Anasayfa » MİLLİ GÖRÜŞ’E DÜŞMAN OLANLAR, NİYE AKP’YE HAYRAN İDİ?

MİLLİ GÖRÜŞ’E DÜŞMAN OLANLAR, NİYE AKP’YE HAYRAN İDİ?

Yazar: yonetici
0 Yorum 173 Görüntüleyen

MİLLİ GÖRÜŞ’E DÜŞMAN OLANLAR, NİYE
AKP’YE HAYRAN İDİ?

Cazip jelatinler ve
kazip (yalancı) gerekçeler altında gizlenen “GERÇEK”leri anlamak için, bazen
tek bir soru yeterli sayılırdı. Evet, “Erbakan’a düşman olan ve her girişimini
baltalayan Siyonist odaklar, niye acaba Tayyip Erdoğan Beylere, Abdullah
Gül’lere ve Fetullah Gülen’lere, her türlü imkân ve iktidarı sağlamakta ve
madalyalar takmaktaydı?”

O halde, ya bunlar,
çok yüksek bir feraset ve stratejiyle şeytani merkezleri aldatıp oyalamayı
başarıyorlardı veya kendileri aynı mihrakların taşeronluğunu yapıyorlardı!

Milli Nizam Partisinin
büyük kongresi öncesinde, Türkiye doğumlu Musa Saffet Bayramaşık adlı Sabataist
dönme iş adamını Erbakan Hocaya gönderip:

“Ya Masonluk ve
Siyonizm’in aleyhtarlığını bırakacak ve önceki söylemlerinizden özür dileyen
açıklamalar yapacaksınız”
 (Bak. Süleyman Arif
Emre. Siyasette 35 Yıl. 1. Cilt. sh: 201 yıl: 2002)

Ve size güvenmemiz
için aslında bizim adamlarımız olan, ama görünüşte muttaki Müslüman ve mücahit
rolü oynayan bazı isimleri partinize alıp en üst makamlarda tutacaksınız;

Ya da, partiniz
kapatılacaktır.”

Tehdidinde bulunan ve
teklifleri kabul edilmeyince, hemen arkasından Anayasa Mahkemesince MNP’ye
kapatma davası açtıran ABD Yahudi Lobileri, acaba nelerin karşılığında AKP’yi
iktidara taşımış ve hangi hayırlı işlerini(!) kolaylaştırmışlardı?

Şimdi bu sinsi ve Siyonist odakların
Erbakan korkularını ve gıcıklıklarını anlamak için Rahmetli Hoca’nın Körfez
savaşı sırasında yaptığı Müslüman Topluluklar Birliği (MTB) Barış girişimini
hatırlatmamız lazımdı.

Eğer Saddam Hüseyin ve
diğer İslam ülkeleri bu barış projesine sahip çıkıp uygulasalar ve dış güçlerin
kışkırtmalarına kapılmasalardı:

1-     ABD ve yandaşları Körfez Savaşına gerekçe bulamayacaklardı.

2-     Başta Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin yardımını alamayınca, ABD bu
savaşı başlatamayacaktı.

3-     Böylece Irak yakılıp yıkılmayacak ve yerle bir olmayacaktı.

4-     Sonunda Irak üç parçaya ayrılıp mezhep kavgaları yaşanmayacaktı.

5-     27 İslam ülkesini parçalamayı amaçlayan BOP, uygulama şansına
kavuşmayacaktı.

6-     PKK bu derece azgınlaşıp Türkiye’nin başına bela sarılamayacaktı.

7-     Türkiye, etrafından kuşatılıp bu denli aciz ve çaresiz bırakılamayacaktı.

Evet, bugün yüksek askeri
bürokratlardan, sefalet ve rezalet içinde kıvranan geniş halk katmanlarına
kadar, herkes ve her kesim, Erbakan’ın kıymetini bilmemenin ve hatta nankörlük
etmenin cezasını çekip durmaktaydı!

Rahmetli Prof. Dr.
Necmettin Erbakan, Türkiye içinde Milli Görüş, Milli Şuur ve Adil Düzen
hususundaki teorik ve pratik çalışmalarını hakikaten dur durak bilmeden
sürdürürken, bir yandan da İslam Âleminin hemen her taraflıyla bağlantılar
kurmayı ve hemen bütün ülkelerden değişik kesimlerle görüşüp, fikir
alışverişinde bulunmayı da kesinlikle ihmal etmiyordu.

Çünkü Erbakan Hoca,
Türkiye’nin ve herhangi bir İslam ülkesinin, tek başına içinde bulundukları
sıkıntılı durumdan kurtulamayacakları, bunu başarabilmek için mutlaka işbirliği
yapmaları gerektiğini iyi biliyordu.

Öyle denebilir ki,
Erbakan Hoca’nın, İslam âleminin bütün ülkelerinde hem halk ve hem de
yönetimler seviyesinde, tanınan ve sevilip saygı duyulan müstesna
şahsiyetlerden birisi olduğunu herkes kabul ediyordu. Son derece açık sözlü ve inandığı
doğruları bir şekilde mutlaka dile getirmekten hiç çekinmediği için,
ülkelerinin tek hâkimi konumunda olan yöneticiler nezdinde belki biraz
tehlikeli bulunsa da, Erbakan Hoca dostluğu kesinlikle ihmal edilmeyecek bir
insan olmalıydı ki, gittiği her ülkede hem halk ve hem de yönetimler nezdinde
büyük bir itibar görüyordu.

1990’lı yıllar
başladığında, bulunduğumuz coğrafya kaynayan bir kazan gibiydi nerdeyse. Uzun
yıllar süren İran-Irak Savaşının ardından, o yıllarda batılı ülkelerin bir
şekilde desteğini sağlamış bulunan Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, İran’la
sürdürülen savaş sırasında tecrübe kazanmış ordusu ve komutanları ve bu arada
epeyce silah stoku yapmış olması dolayısıyla, batılı ülkeleri ve galiba esas
olarak da İsrail’i rahatsız ediyordu.

1990 yılı Ağustos
ayının 2’sinde, Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmeye başlayınca, bölgedeki
fırtına da başlamış oluyordu. ABD’nin başını çektiği güçler, kısa sürede BM
Güvenlik Konseyinden karar çıkartıp, görünürde Irak’ı Kuveyt’ten çıkarabilmek
için müthiş bir bombardıman harekâtına girişiyordu. Kuveyt’i kurtarmak için
harekete geçtikleri söylenen güçler, her nedense, daha çok bu ülkeyi bombalıyor
ve ne var ne yoksa imha ediyordu. Üstelik daha saldırı başlamadan Irak güçleri
Kuveyt’ten çekilmiş bulunuyordu.

Körfez Krizi denilen
bu olayın ilk işaretleri ortaya çıktıktan sonra, neler olup biteceğini tahmin
eden ve İslam Konferansı Örgütü’nün ve Arap Birliği’nin pasif kalması yanında,
ABD ile beraber hareket etme kararlılığında gözüken Türkiye’deki hükümetin de
bir şey yapmak niyetinde olmadığını sezen Erbakan Hoca, hemen harekete
geçiyordu.

Gelişme istidadı
gösteren krizin, tam da batılıların arzu ettikleri gibi Müslüman ülkeler
arasında bir savaşa dönüşmemesi için bir an evvel çözüm gerekiyordu. Bu yüzden
Erbakan Hoca, Müslüman Topluluklar Birliği temsilcilerinden oluşan 25 kişilik
bir heyetle, başta Bağdat ve Riyad olmak üzere, haftalarca sürecek bir mekik
diplomasisi başlatıyordu. Eylül 1990’da başlayıp, 1 Ekim 1990’da biten 22
günlük bu maratonda, Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaliz, Irak Devlet
Başkanı Saddam Hüseyin, Kuveytli yetkililer ve faydaları olabileceği umulan
bütün İslam ülkelerinin liderleri ve yetkilileri ile görüşmeler yapılıyordu.

Erbakan Hoca, gittiği
her ülkede saygıyla karşılanıyor ve muhatapları Onun işini kolaylaştırmak için
ellerinden geleni yapıyordu. İslam Âleminin hemen her tarafında sayılıp sevilen
ve temelde hak ve adalet duyguları ile hareket eden bir insanla muhatap
oluyorlardı çünkü.

Rahmetli Erbakan Hoca
tarafından kaleme alınıp, 1991 yılı Mart Ayında Ankara’da Rehber Yayınları
tarafından basılan
 Körfez Krizi Emperyalizm ve Petrol isimli kitapta bu konu detaylarıyla anlatılıyordu.

Erbakan Hoca, Körfez Krizine bir çözüm
bulabilmek için, 22 gün 22 gece beraberce koşuşturdukları Müslüman Topluluklar
Birliği (MTB) olarak, bahsini ettiğimiz kitapta şu bilgileri veriyordu:

“(…) Hatırlanacağı
üzere, bu yıl (1991) Cezayir’de yapılan Mahalli Seçimlerde oyların % 60’a yakın
kısmını “Selamet Cephesi” kazandı. Bundan dolayı genel seçimlerin
gelecek yıl yapılması kararlaştırıldı. Muhtemelen bu parti Cezayir’de iktidara
gelecektir. Ürdün Parlamentosu için yine bu yılbaşı yapılan seçimlerde de,
seçilen üyelerin büyük çoğunluğunu “Müslüman Kardeşler” kazandı.
Mısır’da iki yıl evvel yapılan Parlamento Seçimlerinde Müslüman Kardeşlerin
parti kurmalarına izin verilmediği halde “Amel Partisi” bünyesinde
seçime katıldılar ve büyük ağırlık sağladılar. Sudan’da dört yıl önce yapılan
seçimlerde “Cephe” partisi oyların yüzde yirmisini alarak güçlü bir şekilde
parlamentoya girdi.

Dış güçlerin
desteklediği iktidar, ülkeyi iyi yönetmedi ve sonunda askeri bir müdahale oldu.
Kurulan geniş tabanlı ve dış sömürüye karşı olan yeni yönetimde
“Cephe” partisinin büyük ağırlığı oldu. Mevcut yönetim bu destekle yürümektedir.
Pakistan’da Müslüman partilerin teşkil ettikleri “Birlik” büyük suiistimallere
adı karışan Butto’nun işbaşından çekilmesini ve yeni seçimlere gidilmesini
sağladı. Muhtemelen seçimden sonra yeni hükümeti bu “Birlik” kuracaktır.
Malezya’da nüfusun çoğunluğu Müslüman olmadığı halde ülkedeki siyasi yönetim
Ezen Güç’e karşı en güvenilir mücadeleyi verdiği için “Cemaati
İslamiye” partisinin etkisindedir. Filipinlerde Aqino’ya karşı
Müslümanların bağımsızlık savaşını “İslami Kurtuluş Partisi” sürdürmektedir.
Afganistan’da cihadı “Mücahitler” yürütmektedir. İslami topluluklar ayrıca
Tunus’ta, Fas’ta, Yemen’de Sovyetler Birliği’nin içindeki halkı Müslüman olan
cumhuriyetlerde ve Çin işgalindeki Doğu Türkistan’da insan hakları ve
bağımsızlık mücadelelerini yürüten organize güçler olarak büyük mana
taşımaktadırlar.

İşte böylece değişen
dünyada yeni bir oluşum meydana gelmekte ve bunun sonucu olarak bu Müslüman
topluluklar gün geçtikçe, gelişmekte, yavaş yavaş iktidara gelmekte ve böylece
Müslüman toplulukların hayatiyetini ve istikbalini temsil etmektedirler. Bu
gelişim anti-emperyalist bir gelişimdir. Gün geçtikçe hızlanmakta ve
kuvvetlenmektedir. Bu durumu gören Müslüman ülke yönetimleri evvelce bu
organize güçlere karşı cephe aldıkları halde şimdi bunlarla beraber yaşamaya
çalışmakta, bunlara büyük önem vermekte, bunları kendi yanlarına çekmek için
her çareye başvurmaktadırlar. Bu maksatla Müslüman ülkelerde konferanslar
yapılmakta, bu toplulukların liderleri özel olarak toplantılara davet edilmekte
ve bunlara muhatap olmak üzere devlete bağlı yeni kurumlar oluşturulmaktadır.

MTB de işte Müslüman
ülkelerdeki bu siyasi örgütlenmelerin liderlerinden oluşmaktadır. Saddam
Hüseyin’in Haziran (1991) ayında, Bağdat’ta yaptığı Konferans bu siyasi
oluşumlara yönelikti. MTB, Körfez Krizinde Saddam Hüseyin’in anti-emperyalist
davranışlarını dikkatle izliyordu.

Fas, Cezayir, Libya,
Suudi Arabistan, Irak ve diğer Müslüman ülkeler MTB’ye büyük önem verip,
bunlarla ilgilenecek yeni kurumlar kurarak çeşitli özel davetler ve
konferanslar vasıtasıyla yakın ilişki kurarken Türkiye’deki yönetimin bu
gelişmelerden habersiz gibi duyarsız ve ilgisiz kalışı, milli menfaatlerimize
aykırıdır. Aslında Türkiye’nin bu gelişimden geniş ölçüde yararlanması
mümkündür. Bunun için takınılan yanlış yolu bırakıp gerekli kurumları oluşturup
bu siyasi örgütlenmelerin temsilcileri ile yakın ilişki içine girmelidir.”

Her ne kadar açıkça
vurgulanıyor olmasa da, MTB’nin oluşturulmasında ve İslam ülkeleri nezdinde
belli bir itibar sahibi olabilmesinde, Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın büyük
katkıları olduğunu, rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yapılması gereken bir
şeyler var ve bunlar bu işi yapması gereken kuruluşlar tarafından yapılmıyorsa;
en hızlı bir şekilde, o işin yapılabileceği bir yol ve yöntem bulmak, Erbakan
Hocanın standart hareket tarzları arasındadır çünkü.

Erbakan Hoca, Körfez
Krizi Emperyalizm ve Petrol isimli kitabın girişinde, Irak Devlet Başkanı
Saddam Hüseyin’in, 17 Haziran 1990’da Bağdat’ta yaptığı bir konuşmayı şöyle
aktarır:

“Bağdat’ın tam
merkezinde, zafer abidelerinin yanındaki görkemli büyük binanın avizeli
salonundayız. Kırktan fazla Müslüman ülkeden davet edilmiş altı yüze yakın
ilim, fikir ve devlet adamlarının karşısında Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin,
askeri üniformasıyla kürsüde konuşuyordu. (…) Günlerden 17 Haziran 1990 …
(…) O gün dört saat konuşan Saddam Hüseyin bizlere, bir gün evvel ABD’de
Yahudi Lobisinin aldığı kararları açıklıyordu:

“İran-Irak
Savaşının ardından Ortadoğu’da denge İsrail’in aleyhine bozulmuştur. Irak’ın
ordusu dokuz yıl süren büyük bir savaş tecrübesi kazanmıştır. Ayrıca Irak
Ordusu diğer Ülkelerin desteğiyle modern silah ve teçhizata kavuşmuştur.
Füzeler, Kimyasal silahlar bakımından büyük bir güce sahiptir. Atom bombası
yapmanın arifesindedir. Uzun menzilli füze rampalarının hazırlığı içindedir. Bu
güç İsrail’e karşı büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Ne pahasına olursa olsun
bu güç ezilmelidir ve Irak’a karşı bütün Batılı ülkeler tarafından silah
ambargosu uygulanmalıdır.

(…) Bize fiilen
ambargo konulmuştur. Sadece savunma ihtiyaçları bakımından değil, onarmak
istediğimiz ve kurmak istediğimiz petrokimya sanayinin ihtiyaçlarını bile
temine engel olmaktadırlar. Hatta yola çıkan kalın cidarlı çelik borularımız
dahi başka ülkelerden geri çevrilmiştir. Üzerimizde çok yönlü bir plan
uygulanmaktadır. Haksız tecavüzler ve davranışlar dayanılmaz boyutlara
gelmektedir. Bu tecavüzde Irak hedef alınmışsa da gerçekte maksat bütün İslam
Âlemini ezmektir. Onun için biz bu Konferansımıza slogan olarak ‘düşmana karşı
gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın anlamındaki Ayet-i Kerime’yi seçtik’

Körfez olaylarının arka planında ne
yatmaktaydı?

Peki, Körfez’de
yaşanmaya başlanan olayların arka planında ne vardı? Erbakan Hoca, bunu da
şöyle açıklıyordu:

“Gerek bu son
Körfez olayını ve gerekse 40 yıldan beri cereyan eden olayları açıklayabilmek
için petrolün ve Körfez’deki petrol yataklarının ehemmiyetini ve bunun dünya
dengesinde oynadığı büyük rolü bilmek mecburiyeti vardır. (…)

Her türlü tedbire
rağmen petrol bugün hâlâ insanlığın enerji ihtiyacını karşılamak bakımından çok
önemli bir kaynak teşkil etmektedir. (…)

Ve yine petrol bugün
bir yandan medeni ihtiyaçların, kimya ve ilaç sanayinin kaçınılmaz temel
hammaddesi durumundadır. Bütün bu özellikleriyle petrol, çok önemli hayati ve
stratejik bir madde mahiyetini taşımaktadır.

İşte bütün insanlık
için her bakımdan çok büyük önem taşıyan bu petrolün, yeryüzündeki rezervleri
ve üretimi sınırlı bulunmaktadır. Toplam rezervlerin yaklaşık %10’u Irak’ta,
%10’u Kuveyt’te, %20’si Suudi Arabistan’da, %10’u da İran’da bulunmaktadır.
Böylece Körfez bölgesindeki petrol, dünya rezervinin yarısına tekabül
etmektedir. Bu petrol rezervlerinin bugünkü fiyatlarla değeri trilyonlarca
dolar tutmaktadır. Bu kaynağı kontrol etmek demek, bir yandan dünya sermaye
gücünü kontrol etmek, diğer yandan da bütün insanlığa hükmetme imkânını elinde bulundurmak
demektir.

Ayrıca Körfez
ülkelerinin bugüne kadar petrol üretimi vasıtasıyla elde ettikleri servetin
halen yaklaşık olarak 700 milyar dolarlık kısmının Batı bankalarında bulunduğu
ve bu servetin batı bankalarının temel kaynaklarından birisi olduğu dikkate
alınırsa, Körfez politikasının her yönüyle ne kadar büyük önem taşıdığı açıkça
görülür. Hali hazır dünya dengesinin temel yapısı dikkate alındığında bu önemin
ne kadar büyük bir mana taşıdığı da ayrıca görülür. (…)

Körfez bunalımının
bütün boyutlarıyla anlaşılabilmesi için emperyalizmin planlarının bilinmesinde
zorunluluk vardır. “Ezen güç”ün kalbini teşkil eden Siyonizm
planlarını 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanan konferansta Theodor
Herzl 3 adım olarak tespit etmiştir:

1. İsrail Devleti’nin
kurulması

2. İsrail’in
hudutlarının “Arz-ı Mev’ud”a (vadedilen topraklar) kadar
genişletilmesi yani Mısır, Irak ve Türkiye dâhil edilerek “Büyük İsrail”e zemin
hazırlanması.

3. Yeryüzünde sömürüye
izin vermeyen İslam’ın kaldırılması ve bütün Dünya’ya Siyonizm’in hâkim
kılınması.

Dünya Siyonizm’i
birinci adımı 50 yılda gerçekleştirdi. 1948’de İsrail Devleti’ni kurdu. Şimdi
Basel konferansının yüzüncü yılına varmadan, yani 1997’den önce ne yapıp yapıp
ikinci adımı, hatta üçüncü adımı gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bunun için çok
yönlü bir plan yürütülmektedir. (…)

Müslüman ülkelerin
büyük mali kaybına, zarar görmelerine ve yakılıp yıkılmalarına sebep olan
İran-Irak savaşının 8 yıl devam ettikten sonra sona ermesi Müslümanları
sevindirmişti. Ancak bu savaştan sonra Irak’ın tecrübeli ve güçlü bir orduyla
ortaya çıkması İsrail’i büyük kuşku duymaya sevk etti. İsrail Irak’ı baş düşman
ilan etti. Onu ezmek için her çareye başvuracağını ilan etti. Irak uzun süren
savaş dolayısıyla 70 milyar dolar dış borç yapmıştı. Savaştan sonra, savaşın
yaralarını sarmak ve kalkınmak istediğinde bu ağır borç onun elini kolunu
bağlıyordu. Bu durum karşısında Suudi Arabistan ve Kuveyt’e müracaat ederek
“Biz bu savaşı hepiniz için yaptık. Bu borçlardan kurtulmamıza yardımcı
olun” dedi. Suudi Arabistan ve Kuveyt savaş esnasında Irak’a yardım
etmişlerdi. Savaştan sonra Suudi Arabistan Irak’ın bu talebine müspet cevap
verdi ve gereğini yaptı. Kuveyt ise aralarındaki toprak ihtilafını ortadan
kaldırmak için Basra Körfezi’ndeki iki adayı ve ihtilaflı bölgedeki bir kısım
toprakları vermeye razı olmadığı gibi savaş borçlarının ödenmesi için istenen
katkıya da razı olmadı.

Bu hususta Cidde’de
yapılan müzakereler netice vermedi. Irak Kuveyt’i işgal ederek ilhak ettiğini
ilan etti. Amerika olayı fırsat bilerek Körfeze ve Suudi Arabistan’a büyük bir
askeri güç yerleştirdi, bu gücü sürekli olarak artırmaya devam etmektedir.
Irak’ı ve Ürdün’ü ablukaya aldı. Bu ablukayı delmek teşebbüslerine karşı
Birleşmiş Milletlerden silah kullanma kararını çıkarttı. Şimdi de abluka netice
vermezse, doğrudan doğruya Kuveyt ve Irak’a karşı savaş yapılması kararını
çıkartmak için hazırlıklar yürütmektedir.”

Erbakan Hoca ve “Müslüman Topluluklar
Birliği” atılımları

Erbakan Hoca,
beraberine Müslüman Topluluklar Birliği üyelerini de alarak, ne yapmaya
çalıştıklarını ve tam olarak neler yaptıklarını şöyle aktarıyordu:

“Taraflar
arasında yapılan müzakere netice vermemişti. İslam Konferansı meseleyi
çözemiyordu. Türkiye yönetimi yanlış politikasıyla hakemlik vasfını
kaybetmişti. Bu şartlar altında tek imkân yeryüzünde 1.5 Milyar Müslüman
topluluklarını temsil edebilecek ve onların menfaatlerini ve haklarını
gözetebilecek bir diğer mekanizmanın harekete geçmesiydi. Bu da Müslüman
toplumların halklarının temsilcilerinin teşkil ettiği “Müslüman
Topluluklar Birliğinin (MTB) meseleyi çözmek için gayret göstermesiydi.

İşte bizi 22 gün 22
gece sürekli olarak, canla başla çalışarak, “Körfez Barış Harekâtı” yapmaya
sevk eden sebepler bunlar olmuştur. Bu çalışmalarımız 9 Eylül 1990 günü
başladı. 1 Ekim 1990 gününe kadar, 22 gün 22 gece sürdü. Bu çalışmalarımız
esnasında dört gurup faaliyetimiz söz konusu olmuştur:

Körfez Krizi ile
ilgili olarak toplanan;

1. Bağdat, Mekke ve
Trablus Konferanslarına iştirak etmek.

2. Körfez Krizine
çözüm bulmak için Amman, Mekke ve Bağdat’ta MTB temsilcileriyle bir araya
gelmek.

3. Suudi Arabistan ve
Irak yetkilileriyle, MTB temsilcileri ile birlikte temaslar yürütmek.

4. Suudi Arabistan ve
Irak yetkilileriyle ikili olarak bu konuları görüşmek.

Barış Harekâtı’nın ilk
adımı Mekke’deki Konferansa iştirakle başladı. 9 Eylül gecesi bindiğimiz uçak
ertesi günün sabahında saat 2.30’da, savaş krizinden habersiz, şehircilik
bakımından göz kamaştırıcı güzellikte, bir ışık denizini andıran Cidde’nin havaalanına
indi. (…) Aynı gün akşam Mekke Konferansının yapıldığı muhteşem salondaydık.
Kırka yakın Müslüman ülkeden davet edilmiş, altı yüzden fazla ilim, devlet ve
fikir adamının katıldığı konferansta, Suud yöneticilerinin yer almadığı dikkat
çekiyordu. Bunun delegeleri etkilememek için yapıldığı daha sonra öğrenildi.

Üç gün süren
konferansın ilk iki gününde söz alan konuşmacılar sadece Irak’ın haksızlığını
ve Batılı kuvvetlerin Suudi Arabistan topraklarında bulunmasının zaruretten
ileri geldiği ve caiz olduğu üzerinde duruyorlardı.

Hâlbuki konferansın
ana mevzuu Körfez Krizinin nasıl çözülebileceği hususu idi. Bu sebepten dolayı
ikinci gün akşam oturumunda söz aldım. Konuşmam bütün delegelerce büyük bir
ilgiyle dinlendi. Karşılaşılan bu meselenin temel sebebini Müslüman ülkeler
arasında atılması lazım gelen beş adımın henüz atılmadığından ileri geldiğini
anlattım. Ulaşılması gereken çözümün ne olduğunu açıkladım. Bu çözüme
ulaşabilmek için geçici bir çalışmanın çare olamayacağını, çözüme kadar
aralıksız çalışacak bir barış komisyonunun seçilmesi gerektiğini önerdim. Bu
konuşmamız konferansın nihai bildirisinin esasını teşkil etti.

Takdiri ilahiye
bakınız ki, konferansın son günü 12 Eylüle rastladı. Bundan tam on yıl evvel
aynı tarihte, Uzun Adada cuma namazına dahi gitmemize izin verilmezken, on yıl
sonra aynı saatlerde siyah örtüler altındaki Kâbe’nin altın kapısı özel olarak
açılmış ve ben içinde namaz kılıyordum.

Konferansın ardından
ilk temasımızı
 Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens
Sultan Bin Abdülaziz
 ile yaptık, iki saate yakın süren
görüşmemiz son derece samimi ve dostluk havası içinde geçti. (…)

Suudi Arabistan
yetkilileriyle ikinci önemli temasımız
 İçişleri Bakanı Prens
Naif Bin Abdülaziz
 ile oldu. İki saat kadar süren bu
görüşmede Prens Naif olayların gelişimini özetledi. Ben de Körfez Krizinin bir
tahlilini yaptıktan sonra bulunulan noktadan barış ve huzura nasıl
ulaşılabileceği hakkındaki projemi kendisine açıkladım. Beni dikkatle dinledikten
sonra “Akıllı ve hikmetle dolu konuşmanızdan çok memnun oldum. Teşekkür
ederim” diye söze başladığı konuşmasını “Essulhu seyyidül ahkam”
(Barış Hükümlerin en üstünüdür). Barış için çalışmak hepimiz için zorunlu bir
görevdir” diyerek tamamladı. (…)

Üç saate yakın süren
görüşmemizin başlangıcında
 Kral Faht (…) Körfez Krizinin nasıl geliştiğini detaylarıyla anlattı. Ve olayla
ilgili olarak şu açıklamaları yaptı:

“Bilindiği gibi biz,
İran-Irak Savaşı esnasında her türlü gücümüzle Irak’ı destekledik. Irak’ın
silahlanmasına yardımcı olduk. Hatta bizde bulunmayan silahları Irak ordusu
için satın aldık. Hiçbir zaman bu silahların bize karşı tehdit için
kullanılabileceği aklımızdan geçmedi. Irak’ın Suudi Arabistan’dan olan
taleplerini yerine getirdik, Kuveyt’ten olan taleplerine de mümkün olduğunca
yardımcı olmaya çalıştık. Kuveyt’le Irak arasındaki son görüşmeler Cidde’de
yapıldı. Biz her iki ülke arasındaki diyalogun bir anlaşmayla biteceğini
umuyorduk. Irak’a huduttaki askeri hareketlerin ne olduğunu sorduğumuzda
“Bizim askeri bir müdahaleye niyetimiz yoktur, yaptığımız iş normal
manevralardır” cevabını aldık. Görüşmeler aniden kesildi ve az bir zaman
sonra Irak’ın Kuveyt’i işgaline şahit olduk. Bu durum karşısında tedbirli
olmaya mecburduk. Kendi kuvvetimize ilaveten ABD ve Müslüman Ülkelerden yardım
istedik. O anda Müslüman Ülkeler yardım edecek durumda değildi. ABD ve Batılı
ülkelerin kuvvetleri bu zaruretten gelmişlerdir. Bu tedbirleri almasaydık Irak
bize de saldırabilirdi. Irak Kuveyt’ten çekilirse bu kuvvetler geri
gideceklerdir. Bu şartla gelmişlerdir. Biz Körfez’de durumun sulh yoluyla biran
evvel düzelmesini ve Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini ve yabancıların
kuvvetlerinin Suudi Arabistan’dan çekilmelerini temenni ediyoruz”

Bu açıklamalarını
“önemli olan birbirimizi suçlamamız değildir. Geçmiş olayların üzerinde
durmayalım. İleriye bakalım” sözleriyle bağladı. Ben de kendisine
Körfez’de barışın nasıl sağlanabileceğine ilişkin projemizi açıkladım. (…)

(…) Barış projesi
teferruatıyla kendisine anlatılınca Kral Fahd teklifleri takdire şayan gördü ve
“Biz barış istiyoruz. Kapıyı çalın. Açılmazsa bir daha çalın, bir daha
çalın” dedi. (…)

Kuveyt Emiri El Sabah
çok üzgün olduğu için hiçbir yabancı heyetle görüşme kabul etmiyor, mazeret
beyan ediyordu. Müslüman Topluluklar Birliği (MTB) adına yaptığımız müracaata
da aynı şekilde özür beyan ederek kendisini temsilen Bakanlarından müteşekkil
bir heyeti görevlendirmişti. Bu heyet 20 Eylül Perşembe sabahı bizi Cidde’de
“Kasr-ı Mutemerat”da ziyarete geldi. Bu heyet yapılan toplantıda bize
şunları anlatıyordu:

“Bilindiği gibi
İran-Irak savaşı esnasında biz Kuveyt olarak bütün gücümüzle Irak’ı
destekledik. Büyük maddi yardımlarda bulunduğumuz gibi limanlarımızı harp silah
ve vasıtalarının ikmaline tahsis ettik. Harpten sonra Irak’ın taleplerini
müzakere yoluyla çözmeye gayret ettik. Cidde’de iyi niyetle bu müzakereleri
sürdürürken bu görüşmeler Irak tarafından aniden kesildi. Kısa bir süre sonra
da askeri birlikleriyle harekete geçerek Kuveyt’i işgal ettiler, bir süre
sonrada Irak’a ilhak ettiklerini ilan ettiler.” (…)

Heyet Kuveyt’in
isteğini iki noktada toplamıştı:

1. Irak Kuveyt’ten
kayıtsız ve şartsız geri çekilmeli ve (…) Sabah ailesi Kuveyt halkının o
zamandan beri temsilcisi olarak yeniden yerine oturmalıdır.

2. Irak ile Kuveyt
arasındaki anlaşmazlık konuları müzakere yoluyla çözüme bağlanmalıdır. (…)

Kuveyt heyetiyle
görüşme bittikten sonra Suudi Arabistan’daki temaslarımızı tamamladığımız için
Kasr-ı Mutemeraf’da bir basın toplantısı yaptık. Suud TV ve basınına temaslarla
ilgili bilgiler verdik. Ardından Kral Fahd’ın tahsis ettiği özel uçakla
Ürdün’ün başkenti Amman’a gittik.
(…)                

Amman’da cuma günü
önce Suudi Arabistan temaslarının bir değerlendirmesini yaptık. En yetkili kişi
olarak Suudi Arabistan Kralı Fahd’ın bize “Ben Barış istiyorum. Geçmişin
üzerinde durmayalım. Kapıyı çalın. Açılmazsa bir daha çalın, bir daha çalın”
demiş olması bize gayelerimize ulaşmak bakımından kolaylık sağlamıştı.
Toplantımızın ikinci bölümünde iki gün sonra Irak yetkilileriyle ne
konuşacağımızı, nasıl konuşacağımızı, hangi soruları yönelteceğimizi tartıştık
ve karara bağladık. Bu gelişmeler ve konuşmalar sayesinde 25 kişiden teşekkül
eden MTB heyetinin fikir birliğine varması bakımından daha elverişli bir zemin
oluşmuştu. MTB, Bağdat’ta yapılacak temasların bu safhasında yine daha ziyade
Irak’ın görüşünün, Körfez Krizine nasıl baktıklarının anlaşılmasına ağırlık
verilmesi ve ondan sonra yapacağımız bir toplantıda çözüm hakkındaki
teklifimizi olgunlaştırıp, bu çözümü, çalışmaların ikinci safhasında taraflara
bildirmeyi uygun görmüştük.

Bağdat’ta yetkililerin
ve halkın yüzünde sakin bir hava görmüş olmanın rahatlığıyla bize otelde
ayrılan geniş ve konforlu odalarımızda huzurlu bir gece geçirdik. Ertesi günü
23 Eylül Pazar’dı. O gün Körfez Barış Harekâtı çalışmalarımızın en önemli
temasını teşkil eden Saddam Hüseyin ile yapılacak görüşmenin heyecanı
içindeydik. (…)

Bu arada akşam
saatlerinde, Suriye eski Cumhurbaşkanı Hafız Emin ile Suriye Baas Partisi eski
Genel Başkanı Suriye Komünist Partisi Genel Başkanı ve Suriye Müslüman
Kardeşler Teşkilatının her iki kanadının liderleri, beş kişilik bir heyet
halinde otelde bizimle görüşmeye geldiler. (…)

MTB’nin 25 kişilik heyeti, tam saatinde
sarayın mütevazı salonunda Saddam Hüseyin ile bir araya gelmişti!

Protokoller, gerekler
yerine geldikten sonra konuya Saddam girdi. Saddam konuşmasının önemli bir
noktasında “Biz Barış istiyoruz. Ancak, insan bazen istemediği halde savaş
yapmaya da zorlanabilir. Peygamber Efendimiz (a.s.) de bazı savaşları
istemediği halde yapmaya mecbur kalmıştı” dediği zaman Irak’ın “Barış
kapısını açık mı tutacağı yoksa kilit mi vuracağı” hususundaki heyecanımız
doruk noktasına varmıştı.

Körfez Barış
Harekâtımızın en önemli temasını oluşturan Irak Devlet Başkanı’yla yapılan
görüşmede Saddam Hüseyin Kuveyt’i niçin işgal edip ilhak etmek mecburiyetinde
kaldıklarının sebeplerini iki ana bölümde toplayarak bizlere açıkladı. Birinci
bölüm “Tarihi ve Hukuki sebepler” idi.

(…) Saddam, Kuveyt’in ilhakıyla ilgili
“Ekonomik ve Siyasi Gerekçeleri” şöyle dile getirmişti:

“Bilindiği gibi
Irak ile Kuveyt arasında bugüne kadar bir sınır çizgisi tespit edilmemiştir.
Yıllardan beri Irak’la Kuveyt arasındaki görüşmelerde bir ihtilaflı bölgenin
sözü geçmiştir. Bu ihtilaflı bölge Basra Körfezi’ndeki Bubiyan ve Worba
adalarını kapsadığı gibi Kuveyt topraklarının da takriben yarısını
içermektedir. Bu bölge İran-Irak Savaşına kadar Kuveyt’le aramızda bir tampon
bölge olarak kalmıştır. Bu tampon bölge son derece zengin petrol yataklarına
sahiptir. (…) Buradan petrol çekilirse bizim kaynaklarımız zayıflamaktadır ve
üretimimizin verimi düşmektedir.

İran-Irak Savaşı
esnasında bizim durumumuzu fırsat bilerek (…) Amerikalıların teşvikiyle büyük
miktarda bu bölgeden petrol çıkarttılar, savaş boyunca itirazlarımızı
önemsemediler. Biz İran Savaşı ile meşgul olduğumuz için bu işin muhasebesini
savaş sonuna bırakmıştık. Savaştan sonra yaralarımızı sarmaya yöneldik. Savaş
giderleri dolayısıyla Kuveyt’e, Suudi Arabistan’a büyük borçlar yapmıştık. Bu
borçların taksitleri ve faizleri ekonomimize çok ağır bir yük getiriyordu.
Kalkınmamızı imkânsızlaştırıyordu. Bu durum karşısında Suudi Arabistan ve
Kuveyt’e müracaat ettik. “Biz bu harbi aynı zamanda sizler için de yaptık.
Hâlihazır ağır yükten kurtulmamıza yardımcı olun. Borçların bir kısmını silin
ve bize kalkınma için mali destekte bulunun” dedik. Kuveyt’ten de ayrıca
ihtilaflı bölgeden çektiği büyük miktardaki petrolden hakkımızı istedik.

Bu taleplerimizi Suudi
Arabistan anlayışla karşıladı ve taleplerimizi yerine getirdi. Kuveyt ise
sadece reddetmekle kalmayıp emperyalizmin üzerimizde uygulamak istediği
planlara alet oldu. ABD’nin telkinlerine uyarak tampon bölgeden petrol
çıkartmaya devam etti. OPEC’te hep petrol fiyatlarının artırılmasını engelledi.
Kontenjanından fazla çıkarttığı petrolü dünya piyasalarına ucuz fiyatla sürerek
fiyatların daha da düşmesine sebep oldu. (…) Kuveyt bütün bunları yaparken,
diğer yandan ABD zaten bizi hedef almıştı, İran-Irak savaşından modern silahlara
sahip, deneyimli ve güçlü bir orduyla çıktığımızdan ve İsrail tehditleri
karşısında ordumuzu terhis etmediğimiz için ABD bizim askeri gücümüzü bir
yandan İsrail’e karşı, diğer yandan da Körfez petrolünü kendi kontrolünde
tutmak stratejisine bir engel olarak görüyordu. Bu yüzden de Amerikan ve Batılı
ülkeler elbirliğiyle bize karşı adım adım fiilen ambargo ve ekonomik baskılar
uygulamaya başlamışlardı. Bizi ezmek için yürütülen bu planlar doruk noktasına
ulaştı. O zaman Bağdat Konferansını toplayarak sizlere durumu açıkladım.
Amerika’daki Siyonist lobinin o günlerde aldığı kararlar hakkında bilgi verdim.
Sonra “Arap Birliği” toplantısında ve İslam Konferansında aynı
şekilde durumu Müslüman ülkelerin yetkililerine anlattığım gibi bu durumu incelemek
için Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten olan taleplerimizi kendilerine söyledim.
Ayrıca bu ülkelerin yetkilileriyle yapılan ikili toplantılarda da isteklerimizi
ısrarla ifade ettik. En son Cidde’de yapılan toplantıda bile Amerika’nın
etkisiyle Kuveyt taleplerimizi reddetti. Bu durum karşısında Kuveyt’i ilhaka
mecbur kaldık. (…)

Biz bölgede huzur ve
barış istiyoruz. Körfez krizinin de barış yoluyla çözülmesine taraftarız. Suudi
Arabistan’a hiçbir tecavüze niyetimizin olmadığını ispat için her türlü
teminatı vermeye hazırız.

(…) Biz ilk kurşunu atan olmayacağız.
Fakat eğer emperyalist güçler bize tecavüz ederse onlara layık oldukları cevabı
vereceğiz. Bunu yapabilecek gücümüz mevcuttur. Bölgede huzurun temini için önce
emperyalist güçlerin Suudi Arabistan’ı terk etmeleri şarttır. Eğer Suudi
Arabistan kendini takviye ihtiyacı duyuyorsa bunu emperyalist güçler
vasıtasıyla değil Müslüman ülkelerin “Barış Gücü” vasıtasıyla
yapabilir.”

(…) Saddam
sorularımıza verdiği bir cevabında da “Petrol Arap halklarına refah
getireceğine kültür emperyalizminin olumsuz etkilerine yol açtı. Eskiden kız
evlatlarımız anne ve büyükannelerini örnek alırlardı. Petrolden sonra
Paris’teki artistlere benzemeye özeniyorlar. Petrol zenginliği bizim
mutluluğumuz için kullanılmadı” görüşünü sergiledi.

Saddam Hüseyin ile 3 saat süren
görüşmeden sonra saraydan yeni bir günün başlangıcında sevinçle ayrıldık. Çünkü
görüşmenin neticesinde Saddam Hüseyin “Barış Kapısını” kapatmamıştı.
Tam tersine açıkça “Biz barış istiyoruz” diyordu. (…) Bu durum
karşısında biz de “Kapının açık kalması” için bilhassa
“Kuveyt’ten hangi şartlar altında çekilmeniz mümkün olabilir?”
şeklinde bir sual yöneltmekten özenle kaçındık. (…)

Saddam Hüseyin ile
sarayda görüşürken konuyla ilgili teklif ve düşüncelerimizi Taha Yasin Ramazan
vasıtasıyla kendisine ileteceğimizi söylemekle yetindik. O da, programdan
haberdar olduğunu ve Taha Yasin Ramazan’a aktaracağımız proje ve tekliflerimizi
ilgiyle beklediğini ifade etti. (…)

Ertesi gün, (…)
hazırlık çalışmamıza başladık. Saddam Hüseyin’in konuşmalarını bir kere daha
değerlendirdik.

Evet, netice
itibariyle Saddam Hüseyin’le görüşme memnuniyet verici olmuştu, barış için kapı
açık gözüküyordu. Ancak bütün konuşmadan çıkan netice şu idi:

Saddam gerek ambargoya, gerekse ABD
kuvvetlerinin muhtemel tecavüzüne karşı tedbirlerini almıştı ve bekliyordu.
(…) Esasen bu bekleme dahi Müslüman ülkelere yeterince zararlı oluyordu.
Çünkü emperyalistler bir yandan Körfeze asker ve silah yığmaya devam ediyor,
diğer yandan bunların büyük masraflarını Müslüman ülkelere ödetiyordu. (…)
Bütün bunlara ilaveten Körfez krizi yüzünden gün geçtikçe petrol fiyatı
artıyor, bunun etkisiyle bütün dünya ülkelerinin ekonomileri çöküyor, bu arada
Müslüman ülkelerde bu çöküşün etkisi altında kalıyordu. (…)

İşte bu sebeplerden dolayı Irak
inisiyatifi karşı tarafa bırakıp beklememeli bilakis, inisiyatifi eline alarak,
tıpkı bundan önce İran’a karşı yaptığı jeste benzer bir jesti de Suudi
Arabistan’a yapmalıydı. İki kardeş Müslüman ülke olarak Körfez krizinin
aralarında görüşerek barış yoluyla çözeceklerini ilan etmeli ve müzakereyle bu
barışa nasıl ulaşılabileceğini tespit edip yürürlüğe koymalıydı. (…)

Bu düşüncelerle
Irak’ın barış projemizi kabul etmesinin kendisine ne büyük faydalar
sağlayacağının bir envanterini çıkarttım. Irak’ın inisiyatifi ele almasının 15
önemli yarar sağlayacağını tespit ettim.

Bütün bu hazırlıkları yaptıktan sonra 24
Eylül Pazartesi günü akşamı Taha Yasin Ramazan’ın sarayında toplanılmıştı:

Taha Yasin Ramazan
askeri üniformasıyla makamında bizi karşıladı. Saat 17.00’de başlayan
görüşmemiz 2 saat sürdü. Taha Yasin’e, Suudi Arabistan Kralı Fahd’a sunduğumuz
“Barış Projesi”ni alternatifleriyle anlattım. Ayrıca Irak’ın barış
yolunda inisiyatifi ele almasının sağlayacağı 15 önemli faydayı da etraflıca
açıkladım. Kendisine, eğer bunları size açıklamadan Türkiye’ye dönseydim büyük
vicdan azabı çekecektim. Çok şükür kardeşlik vazifemi yaptım. Bundan sonra
maddi ve manevi mesuliyet size intikal etmiştir” dedim.

Taha Yasin Ramazan
cevabi konuşmasına bizim Türkiye’de hükümet ortağı olduğumuz günleri hatırlatarak
 “Sayın Erbakan, Siz bizim uzun yıllardan beri yakın dostumuzsunuz.
Türkiye ile Irak arasındaki işbirliğini geliştirmek için çalışmalar yaparken
bir arada bulunduk. O günden beri size büyük itimadımız vardır. Bu proje ve
teklifleri Irak’ın ve bütün Müslüman ülkelerin menfaatini gözeterek ve hepsinin
iyiliğini isteyerek hazırladığınızdan eminiz”
 dedi. Ardından yanında bulundurduğu zabıt görevlisini göstererek,
“Gördüğünüz gibi söylediğiniz her kelimeyi kaydettik. Dün de Başkanın
yanında tespit edildiği gibi bu proje ve tekliflerinizi aynen kendisine arz
edeceğim. Dün bu proje ve tekliflerin Irak’ın en yüksek organı olan İhtilal
Komuta Konseyi’nde görüşülmesi ve değerlendirilmesine verdi. Proje ve
teklifleriniz en kısa zamanda ele alınacaktır. Neticeden de sizi haberdar
edeceğiz. Bundan sonraki çalışmalarda gerek olursa yardımlarınızı rica
edeceğiz” diyerek konuşmasını tamamladı. (…)

Saddam görüşmesinden
sonra MTB heyeti özel uçakla Tahran’a gitmişti. Biz ise Taha Yasin Ramazan ile
görüşmemizin ertesi günü Amman’a hareket ettik. Amman’dan Libya’nın Başkenti
Trablus’da yapılan Uluslararası Müslüman Ülkeler Konferansına katıldık. 24-28
Eylül tarihlerinde yapılan bu konferansa muhtelif Müslüman ülkelerden 600’e
yakın ilim, fikir ve devlet adamı iştirak etti. Konferansta “Körfez
krizine nasıl çözüm bulunabileceği” konusu incelendi.

(…) MTB heyeti İran’da yöneticilerle
temas ederek; emperyalizme karşı ortak hareketi sağlamaya çalışırken, biz de bu
görevi Trablus’taki konferansa iştirak eden ülkelerin delegeleri vasıtasıyla
yerine getirmeye çalıştık. (…)

ABD Senatosundaki müzakerelere
dayanılarak yayınlanan belgelere göre İran-Irak savaşından sonra Amerika’nın
Bağdat’taki bayan büyükelçisinin Iraklı yetkililere “Kuveyt’i niçin
almıyorsunuz?” diyerek yeşil ışık yaktığı ileri sürülmektedir. Oysa aynı
Amerikan yönetiminin diğer yandan Kuveyt yetkililerine de “Sakın Irak’ın
tekliflerini kabul etmeyin arkanızda biz varız” dediği de ifade edilmektedir.
Ne var ki Körfez krizi ister Amerika’nın inisiyatifiyle meydana getirilmiş
olsun, isterse olayların tabii seyri sonucu doğmuş olsun hali hazır durumuyla
insanlığın önündeki en mühim meseledir. [1]

İşte bu Erbakan’la,
şimdi ABD, AB ve İsrail ile taşeronluk yapan AKP’yi “aynı ve biri birinin
devamı” göstermek, ya hamakat (aşırı zeka geriliği)tır veya kasıtlı çarpıtma ve
hıyanettir.

Okuyucu Yorumu:

Salih Ispartalı

HAKİKATEN HELAL OLSUN!

Milli Görüş Camiasının
münafıklarının ve İslamcıların marazlı takımının bu MİLLİ ÇÖZÜM’e ve özellikle
Ahmet Akgül Bey’e niye şiddetle karşı çıktıklarını, sonunda çözdüm.

Çünkü:

1-     Onlar sizin sadakatinizi, cesaretinizi ve her iddianızdaki isabetinizi
kıskanıyordu.

2-     Sizlerin ayet ve hadislerle ortaya koyduğunuz aynada, münafıklar ve
vefasız korkaklar kendi çirkin yüzlerini görüp sıkılıyordu.

3-     Olayların, hep Ahmet Hoca’nın ferasetli yorumları ve faziletli duruşları
istikametinde geliştiğini görüp, haset damarıyla hıyanet duyguları kabarıyordu.

Allah rızasına, dava
aşkına ve Erbakan’ın Aziz hatırasına; herkese, her kesime, hükümete ve dış
güçlere, böylesine net ve mert şekilde gerçekleri haykırmak, hem büyük bir
CİHAT’tı, hem de çok zor bir imtihandı.

Ey Milli Çözümcüler,
Allah yardımcınız olsun, ayağınızı Hakta sabit tutsun! Dualarımız sizinledir,
yolunuz açık olsun…

 

 

 

 


 

[1] Herkesin Hocası Erbakan. Ekrem Kızıltaş. (sh. 269 ve devamı)

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/haziran-2012/milli-goruse-dusman-ol

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi