Anasayfa » Ordusu Aciz Bırakılan Bir Toplum, Aziz Olamazdı!

Ordusu Aciz Bırakılan Bir Toplum, Aziz Olamazdı!

Yazar: yonetici
0 Yorum 121 Görüntüleyen

Türkiye’de; sistemli, sürekli ve dış
destekli bir ordu düşmanlığı ve TSK’yı karalama ve aciz bırakma kampanyası
yürütülüyordu. AKP’nin iktidara taşınmasının ve hala iktidarda tutulmasının
asıl nedenlerinden birisinin de, bu plana taşeronluk yapmak olduğu anlaşılıyordu.

Güneydoğu’daki her katliam ve kanlı olay
sonrası PKK'yı koruyup-kollama çabası öne çıkıyordu. Bütün vahşet ve
cinayetlerin ardından bu işi, “TSK'nın yaptığı” algısı yaratılmaya
çalışılıyordu. Henüz olayın ne olduğu anlaşılmadan BDP yöneticilerinin verdiği mesajlar
ve PKK'yı yardım sevenler derneği gibi göstermeye çalışanlar ağız birliği
içinde, “PKK'yı aklamaya” uğraşıyor ve TSK’ya sataşıyordu.

Türkiye'de kasıtlı bir psikolojik harekât
süreci sonunda, devletin ve özellikle de TSK'nın terör örgütü gibi algılanmasını
kolaylaştıracak bir psikolojik ortam oluşturuluyordu. TSK'nın bu psikolojik
harekât karşısında terör örgütü ve yandaşları kadar başarılı olamadığı
görülüyor ve bu bizi kahrediyordu. Bu algının oluşmasında bazı TSK
mensuplarının hataları kadar, hakim olan siyasi havanın da etkisi oluyordu. BOP
kapsamındaki açılım ve atılımlarla Türkiye’yi parçalamaya sürükleyen siyasi
ortam, her terör eylemini, “TSK'ya mal etme” gayretlerini hem
hızlandırıyor hem de kolaylaştırıyordu. TSK hedef tahtasına yerleştirilip
yalnız bırakılıyordu. Artık ucuz kahramanlara; TSK’ya yüklenmek PKK’ya tepki
göstermekten daha kolay geliyordu. Genelkurmay Başkanlığını Milli Savunma
Bakanlığına bağlama hazırlıkları da, TSK’nın burnunu kırmak ve gururunu yıkmak
için yapılıyordu.

Porno Reklâmcısı ve Recep Erdoğan yalakası
Emre Aköz: “PKK, AKP’ye saldırdıkça, ne yazık ki TSK güçleniyor…

PKK sorununu kasıtlı olarak Askeriye
kangrenleştiriyor..” (7 Mayıs 2011 Sabah) diyecek kadar arsızlaşıyor;

Aynı Gazeteden Mahmut Övür:

“(PKK’nın ilan ettiği) Ateşkese rağmen
Dersim’de 7 örgüt üyesinin (dikkat anarşist değil) öldürülmesi, bölgede infial
yaratıyor… Yüksekova’da dindarlarla (Hizbullah taraftarlarıyla) Kürtleri derin
devlet (yani asker) kışkırtıyor” (7 Mayıs 2011 Sabah) demekten sakınıp sıkılmıyordu.

Genelkurmay’ın Balyoz
İsyanı haklıydı!

Balyoz davasında yargılanan 163 askeri
personelin tutuksuz yargılanması için yapılan müracaatın reddedilmesi,
Genelkurmayda rahatsızlık yaratıyordu.

Genelkurmay açıklamasında 163 TSK
mensubunun tutukluluğuna yapılan itirazın reddedilmesi ile ilgili olarak
“Tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük çekilmektedir”
deniliyordu.

Genelkurmay'ın, yapılan seminerin ne
olduğuna ilişkin tüm bilgileri “tereddüde yer bırakmayacak şekilde”
ilgili makamlara izah ettiği belirtilen açıklamada, şu ifadelere yer
veriliyordu:

“5-7 Mart 2003'te 1. Ordu Komutanlığı'nda
yapılan bir plan semineri ve bu seminerle ilişkilendirilmeye çalışılan bir
darbe planı olduğu iddia edilen planla ilgili olarak başlatılan kovuşturma
işlemi devam etmektedir. Halen tutuklu bulunan 163 askeri personelin, tutuksuz
yargılanmak üzere yaptıkları müracaat 5 Nisan 2011’de itiraz mahkemesi
tarafından ikinci kez reddedilerek, tutukluluk hallerinin devamına karar
verilmiştir. Devam eden yargı sürecine müdahale anlamına gelebilecek
davranışlardan özellikle kaçınan TSK, yargılamayı etkilemeyecek şekilde ilgili
makamları bilgilendirerek, yapılan seminerin ne olduğunu, nasıl yapıldığını,
neleri kapsadığını ve kimlerin hangi emirlerle katıldığını tereddüde yer bırakmayacak
şekilde izah etmiştir. Benzer hususlar, savcılık makamlarınca görevlendirilen
bilirkişi raporlarında da açık bir şekilde yer almaktadır. Hal böyle iken,
görevli ve emekli 163 TSK personelinin tutukluluk halinin devamını anlamakta
güçlük çekilmektedir.”

Mahkeme Başkanı muhalefet şerhi
koymuşlardı

Genelkurmay Başkanlığı’ından yapılan
açıklamada, Mahkeme Başkanı Şeref Akçay'ın sanıkların serbest bırakılması
gerektiğini dile getiren muhalefet şerhine de dikkat çekiyordu.

Akçay şerhte, “Neticeye kadar her
aşamada failin suç yolundan dönmesini vazgeçme olarak kabul etmek gerekir. Bu
durumda netice olarak darbe yapmak meydana gelmiş midir? Gelmemiştir. İhtiyari
ile vazgeçme denilmez ise tam fiil diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Hukuk işte
burada lazım” diyordu.

TSK’nın, 163 personelinin “tutukluluk
halinin devamını anlamakta güçlük” çektiğini belirten açıklaması çeşitli
çevrelerce muhtıra, yakınma, etkileme ya da baskı olarak niteleniyordu. Daha
önce de çeşitli vesilelerle TSK adına yapılan bu tür nafile açıklamalar yandaş
medya ve iktidar çevrelerinin elinin kuvvetlenmesine katkı sağlamaktan başka
bir işe yaramıyordu. İktidar çevreleri, TSK’dan yapılan bu tür açıklamaları,
siyaset üzerindeki “askerî vesayet” in kanıtı olarak kullanıyordu.

Bu tür duyuru, ilan ya da yakınmaların
sonuç üretmediği zaten biliniyordu. “TSK adına askeri personelin tutukluluk
halinin devamını anlamakta güçlük çekildiği” açıklamasının, meşru
platformlarda, hükümet yetkililerin yüzüne karşı değil de kamuoyuna yapılması
kafa karıştırıyordu. Acaba böyle açıklamalar yapmak sonuç alma amaçlı değil
durumu kurtarmaya yönelik mi yapılıyordu? Bu duyuru ile tutuklu asker eşlerinin
öfkeleri dindirilmek mi isteniyordu?

Bu meyanda “TSK’ya yönelik olarak
değerlendirilen bazı operasyonların gerçekte bir danışıklı dövüş biçiminde
gerçekleştiği” bile iddia ediliyordu. Bu anlamda askere karşı yapılan birçok
operasyonun gerçekte kurum içi rekabetle ilgili olduğu söyleniyordu.

Ancak, ABD ve AB’nin güçlü bir TSK
istemediğini ve AKP’yi bu yönde teşvik ve tahrik ettiğini asla unutmamak
gerekiyordu.

ABD’nin deprem gibi TSK
planı!

ABD yol haritasını hazırlayıp AKP’nin
önüne koymuştu. Ordunun 2013’te “Ilımlı ve zayıf Silahlı Kuvvetler” haline
getirilmesi amaçlanıyordu. Pentagon çevrelerine göre, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla
planın “birinci aşaması” tamamlanıyordu.

2011 milletvekili ve 2012 cumhurbaşkanı
seçimi yaklaştıkça Amerika'nın Türkiye planı da netleşiyordu. Senaryoların
odağında tabii ki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve AKP,
 bulunuyordu. TSK’yı bütünüyle denetim altına alamayan ABD ve AKP, milli
orduyu tasfiye planını 2013 yılına kadar tamamlamayı hesaplıyordu.

Pentagon istihbarat çevrelerine göre, bu
konudaki yol haritası ABD tarafından hazırlanıyor ve AKP'nin önüne konuluyordu.
Hilmi Özkök dönemin ABD Büyükelçisi Robert Pearson da “yeni ordu”
planını desteklediğini ancak dengeleri gözetmek ve millici kesimleri ürkütmemek
gerektiğini söylüyordu. 2007'den sonraki süreçte, TSK'nın dönüştürülmesi
girişimlerine karşı çıkan subayların malum iddia ve entrikalarla tasfiye
edildiği gözleniyordu.

Pentagon istihbarat çevrelerine göre,
milli orduyu bütünüyle NATO müdahale gücü konumuna, yani bir lejyoner ordusuna
dönüştürme planı 2013 yılında tamamlansın isteniyordu.

İşte ABD’nin yeni TSK planı:

· Asker sayısı azaltılarak
250 bine indirilecek.

· Zorunlu askerlik
daraltılıp, ordunun yüzde 80’i paralı (profesyonel) hale getirilecek.

· Genelkurmay Başkanı
Savunma Bakanı'na bağlanıp havası söndürülecek.

· Milli duruşlu subayların
bir kısmı davalarla tasfiye edilecek.

· Diğerleri yüksek
ikramiyelerle özendirilip emekli olmaları istenecek.

· Kalan subaylar
sözleşmeli pozisyonuna geçirilecek.

· Bütün subayların terfi
ve tayinini, performansa ve sadakate göre hükümet belirleyecek.

· Üniformaların biçimi ve
rengi yenilenecek.

· Yeni ordu iç güvenlikten
çekilecek.

· Jandarma ordudan ayrılıp
tamamen İçişleri Bakanlığı’nın hizmetine girecek.

ABD İstihbarat görevlisi Wikileaks’in
amacını açıklıyordu:

TSK'yı güvercine
dönüştürme çabası!

Bir DIA (ABD Savunma Bakanlığı-Pentagon
İstihbarat Örgütü) görevlisi Taraf’a verilen Wikileaks belgelerinin büyük
bölümünün TSK'yla ilgili olduğunu açıkladıktan sonra, bu belgelerin asıl
amacının, “TSK'nın şahin duruşunu posta güvercinine dönüştürmek”
olduğunu söylüyordu.

ABD'li istihbarat görevlisi, Wikileaks
belgelerinin CIA'nın denetiminde servis edildiğini belirtip bu yayının bir
amacının, “ABD'nin çirkin yüzünü sempatikleştirmek” olduğunu
açıklıyordu.

ABD'nin her ülkede “hem iktidara, hem
de muhalefete oynadığına” vurgu yapan DIA görevlisi, Taraf’ın yayınının,
“iktidarı ABD planlarına hizmet ettirmeye, muhalefet partilerini ise kendi
ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye hizmet ettiğini” vurguluyordu.

TSK’dan AKP’ye, PKK’dan Fetullah Gülen’e,
HES’lerden Aydınlık’a kadar ortaya çıktığı günden bu yana ülke dengelerini
sarsan Wikileaks belgelerinde en çok adı geçen kurumun TSK olması dikkat
çekiyordu.

Türkiye'de bulunan ABD Büyükelçiliği ve
CIA yapılanmalarının Washington'la yaptığı belge akışını sızdıran Wikileaks
Türkiye Belgeleri'nde en çok konuşulan kurum Genelkurmay Başkanlığı oluyordu.
Hakkında 5 bin kez bilgi verilen Genelkurmayı, 1200 bilgi notu, 150 e-posta,
100 ses kaydı, 70 görüntü ile muvazzaflar, 1000 bilgi notu, 500 e-posta, 600
ses kaydı, 40 görüntü ile emekli subaylar takip ediyordu.

Jeopolitik ve stratejik hassasiyetle
Türkiye’nin haritadaki yeri, devamı körüklenerek sürüklendiği iç savaş
serüveni,
 Güneydoğu’da kurulan
hükümetçikler, Irak ve Kıbrıs üzerinden gelen tehditler, ABD Ordusu'nun 2002
yılında yaptığı Türkiye'yi işgal tatbikat projeleri, (Millenum Challenge 2002),
ABD-İsrail ittifakının Ortadoğu'ya yönelik Siyonist hedefleri, ABD'nin ekonomik
çöküşe, cevap olarak hazırladığı silahlı girişimler ortada dururken
Kılıçdaroğlu CHP’si “askerlik 6 aya indirilsin” diyordu. Türkiye'nin yaşadığı
koşullara ve sürüklendiği ortama bu kadar kayıtsız bir tavır CHP ile AKP’nin
aynı Siyonist merkezlerden yönetildiğini gösteriyordu.

Sıra ordunun
özelleştirilmesine gelip dayanmıştı!

“Liberalizm, CHP'yi ülkenin güvenliği,
halkın güvenliği konusunda da liberalleştirmiştir.
 12 Eylül 1980 darbesinden sonra başlayan özeleştirme dalgası, CHP'yi de
önüne katmış sürüklemektedir. Sümerbankların, Et-Balıkların, SEKA'ların,
TELEKOM'ların, TEKEL'lerin özelleştirilmesinden sonra, sıra TSK'nın
özelleştirilmesine gelmiştir.

Öyle ya kamu malının kalmadığı bir ülkede,
kamunun silahlı gücüne de ihtiyaç görülmemektedir. Gümrükleri yıkılmış, kirli
paranın istilasına uğramış bir ülkede, korunacak sınırlar da gereksizdir”
tespitleri haklıydı.

AKP bu ülkenin gümrüklerini yıkmış, kirli
para istilasının komisyonculuğunu yapmış, KİT’leri yok pahasına yabancılara
satmış, ülkeyi borca batırmış, milli ekonomiyi yıkmıştır.

AKP; Türk milletini ordusuz bırakmayı
hedefleyen büyük ihanetin kâhyasıdır. ABD’ye ve Siyonist Yahudi Lobilerine
karşı gelmesi halinde Tayip Erdoğan’ın “deliğe süpürülme” yetkisini
Washington’a verdiğini, en yakın arkadaşı Zapsu açıklamıştır.

Siyonist Yahudi stratejistlerden F.
Stephen Larrabee’nin Troubled Partnership (Müşkül Ortaklı) başlıklı raporunu
hatırlayınız. Larrabee, sıradan bir adam değil, AKP’nin ABD kimlikli 7 akıl
hocasından biri olmaktadır. Rapor da ABD Hava Kuvvetleri için hazırlanmıştı.

İşte o raporda: “AKP’nin önümüzdeki
seçimde sahneye MHP’nin rolünü çalarak fırlayacağı” haberi vardı.

Larrabee, Türkiye’de yeni bir
milliyetçiliğin yükseleceğini ve bu akımın da MHP ve CHP ekseni dışında
gelişeceğini vurgulayıp, AKP’yi tanımlamaktaydı.

Larrabee, senaryonun nedenlerini şöyle
açıklamıştır: Türkiye’de ABD’ye karşı düşmanlık hızla yükseliyordu. Türkiye’de
ABD’ye olumlu bakanlar ancak yüzde 9’du. Her 10 Türk’ten 9’u ABD karşıtlığını
dışa vuruyordu. (s.16 vd.)

Rapora göre: Türkiye’de milliyetçiliğin
yükselme süreci devam edecekti. O zaman bu milliyetçi yükselişin ABD’nin
denetiminde olması ve başrolde Recep Bey’in oynaması, bu nedenle ABD ve AB’ye
sert çıkışlar yapıp milliyetçi oyları toplaması gerekecekti. Strazburg’taki
horozlanması işte bu rolün gereğiydi.

Ancak hiçbir rol tek başına yürütülemezdi.
Tayip Erdoğan’a milliyetçilik oynatan akıllı rakipler de gerekliydi. İşte Kemal
Kılıçdaroğlu; genel af, Dersim açılımları derken, en son neredeyse askerliği
lağveden çıkışlarıyla Recep Bey’e vatanseverlik gösterileri için olağanüstü
fırsatlar sunuvermekteydi” tespitleri yerindeydi.

Hatta Klılıçdaroğlu
“Profesyonel orduya bir an önce geçmeliyiz” havasındaydı!

“Profesyonel ordu, genel askerlik
kurumundan vazgeçmek anlamına gelmekteydi” diyen Doğu Perinçek:
 “Genel askerlik, Fransız Devriminden Türk Devrimine kadar demokratik
devrimlerin ürünüdür. Mehmetçik, devrim tarihimiz içinde ortaya çıktı. Yeniçeri
gibi ücretli devşirmeler, diğer “Kapıkulu” askerler veya tımar sahibi
beylerin bağımlısı olan sipahiler; Mehmetçik değildi.

Mehmetçik, sultanın mülkünün silahlı kulu
değil, vatan savunmasında görev yapan özgür yurttaştır. Cumhuriyet yurttaşı,
Mehmetçik’le eşitlenir. Hiçbir kavram, Mehmetçik kadar demokratik değildir”
[1]

Sözleriyle aslında kendilerinin de “Orduyu
milletten koparma, Siyonist ve Masonik odakların hizmetine sokma ve TSK’yı
komünist ulusalcılığın ve İslam düşmanlığının dayanağı yapma” girişimlerinin
bir figüranı olduklarını göstermekteydi.

Çünkü, önce Fransız Devrimi; Siyonist ve
Mason Yahudilerin ülke yönetimlerine hakim olma projesinin bir neticesiydi.
Bugünkü ABD ve AB emperyalizmi Fransız Mason ihtilalinin bir eseriydi.

İkincisi, Yeniçeri ocağındaki devşirmeler
savaş ve savunma yerine genellikle istihkâm ve iaşe gibi geri hizmetlerde
görevlendirilirdi. Yoksa Osmanlı Ordusu elbette Milli nitelikliydi ve
Mehmetçikti. Sultan Alparslan’ın yiğitleri de, Sultan Fatih’in cengâverleri de
Mehmetçikti. Bu Masonik ulusalcılar gibi Milli tarihimizi ve askerlik şerefimizi
koyu ve kindar bir İslam ve Osmanlı düşmanlığı ile sadece 100 sene öncesinden
başlatan sakat ve soysuz bir yaklaşım, halkımızın “Deryaya düşen, yılana
sarılır” gibi AKP’ye sığınmasının en önemli etkeniydi.

Bugün Libya’ya saldıran ve petrol aşkına
mazlum Müslüman kanı akıtan NATO’nun en ateşli savunucusu Yahudi asıllı Sarkozy
de, Fransız Mason ihtilalinin güdümündeki temsilcisiydi.
 Fransız Devrimini kendi tarihlerinin ve fikirlerinin temeli kabul eden
Aydınlıkçıların, şimdi Libya saldırısına karşı çıkmaları ne büyük bir
çelişkiydi!?

Siyonist Netanyahu:
“Ordusuz Filistin”e razıydı; bizdeki Sabataist Cunta ve AKP iktidarı ise;
Orduyu zayıflatmaya çalışmaktaydı!?

İsrail baş belası Netanyahu’nun: “Ordusuz
bir Filistin’e razı oluruz” sözleri, ülkemizde TSK’ya yönelik sinsi hareket ve
hakaretlerin şifrelerini taşımaktaydı. Çünkü Siyonist Netanyahu: “ordudan ve
silahlı savunmadan arındırılmış bir kukla Filistin” arzularken, bizdeki
sabataist cunta ve işbirlikçi iktidar da “her bakımdan zayıflatılıp kolu kanadı
kırılmış; etkisiz ve yetkisiz bırakılmış bir TSK” peşinde koşmaktaydı. İzan ve
insaf ehline soruyoruz: Netanyahu’nun teklifiyle, bizdeki Gâvura TARAF
medyanın, Fetullahçıların, AKP ve yandaşlarının ordumuzla ilgili tertipleri
arasında ne fark vardı? Sadece bizdeki uşakları, demokratikleşmeyi ve AB
kriterlerini bahane ederken, Siyonist patronları “İsrail’in güvenliğini” öne
çıkarmaktaydı. Yoksa hedef aynıydı: Büyük İsrail’in kurulması için Türkiye’nin
parçalanması lazımdı, bunun için de, TSK engeli aşılmalıydı!?… Genelkurmay
Başkanı ve Kuvvet Komutanları dahil, her rütbedeki askeri sivil mahkemelerde
yargılama yolunu açan CMK’nın 3 ve 250. maddelerindeki değişikliği de, mahiyet
ve hukuki mazeret açısından değil, asıl sinsi niyet ve hedef bakımından
değerlendirmek lazımdı.

Yani bu düzenleme, hukuki ve ahlaki bir
ihtiyacın değil, politik ve psikolojik bir amacın sonucu yapılmıştı.

Netanyahu sadece
Filistin’i değil tüm insanlık alemini aşağılamaktan sakınmamıştı!

ABD, AB ve işbirlikçilerin “ağzı kulağına
varıyor” ve alkış tutuluyordu: “İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun
dilinden ilk kez 'Filistin devleti' sözcüğü çıkmışmış… Böylece Filistinlilerin
devlet kurma hakkını kabule yanaşmışmış…” diye göbek atılıyordu şeklinde
konuya giren yazar önemli tespitlerde bulunmaktaydı.

“Peki, nasıl bir devlet? 1- Silahsız
olacak. Yani, ordusu bulunmayacak. 2- Hava sahasını kontrol edemeyecek. Yani,
Filistin hava sahasında İsrail dilediği gibi cirit atacak. 3- İsrail'in
“Yahudi devleti” olduğunu kabul edip açıklayacak. Filistinli
göçmenler sorununa İsrail sınırları dışında çözüm aranacak. Yani, yüz binlerce
Filistinli vatanlarına, yuvalarına dönmeyi unutacak. 4- Yahudi yerleşim
yerlerinin “Doğal yayılması” kısıtlanmayacak. Yani, Filistin
topraklarındaki kaçak Yahudi kasabaları yerinde duracak, üstelik daha da
yayılacak. 5- Doğu Kudüs, İsrail'de kalacak. Yani, Filistin devleti
başkentinden vazgeçecek. Sadece başkentinden değil, can evinden de olacak. 6-
Filistinliler İran'la ittifak yapamayacak. Yani, dış politikası için İsrail'den
icazet alacak…

Ama Netanyahu Filistinlilere
“Kocaman” iki lütufta bulunmuş: “Bayrakları ve ulusal marşları
olabilir!” buyurmuş.. Bayrağı olacak ama bayrağı taşıyacak askeri,
bayraktarı olmayacak. Ulusal marşı olacak ama marşının yükseleceği havası olmayacak!?

Uzun sözün kısası, Netanyahu,
Filistinlilere “egemenlik hakkı bulunmayan bir devlet” öneriyordu. Ya da,
ekonomide özerk ama siyasette, savunmada, diplomaside bağımlı bir devlet
sunuyordu! Böyle bir devlet düşünülebilir mi? Kurulsa bile ayakta kalabilir
miydi? Ve nihayet, uluslararası topluluk böyle bir oluşuma devlet gözüyle
bakabilir miydi? Filistinlilere böylesine aşağılayıcı bir öneride bulunan
Netanyahu bir halka pervasızca hakaret ediyordu.

Sadece Filistinlileri değil, BM Güvenlik
Konseyi'ni de aşağılıyordu. Çünkü Konsey'in ciltler dolusu kararlarında hep
İsrail'in 1967 Haziran'ındaki Altı Gün Savaşı'ndan önceki sınırlarına
çekilmesi, boşalacak topraklarda tam bağımsız bir Filistin devleti kurulması
öngörülüyordu.

Siyonist Netanyahu sadece Filistinlileri
ve BM Güvenlik Konseyi'ni değil, Arap ulusunu, Arap devletlerini ve onları bir
çatı altında toplayan Arap Birliği'ni (tüm insanlık ve İslam âlemini) de
aşağılıyordu. Çünkü hepsinin de 1967 savaşından önceki sınırlarına çekilmesi,
Filistinli göçmenlere dönüş hakkını vermesi ve başkenti Doğu Kudüs olacak bir
Filistin devleti kurulmasını kabul etmesi karşılığı tüm acılarını içlerine
gömüp İsrail devletini topluca tanımayı, diplomatik ilişki kurmayı taahhüt
ettiği biliniyor.

ABD, Netanyahu'nun önerisini Başkan
Obama'nın politikalarının başarısı olarak görüyor, AB ise “İyi yönde
atılmış bir adım…” şeklinde değerlendiriyordu. Ya Filistinlilerin ve de
Arap dünyasının derin düş kırıklığı, acısı ve öfkesi? Onu da en iyi Filistin
sözcüsü Saib Erekat dile getiriyordu: “Barış kaplumbağa hızıyla
ilerliyordu. Ama Netanyahu o kaplumbağayı da sırtüstü çevirmiş bulunuyor!”

İsrail, Filistin'de neden ordu istemiyor
ve Türkiye’de neler oluyordu?

Netanyahu, Filistin'i bir koşulla
tanıyacaklarını bildiriyordu: ordusu olmayacaktı!. Ne kadar zihin açıcı, şifre
çözücü bir yaklaşımdı. Ortadoğu'nun kilit önemi haiz ülkesi Türkiye'de de bütün
tertipler ordu üzerinden yürütülüyordu. Büyük İsrail denilen hayalin
gerçekleşebilmesi için en büyük engel sayılan ve peygamber ocağı olarak tanınan
Türk ordusunun çökertilmesi için uğraşılıyordu. AB'de Bilderberg, Chattom House
ve ABD'de CFR ve bunları üstten birbirine bağlayan elbette alttan da bağlayan
örümcek ağı gibi kurumlar; kurumcuklar toplamı olan Siyonist şebekenin tek
derdinin Türkiye ve askeriye olduğunu izan ve vicdan sahibi herkes biliyordu.
Erbakan Hoca elli yıl bu gerçekleri konuşuyordu. Ayrıca bazılarına şunu da
sormamız gerekiyordu: Erbakan Hoca'nın ordumuz için “şanlı
ordumuz”dan başka bir niteleme kullandığını ve ters tavır takındığını hiç
duyup gördünüz mü?

ABD, Dolmabahçe
buluşması akşamı operasyon başlatmıştı!
 [2]

Dolmabahçe buluşmasının gerçekleştiği gün,
ABD Büyükelçisi Washington’a “acil” kodlu şu kriptoyu çekiyordu:“Tayip
Erdoğan ile Orgeneral Büyükanıt anlaştı. Operasyon başlayabilir.”

5 Mayıs 2007 tarihi, yakın siyasi tarihimizin
dönüm noktalarından biri sayılıyordu. Kamuoyu, bu tarihin neden önemli
olduğunun sadece bir yönünü biliyordu. O gün Başbakan Tayyip Erdoğan ile
dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, İstanbul'da Dolmabahçe
Sarayı'nda buluşuyordu. Gündemi Genelkurmay Başkanlığı tarafından 27 Nisan
tarihinde yayınlanan “elektronik muhtıra” ile ortaya çıkan
hükümet-asker gerilimi oluşturuyordu. İnternet sitesinde yayınlandığı için
“e-muhtıra” diye bilinen bildiride, Genelkurmay, Abdullah Gül'ün
Cumhurbaşkanı seçilmesine isim vermeden net bir şekilde karşı çıkıyordu.

Dolmabahçe buluşmasında Tayyip Erdoğan,
ABD tarafından hazırlanan “şantaj dosyaları”nı Yaşar Büyükanıt'ın
önüne koyuyordu. Dosyalarda Yaşar Büyükanıt'ı da şahsen suçlayan
“yolsuzluk”, “siyasi müdahale” ve “özel hayata
ilişkin” iddialar yer alıyordu.

Yaşar Büyükanıt’ın önüne konulan şantaj
dosyalarının başlıkları basına sızıyordu. Dolmabahçe'den hemen sonra, 5 Mayıs
2007'de, Ankara'daki Amerikan Büyükelçisi Ross Wilson'dan Washington'a
gönderilen çok önemli “acil” ve “gizli” kripto her şeyi özetliyordu:

“Tayyip Erdoğan ile Orgeneral Yaşar
Büyükanıt anlaştı. Operasyon başlayabilir. 27 Nisan 2007 tarihindeki muhtıradan
sonra (5 Mayıs 2007) İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda Başbakan Tayyip Erdoğan'ın
ofisinde gerçekleşen gergin ve endişeli görüşme, restleşmeden sonra uzlaşma ile
sonuçlandı. İki taraf eteklerindeki taşları döktü. Başbakan Tayyip Erdoğan
elindeki dosyayı ortaya sürdü. Bu veriler CD'den oluşuyordu. Tayyip Erdoğan
konuşmasını bitirdi ve sözü Orgeneral Yaşar Büyükanıt'a verdi. Orgeneral Yaşar
Büyükanıt ilk hamleyi kaybeden kişi olarak konuştu. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın bu özelliğinden faydalanılırsa,
 Amerikan çıkarlarının
devamı çok kolay olacaktır. Bu fırsat elimizde bulunmaktadır. Diğer ayrıntılara
ait değerlendirmelerin oluşum ve gelişmelerini incelemek gerekmektedir.”

ABD Büyükelçisi'nin
kriptosundan neler yazılmıştı:

1- Tayyip Erdoğan ile Yaşar Büyükanıt
arasındaki Dolmabahçe buluşması gergin başlamıştır.

2- İki taraf da görüşmeye dosyalarla
gelmiştir. Büyükanıt'ın elinde “bölücülük” ve “irtica”
konusunda önemli dosyalar vardır.

3- Ancak Erdoğan, Büyükanıt'a fazla
konuşma fırsatı vermeyerek, ABD'nin hazırlayıp verdiği şantaj dosyalarını önüne
koymaktadır.

4- Elbette, bunun ardından Büyükanıt da
konuşmuşlardır. Ancak ABD Büyükelçisi kriptosunda Büyükanıt'ın “ilk
hamleyi kaybeden kişi olarak konuştuğunu” ortaya koymaktadır.

5- “Anlaşma” ile rahatlayan ABD
Büyükelçiliği Washington’a “Artık TSK’ya karşı operasyon başlayabilir” mesajını
aktarmıştır.

6- Başlanması istenen “operasyon”lar,
Orduyu yıpratma, yaralayıp karalama, etkisiz ve çaresiz konuma taşıma ve bütün
gizli cinayet ve tertiplerin sebebi ve sahibi olarak topluma tanıtma”
hücumlarıdır ve bunların nasıl işlediğini herkes hatırlayacaktır.

a) ABD, 1 Mart (2003) Irak
Tezkeresi'nin TBMM'de reddedilmesini TSK'nın tavrına bağlamıştı. Bu yüzden
TSK’nın milli ordu olarak tasfiyesi kararı alınmıştı. Direnme eğilimindeki
komutanlar hakkındaki dosyaların İşleme konulması kararlaştırılmıştı.

b) Bu çerçevede, 22 Mart
2003'te ABD Büyükelçisi, Washington'a gönderdiği kriptoda, “Büyükanıt
hakkındaki belgelerin Erdoğan'a ulaştırılmasının onayı gerekmektedir” diye
izin istenmiş, Washington da bu talebi onaylamıştı.

c) Tayyip Erdoğan da
bunları ve daha sonra verilen şantaj dosyalarını, 27 Nisan 2007 elektronik
muhtırasının ardından yapılan 5 Mayıs Dolmabahçe görüşmelerinde Yaşar
Büyükanıt'ın önüne koymakta ve kahraman yapılmaktaydı.

d) Böylece malum
tutuklamalar ve davalar süreci başlamıştı.

e) Net bir şekilde
görülüyor ki, bağımsız Cumhuriyeti tasfiye etmek, bu amaçla TSK'yı ve milli
güçleri etkisizleştirme operasyonları doğrudan bir ABD planıydı. Sürecin her
aşamasında ABD'nin eli vardı. Planlamayı, zamanlamayı ve manipülasyonları ABD
yapmaktaydı. Yani bazı çevrelerin zannettiği gibi, 3-5 AKP'li ve Fetullahçı'nın
planladığı bir süreç sanılması bir saptırmacaydı. AKP ve gülen sadece uygulayıcı
figüranlardı.

Sonuç Olarak:

1- Türkiye Cumhuriyetinin
ayakta kalması ve Aziz Milletimizin birlik ve bekası; her yönden güçlü ve özgür
bir orduya bağlıydı.

2- Böyle bir ordunun
varlığı; ekonomik, teknolojik ve psikolojik yönden kalkınmış ve bağımsız bir Türkiye’yi
gerekli kılmaktaydı.

3- Bu neticeye ulaşmak
için, ordu ile milletin kaynaşması, TSK’nın Müslüman halkımızın inancına ve
yaşam tarzına saygı duyup sahip çıkması; “Askeriyenin dinsizlik şeklinde
uygulanan yanlış laikliğin ve sapık ideolojilerin koruyucusu olduğu” algısını
yıkması şarttı.

4- Masonik Kemalizm yerine
gerçek Atatürkçülüğe, “Katı Şeriatçılık ve Ilımlı İslamcılık” yerine
Milletimizin saf ve samimi inanç değerlerine, Siyonizmin ve emperyalizmin
güdümündeki kapitalist ve komünist ideolojiler yerine, kendi kökümüze ve
kimliğimize dayalı Milli Görüş’e sarılmadan, asker ve sivil bütün millet olarak
bu sinsi kuşatmayı kırmamız mümkün olmayacaktı.

5- Ya Batıya uşak, ya
Doğuya başkan; Ya Yahudi-Hıristiyan dünyasına kukla, ya İslam coğrafyasına ilham
ve itibar kaynağı; ya zalim soygunculara kahya, ya mazlum toplumlara kurtarıcı
kahraman olunacaktı!.. Evet, asker ve millet olarak Türkiye, tarihi bir karar
aşamasındaydı. Ya Siyonist sömürü hâkimiyetinin simgesi olan küreselleşmenin
demokrat kölesi veya Adil ve Yeni bir dünya Düzeninin Efendisi olacaktı…

6- İzmir Kemalpaşa
ilçemizin Milli Görüşçü E. Belediye Başkanı sadık dostumuz Sn. Mehmet Ali
Özüdoğru’nun, Milli Gazetede anlattığı şu hatıra, oldukça önemli ve anlamlıydı.

Başkanlığımız döneminde ziyaretimize gelen
halen muvazzaf bir generalimizin, çok yüksek bir şuur ve milli onur ifade eden
şu itiraf ve iltifatlarını unutmam imkânsızdır:

“Hizmet ve gayretlerinizden dolayı sizi
yürekten kutluyorum; Kemalpaşamızı sanki yıkıp yeniden yapmışsınız. Bu çok
şerefli ve kıvanç verici bir başarıdır. Ancak sizin asıl büyük şerefiniz,
tebrik ve takdiri hak eden asil karakteriniz; Erbakan Hoca’ya sadık kalmanız,
makam ve menfaat kaygısıyla davasından kaytarıp emperyalist odaklara
kapılanlara katılmamanızdır!”



[1] 18 Mart 2011 / Aydınlık

[2] 30 Mart 2011 / Aydınlık sh. 8

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi