerini zalim, işgalci ve
çıkarcı bir imaja bırakıyordu. Çaresiz insanların maruz kaldığı kötü
muameleler, önce korku ve telaşa kapılma, ama daha sonra savunma içgüdüsü
yaratıyordu. Bu arada: “sadece halkların tepkisinin yetmeyeceği, bu tepkiyi
örgütleyecek bir aklın bulunması ve bunun güçle desteklenmesinin gerektiği”
doğruydu ve işte Türkiye’de böyle bir akıl işliyordu ve Altın Vuruşa
hazırlanıyordu.

“ABD yönetiminin
planları başlangıçta kendisi açısından doğru gibi görünüyordu. Ama başkalarının
ve rakip odakların nasıl tepki vereceğini ihmal ediyor ve bu derin sessizlik
onun bütün hesaplarını bozuyordu. Bu yolun yanlış olduğunu artık onlar da
görüyor ve kesinlikle değiştirilmesi gerekiyordu. Değişmemesi ve bu saldırgan
politikada ısrar edilmesi ise yeni ve bambaşka bir dünyanın kurulması anlamına
geliyordu. ABD’nin bundan sonraki her Alternatifi hem Türkiye’nin katkısına
muhtaç bulunuyordu, hem de bütün gelişmeler bizi derinden etkiliyor ve
ilgilendiriyordu”

Diyen Mahir Kaynak’ın[17] ve
George Soros gibi para babalarının uyarıları da, artık Amerika’yı kurtarmaya
yeteceğe benzemiyordu. Graham Fuller Siyonist’i bile Amerika’dan kaçıp
Kanada’ya yerleşiyordu! 
Üzeyir Garih’in, ölmeden önce: “İsrail’in hayat
şansı; Amerika ve Avrupa’nın desteğine değil; Türkiye ve Rusya ile iyi
geçinmesine ve bunların kendi yanında görünmesine bağlıdır!” 
sözleriyle neyi
kastettiği şimdi daha iyi anlaşılıyordu!


 

[1] Sh:31

[2] Sh: 83

[3] Sh: 87

[4]  Sevindi 1997,
49

[5] Sh: 227

[6] Sh: 231

[7] Sh: 267

[8] Sh: 273

[9] Sh: 84

[10] Sh:279

[11] Sh:281

[12] Sh:286

[13] Sh:276

[14] Sh:296

[15] Sh: 298

[16] Sh:77

[17] Star /
30.05.2004
 

 











BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi