Anasayfa » Meclis Başkanı Sn. İsmail Kahraman’ın Resmi ve Vicdani Sorumlulukları MASON ADNAN OKTAR’IN ŞIMARIKLIĞI VE ABDÜLHAMİD HAN DÜŞMANLIĞI

Meclis Başkanı Sn. İsmail Kahraman’ın Resmi ve Vicdani Sorumlulukları MASON ADNAN OKTAR’IN ŞIMARIKLIĞI VE ABDÜLHAMİD HAN DÜŞMANLIĞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 94 Görüntüleyen


Meclis
Başkanı Sn. İsmail Kahraman’ın Resmi ve Vicdani Sorumlulukları MASON ADNAN
OKTAR'IN ŞIMARIKLIĞI VE ABDÜLHAMİD HAN DÜŞMANLIĞI


A-9 kanalındaki 13 Eylül 2016 tarihindeki konuşmasında:

“Abdülhamid Osmanlı'da Darwinizm'i yaymıştır. Theodor Herzl ile çok samimi ilişkileri ve işbirlikleri bulunmaktadır. Belki de devlet işlerini birlikte istişare ettiği özel adamıdır. Abdülhamid Filistin'de ve başka yerlerde Yahudilere hem de istediklerinden ziyade toprak ve arazi veren padişahtır. Hegel'in kitabını tercüme ettirip ateistliğin reklamı olarak bütün Osmanlı diyarına dağıtmıştır” şeklinde şeytanı bile sollayan bir şarlatanlıkla, Sultan Abdülhamid Han'ın Darwinizm'e-Ateizm’e ve Yahudi Siyonizm'ine hizmetlerinianlatan bir kitap hazırladığını da hatırlatan Bay Adnan Oktar'a sormak lazımdı: Madem Abdülhamid Siyonizm'e bu denli yardımcı ve yararlıydı, neden o Siyonist odaklarca ve onların Masonik uşakları İttihatçılarla, olmaz hakaret ve hücumlara maruz kalmıştı?

Madem Siyonist Yahudilere ve İsrail'i kurma girişimlerine böyle destekler veren Abdülhamit'i sizin de sahiplenip övgüler yağdırmanız gerekirken, bu sırıtan kin ve düşmanlığınızın altında hangi derin kuyruk acılarınız yatmaktaydı? Hiçbir dinde, hiçbir kültürde ve hiçbir gelenekte yeri olmayan ve ahlaki sayılmayan edepsiz ve erdemsiz bir tavırla, göğüs tombulları, külotlarına kadar bacakları, göbekleri ve sırtları açık kızlarla fıkırdaşıp, farklılık ve çağdaşlık havaları atan Adnan Oktar, acaba bu cahil cesaretini nereden almaktaydı? İşlerine gelen durumlarda, tam bir riyakârlık ve sahtekârlıkla “Sevgili Üstadımız” diyerek Bediüzzaman'ı istismar eden Adnan Oktar, her nedense Üstat Said Nursi Hz.lerinin kadınların İslam'a göre niçin ve nasıl örtünmesi konusunu anlattığı“Tesettür Risalesini” hiç okumaz ve gündeme taşımazlardı! Kendilerinin Mehdiyetine işaret saydıkları nice zayıf hatta mevzu hadisleri sürekli tekrarlayan bu zavallılar, Hz. Peygamberimizin tesettürle ilgili sahih hadislerini ve bu husustaki sarih ayetleri (Nur Suresi:60 gibi) niye hiç konuşmazlardı?

Bir zamanlar, Mason Localarının kirli ve gizli yapılanmalarını ve Siyonizm'in hain karakolları olduklarınıbelgelerle anlatan kitaplar yazan, daha sonra“Bunları benim adıma başkaları çıkarmış!” diyerek, yani dönekleşip yan çizerek Masonluğunu açıklayan ve Siyonizm'e sığınan… Ve yine bir zamanlar Almanya'daki Yahudi soykırımı iddialarının nasıl uydurulduklarını anlatan ve “Soykırım Yalanı” kitabını çıkaran, ama daha sonra “Soykırım Vahşeti” diye, Kendi tükürdüklerini yalayıp, Yahudilerin toplu katliamlara uğradığını savunmaya başlayan bu Masoncuk, kimlerin adamı, hangi karanlık mahfillerin elemanıydı?

“Filistin'de Musevilere çok geniş alanları yerleşim bölgesi olarak onlara satmış ve benim Abdülhamit'i tek beğendiğim ve takdir ettiğim tarafı bu davranışıdır” diyen Adnan Oktar Sultan Abdülhamit'e yönelik:

• Kıbrıs, Kafkaslar, Ege Adaları gibi vatan topraklarını yabancılara satmak,

• Tüm Osmanlı padişahlarına ait toprakların tapusunu kendi üstüne aldırmak ve bunu “ülke toprakları yabancılara kalmasın” kılıfıyla sarmak,

• Ülkenin her tarafına kerhane (genelevleri) açtırmak,

• Değişik yörelerde (rakı, şarap, bira) içki fabrikaları kurdurmak gibi isnat ve iftiralardan sakınmamıştı.

Adnan Oktar o dönemde zaten Osmanlı'ya çöreklenen azınlıkların ve İttihatçı Mason-dönme arsızların yaptığı haksızlık ve ahlaksızlıkları Abdülhamit'e mal edecek ve O'nu suçlu gösterecek kadar şarlatanlığa kalkışmıştı. Oysa o süreçte padişahın devlet yönetimindeki ve kontrolündeki etkinliğinin kısıtlandığı, sarayın kuşatıldığı ve bütün bu yoğun baskılara rağmen Sultan Abdülhamid Han'ın dünya Siyonistlerince yıkılmaya çalışılan Osmanlı'yı 33 yıl ayakta tutmayı başardığını yabancı devlet adamları ve ilim erbabı dahi itiraf edip saygı duymuşlardı.

Örneğin İbrahim Alaettin Gövsa'nın: “Abdülhamit'in uzun ve Zorlu Saltanat yıllarını muhakeme (ve tenkit) ederken, şahsi kusurlarıyla birlikte, o zamanın şartlarını ve (kısıtlı) imkânlarını (ve Osmanlı'ya yönelik dış ve iç düşmanların saldırı ve sıkıştırmalarını da) göz önünde bulundurmak lazımdır” (Bak: Türk Meşhurları Ansiklopedisi, Abdülhamid maddesi) tespit ve tavsiyeleri insaflı ve tutarlı bir yaklaşımdı.

Mason Adnan Oktar'ın Sultan Abdülhamit'e böylesine küstahça sataşması, herhalde Siyonist Masonların bir intikam alışıydı. Mason uşağı Adnan Oktar'ın sırf İslam oldukları ve Kur'an'a bağlı kaldıkları için Osmanlı padişahlarına ve özellikle Abdülhamid Han'a saldırmak için fırsat kollayan; başta Emin Çölaşan tüm Sözcü yazarları gibi Darwinist ve din düşmanı sosyalistlerle aynı safta ve aynı safsatalarla ortaya çıkması, bunların gerçek ayarını ve amacını, yani karanlık ve kiralık yanlarını açığa vurmaktaydı. (Bak: Adnan Oktar, Sohbetler, 21.09.2016, A-9 Kanalı)

Sultan Abdülhamit'e ağzından köpükler saçarak saldıran Mason Adnan Oktar'ın, siyasi Siyonizm'in fikir öncülerinden Theodor Herzl’e sahip çıkması ve aklayıp temize çıkarması ise tek kelime ile mide bulandırıcıydı. Oysa Büyük Larousse (10. C. H bölümünde)Herzl (Theodor): Siyonizm'in öncüsü. 1960–1904, Basel’de ilk Siyonist Kongreyi (1897) topladı. Filistin'de toprak satın alınması için ulusal Yahudi Bankası'nı kurdu. Kemikleri 1949'da Kudüs'e taşındı.” yazmasına rağmen Mason Adnan Oktar'ın “Theodor Herzl'in Siyonizm'le ve İsrail'in kuruluş hevesi ile hiçbir alakası yoktur” iddiaları tam bir yalan ve saptırmacaydı. Bugün İsrail parlamentosu girişinde Theodor Herzl'in büyük boy fotoğrafı bulunmaktaydı.

Bu asılsız ithamların, kasıtlı iftiraların ve Siyonist Yahudileri aklama amaçlı kafa karıştırıcı isnatların sahibi Bay Mason Adnan Oktar, Sultan Abdülhamid Han'a her fırsatta sahip çıkan ve savunan Rahmetli Erbakan Hoca'dan da mı utanmazlardı? Yoksa bu karalama kampanyası, asıl O’na sataşmanın kahpece bir hazırlığı mıydı? Ve yine sürekli “Tayyip Hocamız” diye yağcılık yaptıkları Sn. Cumhurbaşkanı'nın ve AKP iktidarının Sultan Abdülhamit'i saygıyla andıkları ve O'nu tanıtma amaçlı ilmi programlar yaptıkları bir süreçte, Adnan Oktar'ın böylesine derin bir kinle ve pespaye çirkinlikle Abdülhamid Han'a saldırı başlatması nasıl bir hayâsızlıktı, yoksa bir meydan okuma mıydı? Mason ve münafık şarlatan Adnan Oktar, yükseklere tükürenlerin, attıkları balgamın sonunda düşüp kendi yüzlerine bulaşacağını düşünemeyecek kadar şapşallaşıp şaşırmış ve şımarmışlardı.

Yılmaz Özdil, Sözcü Gazetesinde “Abdülhamit” başlıklı 24.09.2016 tarihli yazısında Mason Adnan Oktar'ın iddialarını aynen tekrarlamıştı!

“Atatürk'ün mareşal üniformalı tablosunu depoya kaldırtan TBMM başkanı İsmail Kahraman, Dolmabahçe Sarayı'nda padişah Abdülhamid'i Anma Sempozyumu düzenledi.“Ne yazık ki tarihi ve kültürel miras bilinmiyor, özellikle gençler bilmiyor, unutturuluyor, hükümdarımız Abdülhamid'e vefa borcumuz var” dedi. Bence de öyle. (Kendini yeni Osmanlı filan zanneden İsmail kahramangiller, rakının 19 Mayıs 1919'da icat edildiğini zanneder ama… İlk rakı fabrikası Cumhuriyet'ten 22 sene önce kuruldu. Hem de, bizzat Abdülhamid'in başmabeyincisi Sarıcazade Ragıp Paşa tarafından Tekirdağ'da kuruldu. Padişahın isteği, şeyhülislam'ın onayıyla kuruldu. O dönemin en meşhur markaları, Deniz Kızı Rakısı ve Üzüm Kızı Rakısı'ydı. Deniz Kızı Rakısı'nın asıl ismi Tenedos Rakısı'ydı, ama etiketinde güzeller güzeli bir deniz kızı resmi olduğu için, ahalimiz Deniz Kızı Rakısı diyordu. Abdülhamid döneminde üretilen tüm rakı markalarının etiketinde, kız resimleri kullanılıyordu.) Peki, bu topraklardaki ilk “bira” fabrikası kimin döneminde kuruldu? Gene Abdülhamid döneminde kuruldu. Gel de vefa borcu hissetme birader. (Cumhuriyet'i kuranlara “ayyaş” diyorlar ama… Abdülhamid döneminde, yılda 10 milyon litre bira tüketiliyordu. Cumhuriyet bu rakama, yani Osmanlı'nın içtiği kadar biraya, anca 1940'lı yıllarda ulaşabildi. Henüz bira fabrikası kurulmadan önce, övünmek gibi olmasın, Osmanlı'da ilk birahane İzmir'de açıldı. Birahanelerin açılma iznini veren de, Abdülhamid'in babası Abdülmecid'ti.)

Osmanlı'nın ilk “şampanya” fabrikası da Abdülhamid döneminde kuruldu. Resmi, mühürlü evrak var, Abdülhamid'in izniyle kuruldu. (Abdülhamid şampanya fabrikası kurdurduğunda, elitler kurdu denilen Cumhuriyet'in kurulmasına 30 sene vardı. Şampanya fabrikasını, Musevi Alatini kardeşler kurdu. Abdülhamid hazretleri, bu Alatini kardeşleri madalyayla ödüllendirdi, kendi elleriyle, bir değil, iki değil, üç defa “Mecidi Nişanı” taktı. Musevi Alatini kardeşlerle öylesine cankuştu ki, tahttan indirilip Selanik'e gönderildiğinde, üç sene boyunca, Alatini ailesine ait Alatini Köşkü'nde kaldı.) Abdülhamid efendimiz, rakı, bira ve şampanya fabrikası kurdurdu, ama kendisi “rom” tercih ederdi. Bizzat torunu Osman Ertuğrul televizyonda anlattı: “Dedem rom içerdi, babama söylerdi, bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran'a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor derdi.”

Abdülhamid'in en önemli tarihi ve kültürel miraslarından biri ise… Bu topraklardaki ilk “kerhane”yi açtırmasıydı. (Fuhuş elbette vardı, şehre yayılmasını önlemek, kontrol altına alabilmek için, varlıklarını ticarethane olarak sürdürmelerini sağladı. Acem'in hanesi, Alaycı Kadri'nin hanesi, Keseci Hürmüz'ün hanesi, Langa Fatma'nın hanesi gibi evler vardı, zaptiye rüşvet alıyor, göz yumuyordu. Abdülhamid buna son verdi. İstanbul Karaköy'deki Zürefa Sokak'ı hizmete açtırdı. Bugün hayvan zannedip zürafa sokak diyorlar, aslında zürefa'dır, Osmanlıcadır, lezbiyen anlamına gelir. Kendini muhafazakar zannedenler inanmakta güçlük çekecektir ama, bu topraklar kerhane kültürünün kurumsallaşmasını Abdülhamid'e borçludur.)

Ha bu arada… Binlerce yurtseveri Fizan'a Yemen'e sürgün etmiş, zindanlarda boğdurmuş, hafiyeleriyle jurnallerle 33 sene kan kusturmuş, Mısır'ı Tunus'u Kıbrıs'ı Sırbistan'ı Karadağ'ı Romanya'yı, toplam 1.5 milyon kilometrekare toprağı kaybetmiş, tarihçilerin bileceği iştir… Ben kendi payıma, vefa borcumuzu ödemek için “hayırlı” faaliyetlerini yazıyorum! Dolayısıyla… “Gençlerimiz tarihi ve kültürel mirası bilmiyor, kendisine vefa borcumuz var” diyerek, Abdülhamid'i parlatmaya çalışan İsmail Kahraman'ı hakikaten tebrik ediyorum. Padişahımızın doğum günü vesilesiyle düzenlenen sempozyuma, eskort kızlar çağırıp, şampanya ve rom servisi yaparsanız dört dörtlük olur yani… Ben bile iki duble atmaya gelirim gari.”

Yani Mason Adnan Oktar’larla Darwinist ulusalcı Emin Çölaşan ve Yılmaz Özdil takımı aynı yerden besleniyor ve aynı yerlere ateş ediyorlardı!?

Abdülhamid Han, Osmanlı’nın en sıkıntılı döneminde sancağı devralmıştır. Ulu Hakan’ın en büyük işi her şeyi kayıt altına aldırmasıdır. Devlette her şey resmi kayıt altında tutulmaya başlanmıştır. Öte yandan şunu unutmayalım ki o günden bu güne hiçbir şey değişmemiştir, sadece İngiltere’nin yerini bugün Amerika almıştır. Yüz yıllık süreçte Abdülhamid Han bizlere şunu öğretmiş bulunmaktadır: Hiçbir devletin taahhüdüne güvenip aldanmayacaksın, kendi işini kendin yapacaksın. Önceleri Abdülhamid Han vehimli davranıyor diyenler, Sultan’ın tahttan indirilmesiyle ne kadar yanlış düşündüklerini anlamışlar ve pişmanlık duymuşlardı.

Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın sorumlulukları

Sultan II. Abdülhamid’in Osmanlı padişahları içerisinde en çok tartışılan, yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından hayatı, dönemi ve icraatlarıyla ilgili birçok inceleme yapılan bir şahsiyet konumundadır. Osmanlı Devleti’nin var olma ve tarih sahnesinde kalma mücadelesi verdiği dönemde Batılı imparatorlukların ittifak halinde Osmanlı’yı yok etmek için toprak bütünlüğüne kastettikleri bir süreçte hükümdar olan Sultan II. Abdülhamid’in, son dönem Osmanlı padişahları içinde özel ve ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu muhakkaktır. Sultan Abdülhamid Han iktidarı süresince sadece bir tek sorunla değil, sorunlar yumağıyla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Emperyalist güçlerin Osmanlı Devleti’ni parçalama sürecini duraklatmış, onlarla siyasi sahada kıyasıya mücadele yapmıştır. Tutarlı ve başarılı tavrı, onun hem dış güçlerin hem de onların içerideki uzantılarının hedefi haline gelmesine yol açmıştır.

“Sultan II. Abdülhamid’in kişisel özelliklerine ilişkin bilgi verirken, onun ibadetlerini aksatmadığını, namazın yanı sıra diğer dini vecibeleri de titizlikle yaptığını, ağzına içki koymadığını, karakter olarak sadeliği ve temizliği ön plana çıkardığını, dikkatli, nazik, kibar ve tutumlu bir devlet adamı sayıldığını, el sanatlarından sahne sanatlarına kadar pek çok sanat dalında çalıştığını ilgilendiğini anlatan; Müfettiş ve valilerinden sürekli istediği raporlarla çalışmaları ve gelişmeleri yakından izleyen Sultan II. Abdülhamid’in halkına adaletle hükmettiğini hatırlatan Meclis Başkanı Sn. İsmail Kahraman’ın, Mason Adnan Oktar’ın bu küstah saldırılarına karşı da elbette bir yanıtı olmalıydı ve millet olarak kendisinden böyle bir hamiyet ve hassasiyet beklemek hakkımızdı.

İlim ve fikir erbabının, Siyaset ve devlet adamlarının Sultan Abdülhamid yorumları:

Tarihte yaşadığı dönemde değeri anlaşılamayan liderlerin başında gelen Sultan Abdülhamid hakkında, iktidarı döneminde kendisine muhalefet eden birçok isim, vefatından sonra pişmanlıklarını dile getiren ve kendisini öven yazılar yazmış, konuşmalar yapmışlardır. İşte onlardan bazıları:

Mustafa Kemal’in insaflı tavrı:

“Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkûk (karışık ve kasıtlı azınlıklar) ve hudutları amansız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamid'in idare tarzı, azami (en ileri) müsamahadır. Hele bu idare, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında tatbik edilmiş olursa…” (Dünya Bülteni Tarih Serisi)

Enver Paşa’nın özür beyanı:

İttihat ve Terakki'nin başı ve Abdülhamid karşıtı Enver Paşa memleketi terk ederken Talat Paşa'ya şu büyük itirafta bulunmuştu: “Sultan Abdülhamid'i hal etmekle hayatımızın en büyük hatasını işledik, Kendisini çok yanlış anlamışız.”

Bediüzzaman'ın helallik alması!

Sultan II. Abdülhamid'in torunu Orhan Osmanoğlu, Bediüzzaman Said Nursi'nin Nemika Sultan'dan helallik aldığı görüşmeyi anlatmıştı. Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin, Osmanlı İmparatorluğunun 34. Padişahı olan Abdülhamid Han'a haksızlık ettiğini ifade ederek 3 kez helallik istediği ortaya çıkmıştı. Sultan II. Abdülhamid'in politikalarına karşı çıkan üstelik Mason ve dönmelerin yönettiği İttihat ve Terakki'ye övgü yağdıran Said Nursi'nin daha sonra pişmanlık duyduğu ve 1959'da Ankara'ya giderek torunu Nemika Sultan'dan helallik istediği anlaşılmıştı. Detayları bilinmeyen bu görüşmeyi Sultan Abdülhamid'in torunu Orhan Osmanoğlu aktarmıştı. TRT 1'de ekrana gelen Gündem Ötesi programına konuk olan Orhan Osmanoğlu, 57 yıl önceki o görüşmeyi şöyle anlatmıştı:

“Tarihçi, eski milletvekillerinden Osman Turancı, benim halamın kocasıydı. Halam Sati Sultan'ın eşiydi. Sati Sultan, Abdülhamid'in torunuydu. Ankara'da ikamet ediyordu. Said Nursi 1959'da yanına uğrayarak Osman amcaya, 'Ben Nemika hanımla görüşmek istiyorum' diyor. Osman amca 'müsait değil' deyince, 'Çok önemli, onunla görüşmeden çıkmam buradan' diye ısrar ediyor. Bunun üzerine Osman amcam tekrar söylüyor, Nemika halamız aşağı iniyor. Said Nursi, üç defa helallik istiyor, 'Ben büyük dedenize haksızlık ettim' diye özür diliyor.”

Nahid Sırrı Örik:

“Bu padişahın meziyetlerini, hem de hizmetlerini, bilhassa çok sonraki senelerin ışığı içinde anlayıp takdir ettim. Ve iddiaya kalkışılmış, haykırılıp bağrışılmış olduğu gibi kanlı bir zalim ve gölgesinden korkan bir mecnun değil; bilakis rahim, herkesin ırzına ve malına mutlak surette hürmetkâr ve en büyük tehlikelere göz kırpmadan bakacak derecede cesur olduğu hakkındaki kanaatim kat'i ve değişmez mahiyetini nispeten yakın zamanlarda aldı. Her sahadaki muvaffakiyetleri büyüktür ve bunların en büyüğü, sayısız ihtiras ortasında kocaman bir imparatorluğu otuz üç yılı aşkın bir müddet dağıtmadan, parçalamadan tutabilmiş olması ve en zalim hükümdarlar karşısında olduğu gibi, en büyük tehlikeler önünde de sükûn ve itidalini muhafaza edebilişidir.” (Büyük Doğu, Kasım-1951)

Reşad Ekrem Koçu:

“Bugün tarihi bir hakikattir ki, İkinci Sultan Hamid küçük adam değildi ve asla kanlı bir hükümdar olmamıştı. Uzun saltanatında (çoğunu dış güçlerin ve içerideki işbirlikçilerinin) memleket ve millet üzerinde açtığı yaralar, İkinci Abdülhamid'in şahsi seyyiatı (kendi günahı ve hatası) değil, herhangi bir istibdat idaresinin kaçınamayacağı neticelerdir.”(Osman Gazi'den Atatürk'e)

“Yıllar boyunca en küçük mektep çocuklarından başlanarak en büyüklerimize ve bütün milletimize yapılan sistematik telkinlerle: hain, cahil, kızıl ve kara Sultan olarak tanıtılan Abdülhamid Han'ın millet ve memleketimize yaptığı birçok iyi işler, zamanına göre yapılmış büyük hamleler ve bıraktığı eserler de bulunduğunu unutmamak lazımdır.” (Sayı: 32-Ekim 1956, Çakmak Dergisi)

Bugün aydın bir hakikattir ki, İkinci Sultan Abdülhamid, tahttan indirildikten sonra 1908-1913 arasında kaleme sarılanların tasvir ettikleri adam değildir. O devrin ciddi ve mizahi gazetelerinde cehil bütün gılleti ile sırıtır. Tam inkâr ile Abdülhamid'i Yıldız Sarayı'na kapanmış, taht ve can kaygusundan başka bir şey düşünmeyen bir padişah olarak gösterirler, “memleket bir harabezar, o bu harabede tünemiş bir kuş”… Bu bedbaht yazarlar, Abdülhamid'in çok mazbut ve afif olan hususi hayatına bile tecavüzden en küçük bir vicdan ürpermesi duymamışlardır.” (Osmanlı Padişahları)

Sağlığında cennet mekân Abdülhamid Han'a şiddetle saldıran filozof ve şair Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın pişmanlık haykırışları:

“Tarihler ismini andığı zaman,

Sana hak verecek hey koca Sultan;

Bizdik utanmadan iftira atan,

Asrın en siyasi padişahına!

……………………………………….

Padişah hem zalim hem deli dedik,

İhtilale kıyam etmeli dedik;

Şeytan ne dediyse, biz beli dedik;

Çalıştık fitnenin intihabına!

…………………………………………

Divane sen değil, meğer bizmişiz;

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;

Sade deli değil, edepsizmişiz;

Tükürdük atalar kıblegahına!”

 

Abdülhamid Han'a muarız bir tavır takınan Mehmet Akif Ersoy’un itirafı:

“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?

Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:

Semer değilmiş o rahmetlinin ki devletmiş!” (Safahat)

Ahmed Reşid Bey

“Hakikaten halim, sabur ve rahim idi. Vehm ile maluliyetine rağmen birçok ahvalde göstermiş olduğu sükûn ve temkin ve haslet-i mahsusası olan tevazu, sade tanınmamış değil, inkâr edilmiş faziletlerindendir. Kelimenin bütün manasıyla afif idi, yani kimsenin ırzına ve kesesine göz diktiği görülmemiştir. Hayat-ı resmiyyesinde yorulmaz denilecek kadar çalışkan, hayat-ı ruhiyyesinde numune-i imtisal olacak derecede perhizkârdı.” (Canlı Tarihler, Cild: 3)

Şair ve edip Süleyman Nazif Tepedelenli'nin itirafı ve pişmanlığı

“Kaç zamandır gelmemişken ya da biz,

İşte geldik senden istimdada biz:

Öldürürler başlasak feryada biz,

Padişahım hasret olduk eski istibdada biz.”

Haluk Y. Şehsuvaroğlu

“İkinci Abdülhamid'in son devir Osmanlı hükümdarları arasında en zekisi, en fazla ileriyi göreni olduğunda şüphe yoktur. Eğer kendisi normal şartlar altında tahta geçseydi, esasen mevcut olan vehmi bu kadar tahrik edilmemiş bulunacak, etrafına toplananların telkinleriyle bu kadar vesveseli bir saltanat sürmemiş bulunacaktı.” (Resimli Tarih Mecmuası, Mart-1955)

Nihal Atsız

“Cemiyetin en büyük haksızlığına uğramış tarihi şahsiyetlerinden biri, İkinci Abdülhamid'dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi dışı düşman dolu bir imparatorluğu otuz üç yıl zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişah, katil, kanlı, müstebid, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır.” (Türk Ülküsü)

İsmet Bozdağ

“İkinci Abdülhamid'in hayat ve icraatının akisleri, kendisine karşı açılan bir mücadele devrinin sarsıntılarının hatıraları, o devirde beliren fikir ve siyaset hareketlerinin bugünlere kadar ulaşan alıntıları, bu padişahı, yalnız dünün değil, bugünün bile en aktüel siması haline getirmiş, adı üzerinde en çok konuşulan ve yazılan bir tarihi şahsiyet olmuş, bir insan olarak şahsiyeti kadar, bir idareci ve siyaset adamı olarak yaptıkları da daha yumuşak veya insaflı çizgilerle tasvir edilmeye, birçoklarımızın çocuklarının kâbusu haline getirilen bir “Kızıl Sultan” portresi arkasından yavaş yavaş mazlum ve vatanperver bir başka İkinci Abdülhamid'in birçoklarını yadırgatan, birçoklarının da merakını tahrik eden yeni bir kişiliği ve portresi belirmeye başlamıştır”. (Selek Yayınevi'nce yayınlanan “Abdülhamid'in Hatıra Defteri'nin önsözünden)

“Sultan İkinci Abdülhamid ölümünden yarım asır sonra dahi söz konusu oluyorsa, bu, onun kişiliğinin kuvvetine delildir ve bu kişinin yapıcı ve yıkıcı tarafları hakkında belki daha çok şeyler söylenecektir. Ancak bu gibi yazarlara şurasını hatırlatmak yerinde olur ki, bir ihtiras denizinde yüzen köhne imparatorluk teknesini idare edecek ellerden en yoksun kaldığımız bir devirde bir Sultan İkinci Abdülhamid geldi. Öğretimindeki ve yetişmesindeki başıboşluğa rağmen, bu genç insan doğuştan getirdiği bir takım değerlerle tarihte iz bırakan bir hükümdar olabildi. Devlet idaresini en kritik bir devirde ele almasına rağmen ufak tefek zararlarla imparatorluğun ömrünü otuz iki buçuk yıl uzattı.” (Tercüman, 7 Nisan 1968)

Ali Vehbi

“Zaafları ne kadar olursa olsun, Osmanlı padişahları içinde en zeki ve en diplomat şahsiyet olduğunda şüphe yoktur. Felaketle neticelenen Rus harbinden (93 Harbi) sonra Türkiye'yi zelilane vaziyetinden kurtarıp şerefli bir hale getiren odur. Devletine eskisinden daha büyük şa'şaa vermeye muvaffak olan da odur. Abdülhamid, bir çeyrek asır boyunca bir taraftan Avrupa devletlerinin hücumlarına karşı misli görülmemiş bir maharetle kendini müdafaaya bir taraftan da imparatorluğun dahili çöküntüsüne karşı mütemadi bir mücadeleye muvaffak olmuştur.” (Sultan Hamid'in Düşünce ve Hatıraları mukaddimesinden)

İsmail Hami Danişmed

“Eğer Fatih, Yavuz ve Kanuni on beşinci ve on altıncı asırlarda gelmeyip de, Sultan Hamid'in zamanında gelmiş olsalardı ne yapabilirlerdi? Bu büyük padişahın şahsiyetini tesbit etmek isteyenler için böyle bir sualin cevabını çok iyi düşünmek gerektir. Herhalde tarih, can çekişme devrinde gelmiş olan Osmanlı İmparatorluğunu otuz üç sene yaşatmış olan Sultan İkinci Hamid'i daima hürmet ve rahmetle yâd edecektir. “ (31 Mart Vakası)

Mufassal Osmanlı Tarihi

“Pek nazik ve terbiyeli idi. Hoşlanmadığı kimselere bile güler yüz gösterir, hoşlanmadığını belli etmezdi. Hafızası kuvvetli olup bir kere gördüğünü veya sesini duyduğunu bir daha unutmazdı. Karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anlamakta ve bunları ona söylemekte mahirdi. Herkesin gönlünü alıp, kendisine bağlamayı bilir, dindar, hayratı sever, içki kullanmaz, her türlü sefahatten uzak durur, basit ve sade bir hayat yaşardı. Memleket idaresinde iyi niyetle çalışmak ve faydalı olmak isterdi. Dış işlerine ve Avrupa politikasına gereği kadar vakıftı. Avrupa'nın kuvvet ve siyaset dengesinden istifadeyi bilirdi.” (Cild: 6)

“Sultan Hamid ve devri, Türk tarihinin çok mühim ve karışık bir safhasını teşkil eder. Bu devirde emperyalizm doymaz ihtiraslarla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı şahlanmış veya kışkırtılmıştır. Bu duruma rağmen imparatorluk, Adriyatik denizinden Basra Körfezi'ne kadar muhafaza edilmiştir ki bunda başlıca amil, saltanatı otuz üç yıl süren, bu padişahın siyasi kudreti olmuştur. Abdülhamid Han'ın nasıl buhranlı bir devirde teslim aldığı ve kendisinden sonra devletin dokuz yılda ne derece dağıldığı ve hatta anavatan Anadolu'nun bile istila edildiği göz önüne getirilirse, tarih ilminin bu padişah hakkında vereceği şaşmaz hüküm onun lehinde olacak ve tenkitler teferruata inhisar edecektir.” (Türkiye'de Siyasi Buhranın Kaynakları)

Enver Behnan Şapolyo

“Sultan Abdülhamid'in siyaseti, imparatorluğu muhafaza etmek, Türk milletini inkırazdan ve esaretten kurtarmaktı. Jön Türkler Abdülhamid'e ağır ithamlarda bulundular. Ona cahil, zalim, müstebid, korkak, inkilab düşmanı, evhamlı dediler. Hatta daha ileri giderek ona “Kızıl Sultan” adını taktılar. Annesinin Ermeni olduğunu söylediler. Fakat bütün bunlara rağmen, bulunduğu şartlar içinde ehliyetsiz bir devlet adamı olmadığını zaman bize ispat etti.” (Osmanlı Sultanları Tarihi)

İbnülemin Mahmud Kemal İnal

“Pek nazik, pek mütevazı idi. Mültefitane sözlerle muhatabını teshir ederdi. Ecnebi küberasına ziyafet verildikte dilfiribane bir tarzda ve suhuletle uzun sözler söyler, hatırlarını tatyib ederdi. Kuvve-i hafızası son derece metin idi. Çok sigara, kahve ve çay içerdi. İyş ü işrete ve fahş ü rezilete rağbet etmezdi. Az yer, az uyurdu.” (Son Sadrazamlar)

“Otuz üç yıllık İkinci Abdülhamid devri, sadece Genç Osmanlılar ve Genç Türkler gözüyle, onlarla Padişahın münasebetleri açısından değil, fakat bütün yönleriyle ele alınıp müsbet ve menfi taraflarıyla değerlendirildiğinde, yakın tarihimizin aydınlığa kavuşacağı ve nesillerin ön yargılardan kurtulacağı muhakkaktır.” (Sultan İkinci Abdülhamid'in Doğu Anadolu Politikası)

Son Vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi

“Saltanatı günlerinde: “Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur” mısraını okuyanlardan birçoğunun cenaze namazında Baki'nin: “Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki/Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf” beyitini hatıra getirmeleri Abdülhamid'in hayatının hayırla kapandığını gösteren garaib-i mukaddeattandır. İbret alın ey akıl sahipleri!” (Sultan Abdülhamid-i Sani, Suret-i Hal'i)

“Bir kısım muharrirlerin “Sultan Abdülhamid'in pençesinden koparılan demokrasi” şeklindeki beyanları ciddi mevzuları karikatürize etmek şeklinde mugalâtadır. Abdülhamid'den demokrasi koparılmamıştır. Hürriyeti almak iddiasıyla hürriyetin ırzına geçilmiş ve böylece Türkiye'de hakiki demokrasi ancak son devirde İttihat ve Terakki'nin başka bir ad taşıyan halefinin şeflik sultasından milletin müşterek iradesiyle zorla koparılmıştır.” (Sultan İkinci Abdülhamid ve Bugünkü Muarızları)

Ahmed Rıza Bey

“Abdülhamid devrinden şikâyet edenler, Abdülhamid'in bazı kimselere verdiği fazla para ve hediyelere hased ettiklerindendir.” (Meclis-i Mebusan Reisi)

Fethi Okyar

“Çok haysiyetli, vakur, azametli idi. Bu vasıfları yapmacık değildi. Mağrurdu diyemeyeceğim, hatta aşırı terbiyesi içinde samimi, şefkatli olduğu kanaatindeyim. Hiç şüphesiz şahsen merhametli idi.” (Üç Devirde Bir Adam)

Semih Mümtaz

“İkinci Sultan Hamid herkesin okumasını isterdi. Okumamanın insana zararlı olduğunu bilirdi. Temizdi. Fakat titiz değildi. Hastaların yanına gider, kendine göre hekimlik eder, aman elim sürünmesin, bana bulaşmasın gibi korkuları yoktu. Çok da cesurdu. Beş vakit namaz kılardı. Birçok kere kendisi imamlık etmiş, amcama müezzinlik ettirmiştir. Boğazına düşkün olmayan bir padişahtı, ne zaman karnı acıkırsa o zaman yemek yerdi ve herhangi bir odada bir dairede bulunuyorsa oracıkta yerdi. Mekteb-i Mülkiyeyi çok severdi ve korurdu.” (Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler)

“Bilindiği gibi meşrutiyet idaresi her şeyden önce, onu destekleyen taazzuv etmiş siyasi bir partiye veya partilere ihtiyaç gösterir. Hâlbuki meşrutiyet böyle organik partiler kurulmadan ilan edilmiş ve devam etmiştir. Başta Midhat Paşa olmak üzere, sayısı az olan meşrutiyet taraftarları arasında hiçbir fikir birliği yoktu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi ünlü meşrutiyetçiler siyaset adamları vasıflarına sahip olmaktan çok edebi şahsiyetler idiler. Edebiyat konuları üzerinde bile aralarında derin anlaşmazlıklar vardı. İkinci Abdülhamid'i meşrutiyet aleyhine cephe almaya eğilten amillere yabancı devletlerin baskılarını ve tehditlerini de eklemek gerekir. Bütün menfi sonuçların sorumluluğunu yalnız İkinci Abdülhamid'e yüklemek mümkün müdür? İkinci Abdülhamid, Yavuz Sultan Sultan Selim'den sonra tahta çıkan Kanun Sultan Süleyman durumunda değildir. Hangi şartlar içinde padişah olduğu, ne gibi müşküllerle karşılaştığı ve kendileriyle çalışmak mecburiyetinde olduğu insanların yetişme tarzı ve ruh haletleri dikkate alınırsa, bu sorumluluktan ancak bir hisse sahibi olduğuna hükmetmek gerekir.” (Osmanlı Tarihi-Cild: 8)

Sadi Borak

“10 Şubat 1918'de vefat eden Sultan Abdülhamid'in hakkında sadece küfür kampanyasına girenler, onun olumlu taraflarını sükûtla geçirmişlerdir. Oysa İkinci Abdülhamid, İstanbul'da birçok kültür yuvalarının kurucusudur. Bu tesislerden bazılarının inşa masraflarına şahsi parasıyla katılmıştır. Abdülhamid, millet eğitilmedikçe hürriyet verilmesinin zararlı olacağı kanısındaydı. Kültür müesseselerine bu yüzden hız verdiğini daima savunmuştur.” (Son Havadis-12.2.1966)

Samiha Ayverdi

“İkinci Sultan Abdülhamid devri tarihine temas edenlerin büyük ekseriyeti, dünya Siyonist ve Masonlarının el ve işbirliği ile hazırlayıp fikir kampanyasına sürdükleri menfi havanın baskısı altında kalmışlardır. Onun için de, muhitinin tesirlerini tartıp ölçecek ve doğru bulmazsa reddedip püskürtecek bir fikri olgunluk beklenemeyecek umumi efkâr, daima bu ortalığı saran menfi tesirlerin altında kalmıştır. Şayet kütle, kendi haline bırakılmış olsa idi, hükümdarın takdire layık siyasi portresini göreceğine şüphe yoktu. Halbuki aleyhte işleyen propaganda, demagoji ve müptezel iftiralarla bir hücum kampanyası açarak, onu halkın gözünden düşürmek yoluna gitmiştir.” (Türk Tarihinde Osmanlı Asırları)

Ali Rıza Alp

“Abdülhamid'i kötülemek cehalettir. Değilse kasıtlı bir hıyanettir.” (Tercüman, 19 Aralık 1965)

Midhat Sertoğlu

“Bir milletin kaderinde rol oynamış kimselerden bahseden tarihçinin ilk görevi objektif kriterler kullanmak ve hakikatten asla ayrılmamaktır. Ne yazık ki, çok zaman siyasi durumun yarattığı zemin ve meydana getirdiği “o günün havası” buna engel olmuştur. Ancak olaylar geride kaldığı ve gerçeklerin açıklanmasında artık mahzur kalmadığı halde bazı olaylar ve şahıslar hakkında, hala subjektif kriterlerle hareket edilmekte ve tarihimizin bazı devirleri, ağır şekilde itham olunmaktadır. Bu talihsiz kimselerden biri de, şüphesiz ki, İkinci Abdülhamid'dir.” (Hayat Tarih Mecmuası Eylül 1974)

Osmanlı Devleti’nin en kritik bir devrinde otuz üç yıl hükümdarlık yapmış İkinci Abdülhamid Han için ağır ithamlarda bulunan, bu aslı karanlık vicdanı kiralık kişi ve çevrelerin böylesi isnat ve iftira kampanyaları giderek azıtmaktadır. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü otuz üç sene geciktiren ve eğitim, kültür, sanat, mimarî, askerî teşkilat, bilim ve teknoloji sahalarında yaptığı yenilik ve hizmetlerle, devlet ve millete şeref ve itibar kazandıran Abdülhamid Han hakkında yerli ve yabancı birçok meşhur şahsiyet vicdani ve insani itiraflarda bulunmuşlardır.

Sir Henry F. Woods

“Kendisiyle tanışmak imkânı bulan herkesin itiraf ettiği gibi Abdülhamid büyüleyici bir karaktere sahipti. Bir defasında Abdülhamid'i ikna yoluyla Babıâli'ye eski yetkilerini tekrar iade etmesini sağlamak isteyen Sir Philip Currie (İngiliz elçisi) bile bu emelinde hüsrana uğramıştı. Abdülhamid'le sadece iki kez görüşme imkânı bulan Mr. Joseph Chamberlain'in bana sonradan itiraf ettiğine göre, Türkiye'deki ziyareti esnasında tanıdığı devlet adamı niteliğine sahip bir tek adam vardı. O da, Abdülhamid idi.” (Osmanlı Bahriyesinde 40 Yıl)

“Abdülhamid, şimdiye kadar gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları arasında en müstesna yeri işgal edenlerden biridir. Çok sakin ve gösterişten uzak bir hayat tarzı vardı. Herhangi bir meseleye çözüm yolu ararken etrafındakileri dinler, ancak onların esiri olmazdı. Tahta çıkmadan önce bile akıllı ve nazik bir kişiliği olması nedeniyle İstanbul'a gelen bazı Avrupalılar onu ziyaret ederlerdi.”

“Abdülhamid rejimi hakkında doğru bir yargıya varabilmek için, olanlara akılcı bir açıdan bakmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında, idaresinin ne kadar iyi olduğu görülecektir. Çünkü Abdülhamid, zalim idare tarzına rağmen parçalanan imparatorluğun yeni baştan organize edilmesi için çalışıyordu.”

“Abdülhamid tahttan düşürülmemiş olsaydı, Avrupa devletlerinin halen yaralarını sarmaya çalıştığı o büyük afet (Birinci Dünya Savaşı) meydana gelmiş olmayacaktı. Aksini farz etsek bile Abdülhamid, büyük bir ihtimalle Türkiye'nin tarafsız kalmasını sağlayarak memleketine bir zafer hediye etmiş olacaktı. Bunu iddia etmekle kâhin sayılmamalıyım.”(Osmanlı Bahriyesinde 40 Yıl)

İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey, siyasi hayatı boyunca rakibi olmasına rağmen Sultan II. Abdülhamid Han’ın vefatını öğrendiği zaman onun büyüklüğünü takdirden kendini alamamıştır; “Ne büyük kayıp! Hasmımdı, ama onun ölümüyle diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti! Tahttan indirilmeseydi Balkan Savaşı’nı önler ve 1.Dünya Savaşı’nı çıkarttırmazdı” (Nak. Refik, Efsane Soluklar, s. 133.)

Aynı konuda, 40 yıl süreyle donanmasında hizmet etmiş Amiral Sir Henry Woods da şu çarpıcı görüşleri paylaşmıştır: “Abdülhamid şimdiye kadar gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları arasında en müstesna yeri işgal edenlerden biridir… Abdülhamit tahttan indirilmemiş olsaydı, Avrupa devletlerinin yaralarını sarmaya çalıştığı o büyük felaket (1. Dünya Savaşı) meydana gelmeyecekti. Aksini farzetsek bile Abdülhamid, büyük bir ihtimalle Türkiye’nin tarafsız kalmasını sağlayarak, memleketini batmaktan kurtarıverecekti.” (Woods, A.g.e., s. 117.)

1877’de İstanbul’a gelen Avusturya-Macaristan büyükelçisi Victor Graf Dubsky, önce Babıali’deki hükümet erkânı ile görüşüp ardından da Sultan II. Abdülhamid ile görüştükten sonra Ulu Hakan hakkında düşüncelerini şöyle açıklamıştır: “Hayret verici bir şey ama doğruydu. Devlet erkânı sadece kısa mesafede ileriyi görebiliyordu. Geniş zaviyeli bir ihata kabiliyetleri yoktu. Abdülhamid’in ise aksine fazla ihata niteliği vardı. Bu zıtlık telafi edilemezdi. Edilemeyince de devlet idaresinde başlayan aksaklıklar ileride daha vahim sonuçlar verecekti. Biz bunları iyi kullanmalıydık” (Bardakçı, İmparatorluğa Veda, s. 89)

Yahudi asıllı Türkolog Arminius Vambery, İngiliz dışişlerine gönderdiği 7 Mayıs 1884 tarihli raporda Sultan II. Abdülhamid için şunları söylemiştir: “Padişah elindeki bütün imkânları seferber ederek, hayırseverliğini her fırsatta göstermekten kaçınmıyor. Eğitim ve sağlık hizmetleri için büyük miktarlar harcamakta, halkının selamet, refah ve mutluluğu için yorulmak bilmeden çalışmaktadır. Padişahtan korkabilir, hattâ nefret edebilirsiniz; ama çalışkanlığını ve adaletini asla inkâr edemezsiniz.” “Demir gibi bir irade, makul bir aklîselim, kibar ve nazik bir tavrı hareket, Türk ve İslâm mümessili (temsilcisi)! İşte Sultan Hamid budur.” “Onun, değil yalnız Osmanlı İmparatorluğu hakkında, bütün dünya meseleleri hakkında derin bir vukufu vardır. Avrupa’yı istiladan kurtaran odur. O, mutaassıp (tutucu) bir Hristiyan düşmanı değildir. Olmuş olsaydı onları işbaşına getirmiş olmazdı. Eğer bir mâni çıkmazsa o, Türkiye’yi ileriye götürecektir ve götürebilecek tek adamdır.”(Nak. Necefzade, a.g.e., s. 82)

Vambery gibi Amerikan büyükelçisi S.S. Cox da Osmanlı’nın kalkınması ve yıkılmaktan kurtulması için Abdülhamid’in “tek şans” olduğunu anlatmıştır: “Türklerin ilerlemesini gerçekleştirebilecek yegane şahıs Sultan Hamid’dir. Bütün vaktini de buna haşretmiştir. Müsahamalı bir hükümdardır. Bazı kibirli Avrupa Devletleri onu örnek kabul etmelidirler.” (Nak. A.g.e., s. 83 )

Elisabeth Warmeley Latimer, 19. asırda Rusya ve Türkiye isimli eserinde, Abdülhamid Han’ın batmakta olan devleti olağanüstü bir gayretle nasıl kurtarmaya çalıştığıyla ilgili şu manidar tespitleri yapmıştır: “II. Abdülhamid, Türk tarihinin en karanlık ve buhranlı zamanında, muazzam mes’uliyeti üzerine alarak tahta oturdu. Sultan Hamid vezirlerini fersah fersah geride bırakan bir enerjiyle çalışır, Çok çalışkandır. Okumadan hiçbir şeyi imza etmez. Avrupa gazetelerini tercüme ettirerek okur. Az bir zamanda yüksek bir diplomat olduğunu ispat etmiştir. Mahvolmakta olan koca Osmanlı İmparatorluğu’nu fevkalade iyi idare etmekte kalmamış, onu yükseltmeye çalışmıştır.” (Nak. A.g.e,.s. 82)

1890’larda Sultan Abdülhamid ile sarayda görüşüp tanışan, Amerikalı gazeteci Sidney Whitman, ondaki nezaket, vakar ve zarafete nasıl tutulduğu şu hayranlık dolu ifadelerle yazmıştır: “Bu olağanüstü adamı küçültmek için o kadar şey yazılmıştır ki, üzerimde yarattığı nezaket ve içtenlik izlenimimi tekrarlamaktan kendimi alamayacağım. Abdülhamid, bahse değecek bir fiziki avantajı olmadığı halde kendisiyle temasa geçenlerin sempatisini kazanmak için hesaplanmış ve gerçekten kazandıran nadir rastlanan bir nezaket, sade bir vakar ve davranış nezaketine sahipti. Bakışında, hatta kâtibine hitap ederken emretme alışkanlığını ifşa eden hoş tonlu sesinin monoton dengesinde, yaşamı boyunca kesin, hatta kölece bir itaati zorla sağlayan bir şey vardı.” (Koloğlu A.g.e,. s, 353,354.)

”Almanya’nın siyasi birliğini sağlayan ünlü politikacı Bismark da, Abdülhamid’in hakkıyla anlaşılamadığını ve haksız hükümlere maruz kaldığını haykırmıştır:“Sultan Abdülhamid Avrupa’da bir hasta olarak ele alınmaktadır. Fakat bana göre O, Haliç kıyılarında bulunanların hepsinden daha yüksek bir diplomattır. Ona karşı âdilâne hüküm verilmediği kanaatindeyim.” (Nak. Müftüoğlu, a.g.e,. s. 420.)

1905’te Sultan Abdülhamid’i çok merak edip görmeye muvaffak olan ve kendisine sürekli şekilde “vahşet canavarı” olarak tanıtılan padişah hakkındaki değişen kanaatlerini, İtalyan Filarmoni Akademisi Başkanı Enrico di San Martino şunları aktarmıştır: “En büyük şaşkınlığa kendisiyle görüşünce uğradım. Bu adamın kanlı vahşeti hakkında gazetelerin anlattıklarının etkisi altındaydım ve bir tür kaba vahşi ile karşılaşacağımı sanıyordum. Aksine, sesinde ve ifadesinde ince bir nezaket ve en büyük etkileyici yumuşaklığa rastladım.” (Koloğlu, a.g.e,. s, 354.)

Sultan Abdülhamid’i, imparatorluk topraklarını yeniden fethe girişen ve Osmanlı geleneğini yeni bir yorumla çağa uyarlayan “ilginç bir devlet adamı portresi” olarak tanımlayan Fransızbilgin François Georgeon, büyük bir iddia ile şunları açıklamıştır: “Abdülhamid’i ve O'nun hükümdarlık dönemini anlamak, bir bakıma bugünkü Türkiye’yi tanımak demektir.”(Osmanlı Ansiklopedisi, s, 266-274)

İngiliz Yazar Joan Haslip’in iki önemli tespiti de şöyledir: “İttihatçılar yaptıkları hataları halktan gizlemek için, Sultan Hamid rejimi aleyhinde şiddetli bir kampanya açmışlardı. Sultan Hamid kadar hiç kimse, bir harpten memleketinin ne kadar az kazanacağını veya ne kadar çok şey kaybedeceğini bilemezdi.” (Koloğlu, . A.g.e., s. 173-175)

Abdülhamid devrinin büyük bir eğitim şahlanışına sahne olduğu konusunda, meşhurHollandalı tarihçi Erik Jan Zürcher mühim tespitler yapmıştır: “Döneminde eğitim, idare, adalet ve iletişim gibi birçok alanda ıslahat yapıldı ya da yapılan ıslahatlar genişletildi. Eğitim ve iletişim alanlarındaki ıslahatlar özellikle kayda değerdir. Batı tarzı okulların gerek sayısı, gerek verdikleri mezun sayısı arttı ve 1900’de Darülfünun açıldı. Alt tabakalardan gelen öğrenciler artmış ve batı etkisi ilk defa yönetici elitin dışındaki kitleye ulaşmıştır. Abdülhamid döneminde kitapların, dergilerin, gazetelerin tirajı çok büyük ölçüde artmıştır. Bu yayınlar, modern bilim ve teknoloji ile imparatorluk dışındaki dünya hakkında halkın aydınlanmasını sağlamıştır.” (Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, 28-29)

Tüm dünya geçte olsa Ulu Hakan Sultan II. Abdülhamid‘in değerini anlamaya başlamışken, şimdi Adnan Oktar Masoncukları nedense yeniden zırvalamaya başlamıştır. Bizler o şanlı ecdadın torunları olarak onların yarım bıraktığı mirası Allah'ın izniyle tamamlayacağız ve Siyonist Şeytan'ın saltanatını inşallah yıkacağız.

Siyonist odakların tahriki ve Emperyalist dürtüleriyle İngilizlerin Abdülhamit düşmanlığının perde arkası

Bugün Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Keşmir ve kısmen Afganistan topraklarını kapsayan Hint kıtasında tarihin en büyük devletlerinden birini kuran Babürlüler, bu topraklara devlet yönetiminden ordu sistemine, edebiyattan kültüre, sanattan mimariye kadar eşsiz eserler bırakmıştır. Ne yazık ki, Babürlülerden sonra bu coğrafyayı işgal eden İngilizler, yazdıkları tarih kitaplarında bu büyük Türk devletini Moğol İmparatorluğu diye tanıtmışlardı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Forsu’nda yer alan güneşin etrafındaki 16 yıldızdan birisi de Babür Devleti’ni temsil ettiğini hatırlatmamız lazımdır.

Osmanlı Devleti tarihinin en parlak döneminde, Türk Ordularının batıda ve doğuda büyük fetihler yaptığı süreçte Hint diyarında yeni bir Türk devleti doğmaktaydı. Orta Asya’yı baştan sona hâkimiyeti altına alan Timur Oğulları Devleti parçalanmış, torunları ayrı ayrı devlet kurmuşlardı. Emir Timur’un torunlarından olan Türk Barlas Kabilesi’nden Ömer Şeyh Mirza, Fergana’da bağımsızlığını ilân edip tarih sahnesine çıkmışlardı. Ömer Şeyh’in oğlu Muhammed Babür, Fergana’nın Andican kasabasında 1483 yılında doğmuşlardı. Küçük yaşta babasının ölümünden sonra amcası ve dayısı ile yaptığı taht mücadelesini kaybedince ve emri altındaki beylerle birlikte 1504′te Kabil’e girerek devletin başkentini buraya taşımıştı. Türkistan’da devam eden taht kavgaları sebebiyle Muhammed Babür yönünü doğuya, Hindistan’a çevirmiş bulunmaktaydı. Zaten, Müslüman Türkler, tarih boyunca bu coğrafya ile her zaman münasebet içinde olmuşlardı. İslâm öncesi Saka ve Hun Türkleri; İslâm’ın kabulünden sonra ise Gazneliler ve Timuroğulları Hint kıtasına akınlar yapmışlardı. Son olarak Babür, Hindistan’ın kapısında karargâhını kurmuş bir Türk-İslam kahramanıydı.

Babürlülerden Ekber Şah, Hindistan’ı tek bir merkezî idare altında toplamayı başaran ilk hükümdardı. Ekber Şah zamanında Babürlüler Hindistan’da en ihtişamlı dönemini yaşadı. Ancak Ekber Şah’ın en büyük hatası, çeşitli dinlerin kendince iyi ve doğru taraflarını alarak yeni bir din tesis etme düşüncesine girişmiş olmasıydı. Büyük İslâm müceddidi İmam-ı Rabbani, o yıllarda Hindistan’ın Serhend şehrinde yaşamaktaydı. İmam-ı Rabbani bu yanlış anlayışa karşı büyük fikir mücadelesi vermiş ve nihayet Ekber Şah’tan sonra tahtın varislerinden olan Şah Cihan ve Alemgir Şah’ı yeniden Ehli Sünnet çizgisine taşımıştı. İmam-ı Rabbani’nin bu irşat ve ihya hareketiyle Hindistan’da İslâm yeniden aslî şekline uygun olarak yaşandı ve yayıldı.

Daha sonra Şah Cihan, Hint kıtasına dünya medeniyet mirası kabul edilen çok sayıda şaheser kazandırdı. Babürlüler tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar Hindistan’ı imar faaliyetleri başlattı ve refahı artırdı. Şah Cihan, eşi Mümtaz Mahal için dünyanın 7 harikasından biri kabul edilen türbelerinden birini yaptırdı. Taç Mahal’in yapımı için Osmanlılardan mimar istendi ve Mimar Sinan’ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi, ekibiyle birlikte Hindistan’a gelerek 21 yılda bu şaheseri tamamladı. Ağra’da Türk mimarlar tarafından inşa edilen Taç Mahal kadar, dünyada meşhur çok az mimarî eser vardır. Osmanlı Devleti’yle ilk düzenli diplomatik münasebetler Şah Cihan tarafından başlatılmıştır. Şah Cihan’dan sonra Babürlülerin son büyük hükümdarı kabul edilen Evrengzib, Alemgir Şah unvanıyla tahta çıktı. Evrengzib iyi bir Müslüman, cesur bir komutan, ideal bir idareci ve devlet adamıydı. Alemgir Şah, Türk ve İslâm dünyasıyla iyi münasebetler kurup ülkede düzeni ve huzuru yeniden sağladı. Fakat maalesef devrinde Hindistan ticaretinin, İngiliz ve Hollandalıların eline geçmesine engel olamadı. Alemgir Şah 1707 yılında öldüğünde Türk devletlerinde kötü bir gelenek hâlini alan taht kavgaları yeniden kızıştı. Afgan ve İranlıların saldırılarıyla Babürlü hâkimiyeti giderek zayıfladı ve ülkenin sınırları daraldı. Bu dönemde İngilizlerin Hindistan'daki askerî varlıkları günden güne artmıştı. Nihayet Alem Şah, ülkede gittikçe yayılan ve güç kazanan İngilizlerle savaşmak zorunda kaldı. 1764 yılında yapılan Balkar Savaşı’nda Babürlü ordusu maalesef yenilgiye uğradı. İngilizler ile yapılan Allahabad Anlaşması neticesinde alt kıtanın idaresi İngilizlerin eline bırakıldı. Bundan sonra gelen Babürlü hükümdarları da ne yazık ki, İngilizlerin güdümünden çıkamadı. 1857′de çıkan Büyük Sipahi İsyanı’nı bastıran İngilizler, 1858′de bütün Hindistan’ı İngiliz İmparatorluğu topraklarına kattı. 1877′de ise İngiliz Kraliçesi Victoria, resmen Hindistan İmparatoriçesi ilân edilmiş olacaktı.

İşte Ulu Hakan Cennetmekân Abdülhamid Han 1852 yılında Hindistan'daki Türk İslam Devletinin başındaki Babür Şahına elçiler yollayıp desteğini açıklamış, bu ülkeye İlim ve fikir adamları gönderip psikolojik destek olmaya ve dünya Müslümanlarının dikkatini buraya yoğunlaştırmaya başlamıştı. Hindistan'daki Babür Hanlığıyla Osmanlı saltanatının daha ileri ve ciddi işbirliğini başarması halinde Siyonizm'in dünya hâkimiyeti sevdasının hayal olacağını anlayan Yahudi sermayesi, İngiliz Devleti'ni kışkırtarak Osmanlı Rus savaşını kışkırtmıştı, ve tabi artık Kırım harbi ile uğraştırılan Abdulhamid Han Hindistan'daki Babür Hanlığına artık sahip çıkamayacaktı.

Kırım Savaşı, 4 Ekim 1853-30 Mart 1856 tarihleri arasındaki Osmanlı-Rus savaşıydı. Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa ve Piyemonte-Sardinya'nın Osmanlı tarafında savaşa dâhil olmasıyla savaş, Avrupalı devletlerin Rusya'yı Avrupa ve Akdeniz dışında tutmak amacıyla verdiği bir savaş halini almıştır. Savaş, müttefik güçlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Rusya, 1853 yılından itibaren Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunalımı sırasında takip ettiği zayıf bir Osmanlı Devleti üzerinde etki alanı kurma politikasını bırakarak, bu devleti yıkma politikası takip etmeye başladı. Bunu gerçekleştirebilmek için de kutsal yerler sorununu kullandı. Osmanlı Devleti, Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve çevresinde Katolik ve Ortodoks cemaatlerine çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı. 1853 yılına gelindiğinde ayrıcalıklar konusunda Rusya ile Katolikliğin dünya çapında savunuculuğunu yapan Fransa ile çatışmaya başlamıştı. Bu durumu bahane eden ve asıl amacı “Hasta adam” gözüyle baktığı Osmanlı Devleti'ne ve onun bekasına son vermek isteyen Rusya, İngiltere'ye mirasın paylaşılması teklifini yaptı. Ancak, Birleşik Krallık bu teklife yanaşmadı. Ardından Rus orduları savaş dahi ilan etmeden 22 Haziran 1853'de Eflak ve Boğdan'ı işgale başladılar. Çar I. Nikolay, bu hareketinin bir savaş başlangıcı kabul edilmemesi gerektiğini açıkladı. Bu sırada İstanbul'da, Rusya'ya karşı savaş ilanı için halk padişaha baskı yapmaya başladı. 4 Ekim 1853'te Rusya'ya bir nota verildi ve Eflak ile Boğdan'ın 15 gün içinde boşaltılması istendi. Rusya bu notaya kayıtsız kaldı ve tanınan sürenin sonunda savaş fiilen başladı.

Savaşın başlangıcında Osmanlı Ordusu Balkanlar'da başarılı olmuşlardı. Fakat Batum'a yardım götüren Osmanlı donanması 30 Kasım 1853'te Rus Donanması tarafından Sinop açıklarında batırıldı. Rusların bu ani hareketi ve Karadeniz'de durum üstünlüğü sağlamaları Boğazlar'ı ve İstanbul'u tehlikeye atmıştı. Sonuç olarak kâğıt üzerinde, savaşın galiplerinden olan Osmanlı Devleti, aslında savaştan çok büyük zarar alarak çıkmıştı. Çok pahalı olan bu savaşı yürütebilmek için Osmanlı devleti, ödeme yeteneğinin çok üstünde borç almıştı. Sanayileşmeyi kaçırdığı için ekonomisi geri kalmış olan devlet, bu borçların altından kalkamayacak ve 1881 yılında Düyunu Umumiye idaresinin kurulmasıyla, Avrupalı devletlerin mali denetimi altına girip, ekonomik bağımsızlığını yitirmiş olacaktı. Kırım Savaşı'nın sonunda ilan edilen Islahat Fermanı, Osmanlı'nın fiilen Masonların eline geçmesini sağlayacaktı. Güya Islahat Fermanı'nın amacı, imparatorluk içindeki herkese Osmanlı yurttaşlığı vererek, yasalar önünde dine bakılmaksızın eşitlik sağlamaktı. Ancak Islahat Fermanı ile Batı'da dolaşan yıkıcı düşünceler Osmanlı Devleti'ne girmeye başlayacaktı ve azınlıklar iyice azıtacaktı!

Hindistan ve Pakistan Müslümanlarının Osmanlı sevgisi ve özellikle Sultan Abdülhamid'in yakın ilgisi nedeniyle hem Çanakkale savaşımızda hem de Kurtuluş destanımızda maddi ve manevi destekleriyle hep yanımızda olmuşlar, hatta bugünkü İş Bankası'nın sermayesi olacak altınları, o günkü ulaşım şartları nedeniyle Rusya üzerinden Mustafa Kemal'e yollamışlardı. Velhasıl Adnan Oktar'ın Abdülhamid düşmanlığı bunların gizli ayarını ve kirli amacını kustukları bir şeytanlık damarıydı. Ve herhalde belalarını arıyorlardı!

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi