Anasayfa » MİSYONERLİK VE ATATÜRK ÜN YAKLAŞIMI

MİSYONERLİK VE ATATÜRK ÜN YAKLAŞIMI

Yazar: yonetici
0 Yorum 49 Görüntüleyen

MİSYONERLİK VE ATATÜRK
ÜN YAKLAŞIMI

   Batılılar Misyonerliği
“Hıristiyanlığı yaymak ve insanları huzura kavuşturmak” için değil, ülkeleri
sömürgeleştirmek ve yerli ajanlar üretmek için kullanmaktadır. Türkiye için
asıl hedefleri ise; ülkemizi parçalamak ve Müslüman Türkleri Anadolu’dan
çıkarmaktır.

Vatikan, PKK’nın Arkasında ne Arıyor?

Türkiye’nin baskıları sonunda Suriye’den çıkmak zorunda kalan Apo,
İtalya’ya gittiğinde Vatikan, PKK’ya ve Apo’ya sahip çıkmıştı…

Hürriyet’in 22-Kasım–1998 tarihli haberinde Vatikan’ın tutumunu
“Vatikan’dan teröre destek” başlığı ile duyuruyordu:

“Katolik dünyasının ruhani merkezi olan Vatikan, Apo’ya sığınma hakkı
verilmesine taraftar olduğunu bildirdi.”

Vatikan bunun da ötesinde Kürtçü ayrılıkçılığı sürekli kışkırtacak bir
tavır sergilemektedir: Doğu Kiliseleri Topluluğu sorumlusu Kardinal Achille
Silvestrini, “Kilise’nin Kürt toplumunun ulusal kimlik kazanmasına sempatiyle
baktığını” söylemiş ve Kürtlerin sorunlarına sahip çıkıldığını eklemiştir.

Apo’nun Papa’ya Mektubu

Apo, Hıristiyanlığı yücelten ve Papa’ya, Mekke’den daha yakın olduğunu
vurgulayan mesajlar yayınlamıştı:

“PKK’nın İtalya’daki yayın organı haline gelen, La Republica gazetesi,
bölücübaşı APO’nun Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 2’inci Jean Paul’e bir
mektup yazarak “kendisini kabul etmesini istediğini ve Kürdistan mücadelesine
verilen kutsal desteğin sürdürülmesini temenni ettiğini” vurgulamıştı.

Aynı Papa’ya Fetullah Gülen de mektup gönderip, hatta bizzat ziyaret edip
arzı hürmetlerini bildirmiş ve “Papalık Konseyinin gönüllü bir hizmetkarı
olduğunu” açıklamıştı?

Vatikan’dan PKK’ya Armağan: C TV

·   Vatikan Apo’nun bu taleplerini karşılıksız bırakmadı
ve Türkiye’nin büyük baskıları sonucu kapatılan PKK’nın yayın organı Med TV’nin
yerine, Hıristiyanlık propagandasını da yapan C TV’yi yayına soktu…

Eylül 2000: Kültür Bakanı Talay, Papa’nın aziz ilan edildiği törende:

Katolik mezhebinin lideri Papa 2. Jean Paul, düzenlenen büyük bir
törende, 1935–1944 yılları arasında Türkiye’de görev yapmış ve “Katoliklerin en
çok sevdiği Papa” olan 23. Jean ile Katolik Kilisesinin en nefret edilen
papalarından 9. Pius’a, “ermişlik payesi” verdi. Vatikan’da düzenlenen törene
100 bin kişinin katıldığı belirtildi.

Törene Türkiye’den, beraberindeki heyetle dönemin Kültür Bakanı İstemihan
Talay ve Türk Katolik Cemaatinden yaklaşık 70 kişilik bir grup ta katıldı.
Talay, Vatikan Haber Ajansı Fides’e verdiği demeçte, “Böyle üstün bir kişiye
ermişlik rütbesi verilmesinden ötürü, Hıristiyan Alemine en iyi dileklerimizi
sunuyoruz ve Papa 23. Jean’u sevgi ve saygıyla anıyoruz.” dedi. Talay, böyle
bir dini törene Türkiye’den katılan ilk resmi kişiydi.[1]

Fetullahcı Müftü’nün gafleti

PKK destekçisi Piskopos Bernardini’nin İzmir’de tertiplediği Noel Baba
misyoner Toplantısındaki gecenin baş konuğu Konak Müftüsü Mehmet Kızılkaya’ydı.
Müfti Kızılkaya, Bernardini ve Fierliy’i, tebrik etti. Uzun yıllar Almanya’da
ataşelik yapan müftü, Yunus Emre’yi piskoposlardan dinlemekten çok mutlu
olduğunu dile getirdi.

Ayin sonunda iki Hıristiyan din adamı, kutlamaya gelen tüm Hıristiyan ve
Müslümanlar’a teşekkür etti.[2] 

Zaman Gazetesinde Kızılkaya’nın daha ayrıntılı bir mesajı yer almıştı:
“Konak Müftülüğü’ne yeni atanan Mehmet Kızılkaya, Almanya ve İstanbul’da görev
yaptığı sıralarda da, kiliselerde düzenlenen ayinlerine katıldığını ve dinler
arası diyaloğu çok önemsediğini söyledi.

Kızılkaya, “Tüm dünya dinlerinde; din görevlilerinin diyaloğu insanlık
alemi için, dostluk ve kardeşlik adına çok önemlidir… Barış ve sevgi dolu bir
dünya için tüm din adamlarının önemli misyonları vardır…” dedi.

Başpiskopos Ghiuseppe de “Hıristiyan âleminin bayramı olan Noel Ayinine
katılan Türk-Müslüman kardeşlerimize ve ayrıca Konak Müftüsü Mehmet
Kızılkaya’ya kalpten hoş geldiniz?” diyorum şeklinde konuştu…

MİLLİYET Gazetesi ise söz konusu ayini, “İzmir’de dinler üstü Noel ayini”
diye propagandist bir üslupla sunuyordu.

Ama bu din istismarcısı sahtekarların Deccal-Süfyan dedikleri Atatürk;
Misyonerlere fırsat vermemişti..

Nitekim Mustafa Kemal, 4-Mayıs–1924 tarihinde, New York Herald
gazetesinin muhabirine verdiği demeçte, Hıristiyan misyoner örgütlerce kurulan
okullar hakkında şunları açıklıyordu…

“…İmparatorluk hududu dâhilinde her millet kendi lisanını ve dinini talim
ederdi. Fakat bu okullar ihanet projelerine hizmet ettiler… Ermeniler, Türk
hâkimiyeti altında, açıkça müstakil bir kraliyet lehinde çalışıyor, ecnebi
unsurların fiili muavenetiyle hayallerini hızla gerçekleştirmek için
mütemadiyen entrikalarda bulunuyorlardı… Türkiye’deki okullar ve kiliseler,
tahrik ve hıyanet ocağı idi.”

Atatürk, TBMM’de yaptığı bir konuşmada “misyonerler tarafından açılan ve
finansmanları karşılanan bu okullar, Milli Mücadele sırasında işgalcilere
karargâh olmuştur.” diyordu. Atatürk, misyoner okulları için “Bunlar mektep
değil, memleketimizde düşmanın işgali altındaki kaleleri”dir ifadesini
kullanıyordu…

Ezcümle Atatürk, Hıristiyan misyoner örgütlere ait okulların ve
kiliselerin Osmanlı döneminde vatana hıyanet ettiklerini, devlete karşı
komplolar peşinde koştuklarını ve provokasyona başvurduklarını vurguluyordu.

Bursa Amerikan Kız Koleji Olayı

1928 yılında Bursa Amerikan Kız Koleji’nde üç Müslüman kızın
Hıristiyanlaştırıldığına dair rivayetler çıkması üzerine Atatürk bizzat olaya
el koymuştur.

Bu gelişmeler karşısında Amerika’nın gösterdiği tavır da önemlidir.
Amerikan Büyükelçisi Mr. Grew bizzat devreye girer ve Amerikan yönetimi,
Washington büyükelçimizi çağırarak Amerika’daki: “Türk düşmanlarını harekete
geçirerek kışkırtacaklarını ve Türklerin İslam’a hala taassup düzeyinde bağlı
oldukları propagandasını yapacaklarını” bildirir. Bunun üzerine Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Mr. Grew ile görüşmüş ve iki tarafı da memnun eden
yol bulunmuş ve üstü kapatılmıştır.[3]

Ancak Atatürk, Amerika’nın baskılarına rağmen, yine de Bursa Amerikan Kız
Koleji’ni kapattırmış ve misyonerlerin propaganda koşullarını oldukça
zorlaştırmıştır.[4]

Bu olayda üç öğretmen de misyonerlik suçundan hapse tıkılmıştır.[5]

Yehova Şahitleri ve Atatürk

Atatürk’ün misyonerlik karşısında izlediği politika açısından Yehova
Şahitleri’nin taleplerine verdiği cevap da oldukça öğreticidir. Yehova
Şahitleri’nin ikinci başkanı olan J. F. Rutherford, 1934’de hareketin
Amerika’da tanındığını, Türkiye’de de gerekli müracaatın yapılmasını
istemiştir. Başvuru yapılmışsa da, Atatürk, Yehova Şahitleri’nin Türkiye’de faaliyet
yapmasına izin vermemiştir.[6]

Yabancı okullar, Cumhuriyet döneminde “Doğrudan Hıristiyanlaştırmak”tan
çok “isimsiz Hıristiyanlık, Hıristiyangibileştirmek” işlevini benimsemiştir.
Misyonerlerin bu geri adım atışında Atatürk’ün misyonerlik karşısındaki kesin
tavrı belirleyici olmuştur.

Misyoner Örgütlerin Yeni Misyonu: Hıristiyangibileştirmek

“İsimsiz Hıristiyanlık” kavramı 1906’dan itibaren Misyoner Örgütlerin
kongrelerinde tartışılmaya başlanmıştır.”İsimsiz Hıristiyanlık” kavramı ilk
olarak 1906 Kahire Misyonerlik Kongresi’nde gündeme alınmıştır. Ardından 1911
Laknaw, 1913 Edinburg Misyonerlik Kongrelerinde geliştirilmiş, 1922 Kudüs
Misyonerlik Kongresi kararları ile İslam ülkelerinde uygulanmasına resmen
başlanmıştır.[7]

“İsimsiz Hıristiyanlar” ya da “Vaftiz edilmemiş Hıristiyanlar” kavramı:
Hıristiyan olmayan dinlerdeki ve kültürlerdeki, Mesihi öğeleri benimseyen
kimselere verilen isimdir.

Adı Müslüman kalsa da Hıristiyan gibi düşünen, Hıristiyan gibi yaşayan
insanları çoğaltmak içindir… ve maalesef çok üzücü ve düşündürücü mesafeler kat
edilmiştir.

Zaten, Batılılara göre Müslüman iki kısımdır:

ABD bu süreçte Müslümanları kabaca ikiye ayırmaktadır.

1-Amerikan projelerini açık seçik bir biçimde sorgulayanlar,
“fundamentalist/radikal Müslümanlar” olarak

2- Amerikan projeleri ile uyum içinde olan Müslümanlar ise; “liberal /
ılımlı Müslümanlar” olarak tanımlanmaktadır.

Ve işte bu maksatla Fetullah Gülen gibi ılımlı ve Batıyla uyumlu
İslamcılara sahip çıkılmaktadır.

Bu çerçeveye göre sömürgeciliğe ve misyonerliğe direniş bile Batılılar
tarafından “politik ve dinsel fanatizm” olarak algılanmaktadır. CIA bağlantılı
düşünce kuruluşlarından RAND’ın ünlü yazarlarından Graham E. Fuller, Ian O.
Lesser’in belirttiğine göre “Bir kültür olarak İslam, sömürgeciliğin, içine
nüfuz etmesine nispeten daha fazla direnmiş; sömürge döneminde, Hıristiyan
misyonerler Müslüman topraklarında pek etkili olamamışlardı[8] itirafında
bulunmaktadır.

Ali Rıza Bayza’nın “Küresel Vaftiz” kitabı bu konularda çok önemli bilgi
ve belgeleri içinde taşımaktadır.

Atatürk’ün Millet anlayışı:

İlk Meclis’te Türkçülük Münakaşası ve M. Kemal:

Yıl 1920… Mayısın 1’indeyiz. Vak`a Ankara`da geçer. Meclis daha yeni
açılmıştır. 23 Nisanla 1 Mayıs arasında kaç gün vardır?..

Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey kürsüye çıkar ve Sıhhat
Vekâleti hakkında bir konuşma yapar; konuşmasında “Türk…
Türklük…” kelimelerini sık sık kullanır. Bu konuşmadan bazı cümleler
alalım.

Yusuf Kemal Bey (Kastamonu Mebusu):

 – … Her Türk’ün söyleyeceği şey: Memleketinizde görülecek ilk iş
sıhhiye (sağlık)işidir. Çünkü sıhhat olmazsa, çünkü Türklük sıhhatli
bulunmazsa, o Türkler üzerine bina edeceğimiz hiç bir iş kalmaz… Türkleri
muhafaza etmek için evvelâ sıhhati muhafaza etmeli… Türklüğü bitiren
hastalıkları bir an evvel kaldırmazsak, eğer Türk ailesinin ve Türk ferdinin
refahını temin edecek esbabı istikmâl etmezsek hepsi boştur…

Yusuf Kemal Beyin bu konuşması üzerine Sivas Mebusu Emir Paşa kürsüye
çıkar.

O da şöyle konuşur:

 – Yusuf Kemal Beyefendi Hazretlerinin irad-ı kelâm ettiği sırada,
sıhhatlerinin muhafazası (toplum sağlığının korunması) lüzumunu
yalnız Türklere hasretmiş olmasına itiraz ediyorum… (İslâm demekti
sadâları… Kelime ile oynamayın sesleri) Müsaade buyurun. Zannederim ki
Müslümanlık namına teessüs etmiş bir Hilâfet vardır. Değil buradaki
Müslümanlar, aktar-ı cihanda (bütün yeryüzünde) bulunan umum
Müsliminin bu Hilafete merbutiyetlerini (bağlılıklarını) unutmamak
iktiza eder. Rica ederim ki, yalnız Türklük namını istimal etmeyelim, çünkü
Türklük namına biz buraya cem olmadık, (gürültüler). Rica ederim sadece Türkler
değil, Müslümanlar demek, hatta Osmanlılar demek kâfidir efendim. (İslâm
deniliyor sadâları…) Bu vatanda Çerkez, Çeçen, Kürd, Laz ve daha bir takım
İslâm kabileleri vardır. Bunları hariçte bırakacak, tefrikaya sebep olacak söz
söylemeyelim (gürültüler).

Reis:

– Müsaade buyurunuz, devam etsin

Emir Paşa (Devamla):

 – Bendeniz bu mesele hakkında uzun söz söyleyecek değilim. Bu gibi
sözlerin şimdiye kadar bir faidesini görmedik. Hepimiz Hilâfete merbutuz. (bağlıyız) Bu
hilâfet-i muazzamayı birçok asırlardan beri muhafaza edenin Türk kavmi necîbi
olduğunu da kimse inkâr edemez. Yalnız tefrikayı icab edecek hiçbir söz
söylenilmemesini tekrar temenni ediyorum.

Sivas Mebusu Emir Paşa`nın bu ikinci konuşmasından sonra kürsüye, sâbık
“Yaver-i Hazret-i Şehriyarî”(Padişah Vahdettin’in eski yaveri) Mustafa
Kemal Paşa çıkar ve aşağıdaki konuşmayı yapar ki, Paşanın o tarihteki
milliyetçilik anlayışını aksettirmesi yönünden son derece ehemmiyetli bir
tarihî vesika teşkil etmektedir.

Muhterem okuyucularımızın dikkatle mütalâa buyurmalarını istirham ederiz.

Mustafa Kemal Paşa:

 – Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki
noktayı arz etmek isterim. Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden
zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir,
yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir
mecmuadır. (Farklı İslam kavimlerinden oluşmuş samimi bir topluluktur.) Binaenaleyh
bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için
azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm`a münhasır değildir. Anasır-ı
İslâmiye’den mürekkep bir kitleye aittir. (Meclisimizin hizmet hedefi değişik
kökenlerden meydana gelen bütün milletimizdir.) Bunun böyle olduğunu
hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan
hudut meselesi tâyin ve tespit edilirken, hudud-ı millîmiz İskenderun`un
cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul`u, Süleymaniye`yi, Kerkük`ü ihtiva
eder. İşte Hudud-ı millîmiz budur dedik Halbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu
gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve
müdafaası ile iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurdan ibaret değildir.
Muhtelif anasır-ı İslâmiye`den mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir
unsur-ı İslâm bizim kardeşimiz ve menafii tamamıyla müşterek olan
vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif
anasır-ı İslâmiye ki, vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile
riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, içtimaî, coğrafî
hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar teyit ettik ve cümlemiz bugün
samimiyetle kabul ettik. Binaenaleyh menafiimiz müşterektir. Tahsiline
azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk değil, yalnız Çerkez değil hepsinden memzuc
bir unsur-ı İslâm’dır. Bunun böyle telâkkisini ve su-i tefehhümata meydan
verilmemesini rica ediyorum. (Alkışlar)[9]

Özetle: Bizim Milli sınırlarımız Musul, Süleymaniye ve Kerkük’ü de içine
alır. Bütün bu coğrafyada Türkler yanında kürtler ve başka kökenden İslam
kardeşlerimiz de vardır. Biz hiç birini ayrı gayrı görmedik. Milletimizi
oluşturan bütün unsurlar, her türlü hak ve hürriyetleri ve menfaatleri muhterem
ve müşterek olan saygın vatandaşlarımızdır. Bu nedenle oluşturmaya çalıştığımız
birlik ve dirlik, sadece Türk veya Çerkez veya başka kökenlere yönelik olmayıp
Milletimizi oluşturan bütün müslüman unsurları ve samimi vatandaşlarımızı içine
almaktadır. (Türk kavramı da hepsini anlatan bir üst kimlik olarak
kullanılmaktadır. A.A) Bunun böyle anlaşılmasını, kötü ve kasıtlı yorumlara yol
açılmamasını rica ediyorum.”

Atatürk ve Bediüzzaman’ın ortak tespiti:

Milli mücadele sonrası yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, bir nevi
boşlukta bulunan halkımıza yeni ve yabancı bir kimlik giydirilmeye
çalışılırken, ve yine Rusya’daki Yahudi güdümlü Bolşevik ihtilali kendi
rejimini Türkiye’ye ihraç etmeye uğraşırken…

Atatürk’ün: “Komünizm en büyük tehdir. Ve görüldüğü yerde ezilmelidir.”
Sözleri milli manevi değerlerimizi, ancak aslına ve asrın icaplarına uygun
olarak korumamız gerektiğini göstermektedir.

Said Nursi`nin eserlerini kaleme aldığı, büyük bir özveri ile mücadele
ettiği dönemi düşünelim. O dönemde, Rusya`da komünist bir ihtilal yaşanmış, bu
ihtilalin mimarları kendilerine coğrafi olarak yakın bulunan “komşu“larına da
göz dikmişlerdi. Bu komşulardan biri ve stratejik açıdan belki de en değerlisi
ise, genç Türkiye Cumhuriyeti`ydi. Uzun ve yıkıcı bir savaş döneminden henüz
çıkmış, yönetim şekli ve dünya görüşü tamamıyla değişmiş olan bu genç
cumhuriyetin vatandaşları da bir kimlik karmaşası içindeydi. Çok büyük ekonomik
ve sosyal problemler yaşanmaktaydı. Dolayısıyla kendi ülkesinde kan dökerek
gerçekleştirdiği komünist devrimi “komşu“larına ihraç etmeye çalışan, aşırı
sol fraksiyonların oluşmasına zemin sağlamaya gayret eden büyük bir tehdidin
karşısındaydı Türkiye. Böyle dönemler bir için çok kritik noktalardır. İşte
Bediüzzaman, böyle çok kritik bir noktada çok önemli bir görev üstlenmiş, “Hizmet-i
Kur’aniye“ olarak adlandırdığı tebliğ ve iman çalışmasıyla, onun maneviyatını
yeniden kazanmasına, onu korumasına ve güçlendirmesine vesile olmuştur. Onun
fikirleriyle yetişen yüzbinlerce Türk genci maneviyatın kalesi konumuna gelmiş,
yüreği imanla, ahlakla, akılla dolan bu insanlar, gençliğin zararlı fikir
akımlarına kapılmalarına büyük ölçüde engel olarak ve asayişin güvencesi haline
gelerek vatanımıza ve milletimize büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Bediüzzaman`ın eserleri, kendinden sonraki devirler için de aynı şekilde
etkisini sürdürdüğü etki alanını sürdüğü gibi, insanların imani şuuru
kazanmasına vesile olmaya devam etmiştir ve edecektir.

Bediüzzaman, tüm bu hizmetleriyle dinsizliği en hassas noktasından
çökertmiştir. Allah, onu böyle büyük bir hizmete vesile kılmıştır. Nitekim bir
ayette, Allah`ın inkârcılığı en hassas noktasından helak ettiği şöyle haber
verilir:[10]

Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın
eder…[11]

İslâm’i Açıdan Teokrasi ve Laiklik.

Medeniyetler de insanlar gibi doğar, büyür, gelişir, geriler ve ölürler.
Ne var ki bir insan ömrünün 60 – 70 yıl olmasına karşın, medeniyetlerin ömrü
birkaç asır olmaktadır. Yeni medeniyetler, yeni kurumlar yanında yeni kavramlar
da geliştirirler. Bunu için de, genellikle yeni kelimeler üretmek yerine, eski
kelime kalıplarına yeni manalar ve kavramlar yüklemek suretiyle, yeni bir
“medeniyet dili” oluştururlar.

Ancak bir medeniyet yıkıldıktan ve aradan uzun zaman geçtikten sonra, o
medeniyete ait kavramların kalıpları-yani kelimeleri aynen kalmakla beraber,
onun taşıdığı öz mana, giderek unutulur. İnsanlar, içi çürümüş fos cevizler
gibi, sadece kabuklarla oyalanmaya başlar. Onlar cevizi tanıdıklarını zannedip
durdukları halde, aslında cevizin içini ve özünü görüp tatmadıkları için,
gerçekte ”mefhumlara” (kavramlara) değil sadece ”mevhumlara” (kendi
vehimlerine, zan ve tahminlerine) tabi olduklarını bilmezler.

“Onlar kitabı (Kur’anın hikmet ve hakikatini) bilmezler. Bütün bildikleri
kuru söylentilerdir ve sadece zan ve tahmin (le hareket) ediyorlar”[12] ayeti bu gerçeği ifade etmektedir.

Günümüzde sağcılar sağcılığı, solcular da solculuğu bilmedikleri gibi,
maalesef Müslümanlar bile, genellikle İslâm`ı yanlış anlamakta ve yanlış
uygulamaktadırlar. Özellikle, ”demokratik ve laik bir düzende, ekonomik ve
siyasi yapılanma” konusunda bildiklerimiz pek yetersizdir.

Birçoğumuz, ya kendi tahmin ve hayallerimizi İslâm zannetmekte veya
geçmişte yaşanan ve artık ”tarih olan” bazı kurum ve kuralları ihya etmeyi
düşlemektedir.

İslâm diye hep eskiye özenenlere Bediüzzaman’ın cevabı ne güzeldir.

“Eski hal, artık muhal (imkânsız) Ya, yeni hal, ya izmihlal”

Elbette gelecek, geçmişin üzerine kurulacaktır. Ama bu, geçmişin aynısı
veya kopyası olmayacaktır. Kalkıp geçmişine sövmek nasıl bir soysuzluk alameti
ise, oturup kuru kurusuna geçmişiyle övünmek ve avunmak ise, başka bir
şuursuzluk halidir. Zira:

“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları (ve yaptıkları)
kendilerinin, sizin kazandıklarınız (ve yaptıklarınız) da sizindir. Siz onların
yaptıklarından sorulmazsınız.”[13] 

Bugün, zalim sistemlerden ve bozuk hayat düzeninden bir kurtuluş yolu
arayan insanlara, “İslâm” diye, ya kendi zanlarımızı veya günümüze tatbiki mümkün
ve münasip olmayan Osmanlı, Selçuklu veya Abbasi uygulamalarını aynen
gösterdiğimizde, çok kimseler, haliyle bununla tatmin ve bize tabi olmuyorlar.
Biz ise onları Haktan ve İslâm`dan kaçıyorlar diye suçluyoruz. Hâlbuki onların
İslâm`dan değil, bizim yanlış vehim ve kuruntularımızdan hoşlanmadıklarını bile
fark edemiyoruz.

Merhum Akif`in dediği gibi ”İslâm`ı, asrın idrakine söyletmek”
zorundayız. Bu bakımdan ”Yeni bir Dünya ve adil düzen” konusunda konuşulan ve
yazılanları sağlam kaynaklardan ve ilim erbabından dinleyip anlamaya ne kadar
muhtacız.

“(Ey Resulüm) Sen, ancak inzar (ikaz ve irşat) edici (bir peygamber) sin.
Her kavmin (İslâm`ı öğretecek ve kurtuluş yolunu gösterecek) kendi ”hadi” leri
vardır.”[14] Ayetinin
hikmet ve hakikatı da korkarım, ahirette anlaşılacaktır…

Uzunca sayılacak bir girişten sonra, şimdi esas konumuza gelelim.
Teokrasi nedir? İslâm düzeni bir teokrasi midir?

Bu soruların cevabına geçmeden önce, kısaca ”Teokrasi’nin tanımını
yapalım. ”Teo”, tanrı, ilah manalarına gelir. ”Krasi” idare ve yönetim
demektir. Batılı anlayışa göre Teokrasi: Tanrıların, yani tabiat üstü
varlıkların veya onların vekili olarak ortaya çıkanların, akli, ilmi ve insani
hiçbir kanun ve kurala bağlı kalmadan ve hiçbir makama karşı sorumlu
tutulmadan, toplumu keyfince yönetmeleri veya daha başka bir deyimle ”dine
dayalı devlet şekli” demektir.

Bu anlamda Afrika ve Amerika yerlilerinin ilkel totem teşkilatları veya
ortaçağ Avrupasında hüküm süren, din ve Allah adına insanları ezen ve sömüren
Kilise yönetimleri, birer teokrasi örnekleridir.

Ve yine tarihte Mısır firavunları, İran, Hint ve Japon kralları,
çağımızda ise Lenin, Mao gibi yarı tanrı yerine konulup heykelleri dikilen,
ilim ve akıl süzgecine gerek görmeden, doğru yanlış her sözü ve her davranışı
”ilke ve ülkü`‘ kabul edilen, hiç bir konuda ve hiç bir şekilde tenkit
edilmelerine asla izin verilmeyen, ”kurtarıcıların” kurduğu ve
”istismarcıların” ısrarla koruduğu sistemler de, aslında tam bir teokratik
düzenlerdir.

İslâm ise, sadece imani ve ahlaki konuları içeren bir ”din” değil, aynı
zamanda idari, iktisadi, ilmi ve hukuki velhasıl hayatın her safhasına ait,
adil ve kâmil kurallar öngören bir ”barış ve denge” düzenidir.

Sosyalizmin vaat edip de bir türlü vermediği ”sosyal adaleti,”
Kapitalizmin amaçlayıp da asla ulaşamadığı hür teşebbüs ve yaygın saadeti;
güdümlü demokrasilerde ve hile rejimlerinde asırlardır aranıp da bulunamayan
”en geniş hürriyeti ve Milli hakimiyeti” gerçekleştirecek, can, mal ve namus
emniyetini ve tam anlamıyla, din ve düşünce hürriyetini kuracak ve koruyacak
olan yegane Hak din ve hayat disiplini İSLAM’dır.

Biz, Adil Düzen’in siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlaki kurum ve
kurallarını diğer bütün sistemlerle mukayeseli olarak tartışmaya hazırız.
Geliniz gerçeği ve mutluluğu arayan medeni insanlar olarak, ön yargılardan ve
şartlanmışlıklardan uzak, aklın ve ilmin ışığında bir karar verelim.

İnsanlık olarak aradığımız ve acilen muhtaç olduğumuz ”adil ve kâmil” bir
düzene, sırf ”dini ve ahlaki değerlerden” de yararlanıyor diye karşı
çıkacağımıza, bize böylesine gerçek bir saadet ve adalet kurallarını sunan
İslâm’a saygı duymamız gerekmez mi?

Bütün bu gerçekleri anladıktan sonra, İslâm`ın asla bir teokratik düzen
olmadığını, aksine “demokrasinin özü sayılan serbest seçimlere dayalı milli
hâkimiyeti esas alan tam bir hukuk ve hürriyet ortamı hazırladığını” rahatlıkla
ve inanarak söylüyoruz.

Çünkü İslâm`da, Hıristiyanlıktakine benzer, Allah`la kul arasına giren,
insanları af veya afaroz edebilen, hiçbir makama karşı hesap vermeyen ve
dokunulmazlığı olan bir ”din adamı” sınıfı bulunmamaktadır. Ayrıca İslâm
düşüncesinde “devleti din adamları yönetecektir” diye bir kural da yoktur.

Hem İslâm düşüncesi dengeli, uyumlu ve irtibatlı bir ”kuvvetler
ayrılığı”nı kabul eder, Adalet düzenindeki;

1- İnsanlardaki fikir ve düşünce melekesinin dil vasıtasıyla doğurduğu
İLİM kurumlarının;

2- İnsanlardaki inanç ve ibadet gibi hissi ve fıtri duyguları doyuran ve
düzenleyen DİN ve DİYANET kurumlarının,

3- İnsanlardaki irade, ihtiyar ve menfaat gibi yetenek ve isteklerin,
hakkaniyet ölçülerine göre oluşturduğu EKONOMİ kurumlarının,

4- Ve yine insanlardaki ünsiyet ve ülfet gibi duyguların zorunlu olarak
ortaya koyduğu ve hem cinsleriyle olan münasebetlerini adalet ölçüleriyle
ayarlayan SİYASET ve YÖNETİM kurumlarının hiçbiri diğerine hakim veya mahkum
kılınmamıştır.

Bu temel kurumlardan her birisi ”barış düzeni ve devlet disiplini”
içersinde bir nevi özerk olarak, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütecek, biri
diğerine müdahale etmeyecek, devlet ise bunlar arasındaki organizeyi
sağlayacak, bunların yetki ve sorumluluk sınırlarını belirleyecek ve hepsi
birden toplumun ve insanlığın maddi ve manevi saadet ve selametini
gerçekleştirmek için çalışacaklardır.

Bu ”adil denge düzeninde” halkın ya bizzat veya milletvekilleri eliyle
seçtiği ”devlet başkanına” kuvvetler arasındaki bu dengeyi kurmak ve korumak
için önemli yetkiler verilmiştir.

Bütün bu gerçekler ortada iken, hala İslâm`la teokrasi’yi aynı
görenler: 

1- Ya İslâm`ı bilmiyorlar, onu Hıristiyanlık gibi bir din zannediyorlar.

2- Veya bilerek ve maksatlı olarak insanları korkutmak ve kaçırmak için
İslâm`a ”teokrasi” diyerek iftira ediyorlar.

3- Ya da açıkça İslâm düşmanlığı yapamayan münafıklar ”bazı çevrelere hoş
görünmek, halkı da ürkütmemek için ”teokrasi” gibi bulanık kavramların arkasına
sığınıyorlar.

Adil düzende bu dört temel müessese (ilim, idare, iktisat ve diyanet) bir
vücutta ahenk içinde çalışan değişik organlar gibidir.

Nasıl bir vücuttaki sindirim, solunum, dolaşım ve boşaltım sistemleri,
duyu ve hareket organlarından her biri, kendi hizmet ve faaliyetlerini
yürütüyor, asla biri birine mani olmuyor, ortak bir beyin ve sinir sisteminin
kontrol ve komutasında o vücudun hayat ve huzuruna hizmet ediyorlar. Bunun
gibi, adil bir devlet düzenindeki müesseseler de böyle bir irtibat ve intizam
içinde hareket ve hizmete mecburdurlar.

Hz. Peygamberin (sav):

“Müslümanların (toplum düzeni) tek bir vücut gibidir. Bu vücudun
azalarından birisinin rahatsızlığı, diğerlerini de rahatsız eder.” Mealindeki
hadisi bu gerçeği ifade içindir.

İslâm; dini kurumların (diyanet teşkilatlarının) ilim, iktisat ve idare
gibi diğer kurumlara hakimiyeti esasına dayanan teokrasiyi kabul etmediği gibi,
dinin, devlet düzeninin ve hayat sisteminin tamamen dışında tutulması, sadece
vicdanlara kapatılması şeklindeki bir ”laiklik” anlayışını da kabul edemez.
Laiklik, dini kurum ve kişilerin devlet işlerine, devletin ise din işlerine
karışmadığı, her din mensubuna hürriyet ve hoşgörü imkânının hazırlandığı bir
sistem olmalıdır.

Çünkü diyanet, siyaset, iktisat ve ilim müesseselerinin, adil bir devlet
düzeninde kendi sahalarında özerk, birbirleri arasında ise, irtibat,
intizam, ittifak ve işbirliği içinde çalışmaları ve yardımlaşmaları esasına
dayanan, herkese tam anlamıyla din ve düşünce özgürlüğü sağlayan bir
anlayış, zaten bizim samimi inancımız ve arzumuzdur.

Çünkü İslâm; sadece inanç, ahlak ve ibadetlerle ilgili prensipler koyan
bir din değil, aynı zamanda fert, aile ve toplum hayatını ilgilendiren her
konuda sağlam kurallar getiren bir hayat disiplinidir. İslâmiyetin, bilhassa bu
özelliği asla unutulmamalıdır. İslâm`ı Hıristiyanlık gibi sadece ”ibadet ve
ahlak” dini olarak görmek veya böyle göstermek, hem İslâm`a hem de insanlığa
yapılacak en büyük kötülüktür.

Şurası da kesinlikle bilinmelidir ki, her din ancak kendisine uygun bir
”düzen” içinde yararlı olabilir. Mesela, kapitalizme ve liberalizme,
Hıristiyanlık dini münasiptir. Komünizme ise ”dinsizlik” dini daha uygun düşer.
Halbuki ne kapitalist ne de Komünist veya sosyalist düzen içerisinde, İslâm
dini asla faydalı olamaz ve olamamıştır. İslâm dini, ancak ”adil barış
düzeninde ve gerçek bir demokratik sistemde” yararlı olabilir. İster istemez şu
iki şıktan birine karar vermek durumundayız: YA İSLÂM’IN HAYAT DİSİPLİNİNİ DE
KABUL EDECEĞİZ, VEYA İSLÂM’LA RESMEN ALAKAMIZI KESECEĞİZ… Kendimizi daha
fazla aldatmayalım. Bağnaz ve barbar bir düzen içinde İslâm`ca yaşamak ve
dinimizin kurallarına uymak mümkün değildir.

Çünkü her günahı mübah gören Kapitalist bir sistem içinde, sömürü ve
zorbalığı benimseyerek yaşayan Müslümanların, ismen ve resmen olmasa da,
düşünce ve davranış tarzı olarak zamanla fiilen Hıristiyanlaştıkları, Komünizmi
seven ve savunan insanların da giderek dini ve insani değerlerden
uzaklaştıkları inkar edilemez bir gerçek olarak karşımızdadır.

Evet, gerçek ve gerekli bir din ve düşünce özgürlüğünü sağlayan ve bu
manadaki laikliği savunan tek din ve disiplin İslâm`dır.

Kur’an ”Dinde zorlama yoktur. (çünkü) kötülük iyilikten ayrılmış, gerçek
ortaya çıkmıştır. (Artık) kim tagutu (zalim düşünce ve düzenleri) bırakır da
Allah`ın dinine ve adalet düzenine) inanırsa O, sağlam bir kulpa tutunmuş
olur.”[15] Buyurmakla,
İslâm`daki laiklik anlayışının temel ilkelerini ortaya koymuştur.

“Dinde zorlama yoktur.” hükmüne göre:

a- Başka dine mensup bulunan veya dinsiz olan kimseleri ölüm, hapis,
işkence, açlık, işten atma, sürgün etme, en tabii insan haklarından mahrum
bırakılma gibi tehditler ve korkutmalarla onları zorla din değiştirmeye veya
İslâmlaştırmaya hakkımız olmadığı gibi,

b- Adil barış düzeni içinde, İslâm dinine mensup Müslümanların herhangi
bir mezhep, meşrep ve tarikata girmeleri veya çıkmaları hususunda da zorlama ve
baskı yapma hakkımız yoktur.

Çünkü insanlar anlayarak, inanarak benimseyerek ve isteyerek bir dine
veya mezhebe girerlerse bu hem kendileri hem de çevreleri için yararlı ve
verimli olur. Fakat dış baskılar ve korkularla müslüman görünenler ise,
gerçekte münafık olur ki, bu tipler toplum için baş belasıdır.

Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen ve her din ve düşünceden
insanların birlikte yaşama düzeni ve dengesini oluşturan ”barış ve adalet
devletinin” kanun ve kurallarına uymak, fitne ve anarşi çıkarmamak ise, zaten
herkesin bilmesi gereken bir husustur.

İslâm’i hayat sürecinde;

1- DİNİ VE AHLAKİ yönden; herkes mürşidini ve mürebbisini kendisi tayin
ve takdir edip ona bağlanır. Bundan tarikatlar ve meşrepler doğmuş ve bunlar
tekkeler, kurslar ve dershaneler şeklinde teşkilatlanmıştır.

2- İLMİ yönden; her fert örnek ve rehber alimini ve müçtehidini kendisi
seçer. Böyle mezhepler doğmuştur ve bunlar medreseler ve mektepler şeklinde
teşkilatlanmıştır.

3- İKTİSADİ yönden; herkes ustasını, locasını yine kendisi seçer ve
bunlar günümüzde odalar, dernekler ve sendikalar şeklinde teşkilatlanmıştır.
Kişiler ekonomik ve ticari haklarını bu kuruluşlar eliyle korur ve savunur.

4- SİYASİ VE İDARİ yönden; ise herkes liderini seçmek hakkına sahiptir.
İslâm`da fertler devlet başkanı seçme hakkını ya genel halk oylaması şeklinde
bizzat kendisi kullanır ve yahut vekâlet verdiği milletvekilleri (ehlül hal vel
akt) eliyle kullanılabilir. Günümüzde idareye talip değişik görüşler, partiler
şeklinde teşkilatlanmıştır.

Dinin de, aklın da, ilmin de kabul ettiği bir gerçek vardır. O da adil
bir devlet düzeninde dinler, kökenler, kültürler, mezhepler, meslek ve
dernekler ve partiler birden fazla olabilir ve haliyle olacaktır. Ancak,
devletin ve milletin birliğini ve dirliğini temin ve temsil eden ”Devlet
başkanlığı” makamı bir tanedir.

Adil düzende partiler, Milli menfaatleri ve insani değerleri koruyan ve
kollayan, hayır ve hizmet yarışı yapan makul ve makbul proje ve teklifler
üreten, iktidardaki siyasi kadroyu millet adına murakâbe ve muhasebe eden
siyasi kuruluşlardır. Ancak bunlar sadece belirli bir ırkın, mezhebin tarikatın
sendikanın veya derneğin temsilcileri olarak kurulamazlar.

İnsanca ve İslâm`ca yaşama haklarını kısıtlayan batıl ve zalim
yönetimlerde ise, Müslümanların kendi haklarını ve çıkarlarını korumak için,
siyasi parti perdesi altında toplanmaları ise ayrı ve yararlı bir olaydır.

Adil barış düzeninde farklı partilerin bulunması, hem mevcut hükümetin
daha dikkatli ve gayretli çalışmasını sağlamak açısından, hem de devlet ve
millet aleyhine olacak ve anarşiye dönüşecek bozuk fikir ve faaliyetlerin gizli
teşkilatlanmasını önlemek bakımından, hem de yeni ve yararlı teklif ve
teorilerin üretilmesi bakımından gerekli ve yararlıdır.

İşte ”laiklik” ten maksat, a-Hiçbir kimseyi bağlı bulunduğu din, mezhep,
tarikat dernek veya partisinden dolayı kınamamak, b-Bunları değiştirmeye zorlamamak,
c-Bunlardan birine mensup olmayı temel hak ve hürriyetler bakımından özel bir
imtiyaz veya mahrumiyet sebebi saymamak, d-Gerçek ve adil bir barış düzeninde
birlikte yaşama disiplinini oluşturmak ve e-Tam anlamıyla din ve düşünce
özgürlüğünü sağlamak ise, bunları en güzel şekilde İslâm getirmiş ve
sistemleştirmiştir. Bunun için diyoruz ki: ”İslâm`dan kaçan insanlar, doktordan
kaçan hastalardan farksızdır.”

Velhasıl, Demokrasi ve Laiklik, İslâm`ın ruhuna uygun bulunmaktadır.

Kemalistler neden misyonerleri sevmez. (miş?)

Bir ara, hatta devlet eliyle İslam’da reform düşünüldü, camilere sıra
yerleştirilmek istendi, Arapça ezan yasaklandı. “Reform”, İslam söz konusu
olduğunda mümkündü, ancak Osmanlı’da olduğu gibi kalabalık bir Hıristiyan nüfus
olsaydı -ki bunca bir Hıristiyan nüfusu Lozan’ın azınlık statüsüne göre
konumlandırmak, sınırlandırmak güç olacaktı- dinde reform düşünülemezdi. Reform
Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe müdahaleyi gerektirebilirdi. Bu da Batılı
devletlerin sert tepkilerine sebep olacaktı. İslamiyet’i uluslararası düzeyde
savunan etkili kurum veya devletler olmadığından -bugün de yok- gücü elinde
bulunduran herkes İslamiyet’e müdahaleye kalkışabilirdi.

Nüfusun homojenleştirilmesinin ikinci sebebi, oluşturulmak istenen yeni
“ulusal kimlik”ti. Bir an için Ermeni tenkil ve tehciri ile Rum mübadelesinin
olmadığını düşünelim: Genel nüfus içinde yüzde 25-30’lara varan gayrimüslim
nüfusu “Türk kimliği” içinde eritmek güçtür. Gayrimüslimler dini kimliklerini
ve dini hayatlarını önemsizleştiren yeni bir kimliği kabul edemezlerdi. Bir
başka sebep şudur:Kemalizm, özünde pozitivist, otoriter laikliğe dayalı bir
projedir. Sadece Müslümanların değil, diğer din müntesiplerinin din ve
vicdan özgürlüklerini toplumsal ve kamusal alanlara taşımasından hoşlanmaz.
Gayrimüslimlerin hak kazanması, Müslümanların zihninde “bazı çağrışım ve
mukayeseler”e sebebiyet verebilir. Ruhban okuluna izin verilmesi, din
eğitiminde Müslüman çoğunluğa “emsal” teşkil edebilir, Patriğin “ekümenik”
vasfının tanınması Müslümanlarda “Halife bilinci”ni uyandırabilir, “ümmet
duygusu”nu güçlendirebilir. Bu açıdan Kemalizm, gerektiğinde
Hıristiyanlığa da müdahale etmekten, şu veya bu dinde beğenmediği hükümlerin
iptalini istemekten çekinmez. Misyonerlik faaliyetleri, halkta İslami
bilinç yönünde uyanışa sebep olabilir. Bu da hazzedilecek bir gelişme
değildir. Misyonerliğe karşı tutumumuz ideolojik perspektiften farklı
perspektife dayanmaktadır. Aynı gözlüklerden bakmıyoruz.[16]

Ali Bulaç yanılıyor. Çünkü Atatürk; Anadoluyu Hıristiyan bir devlet ve
siyonizme basamak yapmak isteyen güçlerin oyununu bozmak için böyle yapmış ve
başarmıştır.

American Board-Tarsus-Aziz Pavlus ve SEV Vakfı

American Board of Commissioners For Foreign Missions Üyesi iki Amerikalı
misyoner L. Persons ile P. Fisk, 1820 civarında İzmir’e
yerleşerek burada faaliyetlerine başladılar. Misyoner Persons 1820 yılında
İzmir’den Amerika’daki örgüte yazdığı mektubunda Osmanlı İmparatorluğu ile
ilgili şu temennisini dile getiriyordu:

“Gönlümde, ilahi yardımla, bu kudretli günah() imparatorluğunun tamamıyla
yıkılacağı günleri görme konusunda büyük bir istek duyuyorum”

Bu bilgiler Diyanet’in, Prof. Şinasi Yavuz’a hazırlattığı misyonerlik
raporunda yer almaktadır.

1810 yılında bir misyoner örgütü olarak kurulan American Board, Anadolu
topraklarında en çok faaliyet gösteren misyonerlik ocağıdır.

Ülkemizdeki bütün Amerikan Okulları (Robert Kolej dışındakiler) kısaca Bord
Heyetiadlandırılan bu örgüt tarafından hazırlanmıştır.

1870 yılına gelindiğinde Bord Heyeti’nin Anadolu’da tam 233 eğitim
kurumu vardır

Ancak Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Amerikan Bord heyetinin okulları “misyonerlik
faaliyeti yaptığı” gerekçesiyle Atatürk tarafından kapatılmıştır Fakat Lozan’da
Türkiye’ye dayatılan ilk şartlardan birisi Bord heyeti okullarının yeniden
açılması dayatılmıştır.

1968 yılına gelindiğinde Türkiye’de bir vakıf kuruldu. Amerikan Bord
Heyeti, Lozan ile yeniden açtığı okulları ve sahip olduğu bütün mal varlığını
bu Vakfa devretti. Yöneticileri ve bu Vakfın adı Sağlık ve Eğitim Vakfı’ydı.
Kısa adı SEV.

Amerikan Bord Heyetinin her şeyini devrettiği SEV Vakfı’nın halen İstanbul’da
bir,İzmir’de iki ve Tarsus’ta bir okulu bulunuyor. İstanbul ve İzmir
tamamda, Tarsus’ta okul açmak kimin aklına gelir diye düşünebilirsiniz. Biz de
düşündük sonra hatırladık ki; Tarsus, Aziz Pavlus’un kenti. Aziz Pavlus
ise tarihteki ilk misyoner Pavlus SEVGİ kitabını ilk buradan yaymaya
başladı. (Misyonerler için İncil’in diğer adı Sevgi Kitabı’dır) Yani Tarsus “İSEVİ”ler
için müstesna bir yer.

Bu arada SEV Vakfı’nın kendi sitesinde yer alan bilgilere göre bu
okulların yabancı öğretim üyeleri halen Bord heyeti tarafından gönderiliyor.
Zaten Bord heyeti SEV’in daimi mütevelli heyeti arasında yer alıyor.

Evet, sadece Diyanet’in raporundabelirttiği 1820 yılındakiAmerican
Board’ın nasılSEV Vakfı olduğunu hatırlatmaya çalıştık.[17]

2001 MİT Raporuna Göre SEV ile ÇEV Kardeş Kuruluş:

 Bu raporda; Bord Heyeti’nin Dünya Kiliseler Birliği’nin bir
üyesi olduğu, bu birliğin tüzüğünde ise “Her yerde ve ortamda İncil’in öğretisi
doğrultusunda çalışmalar yapmak”,

“Ekümenik patrikhane bilincini geliştirmek”

“Yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde ekümenik patrikhane fikrine yandaş
olanları desteklemek gibi görevlerin” yer aldığı belirtiliyor.

Ve Türkiye’deki Amerikan okullarının kurucusu Bord Heyeti’nin bu
faaliyetlerini SEV Vakfı eliyle yürüttüğüne dikkat çekiliyor.

Zaten SEV Vakfı’nın www.sevakfi.org.tr isimli web adresinde
vakıf yönetimi ile ilgili şu cümleler dikkat çekici: “Amerikan Bord Heyeti
okulların idari, eğitim, mali yönetimlerini Sağlık ve Eğitim Vakfı’na
devretmiştir. Ancak kurucu statüsü nedeniyle söz hakkını korumaktadır. 1993
yılından beri Amerikan Bord Heyeti (ABH) Genel Sekreteri olan Alan McCain görev
süresinin dolması nedeniyle ABD’ye geri dönmüştür. Amerikan Bord Heyeti’nin
yeni Genel Sekreteri Elisabeth ve Kenneth Frank olmakla
birlikte 2004 yılında İzmir Amerikan Lisesi’ndeki görevleri bitene kadar
yerlerine Dorothy ve Robert Keller vekâlet etmektedir.
Seçilmiş mütevellilerin 3/4’ünün SEV ve Amerikan Bord Heyeti Okullarından
mezun olması gerekmektedir.”

Raporda dikkat çeken bir başka iddia da, Başkanlığını Gülseven Yaşer’in
yaptığıÇağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) ile Amerikan Bord Heyeti ve SEV’in
koordinasyon içerisinde olduğu.. Zaten SEV’in Mütevelli Başkanı Yaşar
Yaşer, ÇEV’in BaşkanıGülseven Yaşer’in kocası.

Her ikisi de irtica() konusundaki hassasiyetleri ile tanınıyor. Kendileri
Büyük İsrail’in vilayeti olacak Anadolu Hıristiyan Ekümenisini kurmaya
çalışırken, Müslümanlara gerici diye saldırıyor.[18]

Yasaklanan kelimeler

Başbakanlığın hazırladığı bir genelge ile İçişleri Bakanlığı’na, İçişleri
Bakanlığı’nın da Valiliklere ve Kaymakamlıklara, bunların da Milli Eğitim
Müdürlüklerine, bu Müdürlüklerin de okul müdürlüklerine gönderdiği bir genelge
var. Bu genelgeden Milli Eğitim Bakanlığı’nın da haberi var.

Genelgenin mahiyeti şu: Genelgede 45 kelime sıralanmış; bu kelimelerin
kullanılmasının yasaklandığı ifade edilmiş.

Yasaklanan kelimeler şunlar:

•Bel’am, •Beyt’ül mal. •Biat. •Cemaat. •Cihad. •Dâr’ül
erkam. •Dâr’ül harb.•Dâr’ul-İslâm. •Emir. (Lider anlamında)
•Emir’ül mü’minin. •Fetva. •Firavun.•Hâlife. •Hicret. •Hilaf’ül mü’minin •Hizbullah. •Hizbuşşeytan.
•İmam. •İmamet. •İnfak. •Kâfir. •Karun. •Kışla. •Laikler. •Laikçiler.
•Medine dönemi. •Medrese. •Mekke dönemi. •Mele. (Molla anlamında).
•Mücahid. •Mü’min. •Münâfık. •Müstaz’af. •Müstekbir. •Seyda. •Şehâdet. •Şehit.
•Şeriat. •Şeyh. •Şeyh’ül İslâm. •Şirk. •Şûra. •Tâğut. •Tebliğ. •Tekke.
•Tevhid.

Bu genelgenin evveliyatına baktığımız zaman çok enteresanlıklarla
karşılaşıyoruz. Şöyle bir bakalım:

2003 yılında Suudi Arabistan’a ABD savunma Bakanı Donald Rumsfeld gitti.
Bu zikrettiğimiz Kur’âni kavramların eğitim kitaplarından çıkarılmasını istedi
ve istek yerine getirilmeye başlandı.

Suud’tan yerine getirilmesi istenen aynı yöndeki çalışma, Türkiye’den de
istenmiş olmalı ki, 2005 yılında Başbakanlığın emri ile İçişleri Bakanlığı’na,
İçişleri Bakanlığı’nın da valilikler kanalıyla okul müdürlüklerine gönderdiği
yazı ile bu kelimelerin kullanılmasının yasaklandığı tebliğ edildi.

İsterseniz bir adım daha atalım; şimdi şunları hatırlıyoruz. Eski
Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel: “Kur’ân’da 232 ayet var ki bunlar
kanunlarımızla çatışıyor. Bu ayetler Kur’ân’dan çıkarılmalıdır” diye
toplantılarda sürekli bu 232 “Ahkâm ayeti”nin üzerinde durmuştu. İşte 2005
yılında Başbakanlığın kullanılmasını yasakladığı kelimeler bu 232 ayetin
içeriğinde yer alan kelimelerdir.[19]

Bu kavramları Müslümanlara yasaklar, ama misyonerler İslami kelimeleri
kullanırlar:

Misyonerler için “davaya() giden her yol mubahtır” Bu ilk misyoner Aziz
Pavlus’tan bu yana böyledir. Aziz Pavlus metodolojisinde “Ondanmış gibi
görünmek” en önemli unsurlardan biridir. Bu yüzden amaçlarına ulaşabilmek
için kendilerini gizler, insanları etkilemek için bölgesel inanç ve geleneklere
uyum sağlamış gibi görünürler.

Örneğin Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinde Müslümanlara
özgü dini terminolojiyi kullanmaya azami ölçüde dikkat ederler. Bunda amaç
Müslümanlara şirin görünmek, onların sempatisini kazanmaktır. Bu yüzden,
konuşurken Allah, Resul, Nebi, Vahiy, Ayet, Mescit, Hazret, Şerif,
Maşallah, İnşallah gibi kelimeler kullanmaya özen gösterirler. İncil’deki
Baba terimini ‘Allah’ şeklinde değiştirirler. “Yeni Ahit” yerine “İncil-i
Şerif”, kilise yerine “Mescidi İsa” terimini kullanırlar.

Dua ve vaazlarında Kur’an’dan ve İslam’dan, Hıristiyan teolojisiyle
çatışmayan bazı pasajları ön plana çıkarırlar. Kur’an-ı Kerim’in, Hz. İsa’yı
öven bölümlerine vaazlarda özel vurgular yaparlar.

Müslüman toplumlarda, kilise, rahip ve papaz gibi
terimler doğrudan Hıristiyanlığı çağrıştırdığı ve antipatik geldiği için bunun
yerine ‘öğretmen’, ‘eğitmen’, ‘hoca’,‘abi’, ‘pastör’ gibi
ünvanlar kullanırlar.

Gerektiğinde sempati kazanmak için oruç gibi bazı İslami
ibadetlere uyulur. (Örneğin sık sık Meclis’e gelen Amerikan büyükelçiliği
görevlisi bu yıl Ramazan ayında yaptığı ziyaretlerde oruç olduğunu söylemiş bu
durum herkese ilginç ve bir o kadarda sempatik gelmişti)

Gerektiğinde Cuma ve Cenaze namazlarına katılırlar, cemaatle birlikte saf
tutarlar. (Örneğin misyoner yetiştiren bir okulda verilen derslerde, her
öğrenciden çalışma yapacakları ülkelerde cuma namazı vaktinde camiye gitmeleri
ve cami çıkışında arkadaşlık kurmaları istenmektedir.) Bilelim ve tanıyalım
diye yazdık.[20]

İsrail, ABD’deki Hıristiyanlaştırılmış Türkler’i casus olarak kullanıyor

Şaron’un Likud partisiyle yakın ilişkileri bulunan AIPAC, ABD’deki en
geniş Yahudi kuruluşu. Türkiye-İsrail ekseninin, küresel savaşın, Ortadoğu
haritasının yeniden çizilmesi planının ve 28 Şubat’ın mimarları bu çevreler.
1996’da Netanyahu’ya sunulan rapor, Türk-İsrail ekseninin ve 28 Şubat’ın
temelini oluşturmuştu.

Sempozyum adı altında organize edilen ve Türkiye için adeta bir iç savaş
senaryosu çizilen “Turkey: The Road to Sharia?” başlıklı toplantıya ve Daniel
Pipes ile Michael Rubin gibi şaibeli isimlerin amaçları, Türkiye’nin siyasi
eğilimlerini analiz etmekten ziyade çıkar hesaplarıdır. ABD yönetimi nezdinde
Türkiye’nin sözcülüğüne soyunan ve başımıza Türkiye uzmanı kesilen bu adamlar,
bir yandan iç çatışma tezlerini Türkiye analizi olarak pazarlarken diğer yandan
şantaja varan kâbus senaryoları ile Türkiye üzerinde baskı kurup istediklerini
koparmaya çalışıyorlar. Bununla da kalmıyor, oyunlarını bozanları hedef alıp
yıpratmaya, gözden düşürmeye çalışıyor, adeta intikam alıyorlar. Çalışmalarını
Türk-Amerikan ilişkilerine hasretmiş görünen bu kişilerin öncelikle İsrail
istihbaratıyla bağlantıları dikkate alınmalı ardından da Türkiye için neyi
neden söyledikleri üzerinde durulmalı. Dahası, Türkiye için söylediklerinin
arkasındaki siyasi ve ekonomik çıkar hesapları, Türkiye’nin lobisini yapma adı
altında ne kadar paranın peşinde oldukları, fikir babaları ve Türkiye’deki
ortakları ortaya konulmalı…

Ariel Şaron’un Likud partisiyle yakın ilişkileri bulunan AIPAC, ABD’deki
en geniş Yahudi kuruluşu. 1980’lerde Washington Yakındoğu Politikaları
Enstitüsü (WINEP) bu kuruluş bünyesinde oluşturuldu. AIPAC, WINEP ve Yahudi
Ulusal Güvenlik Enstitüsü JINSA Irak işgalinin senaryosunu hazırladı. AIPAC
1988 yılında Bill Clinton’ı Irak’a saldırıya teşvik etti ama başaramadı. WINEP,
1993 yılında Clinton yönetimine İran ve Irak’ın tecrit edilmesini öngören “dual
containment” politikasını uygulattı. Türkiye-İsrail ekseninin, küresel savaşın,
Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi planının ve 28 Şubat’ın mimarları bu
çevreler.

Richard Perle, David Wurmstar ve Doglas Feith gibi isimler, bu
kuruluşlarla birlikte, “2000’lere Doğru İsrail için Yeni bir Strateji” başlıklı
bir çalışma yaptı. “A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm”
başlığı altında 1996’da Benjamin Netanyahu’ya sunulan rapor, Türk-İsrail
ekseninin ve 28 Şubat’ın temelini oluşturmuştu. Raporun birinci maddesi,
İsrail’in Ortadoğu’da amaçlarına ulaşması için Türkiye ile yakınlaşmayı şart
koşuyordu. Daniel Pipes’ın “The National Interest’’in 50. sayısında yazdığı
“The New Axis” adlı yazısı bunu iyi anlatıyor. Türkiye için ABD’de yapılan lobi
çalışmaları da bu çevrelere emanet edildi. Tabi Anadolu insanının milyonlarca
doları da… Bu eksenden sonra yapılan savunma anlaşmaları sonucu Türkiye
İsrail’e milyarlarca dolar ödedi. Türk-İsrail ekseninin, Irak işgalinin ve
“Yeni Ortadoğu”nun mimarları şimdi ABD’de bile casuslukla suçlanıyor.

İlginçtir Franklin Yahudi değildi. İsrail’in ve Amerika’daki İsrail aşırı
sağının bu işler için Yahudi olmayan kişileri kullandığı ortaya çıktı. Dahası
var: “İsrail’in ve Yahudi derneklerinin bunda sonra casusluk için özellikle,
Türk vatandaşlarını ve derneklerinde görevli kişileri kullanacağını söyleyen
Amerikalı bir İç güvenlik yetkilisi, bu soruşturma içindeki bir kişinin bir
Türk dışişleri yetkilisi ile sürekli buluştuğunu, tespit ettikleri aynı kişinin
şu an Washington’da olmadığını, bir Ortadoğu ülkesindeki Türk Büyükelçiliği’nde
çalıştığını iddia ediyor. İddiaların adresi:
(http://washingtonhaber.blogspot.com/2005/05/fbi-arrested-israeli-spy.html)[21]

 

 



[1] Hürriyet
/ 04 –Eylül 2000

[2] Star
/ 26.12.2001

[3] Tozlu,
Osmanlı Toprağında Misyoner Okullar, s.332

[4] Bkz.
Ayten Sezer, Atatürk Döneminde Yabancı Okullar, s.50–53

[5] Mehmet
Can, Ortadoğu’da Amerikan Politikası, İst–1993, s.161

[6] Samih
T. Ünsal, A.Akdamar, Türkiye’de Laiklik İlkesi ve Yehova Şahitleri, ist.–1993

[7] Ahmet
Uçar, “Kazım Karabekir ve Hrıstiyanlaştırılan Türk Çocukları” Haziran 1997
tarihli Tarih ve Düşünce Dergisi, sayı: 39, s.29)

[8] Fuller,
Lesser, Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, s.20

[9] Milli
Gazete/ M.Şevket Eygi / 10 12 2004

[10] Milli
Gazete / G. Pınarbaşı / 19 12 2004

[11] Enbiya
Suresi, 18

[12]Bakara.
278

[13] Bakara:
134

[14] Er
Rad: 7

[15]Bakara:
256

[16] Zaman
Gazetesi / 21 02 2005 / Ali Bulaç

[17] Kulis
Ankara – 08 Mayıs 2005 – Milli Gazete

[18] Kulis
Ankara – 10 Mayıs 2005 – Milli Gazete

[19] Mevlüt
Özcan – 12 Mayıs 2005 – Milli Gazete

[20] Ankara
Kulisi – 12 Mayıs 2005 – Milli Gazete

[21] 12
Mayıs 2005 – Milli Gazete – (İbrahim Karagülle)


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi