Anasayfa » OSMANLIYI 3 DÖNME DEVİRDİ!..

OSMANLIYI 3 DÖNME DEVİRDİ!..

Yazar: yonetici
0 Yorum 93 Görüntüleyen

OSMANLIYI 3 DÖNME DEVİRDİ!..

 

1-Talat paşa: (1874
Edirne-1921 Berlin)

Hocasını
dövüp askeri ortaokuldan ayrıldı. Selanik'te bir Yahudi kursunda Fransızca
öğrenmeye çalıştı. Babasının dostları, onu posta kâtip yardımcısı, posta
dağıtıcısı olarak atandı. Yahudi okullarında öğretmenlik yaptı. İttihat ve
terakkiyi kurdu ve yaydı. Meşrutiyetle Selanik Millet Vekili olarak yollandı.
Babıâli baskınından sonra Posta Nazırı, derken Sadrazam oldu.31 Mart'ın
karanlık plânlayıcısı 33. nolu mason ve Bektaşî (Sabataist)

2-Enver Paşa: (1881
İstanbul -1922 Tacikistan-Belh)

M.Kemal'den
2 yıl önce harbiyeyi bitirdi. İttihat Terakkiye girdi.1908 meşrutiyette
Hürriyet kahramanı ilân edildi. Albaylık yapmadan 32 yaşında Generallik rütbesi
verildi. Sultan Reşat'ın yeğeni Naciye sultanla evlendi. Osmanlıyı diktatör
gibi yönetti. Hiç yere Osmanlı'yı Almanya'nın safında 1. Dünya Savaşına
sürükledi. Türk ordusunu Alman Paşalarının emrine verdi. Sarıkamış'ta 90 bin
askerimizi dondurarak telef etti. Sonra da kaçıp gitti. Çok istediyse de
Atatürk ülkeye dönüp Milli Mücadeleye katılmasına izin vermedi.

3-Cemal Paşa: (1872
Midilli-1922 Tiflis)

Gizli
İttihat Terakki sayesinde sivrildi.2. Meşrutiyet'te sabataist masonların
marifetiyle Adana ve Bağdat valiliklerine getirildi. Balkan savaşının ardından,
Albay yapılıp İstanbul merkez komutanlığına tayin edildi. Babı Ali ihtilâlinden
sonra Bayındırlık ve Bahriye Nazırlığına yerleşti. Enver-Talat ve Cemal üçlüsü
Osmanlı'yı parçalayıp bitirdi. Abdulmecit Han'ın en küçük oğlu olan Sultan
Vahdettin, ağabeyleri Sultan Abdulhamit ve Sultan Reşat'tan sonra, 1918'de
padişah olduğunda 1.Dünya Savaşının son aylarıydı.

Yalancı
ve yalakacı tarihçiler, Vahdettin'den 4 sene önce ittihatçı 3'lü çetenin sebep
olduğu savaşın bütün günahını Vahdettin'e yüklemeyi başardı.

Enver,
Talat ve Cemal Paşaların Siyonist İsrail'in kurulmasının ilk adımı olarak
Osmanlı'nın yıkılmasındaki hıyanet görevlerinin arkasından yurt dışına
kaçtıktan sonra Türkistan ve Kafkasya'daki maceraları da, sanıldığı gibi Türk
Milliyetçiliği ve İslam Ümmetçiliği kılıfıyla, Büyük İsrail'e vatan hazırlama
mücadelesidir.

Hatta
Enver'in okul arkadaşı ve İttihat Terakki sırdaşı Kazım Karabekir'in 1. Dünya
Savaşı sonlarında bütün Ermenistan'ı, Kafkasya ve İran Azerbeycanı'nı işgali de
Büyük İsrail hedefi ile ilgilidir.

Çünkü
daha önce bu üç ülkeyi fetheden (!) Kazım Karabekir'in, Atatürk'ün gerçek
niyetini anladıktan ve Türkiye'yi siyon devleti yapma hayalleri yıkıldıktan
sonra, Mustafa Kemal'in Misakı Milli sınırlarımızdaki Musul ve Kerkük'ü alma
planını reddedip, askerlikten ayrılarak, İzmir Suikastçısı, ittihat terakki ve
Teşkilatı Mahsusa kalıntılarıyla “Terakki Perver Cumhuriyet
Partisini” kurup meclise girmesi, bu kanaatimizin açık bir delilidir.

Ama
yalancı tarihçilerin gayreti ve yalakacı takipçilerin gafletiyle bu paşalar
“Dindar, vatanperver birer kahraman” gibi gösterilmişlerdir.

Anadolu'yu
işgal eden İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan güçleri, Anadolu'ya kendileri
için değil, İsrail adına girmişlerdir.

Filistin'i
Siyonistlere İttihatçı Dönmeler satmıştır:

Yahudilerin
Filistin'deki tapulu mülkiyetleri ile ilgili olarak farklı oranlar olmasına
rağmen en yüksek oran olarak % 8'dir. Filistin'in yüz ölçümü yaklaşık olarak 27
milyon dönüm. Bunun % 8'i yaklaşık olarak 2 milyon dönüm. Yahudiler bu kadar
toprağa bakın nasıl sahip olmuşlar: 1900 yılların başlarında 850 bin Müslüman
ve Hıristiyan'a karşın Filistin'de yaşayan Yahudi sayısı yaklaşık olarak 30 bin
civarındaydı. Bunlar o toprakların insanlarıydı. Bunların sahip oldukları
toprak yaklaşık olarak 200 bin dönümdü. İttihatçıların 1911 darbesiyle işbaşına
gelmelerinden sonra İstanbul hükümeti Şam ve Filistin'e Mason ve Sebataycı
valiler ve görevliler gönderdi. Bu görevliler 1911-1917 yıllarında
Filistin'deki Yahudilere sahip çıkarak onlara devletin topraklarından yaklaşık
olarak 400 bin dönüm arazi sattılar. Bunların belgeleri Osmanlı arşivinde var.
İngiliz komutan Allenbi ile birlikte Aralık 1917'de Kudüs'e giren Yahudi
çeteler, Osmanlı ordularının çekilmesi ile bazı stratejik bölgeleri ele
geçirdiler. Bunun üzerine; İngiliz sömürge valisi ilk iş olarak ve
yardımlarının karşılığında Siyonist Yahudi Ajansı'na 300 bin dönüm arazinin
tapusunu hibe olarak verir. Bununla yetinmeyen Vali aynı ajansa sembolik
fiyatlarla 100 bin dönüm araziyi satar. Daha sonra da Vali Hole ve Bisan
bölgesindeki Sultan Abdülhamit'e ait 150 bin dönüm araziyi Yahudi vakfına hibe
olarak verir. Ancak bu toprağı satanlar Filistinliler değil, tersine Suriye'li
ve Lübnanlı Hrıstiyanlardı.[1]

Evet,
Filistin'i; Yahudi dönmesi ittihatçılar satmıştı. Şimdi Kıbrıs'ı ve Kuzey
Irak'ı da Milli Görüş'ün dönekleri AKP'liler saltığa çıkardı… Ama sonları
ittihatçılardan beter olacaktır.

Mason Enver paşa

“Enver,
Türkiye'yi kumarda kaybetti. Atatürk kanla yeniden kazandı.” Bunu, en koyu
Atatürkçü Fatih Rıfkı söylüyor.

Enver
alay komutanlığı bile yapmadan 'fiilen' başkomutan yapılmış ve üç yüz binden
fazla Mehmetçiği bile bile ölüme yollamıştır. Bunların yalnız doksan dört bini
savaşın daha hemen ilk aylarında Sarıkamış'ta gitti. Bu doksan dört bin kişi
bir gecede öldü. Bu doksan dört bin kişiyi Ruslar öldürmedi. Dondular. Sabaha
çıkmadılar. Fakat her yıl 26 Aralık günü, Sarıkamış'ın doksanıncı yıl dönümü
törenlerinde hiç kimse, oraya toplanan çocuklara, Kars ve Erzurum
üniversiteleri öğrencilerine, o tarihte ordumuzun genelkurmay başkanının bir
Alman, evet, General Bronsart von Schellendorff adında bir Alman subayı
olduğunu anlatmıyor.

Dünya
savaşına girmek için Almanya'yla yaptığımız gizli anlaşmadan hükümette yalnızca
dört kişinin haberi olduğunu da kimse hatırlatmıyor. İttihat Terakkinin bir
sabataist hıyanet şebekesi olduğunu hiç kimse ağzına alamıyor!

Sabataist Enver Paşa'nın
Sarıkamış Hıyaneti!

Sarıkamış'ta
ölüme teslim edilen on binlerce evlâdımızın dramının bir adım öncesinde,
Osmanlı Genel Kurmayı'nın Almanlar'a teslimi vardır. 1913 yılında General Liman
Von Sanders Heyeti'ne birer üst rütbe verilmekle kalınmamış, Türk üniformaları
da giydirilmiş. Böylece Almanya'da Tüm General olan Liman Von Sanders
Mareşalliğe yükselmiş ve ordunun komutasını ele almıştır. Nitekim Çanakkale
Savaşları'nı da o yönetmiştir… Bunun içindir ki 40-50 bin kayıpla atlatılacak
bir savunmada 400 bin fidan feda edilmiştir.

Osmanlı
Genel Kurmayı'nı yabancı ordu komutanlarına teslim etmekle kalmayan Enver Paşa,
gene Almanlar'ın kışkırttığı sözde pantürkist akımın hevesiyle, ama gerçekte
Büyük İsrail hayaliyle çocuklarımızı Sarıkamış'ta donduran haindir.

Bu
Almanlar'ın çok işine geliyordu… Çünkü Rusya'nın üzerine gönderilen Osmanlı
Ordusu, Doğu Avrupa'da Almanlar'a karşı savaşan Ruslar'ın kuvvet çekmesine
sebep olacaktı.

Enver
Paşa Bunu Saray'a zafer olarak bildiren telgraflar çekmiş… Doksan bin insanı
orada kırdırıp sıvışarak Erzurum'a geldiğinde ise, İstanbul'a çektiği telgrafta
sadece eşi Naciye Sultanın değil, köpeğinin durumunu da sormayı unutmamıştır.

Ve
işte bu bozuk tiyniyetlerini ve hıyanetlerini bildiği içindir ki, Atatürk onu
bir daha ülkeye sokmamıştır..!

Talat
denen orta mektep kaçkını sabataist İttihatçı tetikçisini; önce sadrazam yapan
kirli derin devlet, sonra onu ve ekibini kahraman yapmayı da başarmıştır. Ama
hiçbir gerçek, sürekli gizli kalmayacaktır.

Dayanın,
AB'ye girmeye 25 yıl kaldı (!)

“Müzakereler
diyelim 10 yıl sürdü. Arkasından geçiş dönemleri geliyor serbest dolaşımda.
Polonya için 8 yıl konuldu. Bu süre içinde bir Polonyalının elini kolunu
sallayarak Almanya'ya girip iş aramasına izin verilmiyor. Biz de 8 değil 10 yıl
geçiş dönemi konulduğunu ön görelim. 10 yıl müzakere, 10 yıl da geçiş dönemi,
etimi 20 yıl. Arkasıdan istenirse, 3-5 yıl da ek koruma istenebiliyor. Etti mi
25 yıl?

Biz
25 yılda bu memleketi adam edemeyecek miyiz? Aş ve iş meselesini 25 yıl da
çözemeyecek miyiz? Başaramayacaksak, çek kuyruğunu gitsin! Bu sevdadan
vazgeçelim. Ama vazgeçemeyeceğiz.”[2]

Osmanlı'yı
batıranlardan ittihatçı dönme Cemal Paşa'nın torunu ve AB Donkişot'u Hasan
Cemal'e göre; özlenen huzura kavuşmak için çok değil, sadece 25 yıl daha
dişimizi sıkmamız gerekiyormuş…

Halbuki
iyice çürüyen ve ağrıları iyice çekilmez hale gelen dişlerimizi çekip
kurtulmak, 25 dakika sürer!…

Türkiye'de
gündem kasıtlı olarak karartılıyor. Sun'i şeylerle gerçeğin üzeri örtülerek
milletin gözünden bir şeyler kaçırılıyor. Tıpkı, Osmanlı'yı yıkan süreçte
İttihat ve Terakki'nin sloganlaştırdığı “Hürriyet, eşitlik, adalet”
gibi laflarla, gerçeğin milletten gizlendiği gibi, şimdi de “AB demek; iş,
ekmek, insan hakları…” demektir gibi boş laflarla gerçekler milletten
gizleniyor. İttihatçıların dönemiyle şimdiki arasında önemli bir fark var:
İttihatçılara karşı çıkmak adeta hürriyete, eşitliğe, adalete karşı çıkmakla
eşdeğer tutuluyordu. Oysa şimdi milletin büyük bir bölümü AB'nin iş, ekmek ve
hürriyet anlamına gelmediğini iyi biliyor. İşte bu yüzden eski ittihatçılar
kazanmıştı ama yenileri kazanamayacak.

Sevr'i
hepimiz biliyoruz. İttihatçıların beyinsizliği yüzünden Osmanlı savaşa
sürüklenip Avrupa'ya kurban olmuştu. Sevr, işte bu kurbanın taksimiydi.
Milletimiz şanlı bir direnişle bütün Anadolu'da ayağa kalktı ve Sevr planı suya
düştü. Müstevliler işgal ettikleri topraklarımızdan çekilmek zorunda kaldılar.

Türkiye tam bir sömürge ülkesi
durumundadır:

Osmanlıyı
borç batağında boğanlar da yine bu Tanzimatçı ve ittihatçı dönme masonlardı

Tarih
Ekim 1875… Sadrazam Mahmud Nedim Paşa Osmanlı'nın kurtuluş yolunda en önemli
adımı olan 'Faizde tenzilat' kararını açıkladı… Bu açıklama yapıldığı yıl
bütçe toplamı 25 milyon, iç ve dış faiz ödemesi 30 milyon liraydı…

Tarih
Mart 1876… Osmanlı devleti, borç ödemelerinin tamamını durdurduğunu açıkladı.
'Ödemekle bitmeyen faiz-borç sarmalında' alınmış en doğru karardı…

Tarih
Mayıs 1876… Borç ödememe kararı ilk sonuçlarını vermeye başladı. 'Başkaldıran
boyunduruk altındaki Osmanlı'ya' ilk isyan kışkırtmalar sonucu Balkanlar'da
başladı. Sadrazam Nedim Paşa azledildi… Ayaklanma Harbiye öğrencileri
arasında da yayıldı, Dolmabahçe Sarayı sarılarak Sultan Abdülaziz tahttan
indirildi…Bu darbe sonucu Osmanlı hazinesi Düyun-u Umumiye'ye teslim
edildi…

Gelelim
bu güne Türkiye'de halen de süren bu yıkıcı politikaların temeli, 1978'in
temmuz ayında, Süleyman Demirel'in Başbakanlığında ve Dünya Bankası'nca
hazırlanan raporla atıldı. Raporun imzalayıcıları Kemal Derviş ve Sherman
Robinson idi. Bu raporla, Türkiye'nin 1978'e kadar süren, bireysel ve küçük
ölçekli sermaye birikimlerine dayalı yapısı, büyük ölçekli çokuluslu sermaye
ilişkilerinin kontrolünde serbestleşmeyi savunan bir dinamiğe dönüştü…

1980'de
yok denecek kadar az olan borç stokumuz, her yıl bütçemizin yüzde 40-50'sini
vermemize rağmen 300-350 milyar dolara dayandı… Türkiye, 70 milyonu ile
çalışıp 3-5 bin gerçek-tüzel (iç-dış) kişiye gelirinin yüzde 50'sini aktarır
hale geldi…2001 yılında borsa ve kurdaki hareket sonrası, Türkiye IMF
tarafından atanan '1977 raporu yazarına' teslim edildi ve dünya üzerinde
görülmemiş bir dolar faizini tefecilere aktarmaya başlarken, IMF'ye en borçlu
üç ülkeden biri oldu…'

Güzel
Türkiye'm büyüyor, sözde büyüyor.Oysa bir balon şişiriliyor…!Yalnız bir sorun
var; 'bu büyümeyi finanse etmesi ve alacaklı 3 -5 bin kişiye haftada 1 milyar
dolar faiz ödemeye devam etmesi için, IMF'den taze kaynak sağlaması, yani borç
batağının içine biraz daha batması şart koşuluyor!.. Bu işi de eylül ayı
bitmeden nasıl olsa halledecek. Uzun lafın kısası; çark dönüyor ve hangi parti
gelirse gelsin çarktan bir dişli dahi kıramıyor. Aynen AKP'nin de yapamadığı
gibi. Ha, işin bir de diğer tarafı yani 'beklenti havuzunda yüzen'
piyasalarımız var. Orada da daha yolun çok başındayız. Nereden mi biliyorum?

Yabancı
ve yabancı kılıklı yerlilerden. Daha 'takasçıkları' 10 milyar dolar bile
olmamış. Hatırlarsanız 2000 Ocak ayında 15 milyar dolardı…'

2004
bütçemizin yüzde 46-50 arası bir bölümü faiz harcamasına gidecek. Ne kadar
korkunç bir tablo: 70 milyonluk dev bir ülke ve yıllık bütçesinin yarısı faiz
denen, reel ekonomiye girmeyen bir kaleme gidiyor. Peki, bu faizi alanlar,
parayı ekonomik çarka sokup, ülkeye yarar sağlayamazlar mı? Sağlayamazlar.
Neden? Sebebi gayet açık;

70
katrilyon faiz kalemini cebe indiren sadece 3-5 bin tüzel-gerçek kişi de ondan.
70 milyon/3-5 bin: bu oranın yüzde 50'lik bir pay aldığı bir ortamda ekonomiye
giren paradan söz etmek mümkün değil'

Sonuç: Şimdi
çok açık olacağım; dünya üzerinde hiçbir yerde dolara yılda yüzde 10-100
arasında gelir olmaz, Türkiye'de olur. Hatta bu halk 'haftada 1 milyar dolar
faiz' öder, ithalat ile de 'büyüme' diye uyur. Daha açığı mı? İşte son noktası:
Türkiye'yi işgal etsen, bütün halkı köle edip çalıştırsan yılda ancak bu kadar
doları cebe indirirsin![3]

Öyle
ise Türkiye batmadan ve işi bitirilmeden acilen bir şeyler yapılmalı.

Çünkü
vatanını ve vicdanını satmaya hazır bir sürü soysuz ortalığı kapladı… İşte
Mustafa Kemal'i, Enver gibi bir maceracı dayan ve Kıbrıs'ı bir baş ağrısı sayan
Engin Ardıç'ın yazdıkları:

Hayatında
hiç 'tsunami' dalgası görmeden oturup size bu dalgayı uzun uzun anlatacak
şaklabanlardan değilim.

Fakat
hayatımda hiç ayak basmamış olduğum Kıbrıs hakkında iki laf edeceğim.

Adada (yani bizim kesimde) iki
eğilim var:
Mehmet Ali Talat ve güvercinleri, Rauf Denktaş ve şahinleri,
biliyorsunuz.

Talat
geçen gün 'bağımsız KKTC tıpkı Turan İmparatorluğu gibi bir hayaldi' dedi…
Bizim faşistler çok üzüldüler ama fazla gürültü de koparmadılar.

Denktaş
ve oğlu da, 'Türkiye bizi satarsa silahlı mücadeleye geçeriz' gibi laflar
ediyorlar… Faşistler buna sevindiler ama bu da umulan 'hamaset' havasını
estirmedi.

Çünkü belli ve küçük bir kesim
dışında kimse ciddiye almıyor. Aslına bakarsanız, hiç kimsenin dillendiremediği
gerçeği gene size ben söyleyeyim:
KIBRIS, BELLİ VE KÜÇÜK BİR KESİMİN DIŞINDA, BİZİM BURADA, ARTIK
KİMSENİN UMURUNDA DEĞİL!

Çünkü
bıktık.

Memleketin
havası o kadar değişti ki, bir zamanlar, 'kendi darbesini yapamayan 9 Mart 1971
cuntasının başbakan adayı' olarak ismi ortalarda dolaşmış ve 'eskiden solcu
bilinen' Profesör Mümtaz Soysal, ordunun Kuzey Irak ve Kıbrıs gibi konularda
'kükremesini' istiyor ama hiçbir savcı onu ciddiye alıp soruşturma açmaya gerek
görmüyor…

Türkiye'de
iktidar değişti, çözümsüzlük isteyenler tasfiye oldular ve bir şekilde bir
çözüm arayanlar işin başındadırlar. Bulurlar mı, o ayrı konu.

Bu
şartlarda Kıbrıs'ta yeniden bir 'silahlı mücadele' mümkün olabilir mi?

Hayır.
Türk ordusu adadan çekilse bile, onlara bırakacağı silahlar yeterli
olmayacaktır.

Ellilerin
sonları, altmışların başlarında yapmış olduğumuz gibi onları 'el altından'
desteklemek, örneğin bir TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurmak, silah ve
cephane yardımı yapmak mümkün değildir, adı bile bayat… Nefes almamızı bile
dinleyen Amerikan istihbaratının, Alman ve İngiliz istihbaratlarının bunu
duymamaları, kıyameti koparmamaları da mümkün değildir.

Buradan
yardıma gidecek sivil giyinmiş Türk subaylarının fotoğraflarını ertesi gün batı
basınının birinci sayfalarında görürsünüz!

Yıl
1910 değil, orası da Libya değil. Kalkıp oraya gidecek ne bir Enver var ne bir
Mustafa Kemal. Ancak 'macera' arayan birkaç gerçek sivil gencimiz gider, eh,
maçlarda birbirini bıçaklamaktansa gidip orada ölmek daha bir anlamlıdır tabii,
ille ölmek istiyorlarsa…

Fakat
adamların çoğunluğu Annan Planı'nı referandumla kabul etmişti, çoğu cebinde
güney pasaportuyla dolaşıyor, kim savaşacak? Subay kolay da nefer nereden bulunacak?

'Bu
saatten sonra' bir silahlı mücadele, Denktaş'ı dünya kamuoyunda bir anda Nikos
Sampson'un durumuna düşürür. Derdinizi bugüne kadar kimseye anlatamadınız,
ondan sonra hiç anlatamazsınız.

Ve
Avrupa Birliği'nin kapısı, Türkiye için bir daha açılmamak üzere kapanır!

Eğer
hem kendinizi hem bizi mahvetmek istiyorsanız, buyurunuz gerilla savaşını
başlatınız.

Elbette
bu gelişme, Avrupa Birliği'ne karşı olan 'ulusalcılarımızın' hoşuna gidecektir,
bir taşla iki kuş vururlar.

Ancak,
başbakanımızın da, ordumuzun da, Milli İstihbarat Teşkilatımızın da buna göz
yumacak kadar saf ve basiretsiz olduğunu kimse sanmasın…

Canım,
bunun böyle olduğunu Denktaş ailesi de biliyor bilmesine de, ne yazık ki atacak
başka barutları kalmadı.

Oysa
Nobel Barış Ödülü ne kadar yaklaşmıştı ilk kez bir Türk'e… Kaçırdık.[4]

Şimdi,
egemenliğimizin AB'ye devrine, Atatürk engel olduğu için, ona da sataşan ve
gizli bir savaş açan bu arsız ardıçlara soralım:


Nobel barış ödülünün, Siyonist merkezlerin, İsrail yararına, ama kendi
ülkesinin zararına bir iş yapanlara verildiğini hala bilmemek; cehaletten de
öte bir şuursuzluk değil midir?


Kıbrıs umurunda olmamak, karısı da umurunda olmamakla eş bir soysuzluk değil
midir?


Atatürk'ü Enver gibi bir hainle eş tutmak ve maceracı saymak en azından
haksızlık ve huysuzluk değil midir?


Kıbrıs'a sahip çıkmaktan usanmak ve Kıbrıs'ı bir yük saymak, ruhi bir hastalık
ve huzursuzluk değil midir?


AB kapısında (onların karikatürlerinde açıkça gösterdiği şekilde) köpek gibi
beklemek, onursuzluk değil midir?

 

[1] Yeni Şafak / 27 Aralık 2004 / Hüsnü Mahalli

[2] Milliyet / 22.12.2004 / Hasan Cemal

[3] Akşam / 29 Aralık 2004

[4] Akşam / 29 Aralık 2004

MAKALENİN KAYNAĞI: http://www.millicozum.com/…/mart-…/osmanliyi-3-donme-devirdi

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi