Anasayfa » LOZAN, AZINLIKLAR VE SONRASI

LOZAN, AZINLIKLAR VE SONRASI

Yazar: yonetici
0 Yorum 52 Görüntüleyen

LOZAN, AZINLIKLAR VE
SONRASI

“Lozan’ın Türk Milletinin bağımsızlığının teminatı göstermek yersizdir.
Zira Türk milleti Lozan’dan evvel istiklalini ortadan kaldıran herhangi bir
muahedeyi kabul etmiş değildir. Sevr; aşağıda anlatılacağı üzere sadece bir
projeden ibarettir. Ondan hem M. Kemal Paşa’nın Nutku hem de İnönü’nün
hatıralarında “Sevr sulh projesi” olarak bahsedilmektedir.[1]

İstiklalini kaybetmemiş olan bir milletin onu Lozan’da yeniden kazanmış
olduğunu iddia etmek hem tarihi gerçekler ve hem de mantık önünde tutarlı
değildir. Ülkemiz bir istilaya maruz kalmış ve bu istila, milli bir mücadeleyle
defedilmiş bulunduğu dikkate alınırsa, Lozan’da istiklalimize karşı bir komplo
mevzubahistir.

Sevr’in ortaya çıkmasına sebep olan hadiselerle Lozan’ın imzalanmasını
gerektiren hadiseler aynı değildir. Sevr, ittihatçıların bilinen ihanetleri
neticesi mağlubiyete sürüklenmiş bir devletin delegelerince imza mecburiyetinde
kalınmıştır. Lozan’a giden Türk heyetinin ise arkasında Anadolu’da kazanılmış
olan bir zafer vardır. Bu itibarla her ikisinin şartları birbiri ile
kıyaslanmayacak kadar farklıdır.”

İddiasını ortaya atanların bazı haklılık payları bulunsa da unuttukları
bir nokta vardır: İstiklal savaşı sadece milli bir diriliş ve direniş
gücüyle değil; Mustafa Kemal’in stratejik bir hilesi ile ve karşılıklı bir
tavizlere dayanan gizli anlaşmalar sayesinde kazanılmıştır. Ama her şeye rağmen
Lozan Türkiye’nin tescilli tapusu makamındadır. ABD’nin hala Lozan’ı resmen
tanımaması, AB’nin ise Lozan’ı delmeye ve değiştirmeye çalışması anlamlıdır.

Bugüne kadar üzerinde yazılıp söylenenlerle de belli olduğu gibi Sevr;
hayal edilemeyecek kadar kötü bir anlaşma olduğuna göre; ondan daha iyi olmak,
“daha az kötü olmak” anlamındadır. Misak-ı Milli’ye dahil oldukları halde
Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya ve Halep’in bize bırakılması
istikametinde Lozan’da delegelerimizce söylenilmiş bir tek cümleye
rastlanılmamıştır. Üstelik İsmet paşa, Batı Trakya’yı Yunanlılardan kurtarıp
Bulgar’lara vermek için çalışmıştır. Sekiz yüz metre mesafedeki İstanköy
adasını talep etmezken; Romanya’da Tuna nehri içinde mevcut olan “Adakale”
adındaki kuşgözü kadar bir adacık için yararsız ve mantıksız bir çaba
harcanmıştır.

Çanakkale Boğazı’nın trafiğine hâkim olduğu için kendiliğinden ve
münakaşasız bir şekilde bize terk edilmiş bulunan ve dört adadan biri olan
“Limni” bile; Lozan’daki delegelerimizin, onu (unutarak) kayda geçmemesi
sebebiyle maalesef kaybedilmiştir. Musul için talep ve ısrarlarda ise sayısız hatalar
yapılmış ve bugüne kadar Kerkük Türklerinin çektiği eziyete zemin
hazırlanmıştır.

Ve Musul; bu öyle bir kayıptır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır.
İngilizler mütarekenin imzalandığını duymadıkları iddiasıyla, ileri yürüyüşe
devam ederek burasını, 2 Kasım 1918’de işgal etmişlerdir. Musul’un Misak-ı
Milli’ye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk delegeleri burası için
aylarca münakaşa etmişlerdir. Fakat ne yazık ki, sonunda bir taktik hatası ile,
Musul’u da bize kaybettirmişlerdir…[2]  
Bu heyetin içinde Yahudi Hahambaşısı Hayım Nahum Efendi’nin bulunduğu ve bunun
İsmet paşa’ya akıl hocalığı yaptığı ve özellikle Hilafet pazarlığının bir
numaralı takipçisi olduğu dikkate alınırsa muvaffakiyetsizliğin sebepleri biraz
daha anlaşılır hale gelir.

Gerek Baş delege İsmet paşa ve ikinci delege Rıza Nur ve gerekse
heyetteki diğer şahıslar, Avrupa karşısında aşağılık duygusuna kapılmış ve
Türkiye’yi kendi milli şahsiyetinden vazgeçirerek bir an evvel Avrupa’ya teslim
olmak, her tavizi verip bir an evvel barış imzalamak ve içerdeki Batılı inkılap
hamlelerine başlamak telaşındaydı.

Hilafetin İlgası

Hilafet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilga edildi. Ancak bu yöndeki en
önemli adımın Lozan’da atılmış olduğunu söylemek, yanlış
olmayacaktır. Lozan Müzakereleri başladığı sırada, M. Kemal paşa
halifeliğe sahip çıkmakta ve Meclis’te saltanatın ilgası müzakerelerinden
başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran konuşmalar yapmaktadır. Çünkü Atatürk
hilafetin siyasi ve stratejik değerinin farkındadır. Hatta İzmir İktisat
kongresini açmaya giderken yol boyu yaptığı sohbetler ve bu arada Balıkesir
Zağnos paşa camiindeki hutbesi ortadadır. Diğer taraftan İsmet paşa da Lozan’da
her vesile ile aynı istikamette beyanatlarda bulunmaktadır. Bunun üzerine
şüphelenen ve yeni Türk idaresinden eski vaatleri istikametinde hareket
etmeyerek, Hilafeti yıkmayacakları düşüncesine kapılan, Lord Curzon bir tuzak
hazırlamıştır. Fahrettin paşa’nın emniyet gerekçesiyle Medine’den getirttiği
“Mukaddes emanetler” in geriye iadesinin lüzumundan bahseden bir konuşma
yapmış, İnönü ise buna karşı çıkmıştır. Bu cevap M. Kemal paşa’nın hilafeti
yıkmayacağı ve bu stratejik sıfatı kendi üstüne alacağı endişelerini
güçlendirince Lord Curzon, İsmet paşa’nın müşaviri Hayim Nahum Efendiyi çağırıp
ve onun vasıtasıyla “hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını” dayatmıştır.
İsmet paşa buna kendiliğinden karar veremeyeceğini söyleyince, bu sefer
Hahambaşı Hayim Nahum efendi İzmir’e yollanıp durumu M. Kemal Paşa’ya anlatmış.
Ve hilafet kaldırılmadıkça anlaşmanın imzalanmayacağını hatırlatmıştır. Bunun
üzerine o ana kadar her vesile ile hilafete sahip çıkan M. Kemal paşa İzmir
İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu düşüncesinden taviz vererek
Hilafetin Osmanlı ailesinden alınıp, Meclisin uhdesine verilmesi gibi, Hayim
Nahum’u oyalayan bir taktikle durumu kurtarma yoluna gitmiştir. Bütün bunları
Gazi’nin mecburiyet ve mazeretleri içerisinde değerlendirmek gerekir.

Atatürk’ün; sınırları bütün dünyaca tanınmış ve en azından resmiyette
bağımsızlığını kazanmış bir Türkiye’yi kurma hatırına katlandığı Lozan
Antlaşması; aslında maddi ve manevi yönden milletimizi pelteleştirme ve
köleleştirme süreci olarak Siyonist Yahudi Hayim Nahum tarafından gündeme
getirilmiş ve gerçekleştirilmiştir.

Türkiye; 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla, azınlıklar için
hürriyet ülkesine, müslümanlar için ise açık hava hapishanesine çevrilmiştir.
Lozan denen “narkozla uyuşturup sonra parçalama” antlaşmasının özellikle 37’nci
maddesi, kendisinden sonra gelen 38.39.40.41.42.43 ve 44’ncü maddelerin de
garantisi hükmündedir ve şu dayatmaları içermektedir:

“Türkiye 38 den 44`e kadar olan maddelerindeki açık hükümlerin asli
kanunlar şeklinde tanınmasını ve hiçbir sebep ve surette bu hükümlere aykırı
davranılmamasını taahüt eder”

Şimdi ülkemizi masonlara cennet, Müslümanları ise cinnet haline sokan
Lozan Antlaşması`nın azınlıklarla ilgili maddelerine bir göz atalım:[3]

a- Lozan Antlaşması ile azınlıklara (Türkiye`deki Yahudi, Rum, Ermeni ve
Süryani vatandaşlara) tanınan din ve vicdan hürriyeti, dini teşkilat, dini
tedrisat (eğitimi) ve neşriyat (basın-yayın) hürriyeti Lozan Antlaşmasının
temelini teşkil eder ve hiçbir şekilde müdahale edilemez.[4]

b- Azınlıklar her türlü ayinlerinde ve dini merasimlerinde serbesttirler.[5]

c- Devlet azınlıkların Dini neşriyatlarına (Kitap, dergi, gazete, radyo
ve televizyon yoluyla dini yayın yapmalarına) mani olamaz, sınırlama ve
kısıtlama koyamaz”[6]

d- Azınlıklar istediği şekilde hayır ve hizmet kuruluşları ve dini amaçlı
teşkilatları kurabilirler.[7]

e- Devlet, azınlıkların dini eğitim yapan (ilk, orta, lise, Üniversite
gibi her seviye ve statüdeki) çeşitli okullar açmalarına ve buralarda serbestçe
dini eğitim yapmalarına (Papaz mektebinde, Rahibe mektebinde olduğu gibi kendi
özel dini kıyafetleriyle dolaşmalarına) asla mani olamaz. Ve hatta bunları
korumakla yükümlüdür”[8]

f- Devlet, gayri müslim azınlıkların dini terbiye ve terakkileri için
bütçeden gerekli maddi yardımları yapmak ve bu hizmetlere zemin hazırlamak
zorundadır.[9]

g-Azınlıklar kendi dini geleneklerine örf ve adetlerine göre nikah, düğün
ve bayram merasimlerini yapacak, bu amaçla vakıf ve teşkilatlar kuracak ve dini
icaplarına aykırı hiçbir kanuni muameleye tabi tutulmayacaktır.[10] Anlamına gelen mecburiyetler
getirilmiştir.

Şimdi gelelim nüfuzumuzun 99`unu teşkil eden Müslümanların durumuna:

1- Bu ülkede papazlarla hahamlar muharref İncil ve Tevrat’ın her hükmünü
ve haberini kilise ve havralarda açıkça konuşur, ama müftüler, vaizler ve
hocalar her ayet ve hadisin emrini ve anlamını açıklayamazlar.

2- Azınlıklar her seviye ve statüde dini eğitim yapan okullar açar,
programlarını kendileri hazırlar, Milli Eğitim Bakanlığı bunlara asla karışmaz,
ama müslümanlar tevhidi tedrisat kanunuyla böyle bir haktan mahrum bulunurlar.

3- Azınlıklar kilise ve havralarda istedikleri ayinleri ve dini
merasimleri yapabilirler. Ama müslümanlar bir tekkede veya evde zikir
yapamazlar.

4- Onlar dini amaçlı cemiyetler kurabilir ama müslümanlar İmam-Hatip
okulunda ve Kur’an Kursunda dini tedrisatla uğraşamazlar, Başörtüsüyle
okuyamazlar.

5- Hıristiyanların dini kurumlarına, vakıf binalarına, kilise ve
havralarına kimse dokunamaz. Ama Müslümanların vakıf malları hatta, Ayasofya
gibi fethin sembolü olmuş camiler bile, rejim tarafından gasp ve talan
edilmektedir. Müslümanlar ses çıkaramazlar.

6- T.C. devleti azınlıkların dini gereklerine ve geleneklerine aykırı
kanun yapamaz ve uygulayamaz. Ama anayasalar ve kanunlar yapılırken
Müslümanların Kur`an`ı ve sünneti asla hesaba katılmamakta, hatta bunu teklif
etmek bile en büyük suç sayılmaktadır. Müslüman alimler ağzını açamazlar.

Evet, işte laik ve demokratik düzenin perde arkası…

İncil`i ve Tevrat`ı okumak açıklamak ve uygulamak serbest, ama Kur`an`ın
ayetlerini açıklamak sorumluluktur ve hele hükümlerinin uygulanması için
çalışmak ise idamlık bir suçtur…

Örneğin:

“Her kim Allah`ın indirdiği (Temel ve genel kurallar esas alınarak
hazırlanacak bir Adalet düzeni ve disiplini) ile hükmetmez (veya Kur`an’ın
evrensel hükümlerinin uygulanmasına karşı çıkıp fırsat vermez) ise, işte onlar
kâfirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridir.”[11]

Öyleyse sakın “müminler müminleri bırakıp (Allah`ın indirdiği ile
hükmetmeyen) kâfirleri kendilerine veliler (dost ve idareciler) edinmesinler.
Her kim bunu işler (münkir ve münafıkları yönetici seçerse) artık onun Allah
katında hiçbir değeri ve dayanağı yoktur.”[12] ayetlerini
radyo ve televizyon kurumlarıyla veya basın-yayın kanallarıyla bu müslüman
topluma açıklayabilecek Diyanet İşleri Başkanından müftülere, İlahiyat
dekanlarından vaizlere kaç tane babayiğit çıkacaktır?

Cumartesi Havrasına, Pazar günü kilisesine gidecek birisine engel olun
bakalım BM’ler derhal karşınıza dikilir. Ama bu ülkede askerlerin, polislerin
talebelerin, öğretmenlerin, işçilerin ve diğer memur ve görevlilerin büyük
çoğunluğu Cuma namazına gidememektedir. Bunlara resmen izin verilmemektedir ve
hatta namaz kıldığı için nice vatan evlatları huzursuz edilmekte ve harcanmaktadır?

Rahibeler baştan aşağı kapalı siyah elbiseleri ile papazlar özel cübbe
kıyafetleri ile okuluna gider ve sokakta dolaşırken…

En uygunsuz kıyafetlerle gezenler alkışlanırken, başını örten kızlarımız
okuldan kovulmakta, doktor, avukat olursa işe alınmamaktadır.

Yanlış anlaşılmasın Biz bu ülkede azınlıklara verilen haklara karşı
değiliz. Ülkemizin birliğine milletimizin dirliğine kast etmemek şartıyla
herkesle birlikte barış ve bereket içinde yaşamayı samimiyetle isteyenleriz…

Ama hiç değilse azınlıklara tanınan haklar kadar biz müslümanlar da
inanç, ibadet ve fikir özgürlüğüne layık değil miyiz? İstanbul işgalinde
General Hamilton’u çiçekle karşılayıp ayağını öpen azınlıklardan daha mı
talihsiz ve tehliyiz?

Ey, Polis ve asker katledenlere “Hak arıyorlar?” diye sahip çıkan, ama
anarşistlerle mücadele edenleri ise sorgusuz infaz yapıyorlar” diye
saldıran ağzı salyalı sahtekarlar…

Ve ey böylesi sahtekarlara fırsat veren ve bu hain gidişatı hala
destekleyen ve yürütmek isteyen zavallılar…

Söyleyin, böylesine taşların bağlandığı, kudurmuş karabaşların ise
salındığı başka bir ülke daha gösterebilir misiniz?…

Ve son soru:

1923’te ki Yunanistan’la, Türkiye arasındaki mübadele (nüfus değişim)
protokolü çerçevesinde, sadece Selanik’ten gelip İstanbul’a yerleşen yaklaşık
100 bin Yahudi dönmesinin şu andaki yerlerini ve görevlerini söyleyebilir
misiniz?

Şimdi AB, AKP eliyle Kürtleri ve Alevileri de azınlık saymamızı
dayatıyor. Zaten bizde, kimin azınlık diye kayrılacağına hep onlar karar
veriyor. Lozan’da Ermeni, Rum ve Yahudileri azınlık saydıranda yine onlardı.

Batılıların Lozan Sendromu…

Batılılara göre Osmanlı’nın son dönemlerinde bir ‘Şark meselesi’ vardı.
Özünde, Batının doğuya karşı olan kompleksini ve endişesini barındıran ‘Şark
meselesi’ Müslüman Türkleri, Anadolu’nun mümbit topraklarından çıkarıp, geri
kalanında küçük bir Ermenistan, Kürdistan ve büyük Yunanistan çıkarmanın
adıydı.

Batının topyekün ittifakıyla kabul gören bu proje, Türkleri önce
Balkanlardan sonra da Anadolu’dan uzaklaştırmayı amaçladı. Siyonist Yahudiler,
Batı’nın bu hayalini kendi hesabına kullandı.

Fiili uygulamaları, 1096 yılındaki 1. Haçlı Seferleri’ne kadar giden bu
planın ismi, açıkça 1815 Viyana Toplantısı’nda dile getirildi. Bu planın
uygulamaları AB İlerleme Raporu’nda ifadesini bulan ‘azınlıklar’ kavramı
ardında halen devam etmektedir.

Ancak, bizden bitip tükenmeyen isteklerde bulunan AB’ciler, şunu
anlayamadılar: Bu millet tarihin hiçbir döneminde ne yapacağını önceden ortaya
koymamıştır. Yani, vurucu darbesini sezdirmemiş, her zaman teyakkuzda beklemiş,
hamlesinin anlık ve etkili olmasına özen göstermiştir. Tabi ki; kukla
idareciler eliyle bazı tavizler verilmiş, topraklar peşkeş çekilmiş, yasalar da
çıkartılmıştır. Ama son noktada söz yine milletin olmuştur.

Bunun açık örnekleri vardır. İşte, onlardan biri;

İngiltere Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Edward Grey yayınlanan
hatıratında 1905–1906 yıllarında İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan
Akabe Krizi’ni anlattığı bölümünde, Mısır Yüksek Komiseri Lord Cromer’den
duyduğu bir anekdotu “Şarklı zihnîyetini anlamanın imkânsızlığını” ortaya
koymak amacıyla şöyle nakleder; “Bir Şarklının –yani Türklerin- ne yapacağını
tahmin edebilmek için bir Avrupalı kendisine şu soruları sormalıdır: “1. Aynı
koşullar altında kendiniz ne yapardınız? 2. Tanığınız en akıllı adam ne
yapardı? 3. Şarklının ne yapacağını düşünüyorsunuz?

Bu üç soruyu cevapladığınızda sadece Şarklının kesinlikle yapamayacağı üç
şeyi öğrenmiş olursunuz. Niyetinin ne olduğunu bundan fazla kestiremezsiniz”…

Batı bugün de hâlâ Türklerin ne yapacağını kestiremiyor, “Şark Sorunu” da
hâlâ devam ediyor. Kimi batılılar için de hâliyle “Lozan Sendromu” bitmiyor.

AB ile müzakerelere “Türkiye’nin çıkarları” penceresinden bakanlar ise
“Sevr Sendromundan” kurtulamamakla suçlanırlar.

Bazıları için “Sevr Sendromu” bir abartıdır ve batıya karşı ayıptır.
Pekiyi o zaman Türkiye’nin çıkarlarını dert edinenler “Türk tarihinin dip
noktası olan” ve bugünden sadece 85 yıl önce yaşanan bir faciayı
düşünmeyecekse, 321 yıl önceki Viyana Kuşatmasını “argüman” olarak görenlere ne
demek gerekir?

“Sevr Sendromu” yanlış ve zararlı değil, aksine her türlü konunun tahlili
için isabetli ve sıhhatli bir yaklaşımın kodudur.

Nitekim tepkilere ve görüşlere “Sevr Sendromu” teşhisi koyanlarda da
“Lozan Sendromu” ziyadesiyle mevcuttur.

“Sevr Sendromu” özünde “teslim olmaya başkaldırı yani reddiyetçilik”
olarak özetlenebilir. Lozan Sendromu için de buna tepki denebilir.

Her sömürgeci devlet, çekildiği topraklarda görünürde kendisine muhalif,
ama canı ve ruhu ile fikriyatına sadık aydın tabakası bırakır. Ama sadece
bununla yetinmez ve gerçekleştiremediği hedefleri açısından mağlup olduğunu
kabul edemez, sadece “bir süreliğine geri çekildiğini” düşünür.

Aynen Kurtuluş Savaşı sonrasında genç Cumhuriyet’in kadroları arasına
sızdırılan, uyuşmuş beyinler, kontrol altına alınmış bellekler gibi…
(Sebataist dönmeler ve Kemalist dönekler gibi)

Bizler her ne kadar Müslüman kimliğimizi ve böyle bir bakış açısını
görmezden gelsek de, tarih boyunca uluslararası ilişkilerde Batının izlediği
strateji, İslam dünyasına karşı mücadele veren Hıristiyan Batının galip olma
savaşıdır.

AB’ye üye adayı ilan edilen Türkiye sadece bu amaca hizmet için oyalanmaktadır.
Ve Müslüman Türkler Balkanlardan, Anadolu’dan sürülene kadar, Şark Projesi’nin
neticeye ulaşmasında AB bir koz olarak kullanılacaktır.

Milletimiz, tarihten bugüne değişmeyen Batı zihniyetini dikkate alarak,
artık AB sevdalılarından vazgeçmeli, üzerimizde oynanan oyunları bir an evvel
bozacak iradeyi iktidara taşımalıdır. Yani, Milli Görüş’ü, Saadet Partisi’ni ve
o’nun ehliyetli kadrolarını…[13]

 “Atatürk Hilafeti kaldırdı mı kaldırmadı mı?” sorusu önemlidir.
Atatürk’ün ölümünden 50 yıl sonra açıklanmasını istediği gizli bir vasiyetinin
bulunduğu iddiaları ile birlikte gündeme gelen Hilafet tartışması tarihi bir
gelişmedir.

İddiaya göre Atatürk’ün ölümünden 50 yıl sonra açıklanmasını istediği
gizli bir vasiyeti vardı. 1988’de Kenan Evren ile Turgut Özal tarafından bu
gizli vasiyet açıldı. Ancak Evren ve Özal tarafından “Vasiyetnamedeki görüş ve
fikirlere toplumun henüz hazır olmadığına” karar verilerek gizli vasiyetnamenin
açıklanması uygun bulunmadı ve 25 yıllık yeni bir yasak konuldu. Araştırmacı
yazar Aytunç Altındal’ın iddiasına göre Atatürk’ün özellikle Hilafetle ilgili
ilginç fikirleri vardı. Altındal’ın iddiasına göre Atatürk saltanata karşı olmasına
rağmen bir müessese olarak Hilafete karşı değildi. Ve yine Altındal’ın
iddiasına göre Atatürk Hilafetin İslam ülkeleri arasında rotasyonar değişecek
bir kurum olarak canlandırılabileceğini düşünüyordu.

İşte bu iddia gündeme damgasını vurdu. Tartışma giderek büyüdü ve nihayet
Cumhurbaşkanları düzeyine çıktı. Son olarak İstanbul Milletvekili Emin Şirin
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e mektup yazarak Atatürk’ün gizli bir
vasiyetnamesinin olup olmadığını sordu. Cumhurbaşkanlığı verdiği cevapta, Atatürk’ün
böyle bir gizli vasiyetnamesinin bulunmadığını belirtti ve konuyu kapattı.
Cumhurbaşkanlığı’nın verdiği cevapta, Atatürk’ün Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü’nde korunan ve Beyoğlu 6. Noteri tarafından onaylanmış 5 Eylül 1938
tarihli vasiyetinin dışında herhangi gizli ya da açık bir vasiyetinin
bulunmadığı” vurgulandı.

Ancak tartışmaların asıl ilginç yanı tartışmanın en önemli
dayanaklarından biri olan Kenan Evren’in de gizli vasiyet ve Halifelikle ilgili
iddiaları geçiştirmeye çalışmasıydı. Çünkü Kenan Evren’in bazı basın
organlarına “Atatürk’ün dini konularda yazılmış el yazması kitabı bulunduğu ve
bu kitabı kendisinin de okuduğu ancak “gizli ve devlet sırrı olduğu” için
açıklayamayacağı” yönünde demeçleri yansımıştı. Emin Şirin, “Kamuoyunun henüz hazır
olmadığı için” Turgut Özal’la birlikte 25 yıllık ek yasak koyduğu iddia edilen
vasiyetlerle ilgili Kenan Evren’e de bir mektup yazdı. Şirin Evren’e yazdığı
mektupta, gizli vasiyetname ve Atatürk’ün hilafetle ilgili görüşleri
konusundaki iddiaların açıklanmasını istedi. Şirin, “Açıklamalarınız tarihe
ışık tutacak fevkalade büyük bir öneme sahiptir” dedi.

Daha sonra ise Kenan Evren’e telefonla ulaşan ve kendisiyle görüşen Emin
Şirin, Evren’in de iddiaları ve tartışmaları yersiz ve gereksiz bulduğunu
açıkladı[14].

Ezber bozma

Tarihi bir gerçek var: İngiliz-Yahudi siyasetinin en büyük hedefi,
Osmanlı’dan daha çok, “hilafet” idi.

Bunu isbata şu bilgi yeterlidir: İngilizler masada imzaladıkları Lozan’ı
onaylamak için tam 7.5 ay beklediler. Neyi mi beklediler? Hilafetin Millet
Meclisi’nce “ilga” edilmesini… Çünkü İngiltere, 20. yüzyılın başında,
sömürgeleri sayesinde yeryüzünün en kalabalık Müslüman nüfusuna sahipti. Sultan
2. Abdülhamid’in hilafetin gücünü kullanmaya kalkması, sömürdüğü Müslüman
topluluklarla İngilizlerin karşı karşıya gelmesine neden olmuştu. İngilizler’in
Osmanlı hilafetine karşı besledikleri niyet açığa çıktıktan sonra Hindistan’da
kurulan Hilafet Komitesi, Osmanlı’nın siyasal coğrafyası içinde yer almamış
olan İslam toplumları arasında dahi, Osmanlı Hilafeti’nin yaygın nüfuzunun
göstergesidir. Bu nüfuzun etkisi, sadece Sünni dünyada değil, en müfrit Şii
fırkalara varana dek, tüm mezhep ve mektepleriyle bütün bir İslam dünyası üzerinde
görülüyordu…

Baasçılık (Hilafeti ilgaya Ankara’yı ikna eden Başhaham Haim
Naum’un bu işi hallettikten sonra Mısır’a giderek orada Baasçılığın babası
Cemal Abdünnasır’a tercüman ve danışman olması tesadüf olmasa gerek) 
tabiatıyla
Arap ulusçuluğuna yaslanıyordu. Kemalist eğitimle Baasçı eğitimin ortak noktası
“Osmanlı düşmanlığı” idi. O eğitimi alanlardan biri olan Buteflika’nın
şimdilerde “Osmanlı Uluslar Topluluğu” oluşturalım teklifinde bulunması, bir
ezber bozmadır. Aynı tutum zımnen Beşşar Esed’de de görülmüştür ve Osmanlı
toprağında kurdurulan diğerleri de er geç bu tutumu alacaklardır. Tarih
kaderdir, coğrafya kaderdir. Kaçamazsınız. Arkanızdan kovalar ve sizi iki
yakanızdan tutup sarsar ve der ki: Ya kendine gel, ya da yok ol[15]

Atatürk ve Ermeni Meselesi

1921 yılında Vatikan`daki Papa 15. Benova ile Mustafa Kemal Paşa arasına
bir yazışma olmuştur, daha doğrusu Papa, Mustafa Kemal Paşa`ya Kardinal
Gaspari`yi göndermiş, Anadolu, Kafkasya ve Küçük Asya Hıristiyanlarının
korunmasını rica etmiştir.

Mustafa Kemal Paşa da Papa 15. Benova`ya 12 Mart 1921 tarihli şu cevabı
göndermiştir:

“Irk ve mezhep ayırmaksızın bütün memleketimiz sakinlerinin emniyet
ve refahını temin mecburiyeti, insaniyetkârane hissiyatımızın ve dini mübini
İslamın bize emrettiği bir vecibedir. Dolayısıyla Türkiye Büyük Millet
Meclisi`nin nüfuz ve hâkimiyetinin kapsadığı bölgelerin tamamındaki
Hıristiyanların tam bir sükûn içinde olmaları için evvel ve ahir her türlü
tedbirler alınmıştır. Sınırlarımız dahilinde herhangi bir yabancı ordusu kıtal
ve haraplık getirmediği yerlerde cari olan barış ve emniyet bu beyanatımızın
reddedilemez bir delilidir.” (x)

Mustafa Kemal Paşa, söylediklerinin değişmez siyaseti olduğunu belirtiyor
ve Papa`ya, 1 Mart 1921`de Meclis`te yaptığı nutuktan bir bölümü gönderiyor:

“Anadolu`da oturan Ermenilerin ve Rumların hükümet emirlerine ve
milli emellere muhalefetleri vuku bulmadıkça her türlü tecavüzden korunmuş ve
tamamen mesut ve müreffeh bir hayata mazhariyetleri öteden beri kabul edilmiş
bir esas idi. Kilikya ve havalisinde ve doğu sınırımız haricindeki resmi ve
gayri resmi Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve ırktaşlarımıza karşı vuku bulan
cinayetkârane tecavüzleri karşısında dahi memleketimizde yaşayan sakin
Hıristiyanların her türlü taarruzdan korunmalarını temin eylemeyi pek mühim bir
medeni vazife kabul eyledik ve Anadolu`nun harici âlem ile temasının kesik
olduğu bu günlerde yüksek vatani menfaatları hedefleyen tedbirler arasında
Hıristiyan ahalinin selametini muhafaza lüzumunu bütün makamlara
bildirdik.” (xx)[16]

(x) – (xx) Teori dergisi, Mayıs 2005 / Atatürk`ün Bütün Eserleri, Kaynak
Yayınları, İstanbul 2000, c.3, s.183-186.

 

Ata`nın Tarihi Cevabı

Ermeni diasporasının son zamanlarda giderek artan soykırım iddialarını,
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, yıllar önce “Dünya efkârı, Ermeni
ahâlinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı
bir ithamda bulunamaz” sözleriyle cevaplamıştı. Dünyanın, Ermeni tehciri
konusunda Türk devletine karşı haklı bir ithamda bulunamayacağını belirten
Atatürk, o dönemde yaşananları, “Bize karşı yapılmış olan iftiraların
aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilâf
Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş
olurlardı” sözleriyle anlatmıştı.

Atatürk, 26 Şubat 1921`de Amerikalı gazeteci Clanence K. Streit`in sorusu
üzerine, Ermeni tehcirine ilişkin şu tarihi gerçekleri dile getirdi: “Rus
Ordusu 1915`te bize karşı büyük taarruzunu başlattığı sırada o zaman Çarlığın
hizmetinde bulunan Taşnak Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan
Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü
karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için kendimizi daima iki ateş arasında
kalmış gibi görüyorduk. İkmâl ve yaralı konvoylarımız acımasız bir şekilde
katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde
terör hüküm sürdürülüyordu. Bu cinayetleri işleten saflarına eli silah
tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmâllerini,
bazı büyük devletlerin daha sulh zamanından itibaren kendilerine
kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan istifade ve bu maksada matuf
olarak büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinde
yapıyorlardı.”

Atatürk, Ermeni tehciri ve Ermeni çetelerinin yaptıkları katliamlar
konusundaki görüşlerini de şu sözlerle dile getirmişti: “İngilizlerin sulh
zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda`ya reva gördüğü muameleye
kayıtsız şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya
mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.”
“Gerek umumi harp sırasında, gerek mütarekeden sonra Ermeniler ve Rumlar tarafından
Müslüman ahaliye yapılan mezalim üzerinde durmak uzun bir hikâye olur.”

Atatürk, Streit`e, Yunanlıların İzmir`i işgalleri sırasında yaptıkları
katliamları da şöyle anlatmıştı: “Yunanlılara gelince, İzmir`in işgali
sırasında öyle cinayetler işlemişlerdir ki, Yunanistan`ın müttefiki İtilâf
Devletleri tarafından tescil edilmiş bulunan `İtilâf Devletleri Tahkikat
Komisyonu` üyeleri bile 1919 sonbaharında bu vilayeti baştanbaşa kat ettikten
sonra hazırladıkları raporda, Yunan makamları aleyhinde son derece ağır
tenkitlerde bulunmuşlardır. Yunanlıların işgal ettiği diğer bölgelerde her yaş
ve cinsiyetten on binlerce Türk katledilmiştir.”

Ermeniler Kışkırtılmıştır:

1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı`nda Osmanlı Devleti`nin aldığı yaraları
saramadığını gören büyük devletler, İstiklâl peşinde koşan Ermenilere yardım
ederek Tiflis`te Taşnak, İsviçre`de Hınçak teşkilâtlarını kurmalarına ve
silahlı mücadele başlatmalarına yardımcı olmuşlardı. Osmanlı Devleti`nin Balkan
Harbi`nden de mağlup çıktığını gören Rusya, İngiltere ve Fransa bir taraftan
Türkiye`yi aralarında paylaşma plânları, diğer taraftan da Taşnak ve Hınçak
teşkilâtlarına her türlü silah ve para yardımı yapıyordu. Bu üç devlet, Türkiye
aleyhine başlattıkları çalışmaları ve 1. Dünya Savaşı`nda Türkiye`yi tasfiye
etme hareketlerini kendi kamuoylarına kabul ettirebilmek için kiliseleri de
devreye sokarak propagandaya girişmişlerdi.

Söylenenler İftiradır

Bu amaçla kitaplar yayınlayan ve toplantılar düzenleyen ülkeler,
“Müslüman Türkler, Hıristiyan halklara zulmediyor, onları katlediyor.
Hıristiyan halkları kurtarmak için Türkiye`yi ve Türkleri cezalandırmamız
gerekiyor. İşte bu maksatla Türklere karşı harp ediyoruz” temasını
işlemişlerdi. Ulu Önder, bu gerçek dışı propagandanın öncülüğünü yapan Lloyd
George ve George Clemenceau`ya şu çarpıcı sözlerle cevap vermişti:
“Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır. Milletimizin zalim
olduğu iddiası baştan başa yalandır. Hiçbir millet, milletimizden daha çok
yabancı unsurların inanç ve adetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki,
başka dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayetkâr olan yegane
millet bizim milletimizdir. Rum Patriği, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategikosu
gibi Hıristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü
serbestlik verildi. İstanbul`un fethinden beri, Müslüman olmayanların mezhar
bulundukları bu geniş imtiyazlar milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en
büyük müsaadekâr ve civanmert bir millet olduğunu ispat eden en büyük
delilidir.”[17]

 



[1] Nutuk
Sh. 403-404 1927

[2] Operatör
Cemil Paşa canlı tarihler 1945 Sh.133

[3] Mer’i
Kanunlar C.2 Bölüm.2 Sh:3-40

[4] Madde;
38

[5] Madde;
38

[6] Madde:
39

[7] Madde:
40

[8] Madde:
40

[9] Madde:
41

[10] Madde:
42

[11] Maide:
44–47

[12] Al-i
İmran: 28

[13] Milli
Gazete / 28 10 2004 / Necmettin Çakmak

[14] Milli
Gazete / 13.04.2005

[15] Yeni
Şafak /18.4.2005 / Sami Hocaoğlu

[16] Milliyet
/ 13 05 2005 / Hasan Pulur

[17] Tercüman
(Dünden Bugüne) / 09.05.2005


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi