LOZAN DA STRATEJİ SAVAŞI
Lozan Müzakereleri ve Atatürkün Taktikleri:
Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmasına müteakip ilk
hükümet Fevzi (Çakmak) Paşa tarafından kurulmuş, 1921 yılından 19 Mayıs
günkü ikinci hükümete de Fevzi Paşa başkanlık etmiş, Hamidiye Kahramanı
ünvanıyla meşhur Rauf (Orbay) Beyin 12 Temmuz 1922de kurduğu üçüncü hükümette
ise; Fethi (Okyar) İçişleri; Yusuf Kemal (Tengirşek) Dışişleri Bakanı olarak
girmişlerdir.
Lozana gidecek heyetin teşkiline çalışıldığı o günlerde Yusuf kemal
beyin kendi ifadesiyle- geçirdiği bir ameliyat dolayısıyla bakanlıktan
istifası üzerine; Dışişlerinin başına 26 Ekim 1922 günü İsmet (İnönü)
getirilmiş, böylece Lozana gidecek heyet İsmet Paşa başkanlığında kurulup
gönderilmiştir.
Rauf (Orbay)ın Feridun Kandemire anlattıklarına göre: İsmet Paşa heyet
başkanı olarak Lozana gidince, müzakereler esnasında zorluklarla karşılaştığı
anlarda, önceleri hükümet başkanı olarak kendisinden fikir sorduğunu, Bakan
arkadaşlar ve çok defa Mustafa kemal Paşa ile istişare ederek İsmet Paşaya
yardımcı olunduğunu; ancak sonradan İsmet Paşanın bir takım dış telkin ve
tesirlere kapılıp huzursuzluk ve uyumsuzluk göstererek hükümetle zıtlaşmaya
koyulduğunu, söylemektedir.
Başbakan Rauf Beyin bu anlattıkları İsmet Paşanın Lozandaki tavrının
tespiti bakımından olduğu kadar, hakkında çok yazılıp söylenen ve elbette daha
da yazılıp söylenecek olan Lozan Antlaşmasının iç yüzünü teşhir yönünden de
oldukça önemlidir.
İsmet Paşa, bilhassa hükümetten sorduğu konulara, sıkışık durumlarda
istediği talimatı bizim pek geç cevap vererek, kendisini müşkül durumlara
soktuğumuzdan şikâyet ediyordu. Bu şikâyetleri bazen doğrudan Mustafa Kemal
Paşaya yapıyordu. Hâlbuki şifre yalnız hükümet başkanlığında bulunduğundan,
çektiği telgraflar yine benden geçiyordu diyerek hükümetle İsmet Paşa
arasındaki anlaşmazlığın sebeplerini sayan Rauf Bey devamla diyor ki:
-Anlaşmazlık bundan ibaret değildi. Konferanstan çok daha önce Hariciye
vekâletinde hazırlattığımız sulh esaslarımıza göre, işgal ettikleri yurdumuzun
en mamur yerlerini yakıp yıkarak harabeye çeviren Yunanlılardan tamirat bedeli
istiyorduk. Bu mesele Lozanda Yunanlılarla hayli tartışılmıştı. Bu konuda
arabulmak isteyen itilaf devletleri tamirattan vazgeçmemiz için bize Trakya
sınırımızdaki Karaağaçı bırakmak teklifinde bulunmuşlardı.
İstiklal Marşımız da açıkça gösterir ki, İstiklal Savaşı, İslam ve
Hıristiyanlık savaşı idi. Daha sonra laiklik ilkesi geldikten sonra bile bu din
ayrımı devam etmiş, uzun yıllar Hıristiyanlar yedek subay yapılmamıştır.
İnkılâplarda da resmen İslamiyete karşı cephe alınmamıştır. Aksine Kuran
Türkçeleştirilmiş, hutbeler Türkçeleştirilmiş, böylece halka İslamiyeti
öğretme faaliyetleri devam etmiştir. Gerçi tekkeler ve medreseler
kapatılmıştır, ama camilere ilişilmemiştir. Bu sebeple İkinci Mecliste de Türkiye
hala İslam devletidir.
İstiklal Savaşı bir din savaşı idi. Bu savaşta İslamiyet ile
Hıristiyanlık çarpıştırılmıştı. 1400 yıllık bir savaşın son merhalesi idi
Sonunda, Osmanlılar yenilmişler, ama Müslüman Türkler galip gelmişlerdi
Ancak Türklerin artık savaşa devam edecek güçleri kalmamıştı. 1911
yılında başlayan savaşlar 12 yıl sürmüştü. Bundan dolayı da nüfus 14 milyona
inmişti. Ülke harap ve bitaptı. Lozan masasına gidilirken bu durum taraflarca
biliniyordu. Batı bir tarafından muzaffer devlete verilecek şeyleri verirken,
diğer taraftan da ilerisi için hazırlık yapıyordu. İslam alemini tamamen
çökertmek, İslamiyeti önce Avrupa ve Anadoludan sürmek, sonra da İslam
ülkelerini diğer ülkeler gibi sömürmek için İslam birliğinin sembolü olan
hilafeti kaldırmayı, anlaşmanın baş şartı olarak koymuşlardı.
Mustafa Kemal ise bunu iki bakımdan kabul etmekte mahzur görmedi: Bir
defa imkan ve iktidarı kalmamış olan bir müesseseyi yaşatmak sadece yük olur,
ülkeye ağırlık teşkil ederdi. Dolayısıyla kaldırılmasında hiçbir mahsur yoktu.
İkincisi, çürümüş ve çökmüş bir yapının enkazını kökten kaldırmadan yeni bir
bina kurma şansı bulunmuyordu.
Böylece hilafet de saltanat gibi kaldırıldı.
Hilafetin kaldırılması siyaseten de yerinde olmuştur
Çünkü Siyonist ve emperyalist merkezleri uzun zaman avutmuştu.
Şimdi yine Lozana dönelim.
Lozanda Batılıların bize empoze ettikleri ve bizim de kabul ettiğimiz
öneri ne idi?
Bir defa ve her şeyden önce Türkiye İslam liderliğinden vazgeçecek,
hilafet ve saltanat lağvedilecekti. Ama bunların yapılması yetmezdi. Türkiye
bir İslam devleti olmaktan da vazgeçecek, laik olacak ve bütün müesseselerini
Batılıların arzusu istikametinde düzenleyecekti…
Bunlar yapıldıktan sonra: Batı dünyası Türkiye Cumhuriyetini tanıyacak ve
kabul edecekti.
Ayrıca komşu ülkelerle hep nizalı yerler bırakılacak ve gerektiğinde
onlarla savaştırma imkanı sağlanacaktı. Yunanlılarla Batı Trakya ve Adalar
meselesi askıda kalacak, İngilizlerle Kıbrıs çıbanbaşı olarak bulunacak,.
Suriye ile Hatay, Irak ile Musul, Ermenistan ile Nahçivan, Gürcistan ile Batum
meseleleri hep sorunlu bölgeler olarak başımızı ağrıtacaktı.
Önemine binaen tekrar hatırlatalım ki: İngiliz-Yahudi siyasetinin en
büyük hedefi, Osmanlıdan daha çok Hilafet idi. Bunu ispata şu bilgi
yeterlidir: İngilizler masada imzaladıkları Lozanı onaylamak için tam 7,5 ay
beklediler. Neyi mi, Hilafetin Millet Meclisince ilga edilmesini
Çünkü
İngiltere, 20. Yüzyılın başında, sömürgeleri sayesinde yeryüzünün en kalabalık
Müslüman nüfusuna sahipti. Sultan 2. Abdulhamidin hilafetin gücünü kullanmaya
kalkması, sömürdüğü Müslüman topluluklarla İngilizlerin karşı karşıya gelmesi
demekti. İngilizlerin Osmanlı hilafetine karşı besledikleri niyet açığa
çıktıktan sonra Hindistanda kurulan Hilafet Komitesi, Osmanlının siyasal
coğrafyası içinde yer almamış olan İslam toplumları arasında dahi, Osmanlı
Hilafetinin yaygın nüfuzunun göstergesidir. Bu nüfuzun etkisi, sadece Suni
dünyada değil, en müfrit Şii fırkalara varana dek, tüm mezhep ve mektepleriyle
bütün bir İslam dünyası üzerinde görülebilmektedir.
Hilafeti İlgaya Ankarayı ikna eden Başhaham Haim Naumun bu işi
hallettikten sonra Mısıra giderek orada Baasçıların babası Cemal Abdünnasıra
tercüman ve danışman olması tesadüf değildir.
Atatürk Hilafeti kaldırdı mı kaldırmadı mı? Sorusu önemlidir. Atatürkün
ölümünden 50 yıl sonra açıklanmasını istediği gizli bir vasiyetin bulunduğu
iddiaları ile birlikte gündeme gelen Hilafet tartışması tarihi bir gerçektir.
İddiaya göre ölümünden 50 yıl sonra açıklanmasını istediği gizli bir
vasiyeti vardı. 1988de Kenan Evren ile Turgut Özal tarafından bu gizli vasiyet
açıldı. Ancak Evren ve Özal tarafından vasiyetnamedeki görüş ve fikirlere
toplumun henüz hazır olmadığına karar verilerek gizli vasiyetnamenin
açıklanması uygun bulunmadı ve 25 yıllık yeni bir yasak konuldu.
Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındalın iddiasına göre Atatürkün özellikle
Hilafetle ilgili ilginç fikirleri vardı. Altındalın iddiasına göre Atatürk
saltanata karşı olmasına rağmen bir müessese olarak Hilafete karşı değildi. Ve
yine Altındalın iddiasına göre Atatürk Hilafetin İslam ülkeleri arasında
rotasyonar değişecek bir kurum olarak canlandırılabileceğini düşünüyordu.
Acaba: Siz isterseniz Hilafeti bile getirirsiniz diyen Adnan Menderes:
Atatürkün vasiyetini biliyor muydu? Bu sözleriyle müminlerin mi, yoksa
Siyonistlerin mi dikkatini çekmişti?
Atatürkün vasiyetinin açıklanmasına ve millete duyurulmasına Kenan
Evrenin engel olduğu söylenir. Acaba Kenan Paşa, Diyalogcu ve Ilımlı
İslamcıların ve Siyonist simsarların istismarını engellemek için mi böyle
hareket etmiştir?
Bir iddiaya göre, Kenan Evren zamanında vasiyetname açıldığı vakit,
İsrailin MOSSAD casusluk teşkilatı bunun kopyasını elde etmiş ve Tel Avive
göndermiştir. Yahudilerin Atatürkle yakından ilgilendiği zaten bilinmektedir.
Vasiyetnamede, Hilafet ile ilgili bilgiler ve tekliflerden başka,
Atatürkün bazı yakınlarına servetinin bir kısmının dağıtılması konusunda da
istekleri yer alıyormuş. Bu isteklerin de hasıraltı edildiği söylenmektedir.
Şu anda ABD, İsrail ve Papalık Müslüman dünyasının başına bir Halife
geçirmek için harekete geçmiştir.
Ama, nasıl bir Halife?
1- Ya Ermeni veya Rum asıllı
olacak
2- Yahut dini bir cemaatin
başkanı olup, Siyonist ve Evangelistlerle işbirliği yapacak
3- Ama her hal ü karda, İslama
ve Müslümanlara hizmet etmeyecek, efendilerine, yani Amerikalılara, Siyonist
odaklarına ve Haçlılara hizmet sunacaktır.
Amerikalılar, dünya siyonizmi, papalık ve diğer dış güçler; Müslümanları
daha kolay yönlendirmek üzere: kendilerine itaat edecek, kendi emirlerini
yerine getirecek bir Halife seçmek için şimdiden büyük masraflar yapmaktadır.
Dinlerarası Diyalog ve Evrensel Kardeşlik faaliyetlerinin perde
arkasında bu Hilafet aşını pişirecek kazan kaynamaktadır.
Evet 1924den beri Müslümanlar başsız bırakılmıştır. Dünyada her dinin,
her teşkilatın, her cemaatin bir reisi, başkanı var da Müslümanların yoktur.
Katoliklerin Papası var.
Anglikanların kendi başpiskoposları var.
Yahova şahitlerinin başı var.
Masonların üstad-ı azamı var.
Tibet Budistlerinin Dalay Lamaları var.
Yahudilerin hahambaşıları var.
Ama maalesef Müslümanların Halifesi, İmam-ı Kebiri, Emirül-müminini
bulunmamaktadır.
Böyle bir şey bir kısım dinsizlere göre gericilik sayılmaktadır. Ve buna
kesinlikle karşı çıkılmaktadır.
Ama eloğlu boş durmuyor. ABD, İsrail, Papalık, agresif Evangelistler
İslam dünyasına bir halife seçmek için kolları sıvamıştır.
Bu sinsi ve Siyonist merkezlerin asıl amacı görünüşte Müslümanların
duygularını ve gururlarını okşayacak, ama gerçekte kendi kuklaları olacak bir
layt halife ile İslam dünyasını oyalamak ve böylece daha kolay gözlerini
oymaktır.
Merkezi İsviçrede bulunan Uluslar arası Çalışma Kurumu ABD
Irakı işgal edeli beri işgalci askerlerin bizzat öldürdüğü sivil sayısı 39 bin
kişi diyor ve ekliyor: 28 aylık işgal süresi içerisinde sivil ölü sayısı 100
binin üzerindedir. Bu, ABD tarafından Irakın bir insan mezbahasına
çevrildiğinin kanıtıdır. Bir gece Kerkükün Şorca bölgesi Musalla mahallesinde
olanları şöyle anlatılmaktadır: Gecenin yarılarıdır: İşte o saatlerde
Musallaya bir Amerikan arazi cipi girer, içinden bir asker iner. Elinde bir
merdiven vardır. Merdivenin Musalladaki Irak Türkmen Cephesinin duvarına
dayar, basamakları tırmanır ve ITCnin bayrağını indirir. Yerine Kürt bayrağını
çeker ve gecenin karanlığından istifade ederek sessizce uzaklaşır. Bu olayı,
mesleği gereği gece yarısı kalkıp sabaha işini yetiştirmek durumunda olan bir
işçi gözleriyle görür. İş orada da kalmaz: Öğrenirler ki o gece Kürtlerin yaşadığı
iskan bölgesindeki Kürt bayrağı indirilmiş yerine Irak Türkmen Cephesinin
bayrağı asılmıştır. İşte, terörle mücadele ediyorum, istikrar ve barış için
Irak ve Afganistandayım diyen ABD Türk Kürt kışkırtmasıyla terörü kışkırtıp
Kürdistanı kurmaya çalışmaktadır.
Evet iktidar olan Irak hükümeti değil, işgalci Amerikadır ve bu
sebeple Kuzey dahil, Kandil Dağları, Bağdat velhasıl Irakın her noktasında
dökülen her damla kan ve atılan her adım, ekilen her fitne tohumu bu işgalcinin
günahıdır. Bu sebeple öldürülen 100 bin sivilin suçlusu Zerkavi değil Bushtur
Amerikadır.[1]
Bu arada: Araplar Irakta Efsaneleşti
Savaşamazlar. Kaçarlar. Pistirler. Petrol parası yerler. Teke gibi
kokarlar. Emperyalizmin kuklası, egemenin oyuncağı, zalimin uşağı, bölücünün
aleti olurlar diye bilirdik. Ne kadar da yanılmışız. Irakta bir Arap efsanesi
büyüyor
Büyüyor
Büyüyor
ve tarih yazıyor. Demek ki adamın vatanını işgal
edersen; miskin, tembel, umursamaz, savaşamaz, korkak, inancını vatanının önüne
koyar sandığın insanlar; dünyanın en büyük askeri gücü, dünyanın en büyük
parasal gücü, dünyanın en büyük diplomasi gücü, dünyanın en büyük teknolojik
gücü, dünyanın en büyük medya gücü, sinema gücü, üniversite gücü, dünyanın en
büyük istihbarat ve casusluk gücü, uzay araştırmaları gücü Amerika Birleşik
Devletlerinin trilyonlarca dolar bütçeli ordusuna kök söktürür
Yakındır. Belki yarın. Belki yarından da yakın. Amerikan işgalci
ordusu Iraktan geldiği gibi gitmeye başlayacaktır. İnsan Savaşçı
doğmuyor. Şartlar İnsanı savaşçı yapıyor. Ve iman cesaret kazandırıyor.[2]
Evet, Lozanın dayatılan gizli şartları da vardı:
Mustafa Kemal, bütün bu sinsi ve şeytani amaçlarını bile bile onlara
uymakta ve dediklerini uygulamaktaydı. Ama asıl felsefesi ve hedefi şu iki
noktaya dayanmaktaydı:
1- Zaten koflaşmış ve yozlaşmış bazı dini kurum ve kuralların tahribinden
ve toplumu bu koyu cehalet ve taklitçilikten uzaklaştıracaktı.
2- Önce arsadaki enkaz temizlenecek sonra yeni ve görkemli bina
kurulacaktı
AKP Eliyle Sevrin Tatbikatı Yapılıyor
Vatan toprakları yabancıya peşkeş çekiliyor, Lozanın rövanşını
alıyorlar:
Milli Gazeteye çarpıcı açıklamalarda bulunan Tapu ve Kadastro eski Genel
Müdür Yardımcısı Orhan Özkaya, yabancıların Türkiyede taşınmaz edinmelerine
imkân sağlanması ile ülke topraklarının çekirge sürüleri gibi yağmalanmaya
başlandığını söyledi.
Yabancıların Türkiyede taşınmaz edinmelerine imkân sağlayan 3 Temmuz
2003 tarih ve 4916 sayılı yasa, 19 Temmuz 2003 tarihli resmi gazetede
yayınlanarak yürürlüğe girdi. 442 sayılı Köy Kanununun 87. maddesi
değiştirilerek yabancıların belediye sınırları dışında, kırsal alanda ve
köylerde arazi satın almalarının önü açılmış oldu. Daha önce, yabancılar sadece
konut, işyeri ve bağımsız bölüm alabiliyorlardı. Bunu da belediye sınırları
içerisinde gerçekleştirebiliyorlardı. Ancak, söz konusu yasa çıkmadan önce
yapılan satışlar yılda 20-30 adedi dahi bulmamaktaydı. Bu durum resmi
kayıtların incelenmesiyle kesin olarak saptanabilir.
Adı geçen yasanın, AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemize dayatılması
sonucunda yabancılar ülke topraklarını çekirge sürüleri gibi yağmalamaya
başladılar. Adeta Lozanın rövanşı alınmakta, bol dolarlı haçlı seferine
çıkmışlar.. 27 Haziran 2004 tarihine kadar 66 ülkeden yabancı gerçek kişilere
satılan toprak miktarı: 61 bin 884 kişi, 388 bin 430 dekardır. Bu tarihten
sonra Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün Web sitesi karartılmış, hiçbir bilgi
verilmemektedir. Bu rakamlar resmi makamlardır.
Peki, kim nerede ne aldı?
Yunanlılar, 14 bin 425 kişiyle, 12 bin 544 adet ve 4 bin 175 dekar
miktarındaki araziyi İzmir, Dikili, Kuşadası, Çanakkale, Trakya, İstanbul ve
Güney sahillerinde almışlardır. Almanlar, 12 bin 300 kişiyle 11 bin 405 adet ve
toplam 7 bin 037 dekar araziyi, Alanya, Kaş, Datça, Anamur ve diğer sahil
şehirlerinde almışlardır.
İngilizler, 6 bin 614 kişiyle, 5 bin 114 adet ve 32 bin 002 dekar toprak
parçasını Fethiye, Didim, Kuşadası (İrlandalılar ağırlıkta), Kaş-Kalkan ve
Datçada kitlesel olarak almaya devam etmektedirler. Hollandalılar 2 bin 170
kişi ile bin 710 adet, 613 dekar; Fransa 752 kişi, 701 adet, 818 dekar;
İtalya, 963 kişi, 1003 adet, 457 dekar; ABD, 736 kişi, 970 adet, 2 bin 701
dekar; Avusturya, 775 kişi, 915 adet, 704 dekar; İsrail, 100 kişi, 136 adet, 79
dekarlık bir alanı almışlardır. Bu ülkeler en çok toprak alan ülkelerdir. Ancak
toplam 66 yabancı ülkenin 61.884 vatandaşı 388.430 dekar toprak parçasını
ülkemizden almışlardır.
Egede tapular İngilizlere verilmek üzere bekletiliyor
AKPliler sırtlanıp mı gidiyorlar, topraklar burada kalıyor… demekle,
aslında tarihi bilmiyorlar. Zaten, gelenler, sırtlanıp gitmiyorlar, gelip
yerleşiyorlar, bizi çıkarmak üzere. Tıpkı, Afrikada olduğu gibi. Bu rakamlar,
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünün Web sitesindeki 27 Haziran 2003 tarihli
verilerinden alınan rakamlardır. Ancak bu rakamlar gerçek rakamlardan çok
düşüktür. Gerçek rakamların açıklanması hiçbir zaman yapılmamaktadır. Şu anda
da site tamamen bilgi akışına kapalıdır. Bakın, İsrail gösterilen rakamlardan
daha büyük bir arazi parçasını bazı yerli holdinglerle ortaklıklar kurarak
kapatmıştır. Bunu, Ceylanpınar, GAP bölgesi, Diyarbakır yöresindeki yerel basın
organlarında çıkan haberlerde saptamak mümkündür. Ancak, Anadoludaki gezilerde
halkımızın aktardığı rakamlar son derece endişe verici boyuttadır. Zilyetlik
(kullanma hakkı) devirleriyle, yani noter ve muhtar sözleşmeleriyle yapılan
anlaşmalarda 30 hektar sınırı çok büyük miktarda aşılarak, 30-40 bin dekarlık
alanların İsrailliler tarafından kapatıldığını isyan ederek dile
getirmişlerdir.
Şu anda Fethiye Tapu Sicil Müdürlüğünde 5 bin 500 adet tapu İngilizlere
verilmek üzere hazırdır. Didimde 5 bin adet İngiliz vatandaşının tapusu
verilmek üzere bekletilmektedir. Kuşadasında 3 bin 500 adet İrlanda
vatandaşına, Kaş-Kalkanda toplam 1700 konutun 1000ine yakını Alman, İngiliz
vatandaşlarının eline geçmiştir. Bunlar sıcak gelişmeler olarak
değerlendirilmektedir. Ayrıca, köylülerin elinden yüksek rakamlar verilerek
zilyetlik devirleriyle alınan zeytinlikler, halk arasında panik
oluşturmaktadır. Prof. Dr. Cihan Durunun tespitlerine göre: 147 bin 466
yabancı 946 bin 333 dekar yer almış durumdadır.
Satılan arazi miktarı Malta adası büyüklüğüne ulaştı
Satılan arazi miktarı resmi verilere göre, yani 388 bin 430 dekar dikkate
alındığında; Malta Adasından büyüktür. Malta Adası, 315 km2dir. 946 bin 333
dekar ele alındığında ise bu arazi miktarı 3 Malta Adası büyüklüğündedir.
Satılan toprak miktarını resmi rakamlar neden küçük gösteriyorlar?
Satılan toprak miktarının küçük gösterilmeye çalışılması, bu konuya
kamuoyunun son derece duyarlı olması ve şehit kanlarıyla sulanmış vatan
topraklarının ABD, AB, İngiliz ve İsrail emperyalizmi tarafından tarihin her
döneminde ele geçirilmek istenmesine karşı oluşan tepkidendir. Tarih bunun
örnekleriyle doludur. Kurtuluş Savaşı boşuna mı yapılmıştır? Yunanistan Megalo
İdeasından vazgeçti mi? Çanakkale, Anafartalar, Sakarya, Dumlupınar, Afyon
Kocatepe, İzmirin kurtuluşu 9 Eylül ne zaman unutuldu. Halkımız öfkeyle bu
soruları sormakta ve olanları vicdanı kanayarak içine atmaktadır. Kıbrısta
verdiği şehitler, Güneydoğuda yitirdiği evlatları, uzuvlarını cephede bırakan
elsiz, kolsuz, bacaksız kalan gencecik Mehmetçikler, gözlerini kaybeden
kahramanlar bu toprakların onun bunun eline geçmesi için mi savaştılar? İşte,
bu yönetenlerin, dayanılmaz, kahreden aymazlıkları vatanına kıskançlıkla bağlı
Türk halkını ayağa kaldırmış durumdadır. Bu nedenle satılan toprak parçası
Heybeliadadan küçük diye olayı hafifletmeye çalışıyorlar. Onlara yamalanmış
yazar bozuntuları da verilen bu çarpıtılmış demeçleri desteklemek için olmadık
sapkınlıklar gösteriyorlar.[3]
04 Ağustos 2005 Milli Gazetedeki Nasuhi Güngörün şu tespitleri
önemliydi:
Gaza ve Masa
Iraktaki işgalin getirdiği her sonuç, Türkiyeyi doğrudan
ilgilendiriyor. Kerkükte PKK, büro açıp bayrak asmış. Haklı olarak tepki
gösteriyoruz. Fakat acaba herkes böyle bir tepkiyi gösterme hakkına sahip
midir? Bunun cevabı, yakın tarihimizde yatıyor.
Aradan geçen uzun zamana rağmen Türkiye, Lozan ve benzeri konular
üzerindeki ürkek tartışma üslubunu üzerinden atamıyor. Oysa yakın tarihin böyle
bir sis perdesi ardında kalması için, artık kimsenin ciddi bir gerekçesi kalmadı.
Oysa sadece Lozanın hazırlık süreci bile başlı başına yeniden
araştırılmayı ve tartışılmayı hak ediyor. İtilaf devletlerinin anlaşma
için yer olarak Lozan tespit edildikten sonra yaptıkları ilk iş, hem
İstanbula, hem de Ankara hükümetine davet göndermek oldu. Böyle bir davetin
Ankarada oluşturacağı tepki, acaba çağrıyı yapanlar açısından sürpriz miydi?
Nitekim Ankara hükümetinin bu çifte davete olan tepkisi, önce 1 Kasım 1922de
saltanatın kaldırılması, ardından da 17 Kasımda son Osmanlı Padişahı
Vahdettinin İngilizlere teslim edilmesi (kaçması değil, teslim edilmesi) ile
sonuçlandı. Lozan görüşmelerinin başlama tarihi ise 20 Kasım. İşte size
üzerinde durulması gereken önemli bir zaman aralığı.
Şunu söylemek mümkün: Lozandan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Lozan, eğer Sevrle karşılaştırılarak değerlendirilirse, kuşkusuz ortaya çıkan
sonuçlar fevkalade önemli sayılabilir. Ancak dikkatlerimizi, Lozandan
sonra peş peşe atılan adımlara yoğunlaştırmak, mesela Anayasadaki “İslam
Devleti” ifadesinin çıkarılması üzerinde durmak, bizi daha önemli
sonuçlara götürecek adımlar gibi görünüyor.
Peki, şimdi Misak-ı Milli metnini tekrar okuyup, Lozanda elde edilenlere
yeniden bakarsak; bugün Kerkükte yaşananlardan şikâyet etme hakkını kendimizde
bulabilir miyiz? Musul vilayeti (ve onun sınırları içindeki Kerkük) yahut da
Batı Trakya konusundaki kayıplarla yüzleşmek, neden rejim sorunu olarak
tanımlanıyor? Zihinleri rahatsız eden nedir; Misak-ı Millinin, daha sonra
ortaya çıkacak olan “modern ulus devlet” projesinden farklı olarak,
İslamı esas alması mı? Lozanın aşılmaz ve tartışılmaz bir metin olduğunu
savunanlar, Türkiyenin şartlar olgunlaşınca Hatayı yeniden kazanması
hususunda ne düşünüyor acaba?
Lozan ve rejim arasında sıkı bağlar olduğunu savunanlar, şöyle bir
silkinip Misak-ı Millinin ortaya koyduğu tarihi ve stratejik perspektif
üzerinden dünyaya bakmayı denemek zorundadır. PKKnın Kerkükte boy
göstermesi ya da Ek Protokolle ilgili tartışmalar, sizi de biraz olsun
geçmişle hesaplaşmaya mecbur kılmıyor mu?
Gazâ ile elde edilenin, masada kaybedilmesinin faturası, her zaman tahmin
edilenin çok ötesinde ağır olmuştur. Musul, Batı Trakya, Adalar ya da Kıbrıs
[4]
Tayyip Erdoğan verince alçaklık, İsmet İnönü verince kahramanlık saymak,
yanlıştır ve oldukça sırıtmaktadır. Çünkü her ikisi de, ırkçı emperyalizmin
(siyonizmin) maşasıdır..
[1] Yeniçağ
/ 13.07.2005 / Hasan Demir
[2] Vatan
/ 13.07.2005 / Necati Doğru
[3] Necmettin
Çakmak Röportaj / Milli Gazete / 07.03.2005
[4] Milli
Gazete / 04 08 2005 / Nasuhi Güngör