Anasayfa » Necip Fazıl’ın Atatürk Değerlendirmesi:

Necip Fazıl’ın Atatürk Değerlendirmesi:

Yazar: yonetici
0 Yorum 50 Görüntüleyen

Necip Fazıl’ın Atatürk Değerlendirmesi:

Atatürk’ün vefatından
sonra yurt içinde ve yurt dışında, hakkında binlerce yazı yayınlanmıştır. Her
biri kendi içinde değerlendirilmesi gereken yazılardan birisi de
, Necip Fazıl Kısakürek’in, Cumhuriyet Gazetesi’nde, 16 Kasım
1938 tarihinde Atatürk’ün ölümünün ardından kaleme aldığı yazıdır.

Necip Fazıl,
Atatürk’ün vefatından dolayı duygularını şöyle anlatmıştır:

“Bütün dünyada ülke
Kralına, anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu
defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki
bir kahve fincanının çatlaması, bize yedikule surlarının çöküşünden daha
tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fiili ve şahsi bir mülkiyet
kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında (Atatürk gibi), her evin ölüsü
olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır.

Hiçbir Türk, kendi,
devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit edemezdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile, böyle bir
ihtirama( saygınlığa ve ağırlığa) hedef olabilmiş hükümdar yoktur.
 Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri
kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki,
Garp (Batı), Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu
inandırışın büyük aksiyonunu yapan Milli Kahraman’ın ölüsü karşısında da, hiç
bir protokol kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir yabancıya
göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkartmaktadır.

Atatürk’ün gözleri ile
görmediği bu manzarayı, biz yalnız gözlerimizde bırakmayarak; keskin bir
delalet (kesin ve net bir kanıt) halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz.

O, Türk’e, hem Türk’ü
hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserlerle)
büyük nikbinlerden(çok iyimserlerden) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi
karanlık görenler, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde; aydınlık görenler
de öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.

Bence bu fikirlerin
ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus
vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata
erdirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden
kaçırmaya memurdur.

Atatürk’ün ruhi
maktalarından (Kesitlerinden) bence en alakalısı, O’nun yılmaz ve hezimet kabul
etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği (aşırı iyimserliği ve ümit
beslemesi), başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle
vesikalandırdı.

Birinci vesika;

Bir millet için;
esaret ve mahkûmiyet anının, bir vakıa (fiili durum) halinde teslim edildiği
hengâmede, bu vakıaya (milletimizin esir oluşuna) inanmayan tek adam o idi.
Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit bile o
inanmadı. Bu, Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük
nikbinliğinin (iyimserlik ve özgüvenin) tecellisidir.

İkinci vesika;

Milli kahraman, hasta
döşeğinde günden güne fenalaşırken, yakınlarından itibaren bütün Türk Milleti’ne
kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi
saffetli, ayağa
 kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor,
ölebileceğine biran bile mümkün gözü ile bakamıyordu. Bu da sonuncu tecelli.

Atatürk, başlangıçta
Milleti’nin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik
tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat
vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için, Onu ikinci
tecellide haksız bulamayacağız.

Benim gözümde
birbirine bağlı iki işin sahibi olarak iki Atatürk vardır:

Zaman tasnifi ile
bunlardan biri, düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer. Biri
ölüm hükmü giydirilmiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir barışla
madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, biran evvelki ölüm
tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet
planında yeni bir bünye inşasına girişti. Bu tarife göre birine asker, öbürüne
inkılâpçı Atatürk demek, hatıra gelecektir. Atatürk’ün iki iş merhalesini
temsil eden cepheleri arasında, bence mefkûreci ve hudutsuz şahsiyet; asker
Atatürk’tedir. Asker sıfatı da Onu ifadeye kifayetsizdir. Zira bu merhalede
askerlik O’nun sadece aletiydi. Bu merhalede O, en büyük asker olmak kıymetinin
çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir milletin diriliş iradesini temsil eden
mefkürevi insan olmak değeri. Bu değerle Atatürk, beşer tarihinde sayısı bir
kaçı geçmeyen hakiki millet kurtarıcılarından bir tanesidir.

İnkılâpçı Atatürk’e
bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi
ile iki Atatürk’ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk…
İnkılâpçı Atatürk, Tanzimat’tan beri Türk Cemiyeti’nin Avrupa medeniyet
manzumesine (sistem ve silsilesine) kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve
kısır teşebbüsleri, tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi.

İkinci merhalenin
Atatürk’ü, ıslahçılık tarihimizin en büyük çehresidir. Fakat ilk merhalenin
Atatürk’ü, aynı soydan hadiseler arasında, bütün beşer tarihinin en ulvi
ifadesini taşıyacaktır.”

Rahmetli Necip
Fazıl’ın, daha sonraları, bu kanaatlerinden dönüş yaptığına veya pişmanlığını
açıkladığına hiç rastlanmamıştı. Şimdi Necip Fazıl Atatürk’ü böylesine över ve
yüceltirse “vardır bir hikmeti”, ama Ahmet Akgül sahiplenir ve istismarcıların
önünü keserse “sapkınlık alameti” sayanların bu tavrı çifte standartçılık ve
sahtekârlık sayılmaz mıydı? Veya en azından 16 Kasım 1938 tarihli Cumhuriyette
Necip Fazıl’ın böyle bir yazı yazmadığını ispatlamaları lazımdı.

Süper yalaka
İslamcı-İstismarcılardan STAR yazarı Ahmet Kekeç’in 12 Haziran 2012 “Cemaatin
Kalemleri” yazısında, “kahramanlık taslarken hırsızlığını açığa vuran Kıpti”
misali:

“Cemaati kızdırırsak,
arkasındaki odaklarca kara listeye alınacağız… AKP’nin yanlışlık ve
haksızlıklarını yazmaya kalkışsak, kapının önüne koyulacağız”

Gibi algılanmaya
müsait örtülü itirafları da, bunların psikolojik perişanlığını yansıtmaktaydı.

Necmettin Erbakan Hocamız’ın Atatürk’le ilgili müspet tavrı:

10 Kasım 2010 tarihli
Milli Gazetede, Aziz Hocamızın şu tarihi beyanatı çıkmıştı. Bu sözler öyle
gizli kapalı sohbet notları olmayıp, aleniyet ve resmiyet kazanmıştı. Ve
böylece Milli Çözüm’ün yaklaşımına destek çıkılmıştı.

Saadet Partisi Genel
Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının 72.
yılı dolayısıyla yayınladığı mesaj, tarihi gerçekler ve talihli müjdeler
içermekteydi:

Atatürk'ü Milli
Mücadele'ye öncülük etmiş büyük bir komutan olarak nitelendiren Erbakan’ın,
 “Gazi Mustafa Kemal Atatürk,
milletimizin bağımsızlık konusundaki vazgeçilmez kararlılığını arkasına alarak
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş birisidir. Öncülük ettiği Milli Mücadele hareketi
ile milletimizin esarete asla boyun eğmeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir.”
 tespitleri oldukça
anlamlı ve önemliydi.

Milli Görüş Lideri,
yaptığı yazılı açıklamada, Atatürk'ün
 “Muasır Medeniyet” hedefine ancak devleti ve milletiyle bütünleşmiş, ekonomik gelişmesini
sağlamış, insan hak ve özgürlüklerini gerçekleştirmiş bir Türkiye ile ulaşılıp
aşılabileceğini kaydetmişti.

İstiklal mücadelesinde
Anadolu topraklarını işgal eden emperyalist ülkelerin bugün aynı planlarını çok
daha tehlikeli ve sinsi oyunlarla gerçekleştirmeye çalıştığını belirten Erbakan
Hoca’nın:

“Milletimiz tıpkı
Milli Mücadele günlerinde olduğu gibi bu sinsi planları boşa çıkaracak inanç,
azim ve kararlılığa sahip bulunmaktadır. Sahip olduğu tecrübe ile bu oyunları
tekrar boşa çıkaracaktır. Bizler tarih boyunca, dünyaya huzur ve saadet
getirmiş bir ecdadın varisleri olmanın onurunu ve sorumluluğunu
taşımaktayız.  “Yiğit düştüğü yerden kalkacak.”, Türkiye yeni ve adil bir
Medeniyet değişimine öncülük yapacaktır. Bugün dünyaya hâkim olan açlık,
sefalet, kan ve gözyaşına son verecek iradeyi yine milletimiz ortaya
koyacaktır. 'Uydu değil, lider ülke' vizyonu doğrultusunda önce Yeniden Büyük
Türkiye, ardından Yeni Bir Dünya mutlaka kurulacaktır. Bu vesileyle vefatının
72'nci yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, Milli Mücadele kahramanlarımızı ve
bu vatan için canını vermiş bütün şehitlerimizi rahmet ve şükranla
anıyorum.”
Sözleri ise; kutlu ufukların işareti ve
mutlu yarınların müjdeleriydi.

Öyle ya;

Eğer Atatürk
bağımsızlığımızın öncü komutanı, Milli kalkınmamızın mimarı, İslam inançlı ve
Hz. Muhammed (SAV) hayranı, ama din istismarına ve yobazlığa karşı, Lider ülke
büyük Türkiye sevdalısı ve Batı Medeniyetine ulaşmayı değil onu aşmayı hedef
gösteren ender ve önder bir devlet adamı ise, o halde Atatürkçülükle Milli
Görüşçülük niye uyuşmasındı?

“Eğer Mustafa Kemal
yaşasaydı, elbette Milli Görüşçü olacaktı”
 buyuran da Erbakan Hocamızdı. Ve
Atatürk’ün yıllardır gizlenen vasiyeti açıldığında, herkesin dudakları
uçuklayacak ve Milli Çözüm’e hayranlık duyulacaktı.

Mustafa Kemal’i tebdil
ve tevil ederek hakkında hüsnü zanna yöneldiğin gibi, AKP hükümeti ve Fetullah
Gülen hareketiyle ilgili de, “onların Siyonist merkezlerle münasebetlerini ve
bazı tavizlerini, hayırlı hizmet ve hedeflere yaklaşmak için bir strateji ve
taktik olarak” değerlendirmen gerekirken niye şiddetle tenkit ediyorsun?
Şeklindeki sorulara
yanıtımız ise;

Atatürk vefat edip
gitmiştir. O’nu kendi dinsizlik ideolojilerine alet etmek isteyenlere ve Onun
istismarıyla zulüm saltanatlarını sürdürenlere, bu fırsatı vermemek gerekir.
Ama AKP yetkileri ve Cemaat liderinin halen hayatları devam etmektedir ve zalim
merkezlerle münasebetleri ve dış güçlerin destekleri açık ve kesindir. Ve bu gidişin
hangi sonuçları amaçladığı bizce belli değildir.
 “Hüküm zahire göredir; hıyanet ve dalalet
girişimlerine hüsnü zanla mukabeleye izin verilmemiştir.”

Şimdi Atatürk gibi bir
şahsiyeti Sabataist sömürü sisteminin ve laiklik kılıflı dinsizlik
ideolojisinin istismar aleti olmaktan çekip (Bediüzzaman’ın tabiriyle,
Kemalizm’i tebdil ve tevil ederek değiştirip düzeltip) Milli ve Manevi
gereklerimize ve gerçeklere uygun, yeniden yorumlamak eğer bir suç ise; bu suç
bizim sevabımız ve faziletimizdir!

“Biz Allah yolunda
cihat ederken, (Haklı ve Hayırlı bildiğimiz gerçekleri söyleyip yazarken) hiç
kimsenin kınayıp-karalamasından
 çekinmeyen” (Maide: 54) Mü’minleriz. Ve Allah
c.c. fazilet ve ferasetini dilediğine vermektedir. (Maide: 54)

Kız kardeşi Makbule
Hanımın; 10 Kasım 1938’de vefat edince, Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze
namazının tamamen İslami emirlere göre kılınmasını istemiş… 1953’te Etnografya
Müzesinden Anıtkabir’e taşınırken, tabutun içerisine Arapça ayet ve dualar
yazılı kâğıtlar yerleştirmiş… 8 Kasım 1952 tarihli
 “Resimli 20 Asır” Dergisinde Gazeteci Kandemir’le yaptığı
röportajda:
 “Artık yapayalnız
kaldım, Allah’tan başka hiç kimsem yok. Ömrüm Kur’an okumak ve ibadet yapmakla
geçiyor. Bir de O’nun (Atatürk’ün) sesi kulaklarımda çınlıyor”
 diye dertleşmiş olması (17 Haziran 2012,
Mustafa Armağan, Zaman) bunların inançlı ve dindar bir aileden geldiklerinin en
açık kanıtıdır.

 

NOT: Yazarımızın Makalesinin Tamamı:

BİZİ TENKİT EDEN BİR
DOSTA, EN İÇTEN DUYGULARIMLA…

Hem karşılaştığımızda, hem telefon konuşmalarımızda:

1.    Hükümete ve Cemaate haksız yere
saldırdığımızı ve hayırlı hizmetlerini hesaba katmadığımızı

2.    Milli Görüşçülükle Atatürkçülüğün asla
uyuşmadığını ve bu nedenle gereksiz ve temelsiz iddialara kalkıştığımızı

3.    “Adil Düzen”in, içi doldurulmamış
sloganik bir söylem olduğunu, böylesi hamasi ve hayali projelerle, reel bir
sistem olan “Küresel Düzen”in karşısına çıkılamayacağını

4.    “Siyonizm’in yakında çökeceği ve Adil
Düzen’in hâkimiyeti” konusunda insanları boşuna umutlandırdığımızı

Hatırlatıp bizi uyaran, hatta yumuşak şekilde “fesatçılıkla” suçlayan
dostuma, önce hakkımızdaki duygu ve düşüncelerini açıkça paylaştığı ve “paylar
gibi” davransa da, arkamızdan konuşmadığı için, tebrik ve takdirlerimi
sunuyorum. Ayrıca, bu konulardaki gerçeklerin açıklanmasına vesile oldukları
için de kendilerine teşekkür ediyorum.

Öncelikle bizi tenkit, hatta tahkir ettikleri hususlardaki kanaat ve
gayretlerimizin, öyle kendi kafamızdan ve kuruntularımızdan kaynaklanan
“saplantı ve saptırmalar” olmayıp, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin ve Hadis-i
Şeriflerin açık buyruklarına, geçmişteki ve günümüzdeki ilim ve irfan erbabının
beyanlarına dayandığını, Müslümanların ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılamayı
ve bu zillet ve sefaletten kurtarmayı amaçladığını, özellikle belirtmek
istiyorum.

A-         AKP Hükümeti ve Fetullah Gülen Hareketi
ise, ettikleri hizmetler, verdikleri hezimetlerin yanında hiç kalan
oluşumlardır. Kur’an’ın günah-sevap kefesinde ve vicdan terazisiyle
tartıldığında korkunç tahribatları ortaya çıkmaktadır!

Cemaat:

1.   Sözde değil, ama fikren ve fiilen Kur’an
ahkâmını ve İslam şeriatını gereksiz saymakta

2.   Haçlı emperyalistlere ve Siyonist
Yahudilere yaranmak hatırına, Kelime-i Şehadet’in “Muhammedün Resulüllah”
rüknünü bile kaldırmakta

3.   “Dinler Arası Diyolog” safsatasıyla,
batıl ve bozuk felsefelerle İslamiyet’i karıştırıp-barıştırıp yozlaştırmakta

4.   ABD ve AB’nin Müslümanlara ve mazlum
insanlığa yönelik işgal ve sömürülerine taşeronluk yapmakta

5.   Zalim ve kâfir odakların cinayet ve
rezaletlerine mazeret ve meşruiyet uydurmakta

6.   Cihat (Devlet ve hâkimiyet) ruhu
köreltilip, küresel emperyalizmin dindar ve demokrat gönüllüleri haline
getirilmiş bir nesil hazırlamakta

7.   İslami temellere ve insani hedeflere
odaklı saf ve sağlam hareketleri körletip kısırlaştırmaktadır.

Bu Milli ve manevi tahribatlarını kesin belgelerle anlattığımız 900
sayfalık “Küresel Fesatçılık ve Fetullahçılık” kitabımıza bir satır itiraz bile
yapılamamıştır. Açtıkları mahkemeler de bizim lehimize sonuçlanmıştır. Ve yine
1200 sayfalık “Cumhuriyet Türkiye’sinde Nifak Hareketleri” kitabımız, bunların
sapkınlık bataklığını ve karanlık bağlantılarını ortaya koymaktadır.

AKP ile Cemaat arasındaki çatışmayı anlatmak için, o malum şarkıyı şöyle
değiştirmek lazımdı:

“İkimiz bir CIA’nın

Güller açan dalıyız.

Sen şöhret, ben riyasete

Gönülden sevdalıyız….

ABD’nin teşvikiyle

Sen benimle, ben seninle

Aşk için dalaşmalıyız..”

M. Ali Birand’ın: 19 Haziran 2012 Hürriyet gazetesinde:

“Gülen ne yargıya, ne askere, ne de AKP’ye güvenmiyor?” yazısında:

“Askerin bir yolunu bulup kendisini tutuklatmasından, yargı tarafından
da bir daha kafasını kaldıramayacak ağırlıkta bir cezaya çarptırılmaktan
korkuyor.. Ve tabi AKP’nin kendisini kollayıp kurtarabileceğine inanıp
güvenmiyor”
 tespitleri aslında çok şeyi anlatmaktaydı.

Fetullah Gülen, “İsa Mesih”miş!?

“Bu kutlu işte her
ülkeden insanlar işbirliği yapacak, tarihte emsali görülmedik şekilde Doğu Batı
bütünleşmesi sağlanacaktır. Bundan dolayı hadisi şeriflerde bu kutlu tekevvün
(oluş ve doğuş) Hz. İsa’ya atıfla MESİHİYET olarak ifade buyrulmaktadır. Kur’an
elbette kendi asli dilinde okunacak, fakat Kur’an asıl temsilini bir defa daha
Türkçede bulacaktır. İşte
 Türkçe olimpiyatlarında tüten mana bu
Mesihi temsilin soluklarıdır”
 (18 Haziran 2012, Zaman, Mesihi Soluklar)

Bu sözleriyle Ali
Ünal, Fetullah Gülen’in “Mesih”lik rolünü, yani ahir zamanda inmesi müjdelenen
Hz. İsa (AS) olduğunu, dolaylı şekilde vurgulamaya çalışmaktaydı. Ve tabi
Başbakan tarafından çağrı yapıldığı halde, Türkiye’ye dönememenin acizliği ve
hasreti içinde çaresiz ağlamasını bile, “Aziz”lik sayanlar, herhalde bu
safsataya inanmaktaydı!?

Fetullah Gülen, Amerika’yı ve AKP iktidarını arkasına almasına rağmen,
hangi güçten korkmaktaydı?

Başbakan’ın “Türkiye’ye dön” çağrısına yanıt veren Fethullah Gülen,
Türkiye'ye dönmeyeceğini açıklamıştı. Konuşması sırasında zaman zaman
gözyaşlarına hâkim olamayan Gülen, konuşmasını tamamlayamamıştı.

Gülen, “Türkiye'ye geri dönecek misiniz?” sorusu
üzerine şunları vurgulamıştı:

“Bunu hemen söyleyeyim: O, kendine yakışanı yaptı. Fakat o ilk değil;
sayın Cumhurbaşkanının da, açıktan açığa dedikleri oldu, bir vasıta ile bana
söyledikleri de oldu. Ricâl-i devletten daha başkaları da kendilerine yakışan o
civanmertliği sergilediler; bugüne kadar ben defaatle duydum, o arkadaşlardan
yanıma gelenler de aynı şeyleri teklif ettiler; “Artık Türkiye’ye gelme zamanı
değil mi?” dediler. Şimdi, onlar bununla kendilerine düşeni, kendilerine
yakışanı yapıyorlar. Ben de kanaat-i âcizânemce bana yakışanı yapmam lazım.
Şimdi onlar davet ederler, gel derler, normaldir.

…..(Ülkeye dönersem) bazı yakışıksız şeyler olabilir diye, ben hiçbir
zaman “böyle başıma dert açacağım” mülahazası yaşamadım.

.….Gittiğimde oraya, birileri, işin rövanşı peşinde koşan birileri, bazı
müesseselere zarar vermek suretiyle, idareyi zor durumda -yüzde bir ihtimalle-
bırakacaklarsa şayet, Türkiye’deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa
şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı; ülkeme, milletime,
ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dau’s-sıla deyip sıla sevdasıyla,
kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak,
burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak, burada kalacak,
yaşayacağım…

.….(Ne var ki) Kendi ülkemde ölmeyi ve mübarek annemin ayaklarının dibine
gömülmeyi arzu ederim. Bunu da benim vasiyetim sayın!.. Ama yaptığım şeylerde,
düşüncelerimde, planlarımda, gayretlerimde, milletime, ülkeme zerre kadar zarar
gelmesine razı olamam. Yüzde bir ihtimalle de olsa razı olamam ona. O talep
eden arkadaşlarımız, devlet büyüklerimiz kusura bakmasınlar!.. Talep etmeleri
onların civanmertlikleri, ama benim bu mevzuda düşünmem de, onlara karşı,
onların yaptığı şeylere karşı saygımın gereği…”

Evet, bu sözlerin Türkçesi: Beni Türkiye’ye götürmeye ve sahiplenmeye, ne
Cumhurbaşkanı’nın, ne Başbakan’ın, ne de diğer büyük(!) devlet erkanının ve
maalesef ne de Amerika’nın gücü yeterli olmamaktadır!.?.

“HSYK’nin “haziran
atamaları”nda 2 bin 335 savcı ve yargıç yer değiştirdi ve özel yetkileri
alındı. Ergenekon, Balyoz, Şike davasının savcıları, KCK davasının mahkeme
başkanı, bir de Hrant Dink davasının yargıcı başka görevlere atandı” diye
“Cemaatin” huzuru kaçtı sananlar aldanmaktaydı.. Çünkü Ergenekon ve Balyoz gibi
iki önemli davanın iddianamesi zaten çoktan hazırlanmıştı.

Kimse AKP iktidarıyla
Gülen cemaatinin birbirlerini boğazlayacaklarını ummasın. Çünkü her ikisi de
ABD patronlarının verdiği rolü oynamaktadır. Fetullahçıların tek sıkıntıları:
 “Bir darbe veya
beklenmedik milli bir hamle olursa ne yaparız?”
 korkularıdır! Çünkü
Süleyman Demirel bile hâlâ TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu üyelerinin:
 “Bir askeri darbe
olabilir mi?”
 sorusunu: “Bilemem!” şeklinde yanıtlamaktadır. Defalarca yazdık, tekrar
hatırlatalım: Fethullah Gülen, ABD’de bu korkuyla yaşadığı için Türkiye’ye
dönüş yapamamaktadır ve tabi ABD’nin de gücünü aşan bir durum vardır!

“Uzun bir yolculuğun sonunda Cemaat bu noktalara taşındı.

Turgut Özal döneminde
ivme kazandı, Süleyman Demirel’le doruğa ulaştı, Bülent Ecevit’in
başbakanlığında zirve yaptı. Hatta Gülen hareketini Necmettin Erbakan bile
durduramadı”
 diyen Hikmet Çetinkaya’nın bu sözleri, Erbakan Hoca’nın ABD ve
işbirlikçilerince dışlandığının itirafıydı.

İşte bu Bay Fetullah
Gülen yıllardır ABD’de yaşamaktadır. Kendisinin ve yakın çevresinin Pentagon,
CIA ve FBI’yla sıkı bir dostluk ilişkisi olduğunu artık bilmeyen kalmamıştır.

“Arizona Eyaleti
Tucson kentinde bulunan (Davis Monthan Air Force Base) Hava Üssü’nde
 açılan Sonoran Science Academy adlı okulda Fetullahçılar ortaokul ve
lise eğitimi yaptırmaktadır. Burası ABD Hava Kuvvetleri’nin en önemli üssü
konumundadır. 6 bin asker 1700 sivil görev yapmakta ve 13 bin emekli asker bu yörede
oturmaktadır. Çok sayıda ABD savaş ve bombardıman uçağı bu Davis Monthan’dan
havalanarak Irak ve Afganistan savaşlarında kullanılmaktadır. Ayrıca Gülen
hareketinin ABD’nin 26 eyaletinde 131 sözleşmeli okulu bulunmaktadır. Bu
okullar Teksas’tan Kaliforniya eyaletine değin uzanmaktadır.”
[1]

Şimdi akıl ve vicdan ehline şu soruyu sormak lazımdır: ABD mi F. Gülen’i
kullanmaktadır, Yoksa F. Gülen mi ABD’yi kullanmaktadır? Değil başka ülkelerden
gelen sığınmacıların, Amerikan vatandaşlarının bile girip çıkamadığı bu askeri
bölgelerde okul açtıran, Hocaefendinin kerameti mi olmaktaydı, yoksa Yahudi
Lobilerinin, ılımlı İslamcı hizmetkârlarına bir şefaatı mıydı?

AKP ise:

1.   Erbakan’ı etkisiz ve çaresiz bırakmak

2.   Milli Görüş’ün kökünü kurutmak

3.   Ama; “Milli Görüş’ün devamı ve
Erbakan’ın adamları” kılıfıyla toplumu AKP’nin peşine takıp oyalamak

4.   Siyasi ve ekonomik ihtiraslar uğruna tüm
kutsalların pazarlanmasını ve sonunda Türkiye’nin parçalanmasını sağlamak

5.   AB cenneti(!) hayali ve ABD’nin yüksek
himayesi(!) uğruna bütün kurumlarımızın ve kazanımlarımızın elimizden çıkmasını
kolaylaştırmak

6.   Ve en beteri, toplumdaki Milli ve manevi
duyarlılıkları törpüleyip, dünyacı ve neme lazımcı kalabalıklar oluşturmak
üzere boyunlarına cesaret (esaret) madalyası takan ve BOP’un eş kâhyalığına
atayan Yahudi Lobileri eliyle iktidara taşınmış ve iyice aşınıncaya kadar orada
tutulmaya, sonra da ANAP gibi tarihin çöplüğüne atılmaya hazırlanmışlardır.

Bu gerçekleri,
belgeleriyle anlatan tam 7 kitabımıza bir cümle bile yanıt veremeyen ve inkâr
edemeyen AKP, sadece etkiledikleri hukuki girişimler ve hakaret gerekçesiyle on
binlerce liralık tazminatlarla bizleri susturmaya çalışmışlardır.

ABD’li Siyonist
Lobilerin “Erbakan’dan kurtulmak ve Milli Görüş’ün kökünü kurutmak” üzere
tertiplediği 28 Şubat sürecinde, Pentagon maşası paşaların verdiği brifinglere
katılıp onları ayakta alkışlayanların (Bak: Mustafa Yılmaz / Kulis Ankara /
Milli Gazete / 13 Haz. 2012) ve şimdi en ön saflarında Cihat(!) yaptığı bir
iktidarın samimiyetine inanmak, saflıktan çok öte bir ahmaklıktır.

Kendileri Kur’ani
hükümlerin aslına inanmadıkları ve sürekli sataşıp savaş açtıkları halde
“Protestan Kur’an” diye kitap yazıp Fetullahcıların ve Ilımlı İslamcıların “ayetleri
yozlaştırıp kapitalizmle uyumlaştırmasına”
 sözde karşı çıkan
Muammer Karabulut (Bak: Tanyeri Yayınları) ve “Türkiye Kime Kalacak?” (Bak:
Doğan Yayınları) diye, AKP’nin şahsında İslam’a ve Müslüman halkımıza saldıran
Osman Ulagay gibi Robert Koleji mensupları ve tüm ulusalcı takımı ise, AKP’nin
tahribatını kolaylaştırmaktan ve toplumu bunların kucağına atmaktan başka işe
yaramazlardı ve zaten bununla görevli insanlardı.

Milli Gazetemizin yaşı
genç, ama başı dik ve bakışı dinç yazarlarımızdan Burak Kıllıoğlu’nun (Allah
feraset ve istikamette daim kılsın) şu tespitleri bunların tahribatını ne güzel
anlatmaktadır:

Bilderberg ve Truva atı

Bilderberg
Toplantıları, bir zamanlar, özellikle İslami kesimde büyük bir şüpheyle
karşılanır, sorgulanırdı. Katılanlardan gündem konularına ve sonrasında hangi
değişikliklerin olacağına kadar her detay araştırılır, dünyanın egemen
güçlerinin Türkiye'deki uzantıları ve irtibatlı olduğu kimseler hakkında fikir
edinilmeye çalışılırdı. Elbette ki, bu toplantılara çağrılanların kariyerlerindeki
yükseliş trendi de izlemeye alınıyordu.

Tabii, devir değişti,
bir zamanların dava ve ideal sevdalıları hedefe (hangi hedefse artık) giden her
yolu mubah saymaya ve sermayenin renginin olmadığına inanmaya başladılar ve bu
gizli toplantılar da eskisi gibi sorgulanmaz ve tartışılmaz oldu.

Hâlbuki dünyanın
başına çorap ören sacayağında Trilateral Komisyon ve CFR ile birlikte diğer
önemli aktör halen Bilderberg yapılanmasıydı. Öyle olmasa, dünyanın en önemli
siyasi ve ekonomik figüranları, başka işleri yokmuş gibi her yıl toplanıp gizli
gizli bir şeyleri konuşmazlardı. (Türkiye'den bu sene Bilderberg'e
katılanlardan Sayın Ali Babacan, bu senenin gündeminden ve özet de olsa
konuşulanlardan bahsetse keşke) Söylendiğine göre bu senenin gündem maddeleri
Suriye meselesi ve müdahale hazırlığı Türkiye ve Avrupa'daki ekonomik kriz ve
çözüm yollarıymış.

Bu noktada,
uluslararası arenada devamlı surette Türkiye ekonomisine yönelik haddinden
fazla övgüler içeren ifadeler, Türk ekonomisinin göz kamaştırdığından, krizdeki
AB'ye örnek alınacağına (yani AB ülkelerinin de Türkiye gibi, tamamen Yahudi
sermayesinin kontrolüne sokulacağına) kadar birçok iltifatın altındaki
şeytanlık sırıtmaktaydı.

Bir yandan rüşveti
kelam cinsinden ve niyeti pek de halis gibi gelmeyen övgüler, öte yanda da
yapısal sorunları (bütçe açığı, cari açık, tasarruf açığı) dağ gibi duran ve en
ufak bir memur maaş zammında dahi “Yunanistan gibi olmakla” karşı
karşıya olan Türkiye ekonomisi manzarası, tam bir tezatlıktı. Türkiye'nin, Batı
tarafından (özellikle ABD) İslam dünyasının önüne siyasi manada “rol
model” olarak konulmasının ardından, anlaşılan sıra ekonomik manada da
“rol model” olarak hazırlanmaktaydı. IMF içinde Türkiye'nin aktif bir
rol üstleneceğini böyle düşünmek lazımdı.

Aslında bu durum,
Türkiye'nin neoliberal ekonomi politikalarına (Siyonist sermaye tezgâhına)
kayıtsız şartsız teslimiyetinin de ispatıydı. 1980'nin 24 Ocak Kararları ile
başlayan sürecin zirvesine yaklaşılmıştı. Batı'nın komünizm yerine düşman
olarak hedef tahtasına İslam'ı koydukları ve buna göre NATO dâhil kurumlarını
yeni stratejilerle yapılandırdıkları yeni dönemin, “Truva atı”
maalesef AKP Türkiye’si olmaktadır. Bir zamanlar insanlığa hıyanetlerini ve
Siyonizm’e hizmetlerini yazıp dillendirdikleri Bİllderberg'e, davet edildikten
sonra sesi soluğu kesilenler ise içi boş övgülerden sarhoş durumdadır. Bu
arada, Dünya Ekonomik Forumu'nun Türkiye ayağının bundan böyle geleneksel hale
getirilmesi fikrini de, Türkiye'nin artan ekonomik rol modelliğine bağlamak
lazımdır.

Şimdi şayet; AKP ve Cemaat, çok stratejik
tavizlerle, Siyonist güçleri oyalayıp, Dinimize, Devletimize ve kutlu
hedeflerimize yaklaşmak ve alt yapı hazırlamakla meşgul ise, bizim bu sert ve
mert ikaz ve itirazlarımız, malum odaklar nezdinde onların işini kolaylaştıracaktır.
Yok, bu tespit ve tenkitlerimiz doğru ise, tarihi bir hizmet yapılmakta, toplum
uyarılmaktadır. Ve bütün bunlar suç ise, bu suç bizim manevi mesuliyetimiz ve
lezzetimizdir!

B-             Atatürk’ün ise, zalim ideolojilerin ve
dinsiz çevrelerin istismar aracı olmaktan kurtarılması ve bu maksatla “Bizim
Atatürk” kitabımızın yazılması, tarihi bir adımdır!

Üstat Bediüzzaman Said
Nursi Hz.lerinin; 12. Şua, Denizli Mahkemesi Müdafaasında, Mustafa
Kemal’i kast ederek:

“Maksadım; O kumandan ya
(eceli gelip) ölecek veya tebdil edilecek, ordu (onun adına uydurulan Kemalizm)
tahakkümünden kurtulacak demektir.”

Tespitlerindeki
“Tebdil edilecek” yani,
 “Kemalizm adına uydurulan ve uygulanan batıl ve barbar sistem ve düşünce
değiştirilip düzeltilecek”
 sözlerini manevi bir işaret ve görev sayarak; çok
ciddi ve geniş bir araştırma yapıp, Atatürk’ü din düşmanı olarak gösteren ve
Onun gölgesinde zulüm düzenlerini yürütenlerin oyunlarını bozacak bu kitabı
hazırlamakla bir çığır açılmıştır.
 Bizim Atatürk kitabımızdan sonra, onlarca “Dindar Atatürk” konulu
kitaplar piyasaya çıkmış ve çoğu bizim kitabımızı kaynak gösterip alıntı
yapmıştır.

Hâlbuki daha önce
rahmetli Necip Fazıl Kısakürek, Atatürk’ün vefatından 6 gün sonra, Cumhuriyet
gazetesinde yayınlanan çok çarpıcı ve sahip çıkıcı bir yazı kaleme almıştı ve
O’nun takipçileri sayılan İslamcı yazarlar, her nedense bu konuyu hiç gündeme
taşımamıştı.

Necip Fazıl’ın Atatürk Değerlendirmesi:

Atatürk’ün vefatından
sonra yurt içinde ve yurt dışında, hakkında binlerce yazı yayınlanmıştır. Her
biri kendi içinde değerlendirilmesi gereken yazılardan birisi de
, Necip Fazıl Kısakürek’in, Cumhuriyet Gazetesi’nde, 16 Kasım
1938 tarihinde Atatürk’ün ölümünün ardından kaleme aldığı yazıdır.

Necip Fazıl,
Atatürk’ün vefatından dolayı duygularını şöyle anlatmıştır:

“Bütün dünyada ülke
Kralına, anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu
defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki
bir kahve fincanının çatlaması, bize yedikule surlarının çöküşünden daha
tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fiili ve şahsi bir mülkiyet
kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında (Atatürk gibi), her evin ölüsü
olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır.

Hiçbir Türk, kendi,
devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit edemezdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile, böyle bir
ihtirama( saygınlığa ve ağırlığa) hedef olabilmiş hükümdar yoktur.
 Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri
kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki,
Garp (Batı), Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu
inandırışın büyük aksiyonunu yapan Milli Kahraman’ın ölüsü karşısında da, hiç
bir protokol kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir yabancıya
göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkartmaktadır.

Atatürk’ün gözleri ile
görmediği bu manzarayı, biz yalnız gözlerimizde bırakmayarak; keskin bir
delalet (kesin ve net bir kanıt) halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz.

O, Türk’e, hem Türk’ü
hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserlerle)
büyük nikbinlerden(çok iyimserlerden) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi
karanlık görenler, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde; aydınlık görenler
de öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.

Bence bu fikirlerin
ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus
vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata
erdirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden
kaçırmaya memurdur.

Atatürk’ün ruhi
maktalarından (Kesitlerinden) bence en alakalısı, O’nun yılmaz ve hezimet kabul
etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği (aşırı iyimserliği ve ümit
beslemesi), başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle
vesikalandırdı.

Birinci vesika;

Bir millet için;
esaret ve mahkûmiyet anının, bir vakıa (fiili durum) halinde teslim edildiği
hengâmede, bu vakıaya (milletimizin esir oluşuna) inanmayan tek adam o idi.
Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit bile o
inanmadı. Bu, Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük
nikbinliğinin (iyimserlik ve özgüvenin) tecellisidir.

İkinci vesika;

Milli kahraman, hasta
döşeğinde günden güne fenalaşırken, yakınlarından itibaren bütün Türk Milleti’ne
kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi
saffetli, ayağa
 kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor,
ölebileceğine biran bile mümkün gözü ile bakamıyordu. Bu da sonuncu tecelli.

Atatürk, başlangıçta
Milleti’nin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik
tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat
vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için, Onu ikinci
tecellide haksız bulamayacağız.

Benim gözümde
birbirine bağlı iki işin sahibi olarak iki Atatürk vardır:

Zaman tasnifi ile
bunlardan biri, düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer. Biri
ölüm hükmü giydirilmiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir barışla
madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, biran evvelki ölüm
tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet
planında yeni bir bünye inşasına girişti. Bu tarife göre birine asker, öbürüne
inkılâpçı Atatürk demek, hatıra gelecektir. Atatürk’ün iki iş merhalesini
temsil eden cepheleri arasında, bence mefkûreci ve hudutsuz şahsiyet; asker
Atatürk’tedir. Asker sıfatı da Onu ifadeye kifayetsizdir. Zira bu merhalede
askerlik O’nun sadece aletiydi. Bu merhalede O, en büyük asker olmak kıymetinin
çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir milletin diriliş iradesini temsil eden
mefkürevi insan olmak değeri. Bu değerle Atatürk, beşer tarihinde sayısı bir
kaçı geçmeyen hakiki millet kurtarıcılarından bir tanesidir.

İnkılâpçı Atatürk’e
bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi
ile iki Atatürk’ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk…
İnkılâpçı Atatürk, Tanzimat’tan beri Türk Cemiyeti’nin Avrupa medeniyet
manzumesine (sistem ve silsilesine) kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve
kısır teşebbüsleri, tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi.

İkinci merhalenin
Atatürk’ü, ıslahçılık tarihimizin en büyük çehresidir. Fakat ilk merhalenin
Atatürk’ü, aynı soydan hadiseler arasında, bütün beşer tarihinin en ulvi
ifadesini taşıyacaktır.”

Rahmetli Necip
Fazıl’ın, daha sonraları, bu kanaatlerinden dönüş yaptığına veya pişmanlığını
açıkladığına hiç rastlanmamıştı. Şimdi Necip Fazıl Atatürk’ü böylesine över ve
yüceltirse “vardır bir hikmeti”, ama Ahmet Akgül sahiplenir ve istismarcıların
önünü keserse “sapkınlık alameti” sayanların bu tavrı çifte standartçılık ve
sahtekârlık sayılmaz mıydı? Veya en azından 16 Kasım 1938 tarihli Cumhuriyette
Necip Fazıl’ın böyle bir yazı yazmadığını ispatlamaları lazımdı.

Süper yalaka
İslamcı-İstismarcılardan STAR yazarı Ahmet Kekeç’in 12 Haziran 2012 “Cemaatin
Kalemleri” yazısında, “kahramanlık taslarken hırsızlığını açığa vuran Kıpti”
misali:

“Cemaati kızdırırsak,
arkasındaki odaklarca kara listeye alınacağız… AKP’nin yanlışlık ve
haksızlıklarını yazmaya kalkışsak, kapının önüne koyulacağız”

Gibi algılanmaya
müsait örtülü itirafları da, bunların psikolojik perişanlığını yansıtmaktaydı.

Necmettin Erbakan Hocamız’ın Atatürk’le ilgili müspet tavrı:

10 Kasım 2010 tarihli
Milli Gazetede, Aziz Hocamızın şu tarihi beyanatı çıkmıştı. Bu sözler öyle
gizli kapalı sohbet notları olmayıp, aleniyet ve resmiyet kazanmıştı. Ve
böylece Milli Çözüm’ün yaklaşımına destek çıkılmıştı.

Saadet Partisi Genel
Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının 72.
yılı dolayısıyla yayınladığı mesaj, tarihi gerçekler ve talihli müjdeler
içermekteydi:

Atatürk'ü Milli
Mücadele'ye öncülük etmiş büyük bir komutan olarak nitelendiren Erbakan’ın,
 “Gazi Mustafa Kemal Atatürk,
milletimizin bağımsızlık konusundaki vazgeçilmez kararlılığını arkasına alarak
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş birisidir. Öncülük ettiği Milli Mücadele hareketi
ile milletimizin esarete asla boyun eğmeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir.”
 tespitleri oldukça
anlamlı ve önemliydi.

Milli Görüş Lideri,
yaptığı yazılı açıklamada, Atatürk'ün
 “Muasır Medeniyet” hedefine ancak devleti ve milletiyle bütünleşmiş, ekonomik gelişmesini
sağlamış, insan hak ve özgürlüklerini gerçekleştirmiş bir Türkiye ile ulaşılıp
aşılabileceğini kaydetmişti.

İstiklal mücadelesinde
Anadolu topraklarını işgal eden emperyalist ülkelerin bugün aynı planlarını çok
daha tehlikeli ve sinsi oyunlarla gerçekleştirmeye çalıştığını belirten Erbakan
Hoca’nın:

“Milletimiz tıpkı
Milli Mücadele günlerinde olduğu gibi bu sinsi planları boşa çıkaracak inanç,
azim ve kararlılığa sahip bulunmaktadır. Sahip olduğu tecrübe ile bu oyunları
tekrar boşa çıkaracaktır. Bizler tarih boyunca, dünyaya huzur ve saadet
getirmiş bir ecdadın varisleri olmanın onurunu ve sorumluluğunu
taşımaktayız.  “Yiğit düştüğü yerden kalkacak.”, Türkiye yeni ve adil bir
Medeniyet değişimine öncülük yapacaktır. Bugün dünyaya hâkim olan açlık,
sefalet, kan ve gözyaşına son verecek iradeyi yine milletimiz ortaya
koyacaktır. 'Uydu değil, lider ülke' vizyonu doğrultusunda önce Yeniden Büyük
Türkiye, ardından Yeni Bir Dünya mutlaka kurulacaktır. Bu vesileyle vefatının
72'nci yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, Milli Mücadele kahramanlarımızı ve
bu vatan için canını vermiş bütün şehitlerimizi rahmet ve şükranla
anıyorum.”
Sözleri ise; kutlu ufukların işareti ve
mutlu yarınların müjdeleriydi.

Öyle ya;

Eğer Atatürk
bağımsızlığımızın öncü komutanı, Milli kalkınmamızın mimarı, İslam inançlı ve
Hz. Muhammed (SAV) hayranı, ama din istismarına ve yobazlığa karşı, Lider ülke
büyük Türkiye sevdalısı ve Batı Medeniyetine ulaşmayı değil onu aşmayı hedef
gösteren ender ve önder bir devlet adamı ise, o halde Atatürkçülükle Milli
Görüşçülük niye uyuşmasındı?

“Eğer Mustafa Kemal
yaşasaydı, elbette Milli Görüşçü olacaktı”
 buyuran da Erbakan Hocamızdı. Ve
Atatürk’ün yıllardır gizlenen vasiyeti açıldığında, herkesin dudakları
uçuklayacak ve Milli Çözüm’e hayranlık duyulacaktı.

Mustafa Kemal’i tebdil
ve tevil ederek hakkında hüsnü zanna yöneldiğin gibi, AKP hükümeti ve Fetullah
Gülen hareketiyle ilgili de, “onların Siyonist merkezlerle münasebetlerini ve
bazı tavizlerini, hayırlı hizmet ve hedeflere yaklaşmak için bir strateji ve
taktik olarak” değerlendirmen gerekirken niye şiddetle tenkit ediyorsun?
Şeklindeki sorulara
yanıtımız ise;

Atatürk vefat edip
gitmiştir. O’nu kendi dinsizlik ideolojilerine alet etmek isteyenlere ve Onun
istismarıyla zulüm saltanatlarını sürdürenlere, bu fırsatı vermemek gerekir.
Ama AKP yetkileri ve Cemaat liderinin halen hayatları devam etmektedir ve zalim
merkezlerle münasebetleri ve dış güçlerin destekleri açık ve kesindir. Ve bu gidişin
hangi sonuçları amaçladığı bizce belli değildir.
 “Hüküm zahire göredir; hıyanet ve dalalet
girişimlerine hüsnü zanla mukabeleye izin verilmemiştir.”

Şimdi Atatürk gibi bir
şahsiyeti Sabataist sömürü sisteminin ve laiklik kılıflı dinsizlik
ideolojisinin istismar aleti olmaktan çekip (Bediüzzaman’ın tabiriyle,
Kemalizm’i tebdil ve tevil ederek değiştirip düzeltip) Milli ve Manevi
gereklerimize ve gerçeklere uygun, yeniden yorumlamak eğer bir suç ise; bu suç
bizim sevabımız ve faziletimizdir!

“Biz Allah yolunda
cihat ederken, (Haklı ve Hayırlı bildiğimiz gerçekleri söyleyip yazarken) hiç
kimsenin kınayıp-karalamasından
 çekinmeyen” (Maide: 54) Mü’minleriz. Ve Allah
c.c. fazilet ve ferasetini dilediğine vermektedir. (Maide: 54)

Kız kardeşi Makbule
Hanımın; 10 Kasım 1938’de vefat edince, Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze
namazının tamamen İslami emirlere göre kılınmasını istemiş… 1953’te Etnografya
Müzesinden Anıtkabir’e taşınırken, tabutun içerisine Arapça ayet ve dualar
yazılı kâğıtlar yerleştirmiş… 8 Kasım 1952 tarihli
 “Resimli 20 Asır” Dergisinde Gazeteci Kandemir’le yaptığı
röportajda:
 “Artık yapayalnız
kaldım, Allah’tan başka hiç kimsem yok. Ömrüm Kur’an okumak ve ibadet yapmakla
geçiyor. Bir de O’nun (Atatürk’ün) sesi kulaklarımda çınlıyor”
 diye dertleşmiş olması (17 Haziran 2012,
Mustafa Armağan, Zaman) bunların inançlı ve dindar bir aileden geldiklerinin en
açık kanıtıdır.

C-      “Adil Düzen” ise, iddia ettiğiniz gibi
“içi boş, sloganik söylemler” olmayıp; tamamen ilmi, insani, İslami gerçekçi
orijinal bir sistem konumundadır.

Adil Düzen “Doğru”ları
esas alarak ve “Yanlış”lardan sakınılarak hazırlanmış ve ehliyetli bilim
adamları nezdinde defalarca tartışılıp olgunlaştırılmıştır; ve Onun dışında
hiçbir yeterli ve tutarlı bir proje, İslam âlimlerince henüz ortaya
konulamamıştır. Bizim 600 sayfayı bulan, İngilizce ve Arapça çevirileri de
yapılan
“Adil Bir Düzen ve Yeni Bir Dünya” kitabımız
incelendiğinde, Erbakan Hocamızın insanlığa tanıttığı bu sistemin ne muazzam ve
muntazam bir ilmi hazırlık olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

“Doğru”ların ve “Yanlış”ların tespitinde ise beş temel ölçü esas
alınmıştır; 1-Aklı Selim, 2-Müspet İlim, 3-Tarihi Deneyim ve Birikim, 4-Vicdani
Kanaat ve Tatmin, 5-İlahi Din.

İşte bu beş kıstasın, ittifakla “Yararlı, Hayırlı, İyi, Gerekli ve Güzel”
gördükleri “Doğru” sayılmış; ve yine bu beş temel ölçünün ittifakla “Kötü,
Zararlı, Gereksiz, ve Çirkin” bulduğu şeyler ise “Yanlış” sayılmıştır. Akıl ve
vicdan sahibi hiç kimsenin bunlara karşı çıkması imkânsızdır. Ancak
“Aklıselimin, müspet bilimin, tarihi tecrübelerin ve vicdani kanaatlerin
“doğru, güzel ve gerekli” bulduğu şeyleri sırf İslam’da benimseyip öğütlüyor
diye karşı çıkmak ise, sadece şeytanlık damarı ve imansızlık tavrıdır.

D-      Umut İmanın canıdır; Yeis ve karamsarlık
ise, hem Allah’ın vaadine itimatsızlıktır, hem de O’nun kudretine itiraz ve
inkâr sayılmıştır!

Cenab-ı Hakkın
mü’minlere vaat ettiği galibiyetin: Öyle büyük kalabalıklarla, oy çoğunluğu
kazanmış kukla iktidarlarla, klasik ve kuvvetli silahlarla değil; tam aksine
azın azı bir sadıklar ekibi eliyle ve şeytani cephede bulunmayan ve çok ucuza
mal olan, ama düşman güçleri aciz ve çaresiz bırakan teknoloji üstünlüğü ile
gerçekleşeceğini şu ayeti kerimeler haber buyurmaktadır. Bu ayetler, aynı
zamanda zaferin sırlarını ve aşamalarını da anlatmaktadır.

1 –          Nebiler, elçiler ve davetçiler, hırsla
istese ve bütün gücüyle gayret etse de, insanların büyük çoğunluğu iman
etmeyecektir:

“Sen şiddetle arzu
etsen (ve hırs göstersen) bile, insanların çoğu iman edecek değildir.” (Yusuf:
103)

2 – Bu iman eden az
kişilerin büyük kısmı ise; süper güçleri, şeyhlerini, hoca efendilerini ve
şefaatçilerini Allah’a ortak edip, şirke yönelecektir.

“Onların çoğu
(imanlarına) şirk katmadan Allah’a iman etmeyecektir.” (Yusuf: 106)

3 – Davalarında sadık
ve samimi çok cüzi bir ekibi, Allah zahiren büyük ve güçlü kalabalıklara galip
getirecektir.

“Gerçekten Allah’a
(O’nun vadine ve müjdesine) kavuşacaklarını uman (sağlam) iman sahipleri,
dediler ki: Nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle çok büyük kalabalıklara
galip gelmiştir. Allah (çoğunluğuna ve maddi yoğunluğuna güvenenlerle değil,
Hakta ve cihatta) sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 249’ un son kısmı)

4 – Bu çok cüzi ekip
bile gurura kapılıp kendi nefislerinden bir şey vehmetmesin diye, Cenab-ı Hak,
her asırdaki zalim ve azgın CALUT’ları, DAVUT’ları eliyle bertaraf etmektedir.

“Böylece, Allah’ın
izniyle onları hezimete uğratıp yendiler. Davut Calut’u öldürünce (şaşkınlığa
kapılıp dağılıp gittiler)” (Bakara: 251)

Özel eğitimli FİL’lere
binmiş, zırhlar giyinmiş, her türlü savaş tedbirlerini alıp gelmiş on binlerce
kişilik CALUT ordusuna karşı, Hz. DAVUT’un geliştirdiği ve karşı tarafın
bilmediği SAPAN TAŞI sayesinde, yani çok basit bir teknolojik yenilikle, kâfir
ve zalim komutan, gözlerini delen sapan taşıyla geberip yere serilmiş, Allah
böylece elene-döküle bir avuç kalmış sabır ve sadakat ehline zafer vermiştir.
Bugün de, planlamasından yapım aşamasına, deneme safhasından seri üretim
konumuna kadar, tamamen kendi bilgisi ve gözetimi altında gerçekleştirilip,
yakında şartlar olgunlaşınca İsrail ve ABD güçlerini Ortadoğu’da hezimete
uğratmak üzere, kahraman ordumuzun ilgili birimlerine teslim ettiğini açıklayan
Erbakan Hoca’nın, çok ucuza mal olan özel teknolojileri sayesinde, süper
güçlerin nükleer füzeleri, uçak gemileri ve tüm saldırı sistemleri, etkisiz
hale getirilecektir.

5 – Vaad edilen bu
zaferin vakti ise: Resullerin ve davetçilerin, toplumdaki ve etrafındaki
insanlardan artık umudunu kestikleri ve herkesçe yalanlanıp yalnız
bırakıldıklarını hissettikleri bir süreçte Allah’ın nusreti yetişecektir.

“Öyle ki elçiler
(insanların gayret ve desteğinden) umutlarını kesip te, artık kesinlikle
yalanlandıklarını (anladıkları ve tamamen yalnız kaldıkları) kanaatine
vardıkları bir sırada, nusretimiz (ve zafer va’dimiz) onlara gelecektir.”
(Yusuf: 110)

“Mü’min, Allah’ın
ayetleri okunduğu ve hatırlatıldığı zaman, imanları ve umutları artan ve sade
Rabblerine tevekkül edip dayanan” insandır. (Enfal: 2)

Peki, Allah’ın
ayetlerini duyunca itiraza kalkışan ve canları sıkılan kimseler, acaba nasıl
mahlûklardır?

Muteber hadislerde ve
mutevatir haberlerde
 “Maddi kuvvet ve ekipçe çok zayıf olan Hz. İsa Aleyhisselamın, zahiri güç
ve desteği çok büyük olan DECCAL’i tek başına öldüreceği”
 yolundaki rivayetler
de yukarıdaki ayetlerin bildirdiklerine uygun düşmektedir.
 (Bak: Müslim Kitabül Fiten: 34)

Yeri gelmişken şu gerçekleri de vurgulayalım ki:

a.    Hz. İsa AS.’ın Hz. Mehdi AS’a tabi
olacakları ve birlikte birçok hizmetlerde ortaklaşa çalışacakları

b.   Hz. İsa’nın Hz. Mehdi’nin vefatından
sonra, O’nun projelerini sahiplenip hedeflerine ulaştıracağı

c.    Hz. İsa AS’ın aynen Hz. Mehdi AS gibi
sadık tabilerinin ve talebelerinin çok az bulunacağı

d.   Siyonist Deccal’in, Hz. İsa eliyle
katlolunup İsrail’in yıkılacağı

e.    “Deccal’in Hz. İsa’yı görünce, tuzun
suda erimesi gibi yok olacağı” şeklindeki hadislerin (Müslim – Fiten bölümü –
Tefsir-i ibni Mesud Sh. 243) işaretiyle, İsa Aleyhisselamın, Hz. Mehdi’nin
teknoloji harikalarını kullanarak Deccalizmin korkunç silah yığınaklarını
çürütüp etkisiz bırakacağı (Bak: Süneni İbni Mace C. 10 No: 32) sağlam
kaynaklarda açıkça belirtilmektedir.

Şimdi, ey benim
kardeşim! Eğer Rabbimizin hükmüne ve vaadine, Peygamberimizin haberlerine ve
İslam büyüklerinin müjdelerine inanmak, olayları bu doğrultuda yorumlamak ve
bunlara uygun davranmak bir suçsa; âlem şahit olsun ki, bu suç bizim şerefimiz
ve izzetimizdir!

E-          Oğuzhan ve Şevket Kazan ekibiyle ilgili
tespit ve tenkitlerimize gelince:

Oğuzhan Asiltürk tanık sıfatı ile savcılıkta ifade veriyor; Erbakan
ailesiyle ilgili bütün tükürdüklerini yalıyordu!?

SP Genel İdare Kurulu
üyesi Oğuzhan Asiltürk de 12 Nisan’da tanık sıfatıyla savcılıkta ifade
veriyordu. Erbakan’ı 1954’ten bu yana tanıdığı için ailesini de yakından
bildiğini belirten Asiltürk, Zeynep Erbakan’ın dilekçe verdiğinden haberi
olduğunu anlatıyordu. Çünkü zaten O’nu kendisi kışkırtıyordu. Zeynep Erbakan’ın
dilekçesinin ardından Yüksek İstişare Kurulu’nu toplayıp Mehmet Altınöz ile
Fatih Erbakan’ı çağırdıklarını, Erbakan’ın gelmediğini, Altınöz’e ise yalıyı
sorduklarını belirten Asiltürk, “Kendisi ailesinin tasarrufları ile
aldığını, zengin bir aileyi mensup olduğunu söyledi” diyerek, aylarca “Erbakan
cihat paralarını, mala çevirip üstüne tapuladı ve bunları çocuklarına miras
bıraktı” iddialarının birer iftira olduğunu böylece itiraf ediyordu.

 Şirketlerin ve mal
varlığının merhum Erbakan’a ait olduğu konusunda bilgisi olmadığını belirten
Asiltürk,“Tam tersine bu şirketlerin hissedarlarının kendilerine ait malları
olduğunu biliyorum. Bu şirketlerin ortakları partimizin faaliyetleri sırasında
ihtiyaç duyulduğu zaman maddi yardımda bulunan insanlardır. Sürekli partiye
yardım ettikleri için Zeynep Erbakan tarafından bu husus yanlış
değerlendirilmiş ve şirketlerin mallarının babasına ait olduğu şeklinde bir
kanaate varmıştır”
(milliyet.com.tr 22 Mayıs 2012 ) diye konuşuyor,
tam bir fesatçı ve fırsatçı tavrıyla, aylarca Erbakan Hoca’nın ve çocuklarının
töhmet altında kalmasına yol açan yalanlarından, savcı huzurunda vazgeçiyor ve
MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ’nin haklılığı bir kez daha ispatlanıyordu. Bakalım yalancı
ve iftiracı Oğuzhan’ın yandaşları şimdi onun bu fitneliğine hangi mazeret ve
kerametleri uydurmayı düşünüyordu? Rahmetli Erbakan Hocamız gibi aziz ve
tertemiz bir şahsiyete değil, sade ve sıradan bir kimseye ve ailesine bile bu
tür yalan isnatlarda bulunmanın ağır vebali ve kepazeliği ortada iken,
şimdi  zoru görünce kustuklarını yalamaktan sakınmayan bir kişiye; hala
rağbet ve hürmet edenlerin, onlardan daha bayağı duruma düştüğüne tarih
şahitlik ediyordu!
[2]

Oğuzhan Asiltürk’ün:
Milli Görüş’e ait tüm malvarlıklarını tek çatı altında toplayıp kendi
kontrolüne alma girişimi!

Oğuzhan Asiltürk’ün,
bugüne kadar Milli Görüş partilerinden dördünün haksız bir şekilde
kapatıldığını, ancak bugünkü şartlar altında siyasi partilerin keyfi yorumlarla
kapatılmasının mümkün görünmediğini ileri sürüp: 
“Bu durumda il ve ilçelerimizde davanın malı olarak bazı
kardeşlerimizin üzerinde bulunan taşınmazların partiye ve ilgili kuruluşlara
devredilmesi uygun olacaktır”
[3] talimatları:

Kökünü kurutmaya ve Erbakan ismini
unutturmaya çalıştığı Milli Görüş’e ait bütün mal varlıklarını kendi güdümüne
alma niyetini ve karanlık tıynetini yansıtmaktadır.

Son Sözüm:

Yazık be dostum! Demek
madenin ham demirmiş ki, yaşlandıkça paslandın; Çünkü paralı yavşaklara
yaslandın. İmkan ve iktidar sahiplerine yağcılığa başladın!?

Ne demişti, Nevşehir’in
sadık ve sağlam âlimlerinden, can dostum Ahmet Sürücü Hocam:

“Müslüman’ın olgunu,
kocadıkça koç olur

Münafık’ın moruğu,
kocadıkça hiç olur!”

Bu hikmet ve hakikat incisine bir halka da biz katalım:

“Milli Görüş sağlamı, çelikten de güç olur

Münafıklar hazzetmez, ne söylerse suç olur”

Evet dostum, bu İslami ve insani gerçekleri haykırmak, size göre suç ise,
tam aksine bizim kalbi ve Kur’ani zevkimizdir.


Yazar: Rahmet PAKGÜL


[1] Bak: Yılmaz Polat; 10
Nisan 2012, Yurt Gazete

[2] Bak:http://gundem.milliyet.com.tr/babam-mallarini-ucuncu-kisilere-emanet-etmedi-/gundem/gundemdetay/22.05.2012/1543244/default.htm

[3] 17 Haziran 2012, Milli
Gazete

 








BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi