Anasayfa » M. Kemal Din’in Zahiri Kurallarına Pek Uymazdı Ama

M. Kemal Din’in Zahiri Kurallarına Pek Uymazdı Ama

Yazar: yonetici
0 Yorum 64 Görüntüleyen

MUSTAFA KEMAL DiN iN
ZAHiRi KURALLARINA UYGUN DAVRANMAYA PEK DiKKAT ETMEZDi AMA…

  22–23 Haziran 1998 Tarihli Mili
Gazete’de Ali Günvar Şunları yazmıştı:

“ ‘LAİSİZM’ anlayışı, bir yönü ile; değişen ve dönüşen dünya düzeni
karşısında arkaik (eskiyen, önemini ve özelliğini yitiren) hale gelen ve
geçersizleşen Hıristiyan ve Yahudi ahkâmı ile; bu ahkâmın dayandırıldığı
köhnemiş ve kötüleşmiş örgütlerin yeryüzündeki ve bilgi depolama yöntemindeki
dönüşüme gösterdikleri reaksiyonun bir sonucudur.”

Genel tarihe, bir bakıma; “İnsanlığın maddi ve manevi bilgi birikiminin
depolanması ve nesillerden nesillere aktarılma metotlarının olgunlaşması
tarihi” olarak bakabilmemiz de mümkündür. Zira rejim tartışmalarından, kültür
ve medeniyet tartışmalarına kadar, çıkar çatışmaları da dahil, bütün
çatışmalar, bu ana dizgedeki değişim ve dönüşümlere hizmet boyutludur.
Toplumların iç yapılarında olsun, birbirleri arasında olsun, her türlü ilişki,
şu ya da bu biçimde, bilgi birikiminin depolanma ve aktarılma metodlarının
gelişmesine, değişmesine ve giderek daha öne çıkmasına yol açmaktadır.

Bir kutsi hadiste “Ben gizli bir hazineydim, irfan olunmayı sevdim ve bu
mükevvanatı kendimden kendime yarattım” buyurulmaktadır. Dikkatle bakılırsa
görülür ki, adeta bütün sistemler bu irfan olunma emrinin çeşitli devirlerdeki
değişik tezahürleri ve kendini açığa çıkarma zevkinin tabii neticeleri
konumundadır. Bu durum pek de şaşırtıcı olmasa gerektir. Zira bütün varlıkların
hakikati olan Allah’ın bilinebilmesi için; peygamberler de aynı doğrultuda
davranmışlardır. Peygamberlerin aşama aşama birbiri ardınca gelmeleri ve
hepsinin insanlara: Allah’ı hakikatıyla bilebilmeleri için, O’na samimiyetle teslim
olmalarını ve irfan sahibi olarak olaylara bakmalarını (bir diğer deyişle
İslam’ı) vazetmeleri boşuna değildir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde
belirtilmekle beraber, “hiç şüphesiz Allah indinde din İslam’dır” ayetiyle
vurgulanmıştır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz bu bilgi depolama ve aktarma sistemleri; önce
mitosların organizasyonu yolu ile olmuştur. Claude-Levi Strauss’un “Les
Mithologuques” adlı çalışması mitosların organizasyonu ile bilginin depolanması
ve aktarılması konusunu ayrıntılarıyla açıklamaktadır.

Mitosların (Kahramanlık destanı ve masalların) döneminden sonra;
İsrailiyat adı verilen efsaneler sistematiği ile bilgi depolanması ve
aktarılması dönemi gelmiştir. İsrailiyat: mitoslar gibi kesin içyapı kuralları
ile sınırlanmamış olan menkıbeler bütünüdür. Mitoslardaki içyapı kuralları,
İsrailiyat sistematiğinde dışlaştırılarak, bir tür üst kurallar bütününe
dönüştürülmüş ve menkıbelerin tefsiri, bu üst kurallar bütününe göre yapılarak,
bilginin aktarımına göreceli bir esneklik getirilmiştir. Ve kanımızca, pek
yanlış bir biçimde, bu tür dünyevi kurallar bütünü, malesef Allah bilgisi
doğrultusunda insanları eğiten peygamberlerin getirmiş oldukları anlayış ile
karıştırılarak, şeriat diye adlandırılmıştır. Bunun en belirgin örneklerinden biri:
günümüzde Yahudilerin kullandığı ibni Me’nun (Maimonides) şeriatidir. Hâlbuki
bütün peygamberler, bu ruhsuz gelenekçi üst kurallar bütünü ile mücadele
ederek, devirlerinin (ilmi metodlar içeren) İslam’ını vazetmişlerdir.

Şeriat dindir ve ancak peygamberler tarafından getirilebilir. Yukarıda
sayılan üst kurallar ise, hiç bir ilahi onay olmaksızın, bir takım mantıksal
çıkarımlar ile elde edilmişlerdir. Dini açıdan: Hak, yani değişmez gerçek,
sayılamaz, bu bakımdan böylesi kuralları şeriat diye adlandırmak doğru
değildir. Çünkü bu tür kurallar tarihin belirli dönemlerinde geçerli ve gerekli
olsalar bile, şartların değişmesi halinde geçerliliklerini yitirirler. Hâlbuki
şeriat ilahidir ve geçerliliğini asla yitirmeyecektir. Bu tür kuralları şeriat
gibi takdim edenler için Kur’an-ı Kerim’de “Veyl o kimselere ki, kendi
sözlerini Allah’ın sözü diye söylerler. Cehennem ne kötü durak…” ikazı
ürkütücü bir tehdittir. Hayat ve huzur kaynağı olan İslami esaslarla, bazı
şahsi fetvaları, hatta hurafe ve safsataları aynı şey saymak ve saldırmak ise;
ya bilgisizliğin veya dinsizliğin bir göstergesidir.

İsrailiyat adı verilen bilgi aktarma sistematiğinin yerini; modern
bilimsel bilgi sistematiğine terk etmesinin başlangıç noktası Hz. Muhammed
(sav) Efendimizin gelişi iledir. Kur’an-ı Kerim’in içerdiği Fizikten Biyolojiye
pek çok bilimsel bilgi, Hz. Ali (kv) Efendimizin modern bilimsel bilginin can
damarı olan evrensel gramerin ilk çalışmalarını yaparak Arapça gramerini ortaya
koyması, gerek sevgili Efendimiz ve gerekse yakınlarının sürekli bilime yönelik
çalışmaları ve çevrelerindeki kişileri bu doğrultuda teşvikleri, tarihi bir
değişim ve en talihli bir gelişmedir.

Ayrıca “ilim” ilk kez Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde “logos”tan farklı
bir biçimde, “science” anlamında kullanılmıştır. Zira “logos” İsrailiyat tipi
bilginin metodudur. Oysa bilimsel bilgi metodu “science”dir. Hz. Hatam-ül
Enbiyanın Asr-ı Saadetini diğer devirlerden ayıran özelliklerden bir tanesi de,
bilimsel bilgi metodudur. Zira “ilm”, “logos”tan farklı olarak, deney ve
gözleme dayalı bilgidir.

Hz. Muhammed’in açmış olduğu bilimsel bilgi çığırının ardı sıra,
yeryüzündeki değişim ve dönüşüm artık “ilm” doğrultusunda olmaya yönelmiştir.
Çünkü Allah’ımızın “Hatmün Nübüvve” sırrındaki zevki ve neşesi böyledir. Günümüzde
neredeyse ayağa düşecek kadar yaygınlaşmış “bilimsellik” jargonunun (çok
kısıtlı ve kısır dil) her bireyde o bireyin yaratılış ve meşrebine göre bir
karşılık bulabilmesi, “rastlantısallık teorileri” ile açıklanamaz hale
gelmiştir.

“Laisizm” anlayışı, bir yönü ile; değişen ve dönüşen dünya düzeni
karşısında, arkaik (Eskimiş ve klasik) hale gelen ve geçersizleşen, Hıristiyan
ve Yahudi ahkâmı ile bu ahkâmın dayandırıldığı köhnemiş ve kötüleşmiş
örgütlerin yeryüzündeki ve bilgi depolama yöntemindeki dönüşüme gösterdikleri
reaksiyonun sonuçlarıdır. Zira “İsrailiyat”tan “ilm”e doğru oluşan değişim ve
dönüşüme ayak uyduramayan ruhban örgütleri, etkinlik ve zenginliklerini
yitirmemek için, ellerinin altında bulunan efsaneler dizgesine, akla ve mantığa
asla uymayan bir mistisizm süsü vererek, kendi anlayışları dışında kalan ve
evrendeki değişimden kaçınılmaz bir biçimde etkilenerek düşünen ve yaşayan
toplum kesimlerine “avam” ve “dini örgütlenme dışında kalan” anlamında “Laik”
sıfatını yakıştırmıştır.

Daha üzücü olanı ise, dinin gerçeğinin ne olduğunu, koşulları ve yetişme
ortamları gereği, bilmeyen ve bilmesi de mümkün olmayan yığınlar ve bunların
arasında oluşan Rönesans entelijansiyasi (Aydın geçinen yarı cahiller ve
kiralık kirli beyinler) bir hareket sıfatı olan bu “laik” kelimesini kabul
etmiş ve işleyerek ürettikleri maddesel yaşam sistematiklerinin “laik” yani
“ladini”, kendilerinin ise “laisist” olduklarını savunmuşlardır. Oysa
gelişmekte olan ve dünyadaki dönüşüme paralel olarak “ilim” sistematiğini sunan
yeni şartlar ve anlayış, kilise ve sinagog örgütlenmelerinin kendi çıkarlarını
savunmak için oluşturmaya çalıştıkları sözde mistisizmi, kesin bir şekilde
yıkarak insan fıtratını zorlayıcı engelleri yok etmekteydi. Bir diğer değişle,
Batı insanın ve aydınlarının kendilerine vehmettikleri “laisizm”, esasen Hz.
Muhammed sırlarının; âlemlerdeki açılımlarının, onlar üzerindeki
yansımalarından başka bir şey değildir. Rönesans ve Reform hareketlerini
başlatan yapıtların Müslüman bilim ve sanat adamlarınca kaleme alınmış olmaları
ve Hıristiyan Avrupa kültürünün bu yapıtlara karşı geliştirmeye çalıştığı
polemik (kısırlaştırma) ile bir düzeye ulaştığı ve Arapçanın o devirde bu günün
İngilizcesi gibi yaygın bir bilim ve enformatik dili olduğu artık bilinen bir
gerçektir.

Bu açıdan bakıldığında “laisizm” anlayışı, İslami esaslarla çelişmeyen ve
fakat sadece maddesel hayata yönelik olduğu için eksik ve sınırlı dolayısıyla
yararları son derece kısıtlı bir yaklaşımdır. Ancak yine de bir Müslümanın
“laisizm”i son ve en mükemel sistem sanması, düşünsel anlamda, uzay
teknolojisini bırakıp, yontma taş çağına heveslenmek gibidir. Zira İslam
şeriatının diğer şeriatlara göre en belirgin özelliklerinden bir tanesi,
Sevgili Peygamberimizin “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” Mealindeki
Hadis-i şeriflerinin işaret buyurduğu idrak üzere “Allah Bilgisinde” de “ilm”e
dayalı bir yöntem izlemesidir.

Hz. Muhyiddin-i Arabî’nin Vahdet-i vücut ve onun en bilinen
karşıtlarından bir tanesi olan İmam Rabbani’nin de (Vahdet-i vücut teorisi ile ortaya
konan manevi gizlem ve tecrübelere dayalı hakikatleri bütünü ile
reddedemeyerek) Vahdet-i Şuhud diye adlandırdığı bilgi birikimi; İslamiyet’in
“Allah Bilgisi” alanında getirmiş olduğu ayırıcı özelliklerdendir. Bu konuda
Hz. Ali Efendimiz’in şu sözü oldukça anlamlı ve önemlidir. “Ben görmediğim
Allah’a tapmam. Gördüm ve iman ettim…” Bu görmenin keyfiyetinin ne olduğu ise
ehlince bilinmektedir.

“Laisizm”in bir diğer cephesi de: özellikle 18. ve 19. Yüzyıllarda
Avrupa’da yapılanan kültürel megalomani (Kendini üstün görme saplantı ve
safsatası) ile ilgilidir. Konunun bizim açımızdan belki de en kabul edilemez
yanı da budur. Çünkü bu yüzü ile “laisizm”; Oryantalizmin (Batının doğuyu,
Hıristiyanların İslamı taklidi) bir uzantısı olarak hayatımıza girmektedir.

Rönesans ve reform hareketlerinin ardından gelen barok dönem, Avrupa
tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu dönemin başlıca özelliği; Rönesans
öncesinde endüljans yolu ile “Lord” luk yani “Uluhiyyet” ünvanı satın almış
olan feodallerin arasından çıkan süzerenler, giderek daha çok sayıda vasalı
(bağımlı halkı) egemenlikleri altında toplayıp, büyük siyasal bütünlükler
oluşturdukları ve kilise ile aralarındaki erk (etkinlik) problemini,
bazılarının Protestanlara arka çıkarak, bazılarının ise Protestan akımlara
karşı Roma Katolik kilisesinin yanında yer alarak, çözdükleri bir dönemdir.

“Laisizm” Avrupa’nın gelişen teknolojisi ile birlikte, barok dönemde iki
farklı mecraya sürüklenmiştir. Protestan ideolojisinin egemen olduğu ülkelerde
“sekülarizm”e dönüşerek anglosakson tipi kapitalist sistemin, dini inancı
rencide etmeden, kendi yanına alan, arka planını oluşturmuştur.

Katolik inancının egemen olduğu ülkelerde ise “laisizm” ya Fransa’da
olduğu gibi jakoben (tepeden inme baskıcı) bir tavırla bir dönem ortalığı kasıp
kavurduktan sonra durularak bir tür düşünsel tartışma konusu halinde kalmış,
yada ispanya ve İtalya gibi ülkelerde olduğu gibi, uzun yıllar devre dışı
kalmış ve günümüzdeki Amerikan etkisi ile daha ziyade sekülarist modele uygun
bir görünüm altında kalıplaşmış ve batı’nın anladığı anlamda bir inanç
özgürlüğünün (ki bu bir bakıma politeist (çok tanrılı) bir anlayıştır.) Ön
kabulü olmuştur.

Böylesi bir “laisizm” in kapsama gayreti içinde olduğu hoşgörü ve
hakkaniyet anlayışı; çok daha geniş ve kapsamlı bir biçimde İslam şeriatında
bulunduğu halde, hasbelkader İslam âlemi’nin son iki yüz yıllık gelişim
sürecinde atalet içine düşmesi sonucu, Batı dünyasının, takındığı yerel
yapıları hiçe sayan hegemonyacı tavır ve oryantalist aşağılama ile, kendi insan
hakları anlayışını, Ortadoğu ülkelerine zorla kabul ettirmeye ve
Ortadoğuda’daki adalet kültürünün en önemli yapı taşlarından biri olan, “kul
hakkı” anlayışını dışlamaya çalışması, yıkıcı ve yozlaştırıcı kültür
emperyalizmi dayatmalarından biridir.

Ülkemiz insanlarının ve entelijansiyasının (aydın geçinen karanlık ve
katı kafalıların) belki de en zayıf yanı göçebeden gelen “pirelendi” anlayışı
ile, terk-i diyar eyleme alışkanlığıdır. Modernleşme sürecinde de benzeri bir
durum yaşanmıştır. Dünyanın diğer ülkeleri modernleşme süreci içinde kendi
kültürlerini yozlaşmalardan arındırarak ihya etmeye çalışırken, “bu kültür
pirelendi” diyerek yüzyılın en büyük kültür göçüne kalkışmanın pek de hayırlı
sonuçlar doğurmadığı sanırız iyice belirginleşmiştir.

Oysa yapılması gereken kültürel göç olmayıp, derinliğine ve ayrıntılı bir
inceleme ile “yeniden üretim” olduğu artık açıkça meydana çıkmıştır.

Hâlbuki Osman’lı devlet sistematiği içinde yetişmiş zeki bir asker olan
Mustafa Kemal Paşa’nın, yukarıda kısaca serdettiğimiz bilgilerin önemli bir
bölümünden habersiz olduğunu düşünmek yanlıştır. Durumun böyle olmadığı, bizzat
irad etmiş (okumuş) olduğu Balıkesir Hutbesin’den açıkça anlaşılmaktadır. Şu
halde, günümüzde Mustafa Kemal Paşa’yı şu veya bu şekilde “laiklik militanı”
gibi göstermeye çalışan yaklaşımların dayandırıldığı verilerin, daha bütünsel
bir incelemeye tabi tutularak değerlendirilmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Nitekim bazı tarihsel gerçeklilikler de bu düşüncemizi destekler
mahiyettedir. Lozan Konferansı’nın o devrin konjonktürü gereği gizlenen
şartlarından biridir “laiklik”. Oysa, daha sonra, meseleyi kavramakta Mustafa
Kemal Paşa’nın zekâ kıvraklığının yüzde birine bile sahip olmayan bir takım
karikatürlerinin, (Kemalist taklitçilerin) kabul edilmesi güç bir kafasızlıkla,
ülkenin tarihini Mustafa Kemal’in düşündüğü ile ilgisi olmayan bir yöne
sürüklediklerini ve bu maksatla, her türlü kurum ve kuruluşu deforme ve
dejenere ettiklerini görüyoruz.

Cumhuriyetin ve demokrasinin “vazgeçilmez temeli” olarak takdim edilen
laisizm, esasen; Mustafa Kemal için problem olmayan, hatta belki de, sıradan ve
aptalca bulduğu, bilimsellikten uzak ve ideolojik bir kavramdı. Hiç şüphesiz
Cumhuriyet kurucusu ve teorisyeni olan bir kimsenin; laikliğin cumhuriyet için
“sine qua non” olmadığını bilmemesi düşünülemezdi. Mustafa Kemal’de bu bilgiye
sahipti. Bu nedenle “cumhuriyetin dininin İslam olduğu”na dair hükmün
kaldırıldığı 1928 tarihli Kanun-u Esasi değişikliği sırasında, laiklik
maddesini, İsmet İnönü’nün bütün ısrarlarına rağmen, anayasaya koydurtmamış ve
bu hususu sadece CHF’nin tüzüğünde bir madde olarak bırakmıştır. Bunun nedeni;
bir takım aklıevvellerin savuna geldikleri gibi “tedricen uygulama” stratejisi
olamaz. Zira Paşa’nın devrimci karakteri böyle bir uygulamaya müsait değildir.

Esasen Hilafet’in kaldırılması da gerçekte hilafeti yok etmek olmayıp;
hilafet yetkisini, Osmanoğulları’ndan alarak, Millet Meclisi’nin uhdesine
yükleme işlemidir. Ancak bu işlem, o günün konjektürü açısından hilafetin aktif
durumdan uyku durumuna geçmesi ile sonuçlanmıştır. Çünkü savaştan yeni çıkmış
ve sağlıklı bir küçülme ile, denetlenebilir, sınırlarına çekilmiş bir ülkeyi,
savaş teknolojisi gelişkin Haçlı zihniyetinin önüne yem olarak koymanın bir
anlamı yoktur. Kaldı ki, Hilafet yetkisi elinde olduğu halde, hiç bir Osmanlı
padişahı bu yetkiyi uluslararası siyasette kullanmamıştır. Bunun nedeni, bu
yetkinin son derece nazik olması, dolayısıyla laçkalaştırılmamasına özen
gösterilmesidir.

Böylece Gazi Paşa hedeflediği hususları gerçekleştirmeyi amaçlıyordu.
Şöyle ki; Bilimsel bilgiyi ve teknolojik gelişmeyi özendirerek, Osmanlı’nın son
üç yüz yılına damgasını vurmuş olan, “eğitim kurumlarında dünyevi bilimlerin
öğretilmesini yasaklayıcı bağnazlığı” aşmış oluyordu. Diğer yandan Türkiye’nin
tek partisi olan CHF’nin tüzüğüne koymuş olduğu “laisizm” maddesi ile Lozan
baskısını aşıyor ve fakat bu maddeyi Kanun-i Esasiye koydurtarak jakoben
(baskıcı ve dayatmacı) anlayışların anayasal destekler bulmalarını engellemiş
oluyordu.

Hilafeti Osmanoğulları’nın elinden alarak da; bir taşla iki kuş
vurulmuştu. Öncelikle Cumhuriyet’in muarızı olması muhtemel oluşumların merkezi
olabilecek bir ailenin elinden Hilafet yetkisi alınarak, bu yetki Millet Meclisi’nin
uhdesine (görev ve yetki alanına) geçirilmiş oluyor ve böylece, Cumhuriyet
idarelerinin din kurumu ile ilişkilerinde son derece önemli ve anlamlı bir ilke
imza atılmış oluyordu. Zira böylelikle; modern anlamda bir “meşveret ve şura
mekanizması” oluşturuluyor ve ihtiyaç duyulduğunda Türkiye’nin kullanabileceği
bir avantaja yol açılmış bulunuyordu.

Ancak üzülerek belirtmemiz gerekir ki, onu ve yapmak istediklerini
anlayamamış olan ardıllar, (sonradan gelen kuru taklitçi ve art niyetli
takipçileri) 1936 yılında, Mustafa Kemal’in yorgun, yalnız ve hastalığı ile
uğraşıyor olmasından yararlanarak, gerçekleştirdikleri bir Kanun-u Esasi
değişikliği ile onun izin vermek istemediği “laiklik” maddesini Anayasa’ya
koydurtuyordu.

Gerçi Mustafa Kemal, dinin zahiri kurallarına uygun davranmaya belki pek
dikkat etmezdi ama, bizce şu kadarı belli ki “Laisist olmayacak kadar zeki bir
insandı.”

İşte bazı ahmaklar ve rejimden nasiplenen asalaklar, bu gerçeği
unutuyordu.”

 

Prof. Erol Manisalı, Prof. Ş. Sina Gürel, Prof. Anıl Çeçen ve Doç. Yaşar
Hacısalihoğlu gibi seçkin ve Milli düşünceli aydınlarımızın Jeopolitik
Dergisinde yayınladıkları “Ulusa Çağrı” bildirisinde ifade ettikleri gibi;

Kültür-Eğitim

Öncelikle Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflediği ve ısrarla savunduğu “ulusal
kültür bileşiminin”, toplumsal yaşamımızın vazgeçilmez unsuru olduğu
hatırlanmalıdır. Yabancı kültürlerin tahrip edici etkilerinden uzak, kendi
tarih ve coğrafya birikiminin bir eseri olarak, ekonomiden siyasete tam
bağımsızlık ilkesine dayanan “ulusal kültür bileşimi”, yabancı kültür
dayatmaları karşısında etkinliğini yeniden kurmalıdır. Unutulmamalıdır ki tarih
boyunca Anadolu, uygarlıkların birikim mekanı olmuş, kaynaşmanın, iç içe
geçmenin, karışımın oluşmasına tanıklık etmiştir. Bu boyutuyla Türkiye,
toplumsal değerler açısından bir mozaik değil alaşım ülkesidir.
Cumhuriyet, bu birikimin harmanlandığı, kimliklendirildiği nihai noktadır. Esas
olan bu bilinci yansıtan ve Anadolu’nun özü olan “ulusal kültür bileşiminin”
halkla bütünleşebilmesidir. (Bunun en önemli çarelerinden birisi ve en
etkin reçetesi de: Şuursuz taklitçilikten ve istismarcıların tekelinden uzak,
saf İslam düşüncesiyle ve Atatürk’ün ifadesiyle “halkımızın daha dindar
olmasını sağlayacak tedbirleri almak ve bundan asla korkmamak ve rahatsız
olmamaktır.”)

Bu çaba; ülkenin toplumsal değerleriyle barışık, halkına tepeden
bakmayan, Batı hayranlığını tek varlık nedeni saymayan, benlikli ve kimlikli,
eşit koşullu evrensel buluşmadan yana bir aydın kimliğiyle başarılmalıdır. 
Bu kimlik
halkla bütünleşerek yaşamalı ve halkın uçlar arasında savrulmasını, ülkenin
tarihsel ve kültürel değerlerinden uzaklaşmasını engelleyecek düzeyde etkin
olmalıdır.

Ticarileşmiş, egemen ve kozmopolit bir kültürün sürekli baskısı
karşısında milli kültürün yıkıma uğratılması engellenmelidir. Zihinleri tutsak
ederek, egemen imajlar yaratarak (tüket ve mutlu ol), milli değerlere ve onun
kültür ürünlerine yaşama hakkı tanımayarak, öncelikle çocuk ve gençleri tutkulu
ve bağımlı kılarak, tüketerek mutluluğun yakalanabileceğini (sürekli satın
alarak ya da almaya çalışarak yakalanan mutluluğu da süratle tüketerek)
aşılayarak yaratılan egemen kültür ortamına, milli kültürle dur demek
gerekmektedir.

Ulusal bilincin gelişmesi, “ulusal kültür bileşiminin” etkin
kılınması için eğitim sistemi milli karakterini köklü ve etkin biçimde
yeniden kazanmalıdır. Yabancı dille eğitim yanlışından vazgeçilmelidir.
Türk dilinin ve kültürünün gelişimini sağlayarak, yaygın ve etkin bir eğitim
sistemi kalıcılaştırılmalıdır. Kültür alanında kendi ürettiklerinin değerini
bilen, onu yücelten ve gelecek kuşaklara aktarma bilincini taşıyan nesiller
yetiştirecek bir eğitim sistemi yeniden egemen kılınmalıdır. Vatan ve millet
bağlılığını sarsılmaz biçimde oluşturabilecek, coğrafya, tarih ve kültür bilinci
kazandıracak bir milli eğitim sistemi oluşturulmalıdır. Evrenselliğe, milli
değerlerine sahip çıkarak, milli kimliğiyle katılabilen bir neslin
yetiştirilmesi temel hedef olmalıdır. Bu hedefin temel dayanağı, ”Ulusal Kültür
Bileşimi”dir.

“Ulusal Kültür Bileşimi“; bağımsız, kimlikli ve benlikli olmanın, ortak
tasada, ortak hedefte birlikte olmanın, buluşmanın adıdır. Bu amaç, bu ülkenin
tüm değerleriyle yoğrulmuş her bireyin arzusudur.

Zaman, Türkiye’nin aleyhine işlemektedir. Bir an önce harekete geçilmesi,
bütün milli/ulusal güçlerin, her türlü görüş ayrılıklarını geride bırakarak,
güçlerini birleştirmeleri, bütün varlığını bir noktada toplamaları zorunluluk
haline gelmiştir.Kuvayı Milliye ruhuyla yeniden top yekün bir Milli Kurtuluş
duyarlılığı ve stratejisi yaratılmalıdır. Ve Cumhuriyet yeniden “bilhassa
kimsesizlerin kimsesi olmalıdır.”

Tarihi Çağrımız:

Tarihin takdirle anacağı bu gibi onurlu ve sorumlu şahsiyetler ve bu
şuurlu girişimler, her türlü tebrik ve teşekkürü hak etmektedir. Ama
kanaatimizce yeterli değildir. Türkiye’miz Endülüs’ün ve Osmanlı’nın son
dönemlerinden daha beter bir vaziyettedir. Atatürk’ün Nutku’nun 1. cildinin 1.
meselesi ve Gençliğe Hitabesi; sanki özellikle bu günlere hem işaret
etmektedir, hem yol göstermektedir.

Vatani ve vicdani sorumluluk düşüncesiyle, Milli siyaset bilinciyle,
haklı ve hayırlı bir cephede, Kuvayı Milliyecilerin güç ve gönül birliği
yapması ve halkımızın derlenip toparlanması elbette en büyük dileğimizdir.

Ama maalesef, dileklerle realiteler, her zaman uyumlu değildir.

Bazen acil müdahaleler ve köklü tedbirler; kör çıkmazların tek çaresi
haline gelmektedir. Önemli olan müdahale ve tedbirleri, mümkün olan en yumuşak
ve yasal yöntemlerle gerçekleştirebilmektir.

Ülkesini, milletini ve devletini seven, sağcı, solcu, Milli görüşçü
herkesin ve her kesimin, Yeni bir Kuvayı Milliye ruhuyla, bu tehli gidişe artık
dur demesi gerekir. Çünkü yarınlar çok geç olabilir.

Türkiye’yi AKP iktidarı yönetmemektedir.

Dış politika ABD’nin güdümündedir.

İç politikayı AB belirlemektedir.

Ekonomi IMF’nin denetimindedir.

Kanunlar Brüksel’den gönderilmektedir.

İstihbarat işlerini CIA-MOSSAD yürütmektedir.

Talabani ve Barzani gibi iki aşiret reisi bile bölgede, bu iktidardan
daha etkin ve yekindir.

Ülkemiz parçalanma, Avrupa’ya eyalet yapılma ve BOP tuzağıyla İsrail’e
katılma aşamasına gelmiştir. Ama, ne yazık ki;

Ne hükümetten, ne Meclisten ne de muhalefetten, bu tehdit ve tehleri
algılayacak ve yeterli önlemleri alacak bir umut ışığı da maalesef görülmemektedir.

Üstelik, Milli çıkarlarımıza yönelik tehditler karşısında; halkımızın
değişik kesimlerinin ortak bir tepki ve tavır göstermesine karşılık, eski
görüşlerini ve partilerini bırakıp farklı ve aykırı bir siyasi oluşum
bünyesinde toplanmalarının pekte mümkün olmadığı sosyal bir gerçekliktir.

Daha da üzücü olanı, uzun yıllara dayanan kültür emperyalizmi ve marazlı
medyanın uyuşturucu etkisiyle, toplum milli konulara ilgisiz ve duyarsız hale
getirilmiş, kafalar TV. Kutusuna çevrilmiş ve uzaktan kumandalı manipülasyona
uyarlanmış vaziyettedir.

Bu nedenle; yeni bir seçimin, yerli ve milli bir değişim ve dönüşüme
imkan verecek bir partiyi iktidara taşıma olasılığı, şu ortamda maalesef çok
zayıf görülmektedir.

Üstelik: Hem aklen, hem vicdanen, hem de dinen; şu 6 şeyin partisi
olamaz, yanlıştır ve yasaklanmıştır.

1- Din Partisi; (İslam Partisi, Hıristiyan Partisi gibi..): Çünkü
istismarcı ve kayırımcıdır.

2- Mezhep ve Meşrep Partisi; (Alevi Partisi, Sünni Partisi, Nurcu,
Tarikatcı Partisi gibi): Çünkü kışkırtıcı ve karıştırıcıdır.

3- Irk Partisi; (Kürt Partisi, Türk Partisi, Laz Partisi gibi..):
Çünkü yıkıcı ve dağıtıcıdır.

4- Bölge Partisi; (Ege Partisi, Güneydoğu Partisi gibi): Çünkü
ayrıcalıklı ve ayırımcıdır.

5- Meslek Partisi; (Memur Partisi, Esnaf Partisi, Köylü Partisi
gibi..): Çünkü dışlayıcı ve neme lazımcıdır.

6- Ortak Değerler Partisi; (Türkiye Partisi, Atatürk Partisi,
Cumhuriyet Partisi gibi): Çünkü yıpratıcı ve yozlaştırıcıdır.

O halde ne yapılabilir?

Önerimiz, Kuvayı Milliyecilerin bütün gücünü toplayarak: Etkili ve
yetkili kişi ve kesimlere anayasal yükümlülüklerini yine anayasal yöntemlerle
yerine getirmeyi hatırlatıcı, kapsamlı ve kuşatıcı bir baskı cephesi
oluşturmaya yönelmesi, bizce en geçerli ve gerekli yol olarak görülmektedir .

İşte bu vaziyette anayasamızın Sn. Cumhurbaşkanına görev olarak yüklediği
“Meclisi Feshetme” yetkisini kullanmasının zamanı gelmiştir ve
geçmektedir. Kaldı ki;

Bu demokratik bir tepki ve anayasal bir davettir…

Hemen ardından bir kurucu meclis seçilmeli ve yeni, yeterli, milli ve
çağdaş bir anayasa hazırlanıp Millete arz edilmelidir. Bu anayasa:

·   Temel insan haklarına ve Evrensel hukuk kurallarına
bağlı

·   Milli ve manevi yapımıza, kendi kültür ve kimlik
potamıza saygılı

·   Atatürk ve Cumhuriyet devrimlerinin amaçlarına,
demokratik ve laik esaslara duyarlı,

·   İlmi ve ahlaki doğrulara dayalı, Devlet-Millet
barışını sağlayıcı

Tüm önyargılardan ve dış baskılardan uzak olarak düzenlenmelidir.

Bu tür ortak eylemler ve girişimler, en azından, Milli diriliş ve direniş
şuurunu güçlendirecektir ve arzu edilen siyasi birlikteliğe de zemin
hazırlayıcı niteliktedir.

Evet, Türkiye’miz için, acilen yeni ve köklü bir devrim ve değişim
gerekmektedir.

Şunu özellikle ve kesinlikle belirtelim ki:

Ne demokrasi demagojileri, ne Kopenhag kriterleri… Ne küreselleşme
kem-kümleri, bunların hiç birisi;

·   Ülkemizin bütünlüğünden, Milletimizin birlik ve
beraberliğinden

·   Devletimizin güvenliğinden ve geleceğimizden, asla
daha önemli ve öncelikli değildir.

Milletçe; huzur, refah, hürriyet ve haysiyetimiz her şeyin üstündedir.

Tarih: “Boş ver, bana ne, bekleyip görelim” diyenlerin alçaltıcı
akıbetlerinin, acı hikâyeleridir.

 


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi