KURULUŞ İDEOLOJİMİZ VE İSLAM:
“Türkiye hâlâ zihninde ülkenin kuruluş ideolojisi ile İslam`ı bağdaştırabilmiş değil. Cumhuriyet`e yönelik dini referanslara dayalı eleştiriler devam ediyor. Buna karşı Cumhuriyet`i dini referanslarla savunmak ise maalesef tabu. Tartışmanın böyle bir zemine kaymasını laiklik açısından tehli bulanlar var. Ama korumaya çalıştıkları rejimin kurucusu Atatürk’ün Cumhuriyet`i dinen de savunduğunu unutuyorlar. Şu sözler Atatürk`e ait: “Bilirsiniz ki, şer`i esaslarda ve ilahi emirlerde muayyen bir hükümet şekli yoktur… Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şûradır, meclistir. Hükümetin behemehal meclis olması lazımdır.
O kadar ki bizzat Cenab-ı Peygamber bile şûrasız muamele yapmazdı, (cemiyet ve hükümet işlerinde istişaresiz hareket etmek) Allah tarafından menedilmişti. İkinci esas adalettir. Şûra adaletle hükmünü icra eder.` Şimdi kim İslam`da bir devlet şekli verilmiştir diyebilir? Kim Peygamber`in muamelat alanında (iman ve ibadetler dışındaki konularda) şûrasız hareket ettiğini ve Kuran`da şûrayı emreden bir ayetin bulunmadığını iddia edebilir? İslam`ın söz konusu yönetim esasları şöyle sıralanabilir: Maslahat (halkın menfaatleri), Ehliyet (görev ve yetkilerin ehline verilmesi), Biat (seçim), Şûra (meşveret) ve Adalet.”
Yine Atatürk`e dönelim: `Millet her noktadan kendi yararlarını (maslahatını) sağlayacak olan ve bu yararları korumak için lazım olan vasıfları, meziyetleri toplamış (ehliyet sahibi) kabul ederek seçtiği (biat ettiği) insanlardan kurulu bir şûraya malik olursa ve bu şûra, adalet üzere hareket ederse; işte Allah`ın ve Kuran`ın istediği hükümet olur.`
Atatürk`ün din ve devlet işlerini ayırmasına ise `İslam böyle bir şeyi kabul etmez` diyenler, ibadet ile muamelat ayırımından haberdar değiller midir? Büyük fakih Necmeddin et-Tufi`nin (ölm. 716/1316) `Muamelatta hükümler maslahata (halkın menfaatlerine) göre belirlenir, bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz…` demiştir. Kadı Abdül Cebbar ise (ölm. 415/1025) `Eğer (akıl ile vahiy) çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirmek üzere yorumlanır` hükmünü vermiştir.
Peki Atatürk ne diyor: `Özellikle bizim dinimizle ilgili esasların doğruluğu için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile her hangi bir şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Bir şey ki akla ve halkın menfaatine uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de uygundur.` Bu gerçekleri Tufi ve Abdül Cebbar deyince fetva oluyor da, Atatürk deyince küfür mü oluyor?
`Atatürk orduyu İslam`ı ezmekle görevlendirdi` dediler, hâlbuki O Genelkurmay ile Diyanet İşleri başkanlıklarını aynı günde kurdu. `Milleti Hıristiyanlara teslim etti`dediler, hâlbuki O Hıristiyan misyonerleri ülkeden defetti. `İslami hakikatleri milletten saklamak istedi` dediler, hâlbuki O insanlarımız okuyup anlasınlar diye Meclis kararı ile Kuran`ı Türkçeye tercüme ettirdi, üstelik bunun masraflarını da kendisi karşıladı. `Bizi ümmetten kopardı` dediler, halbuki İslam Konferansı Örgütü`ne başkan seçilen O`nun Cumhuriyeti oldu. `Hâkimiyet milletindir diyerek Allah`ın hâkimiyetine isyan etti` dediler, hâlbuki O hâkimiyeti `milletten zorla gasp eden kesimlerden (Hem Tanzimattan sonra sadece vitrin bekçiliğine ve günah keçiliğine döndürülmüş Sultan-Halifelerden, hem de Sabataist ve Masonik mahfillerden) geri alıp halka verdi. `Hilafeti kaldırdı` diye feryat ettiler, hâlbuki ilgili yasa metninde O`nun `Hilafet TBMM`nin manevi şahsiyetinde mündemiçtir` sözleri yer aldı. `Milleti dinsiz yapmak istedi` dediler, hâlbuki O `Türk milleti daha dindar olmalıdır` dedi.
El insaf artık daha ne desin di ve nasıl hareket etsin di?”
Atatürk bireyi, halifelerin, sultanların, padişahların, Allah`ın sözde gölgelerinin değil, sadece Allah`ın kulu olmaya çağırmıştır. Bu `ben` diyebilme gücüne sahip olan bir toplumun başkaldırısıdır. Anadolu İhtilali yabancı emperyalistlere ve yerli tağutlara (canlı putlara) karşı tarihin kaydettiği en şahsiyetli isyandır. Ama devrimler sonradan korunsun diye değil devam ettirilsin diye yapılır. Devrimi korumak devrimi öldürür. Görünen putları parçalamak yetmez. Ruhlarında tecdit yapamamış (özüne ve özgürlüğe kavuşamamış) insanlar bu sefer giderler, Muhammed İkbal`in dediği gibi kaldırım taşlarından kendilerine put yapıp tapınır… Artık kuruluş ideolojimizle İslam anlayışımızı yeniden gözden geçirmek (dinimizi, düzenimizi ve devletimizi barışık hale getirmek) kaçınılmazdır.
Türk laikliği, ne Anglosakson sekülarizimi gibi din ve devletin birbirine hiç karışmadığı, ne de Fransız Devrimi`nin laisizmi gibi, devletin kalkıp hayatın her alanından dini kazıyıp atmaya çalıştığı bir anlayışın ürünüdür. Türk Devrimi topyekûn bir devrimdir ve onun temsil ettiği zihniyet dönüşümü dini (gerilik ve gelenekçiliği)de kapsar. `Biz dini, kamu hayatından bireysel alana aktaralım da, orada insanlar nasıl inanırlarsa inansınlar` gibi bir anlayışa dayanmaz. Devrim bizzat bireyin iç dünyasına kadar müdahale edip onun `Din` ve `Allah` tasavvurlarını Kur’an ve sünnete uygun yeniden şekillendirmeyi amaçlamıştır. Çünkü yıkıma yol açan dinin kendisi değil, dini inancımıza belli bir teolojinin taklitçiliğin ve şekilciliğin hâkim oluşudur. Bu teoloji yeniden inşa edilmezse ve Kur’ani temellere göre yeni reçeteler üretilmezse kurtuluş imkânsız olur. (Burada `teoloji` kelimesini kelam olarak değil de, Batı`daki geniş anlamıyla kullanıyorum.)
Bu teolojik yeniden inşa süreci tamamlanmadan toplum manevi ve ahlaki disipline sokulmadan siz bireye özgürlük verebilirsiniz, ama onu aynı zamanda dürüst ve dengeli bir kimse yapamazsınız. İktisaden mülksüz, siyaseten hükümsüz ve vicdanen iradesiz bırakılmış olmayı din zannetmeye devam eden bir topluma bunların hepsini verseniz, bu defa mülkü Karun (rantçı/soyguncu), siyaseti Firavun (despot) ve dini Bel`am (sömürü ve saltanat dincisi sınıfı) gibi kullanırlar.
Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığı`nı kurduktan sonra ona, Hanefi-Maturidi çizgisinin esas alınması talimatını vermiştir. Bu tercih bir rastlantı değildir. Bu teolojik çizgi kulun özgür iradeye sahip olduğunu, Allah`ın kendi vazettiği kaidelere bağlı kalarak hükmettiğini, ne kadar günahkâr olursa olsun başkalarının imanının yargılanması işinin Allah`a havale edilmesini, kişi değil kanun hâkimiyetinin geçerliliğini savunur. Taklitçiliği putperestlik, bağımsız ve selim aklı ise Kur’an la birlikte en büyük dinsel delil ve dayanak sayar.
Ama Cumhuriyet`in bu teolojik yeniden inşa misyonu devam ettirilmediği için, maalesef bu boşluğu uzun zaman maneviyat istismarcısı ve ümit avcısı sahte mürşitler, şimdi ise Türkiye`ye `ılımlı İslam` adı altında dışarıdan giydirilen BOP`a ve siyonist sermaye hegemonyasına uyumlu İslam misyonerleri doldurur. TSK `devrim muhafızı` durumuna düşürülürken, ona karşı çıkanlar `mücahit` mertebesine oturtulur.[1]
Sonuç, artık “gelenek ve görenek dini ve kültür disiplini” haline gelmiş bir İslam anlayışı, mevcut Hıristiyanlık ve Yahudilik anlayışı gibi batıldır ve toplumu batırmaktan başka işe yaramayacaktır.
“İman edenlere, hala vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ın zikrine ve Hak olarak inen (Kur’anı Kerime) saygı ile yumuşasın ve sakın müminler daha önce kendilerine kitap verilip te, sonra üzerlerinden uzun bir zaman geçince kalpleri katılaşmış ve çoğu fasıklığa (fesatlığa) dalmış kimseler gibi olmasın…”[2] Ayetine kulak asarak, yeniden Kur’ana ve Hz. Peygamberin kurallarına dönmek zamanıdır.
Bediüzzaman’ın dediği gibi:
“Artık eski hal, muhal
Ya yeni hal, ya izmihlal” olacaktır.
Yani asırlar önceki şartlar ve ihtiyaçlar için Kur’andan çıkarılan “tarihi teori ve tatbikat modelleri” ni, İslam’ın kendisi zannedip, onları yeniden ve aynen diriltmeye ve devam ettirmeye çalışmak boşunadır ve mutlaka başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Tek çare ve çıkar yol olarak, yeniden Kur’ana ve Nebevi Metoda dönüp, değişen ve gelişen günümüz sorunlarına ve standartlarına uygun; ilmi ve insani program ve projeler hazırlamak mecburiyetimiz vardır. Ve zaten ilim adamı da, ancak bunları yapabilen insandır.
Bu yapıldığı ve Kur’an anlamaya çalışıldığı vakit, İslam’ın Demokrasi ve Laiklik gibi kavram ve kurallara kapalı zannedilmesi bir tarafa, bunların çağdaş örneklerinden çok daha ileri ve fıtri esaslar içerdiğinin farkına varılacaktır. Erbakan Hoca’nın sunduğu ve savunduğu “Adil Düzen” bu bakımdan oldukça önemli ve talihli bir adımdır.
İşte M. Kemal Atatürk de İslam’ı değil, gelenekselleşmiş, içi geçmiş ve toplumu geriletmiş bir anlayışı kaldırmış ve yeniden Kur’ana ve sünnete dönerek canlı, kapsayıcı ve kurtarıcı bir İslam Medeniyetine imkân ve fırsat hazırlamıştır…
İşte; “Bizim Atatürk” kitabı da bu gerçeği vurgulamaya… Hem “gelenek dini”ni hem de “seküler düzeni” sorgulamaya ve toplumu uyarmaya çalışmaktadır.
Unutmayalım: Köhnemiş zihniyetleri, çürümüş kütük direkler ve desteklerle ayakta tutmak, olanaksızdır…
Mustafa Kemal ATATÜRK
ve
MEVLANA
Yıl 1922… Kasım ayının 1`i… Dahi asker, devrim Lideri, Cumhuriyetin başöğretmeni ve dünya ülkelerinin kendisini örnek edindiği Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi`ndeki konuşmasını yapmak için kürsüdeki yerini alıyor. O şimşekler çakan gözleri ile arkadaşlarına bakıyor ve konuşmasına şu cümle ile başlıyor: “Efendiler Tanrı birdir, büyüktür..” Evet, Atatürk gerçek bir dindardı. Belirli çevrelerin daha baştan itibaren O’nun sözde dinsiz ve dine karşı olduğunu yaymak istemelerine rağmen, o akılcı zihniyete sahip inançlı bir kişiydi. O, kalıplara sığmayan, şekilcilikten uzak, gösteriş içermeyen ve Hz. Muhammed`in buyurduğu “yüksek ahlak” üzerine kurulmuş dinin aşığıydı. O İslamiyet’in kaynağındaki saf şekline bağlıydı.
29 Ekim 1923’de Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeçte bu saflığı kendisi şöyle tanımlıyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Hakikate bizzat nasıl inanıyorsam dinime de öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaktır.”
Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Konya konuşmaları, Atamızın din hakkındaki görüşlerini ortaya koyması açısından çok önemli bir yer tutmaktadır. İşte 20–23 Mart 1923 tarihleri arasında Konya’yı ziyareti sırasında yaptığı konuşmadan bölümler: “İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler, bir zaman için saklanmış ve yüze çıkmamışsa da, daha sonra İslamiyet’in gerçeklerine sarılmaktan İslam esaslarına göre hareket etmekten çok, geçmişin mirası olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden İslamiyet’e giren bir takım kavimler, İslam oldukları halde, maalesef düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar. Geçmişlerin kötü ve batıl alışkanlıklarına uydukları ve bu suretle gerçek İslamiyet’ten uzaklaştıkları için kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.
Bu İslam kavimleri içinde Türkler, milli gelenek ve görenekleri itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halindeydiler. Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini koruyamamıştır. Bu durum, kendilerinde bozulma ve yozlaşmaya yol açmıştır. İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.
Milletimizin gerçek din bilginleri, din bilginlerimiz arasında da milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil, ilim kisvesi altında, hakikatten ve hikmetten uzak, gereğince ilim tahsil edememiş, ilim yolunda layığı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahillerde vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Efendiler, gerçek din bilginleri ile dine zararlı ulemanın birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Bilindiği üzere Sıffın vaka’sında Hz. Ali’nin ordusuna karşı mızrak uçlarına Kur’an-ı Kerim sayfalarını takarak saldırdılar. İşte o zaman dine fesatlık, İslam arasına nefretlik girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. Halifelik hile ile el değiştirdi. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar dini hep alet edindiler. İhtiras ve istibdatlarını kabul ettirmek için hep ulema sınıfına başvurdular.
Gerçek ulema, dini bütün bilginler, hiçbir zaman bu müstebit taç sahiplerine uymadılar. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dine alet etmediler. Sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün, haris ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetva verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, sarayda yaşayan kendilerine halife namı veren baskıcı hükümdarlar, bu gibi hoca kıyafetli cahillere iltifat edip, onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların kinini çekti.
Böyle yapan halifelerinin ve din bilginlerinin arzularına muvaffak olmadıklarını tarih bize misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne böyle hükümdarlar, ne böyle alimler görmeye tahammülü ve imkanı yoktur. Artık kimse böyle hoca kıyafetli sahte alimlere önem verecek değildir. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz; derim ki, ben şahsen onların karşısındayım. Onların menfi yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş kanlı bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adamı tepelemektir.”
Evet, yıllar önce ve olağanüstü şartlarda kullanılmış bu ifadeler Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ne kadar büyük bir kimliğe sahip olduğunun ispatıdır.
Atatürk’ün Hz. Muhammed`e duyduğu büyük sevgi ile birlikte Hz. Mevlana’nın da fikirlerine duyduğu hayranlık, onun tüm hayatını ve icraatlarını etkilemiş, din konusundaki ifadelerine temel teşkil etmiştir. Bir Konya ziyareti sırasında söylediği şu sözler Hz. Mevlana’ya gösterdiği sevgi ve saygının delili gibidir: “- Ne zaman bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Hz. Mevlana ulvi düşünceleriyle benliğimi sarar. O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi…”
Evet… Yüce Atatürk sahip olduğu hayat görüşünün kaynağını işte bu sözleriyle özetleyivermiştir.
Çankaya köşkündeki dil çalışmaları toplantısına, Konya Mevlevi Dergâhı eski postnişinlerinden Veled İzbudak Çelebi de davet edilmişti. Söz dönüp dolaşıp Hz. Mevlana’ya gelmiş, yüce Atatürk şunları söylemişti:
“- Mevlana, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatör… Müslümanlık aslında geniş manasıyla hoşgörülü ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamış ve tatbik etmişlerdir. Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren kullanan, genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Badiye Arapları için günde beş vakit abdest ve namaz, çok ileri seviyede bir yaşama hareketidir. Hz. Muhammed insanları uyuşukluktan harekete sevk etmiştir. Sarp dağlarda ve yüksek yaylalarda at koşturan, erimiş kar suları ile yıkanan Türkler için abdest ve namaz çok tabii olmuştur. Mevleviliğe gelince, o, huşu ve huzurla dönerek; ayakta ve hareket ederek, Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının en tabii ifadesidir.”
İşte Atatürk`ün İslamiyet`e şekilcilik katarak onu asıl ruhundan uzaklaştıranlara verdiği en mükemmel mesajlardan birisi. O birçok kez dinin insanlık tarafından gerçek boyutlarıyla anlaşılmadığını belirtirken, Hz. Mevlana’nın da yanlış ve eksik yorumlandığına da temas etmiştir. Bir gün Konya milletvekili Naim Onat’ın sözde Mevlana`yı yermek istemesi üzerine Atatürk’ün söylediği şu sözleri bugün bile üzerinde ibretle düşünülmesi gereken ifadelerdir:
“Eğer Mevlana’yı sizler gibi kavramak gerekirse, o büyük insanın ruhu dertlenir, biz de belki bir saygısızlık göstermek zorunda kalırdık. Mevlana’yı ululuğuyla kavrayabilmek için medresenin dar kapısından geçmemiş olmak gerek.”
Gazi Mustafa Kemal Paşa Konya’ya yaptığı toplam dokuz ziyareti sırasında her sefer önce Hz. Mevlana’nın makamının bulunduğu Türbe-i Saadeti ziyaret etmeyi ihmal etmemiş, tekke ve zaviyelerin işlevlerini tamamlaması ve dolayısıyla kapatılması yönünde çıkan yasa sırasında ise; Hz. Mevlana’nın türbesini müze haline dönüştürerek tüm insanlık âlemine açık halde kalmasını sağlamıştır.
Bununla ilgili bilgiler 22 Aralık 1987 yılında yayınlanan Hürriyet gazetesinde çıkan bir haberde şöyle dile getirilmiştir:
Atatürk, Konya`daki Mevlana Dergahı ve türbesini, Konya`ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten pek etkilenmişti. Daha sonra ziyaretlerinde Mevlana Türbesini ziyaret etmeden Konya`dan ayrılmamıştır. 3 Nisan 1922 günü ziyaretlerinde, kendisi için açılan Sema meydanında hazır bulunmuş, 22 Mart 1923 günü yaptığı ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi`nin davetlisi olarak dergahta yemek yemiş, Hz. Mevlana`nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söylemiştir.
Cumhuriyet`in ilanından sonra, tekke ve türbelerin kapatılması hazırlıkları yapılırken, Başbakan İsmet İnönü`ye “Mevlana Dergahı ve türbesinin kapatılmayarak kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesi ve ziyarete açılması” emrini vermiştir. Bir süre sonra, Bakanlar Kurulu kararı ile dergah, müze haline getirilmiştir.
Atatürk, 18 Şubat 1931 günü Konya`ya 9`uncu defa geldiği zaman, Konya`da 11 gün oturmuş, bu arada 21 Şubat 1931 gününü tamamen artık müze halinde ziyarete açık bulundurulan Mevlana Müzesi`nde geçirmiştir.
Bu ziyaret sırasında eski Konya Milletvekillerinden Fuat Gökbudak ve o günlerde Konya Azar-ı Atika Müzesi müdürü olan Yusuf Akyurt`un ayrı ayrı anlattıklarına göre, Atatürk müze müdürünün odasına girer girmez, niyaz penceresi üzerindeki rubaiyi görmüş, Farsça`yı çok iyi bilen Hasan Ali Yücel`e tercümesini yaptırmıştır. Atatürk tercümedeki: “Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen. Garip aşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapıları kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır.”ibaresini işitir işitmez şöyle demiş:
“Hz. Mevlana`nın büyüklüğü burada bir kere daha kendini gösterdi… Doğrusu ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergahı kapatmayalım Müze olarak halkın ziyaretine açalım, diye düşünmüş; bir yıl sonra dergah ve tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa`ya Mevlana dergahı ve türbesini kendi eşyası ile Müze haline getir emrini vermiştim. Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine getirmişim. Bakınız ne kadar mükemmel bir Müze olmuş…”
Mustafa Kemal’e emrindeki yardımcılarının “Paşam Hz. Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine, halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın” demeleri üzerine Atatürk’ün verdiği cevap ilginçtir:
“Eğer, Hz. Mevlana’yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki dergâhların da açılmasını sağlardım. Çünkü Hz. Mevlana’ları tanımak ve anlamak, zaten diğer tüm tehleri de ortadan kaldırmaktadır.”[3]
ARKA KAPAK YAZISI
Yakın Tarih Yeniden Yazılıyor
Üstad bir yazarın, usta kaleminden:
Bizim Atatürk…
Milli Görüş düşünceli ve Kuvayı Milliyeci bir düşünürün Büyük Atatürk’e farklı, aykırı ve ferahlatıcı bir yaklaşımı. Yakın tarihimizi enine boyuna tartışmaya açacak ve karanlık noktaları gün yüzüne çıkaracak orijinal bir çalışma…
· T.C. hangi emel ve emeklerin eseri?
· Atatürk aslen nereli?
· Bir dahinin hayat serüveni.
· Mustafa Kemal’in mecburiyet ve mazeretleri?
· Atatürk’le Bediüzzaman’ın münasebetleri..
· Atatürk’ün milli ve manevi karakteri?..
· Atatürk’ü putlaştıranlarla, “süfyan”laştıranların ortak hıyaneti
· Atatürkçülük mü? Ataizm mi?..
· Kominist Enternasyonal Belgelerinde Atatürk profili
· Atatürk mason dönmelerce zehirlendi mi?
· Atatürk’ün vasiyeti niye gizlendi?
· Siyonist Yahudilerin ve Sebataist dönmelerin Kemalizm’i..
· İsmet İnönü’nün mahiyeti ve marifetleri..
· Kemalizm, hıyanet maskesi mi?
· Din istismarcılarıyla, devrim simsarlarının işbirliği..
· Atatürk’ü bitirmek isteyenlerin sinsi gayesi?..
· Yakın tarihimizin, karanlık mahzenleri..
· Atatürk’ün Osmanlı özellikleri ve meziyetleri..
· Atatürk’e açık mektup ve gönül dilekçeleri…
· Yeni bir Kuvayı Milliye girişimi ve gereği…
· Atatürk, siyonist ve masonların değil, Bizimdir..
· Büyük değişimin ayak sesleri
Ön kapak’a girecek Atatürk’ün sözü
“Türk Milleti, şimdiye kadar olduğu gibi; -fıtratındaki asalet ve maneviyatındaki ferasetle- doğru ve haklı yolu mutlaka görecektir.
O’nu yolundan saptırmak isteyenler; er veya geç, kahru perişan edilecektir.”
M. Kemal
NOT: DEĞİŞİKLİK YAPILAN SAYFA NUMARALARI AŞAĞIDADIR…
1- Sayfa – 2
2- Sayfa – 12
3- Sayfa – 95
4- Sayfa – 266
5- Sayfa – 317
6- Sayfa – 325
7- Sayfa – 328
8- Sayfa – 330
Yukarıda numaraları belirtilmiş sayfalardaki düzeltme ve değişikliklerin üzerleri sarı ile boyanmıştır…… BİLGİNİZE.
[1] Radikal / 9-12-14 Ekim 2004 / Gündüz Aktan’ın bir okurundan alıntılar.
[2] Hadid: 16
[3] Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı
<!–[if !supportLineBreakNewLine]–>
<!–[endif]–>