Bizzat Meclis Başkanı AKPli Cemil Çiçek Maalesef devlet laçkalaştı. Artık devlet diye bir şey kalmadı. Ortada; ne Anayasa, ne Meclis, ne de Kuvvetler Ayrılığı kaldı! diye uyarmaktaydı. Tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı, AKPnin fiili genel başkanı ve muhalefetin özel düşmanı gibi davranmaktaydı. Seçim sonuçlarında hile yapılacağıiddiaları ve kaygıları giderek artmıştı. Devlet ve Hükümetten de tek kelime rahatlatıcı bir açıklama yapılmamıştı. TSKyı Amerikanın dayatmasıyla Suriye ve Irak batağına saplatma senaryolarına karşı haklı olarak direnen Özel paşalar, şimdilik sağlık sorunlarından ve paralelci yaftasından kurtulma çabasındaydı. MGK, hırsızlık ve arsızlık lağımları patlayan yandaş holding ve şirketleri düze ve temize çıkarma hilekârlıklarına araç yapılmaya çalışılmaktaydı. Osloda PKKye verilen sözler, Barış ve Çözüm süreci kılıfıyla yerine getirilmeye uğraşılmakta ve Türkiye bölünme eşiğine taşınmaktaydı. Ülkemizin Darbecilerden ziyade Darbe davetçilerinden yani darbelere mazeret ve meşruiyet üretenlerden çektiğini fark eden bazı AKPlilerin yaklaşan tehlikeden kurtulmak için, Fatih Erbakana SPden ayrılıp kendilerinin de katılacağı Refah Partisini kurması yönünde kumpaslar yürüttükleri konuşulmaktaydı. Velhasıl artık Devletin çivisi çıkmıştı ve bu tespit bizzat Meclis Başkanı Cemil Çiçekin itirafıydı.
Yeni Şafak yazarı ve AKP yandaş fetvacısı Hayrettin Karaman bile, Yiğit Bulut ve Ethem Sancak gibi yalakacı ve Yahudi odaklarla alakalı danışmanlarının yanlış yönlendirmesinden dolayı Sn. Erdoğanı uyarmış ve bunları vebadan daha tehlikelisaymıştı. Bunların dini hizmet perdesi altında yaptıklarının çoğu da manevi hezimete yol açmakta toplumda İslam ahlakı ve vicdan duyarlılığı giderek azalıp yozlaşmaktaydı. Ve maalesef zaten asırlardır, Kurani kıssaların hikâye kısmı öne çıkarılmış, aslolan hikmet ve ibret uyarıları arka plana atılmıştır. Oysa Kuranın kıssaları hisse, ders yani mesaj ağırlıklıdır. Kuranın zalim ve kâfir yöneticilerin orijinal örneği olarak sıkça hatırlattığı Firavun Sisteminin de; Karun (Faizci ve kan emici – emek haini zengin tipi) ve Haman (O günkü ismiyle Amon) yani yüksek mertebeli din sömürücüleri ve etkiledikleri paralel bürokrasi çeteleri) sayesinde ayakta kaldığını vurgulamaktadır.
İşte böylesine kritik bir süreçte, Aydınlık yazarı E. bir Korgeneral, güya dobralık ve demokratlık gösterisiyle stratejik bir hata yapmıştı.
Rota Haberde (19.05.2015) Eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekinin önemli açıklamaları yayınlanmıştı. Zaman Gazetesinde de bu konu Doğan Ertuğrul imzasıyla çıkmıştı.
Biz (TSK olarak) asli görevimiz dışında Başka şeylerle uğraştık, siyasete müdahaleye kalkıştık, irtica geliyor dedik, gereksiz şeyler söyledik. Üstelik bunları toplum içinde, bağıra bağıra söyledik. Oysa bunların söyleneceği yerler bellidir. MGKdır, askerî şûradır, başbakan ve cumhurbaşkanı ile yapılan görüşmelerdir. Şunu görmemiz lazım; bu ülkede yaşayan herkes en az asker kadar bu ülkeyi sevmektedir gibi doğru ve olumlu itiraflarda bulunmuşlardı.
Cumhurbaşkanı, Harp Akademilerinde TSKya yönelik komplo ve kumpaslardan bahsetti, ama bununla kendisini kurtarması mümkün değildir. Eğer (Paralel yapı tarafından) TSKya yönelik bir komplo ve kumpas varsa bunun siyasi sorumluluğu kendisine aittir. İktidar o hâkimleri, savcıları meslekten ihraç etmekle bu işten kurtulacağını zannetmektedir. Cumhurbaşkanı, MİT Müsteşarının istifasından sonra Silahlı Kuvvetlerle ittifak arayışına girmiştir. Sanıyorum AKP içinde de kendisine karşı gruplaşmalar sezmiştir Bu nedenle yeni ittifaklara mecburiyet hissetmiştir.
MİT, Suriyeli muhaliflere silah mı göndermektedir!
Muhaliflerin silahlarının bir kısmı MİT aracılığıyla gitmektedir. MİT cihatçı gruplara silah göndermektedir. Katar aracılığı ile kurulan naylon şirketler bu işi yürütmektedir. Onlar aracılığı ile IŞİDe, El Nusraya paralı asker sevkiyatı gerçekleşmektedir. Türkiyedeki bu şirketlerin tespit edilmesi gerekir. Mesela emekli bir tuğgeneralin kurduğu bir şirket Suriyeye paralı asker sevk etmektedir ve bu Şirket MİT adına bu işi üstlenmiştir, başka türlü çalışması mümkün değildir şeklinde çok ciddi ithamlar da ortaya atmışlardı.
Ancak: Uluderede Türkiyeye komplo kurulduğu kesindir. O bölgeye Predatörle baktığınızda onların kaçakçı olduğunu görebilirsiniz. Genelkurmay Karargâhının bu nedenle ateş emri vermemesi gerekirdi. Pilotun kabahati yok çünkü koordinat aşağıdan verilir ve yukarıda bir şey göremezdi. Kaçakçılarla birlikte bölgede PKKlı Bahoz Erdalın da bulunduğu istihbaratının geldiği söylenmektedir. Ama bunun için 40 kişiyi öldüremezsiniz. Bölgedeki jandarmaya sorsalar bile onların kaçakçı olduğunu öğrenirlerdi. Hata TSKnın hatasıdır, hatayı başka yerde aramak gereksizdir. Yanlış istihbarat MİTten ya da ABDden gelmiş, bunlar sonraki meselediriddiaları ise sanki TSKyı karalamaya, Amerikayı aklamaya ve AKP iktidarını haklı çıkarmaya yönelik bir tavır gibi algılanmaktaydı.
E. Korgeneral İ. Hakkı Pekinin: 28 Şubat, Silahlı Kuvvetlerle beraber iş çevrelerinin işbirliğiyle hazırlanmıştı. Aslında 28 Şubatta rahmetli Erbakan çıksa ve mesela 27 Nisanda olduğu gibi, kabul etmiyoruz deseydi, asker darbe falan yapamazdı. Hiç kimse de sesini çıkartamazdı. Eğer o gün Erbakan, Cumhurbaşkanı Demirelden gereken desteği görseydi ve karşı dursaydı, darbe filan yapılamazdı. Çünkü Erbakanda da, Demirelde de geçmişten gelen bir asker korkusu vardı. Düşünün 12 Eylülün getirdiği çok büyük bir yıkım yaşanmıştı. Bu yüzden 28 Şubatta darbe ihtimali yoktu ama asker korkusu vardıbiçimindeki açıklamalarla doğru ile yanlışları harmanlayıp gerçekleri çarpıtarak, yani Erbakanı korkaklıkla suçlayarak acaba hangi odaklara yaranmaya çalışmıştı?
Sn. Pekine göre, Erbakan Hoca da, ABD güdümlü Erdoğan ve AKP iktidarı gibi, CIA maşası Cemaatle birlikte TSKya kumpas kurup mensuplarını kodese tıkınca mı Korkusuz Kahraman sayılacaktı? Millet ve devlet hassasiyetiyle ve Ordunun haysiyetini korumak gayretiyle kendi partisini ve hükümetini bile feda etmekten sakınmayan bir Liderin değerini anlamak için bu zavallıların daha kaç fırın ekmek yemesi veya daha kaç yıl kodeste çürümesi lazımdı!?
Hayret, bir korgeneralin, gerçeklere bu denli kör ve nankör olması şaşırtıcıydı. Koca devletlerin ve dünyaya yön verdiği zannedilen (meşhur) yöneticilerin ve askeri yetkililerin bile karşılarında eğilip emir beklediği küresel sermayeye ve Siyonist mahfillere savaş açacak, yeni ve Adil bir Dünya Düzeni ortaya koyup bunun fiili temellerini atacak kadar yüksek cesaret ve dirayet sahibi bir şahsiyetin, gözbebeği gibi sakındığı kendi ordusundan korktuğunu sanmak, eğer saflık değilse kasıtlı bir saptırmaca ve saçmalıktı.
Ben Doğu Perinçek ve arkadaşlarıyla hapishanede tanıştım, daha öncesinden bir sempatim de yoktu. Tanıştıktan sonra büyük bir mücadele içinde olduklarını gördüm. Dava sürecinde bizim arkamızda duran kimse çıkmadı. En zor zamanlarda yanımda oldular. Annem öldü, onlar yanımdaydı. Şimdi ben de onlara destek veriyorum. Bu kişisel nedenler dışında ülke bütünlüğü, altı ok gibi ortak noktalarımız vardı. Ama asker millet el ele lafları filan bana uygun değil. TSKya düşen, kendi görevini yapmaktır. Silahlı Kuvvetler, iktidar olmak için araç değildirdiyerek şahsi ve ailevi destek gördüğü kesimlere kayma zaafiyetini itiraf eden Sn. İ. Hakkı Pekin acaba bu beyanatları karşılığı kimlerden ve neler ummaktaydı? soruları da kafamıza takılmıştı.
Said Sefa sahtekârlığı!
Siyasal İslamın hiç şüphesiz en önemli iddiası, Alem-i İslamın birlik ve beraberlik içerisinde yaşamasını sağlamaktır. Dünyanın hangi Müslüman ülkesinde siyaset ile İslam bir arada zikredilmişse mutlaka bütün İslam ülkelerini kuşatmak isteyen bir hilafet arzusu gündeme taşınmıştır. Bazıları krallıkla yönetilen, diğer sistemlerle yönetilenlerin de tek adama mahkûm olduğu İslam ülkeleri asla birlikte hareket etme kabiliyetine ulaşamamıştır. Bu yüzden evet, birden fazla Müslüman ülke vardır, ama Âlem-i İslam hiçbir zaman olmamıştır[1] diyen Said Sefa imzalı Şeytan cazgırı acaba İslam âleminin birleşmesiheves ve hedefinden niye bu denli rahatsızdı? Haçlı Hıristiyanların Avrupa Birliğinden, Siyonist güdümlü Birleşmiş Milletlerden ve ABD emperyalizminin hâkimiyetinden hiç gocunmayan bu soysuzlar İslam Birliğinden neden böylesine gıcık kaparlardı? Kaldı ki,Yeni Osmanlıcılık safsatasını Recep Tayyiplerin kafasına sokanlar, bunları Erbakanın İslam Birliği Teşkilatı, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, İslam Savunma Paktı ve İslam Eğitim ve bilim işbirliği kurumları gibi tarihi projelerini, ilmi ve insani hedeflerini askıya alıp akamete uğratmak üzere pohpohlayıp iktidara taşıyan odaklardı. Bunları hala Erbakanın takipçisi ve projelerinin tatbikçisi göstermek eğer ahmaklık değilse açık bir sahtekârlıktı.
Zira hilafet son olarak Osmanlıdaydı ve Osmanlıcılık fikrini temelde Hilafet anlayışının üzerine kurmuşlardı. Erbakana verilen Hoca lakabının altında sadece siyasi bir figür değil, manevi bir şahsiyet ve Mehdiyetin önemli bir payı da vardı. Erbakana biat etmek farzdı, Onun kurduğu partilere oy vermeyenler kâfir sayılırdı. İsrailden nefret etmek asli unsurlarıydı. Çünkü İslam birliğinin önündeki en büyük engel Siyonist İsrail mutlaka yıkılmalıydı.
Siyaset sadece mecliste değil, okulda, evde, camide, kışlada her yerde olmalıydı. Zira siyaset bir araçtı ve amaç dini değerlerin yaşatılması ve yeni bir düzenin kurulmasıydı. Bu düzenin adını Adil Düzen koymuşlardı. Erbakan Hocanın yerine uzun zaman kimse talip olamamıştı. Onun yerine talip olmak sadece parti genel başkanlığına göz koymak anlamını taşımamaktaydı. Talip olan, Erbakanın manevi misyonuna, Mehdiyetteki payına ve mücahitlik makamına da talip olacaktı.
Erdoğanı tahlil edenler artık bir şeyin farkındadır. Erdoğan asla ikinci adamlığı kabullenecek biri olmayacaktır. Erbakanın etrafında pervaz ederken bile Erbakanın yerine talip olmayı kafasına koymuş bir insandır. (Daha doğrusu Erbakandan korkup kurtulmak isteyen şeytani odaklar onu böyle şişirip doldurmuşlardır.) Erdoğan, uzun zaman birlikte olduğu Hocasına kazan kaldırırken sadece parti başkanlığına değil, Onun Hocalığına (ve hilafet sevdasına) da başkaldırmıştır. AKP içerde güçlendikçe Mısırdan Suriyeye kadar uzanan çizgide Alem-i İslamın koruyucusu, kollayıcısı ve hamisi olma duygusu Erdoğanı çepeçevre kuşatmıştır. Zaten onun fıtratı böyle şekillenmiş durumdaydı. Siyasal İslamın kodlarıyla düşünce yapısı şekillenmiş biri dünya lideri değil İslam Halifesi olma hayalini kurardı. Ancak Âlem-i İslamın birlikteliği Eski Türkiyenin vesayet anlayışına göre olamazdı, yeni bir başlangıç lazımdı. Milli İrade ve Yeni Türkiyenin inşası denilen projenin temelde Erbakanın, Adil Düzeninden farkı yoktu zırvaları, herhalde Erdoğanı aklamak ve Erbakanın devamı ve Adil Düzen davalı gösterip, hem Erbakanı karalamak hem de Erdoğanı kahramanlaştırmak için uydurulmuş olmalıydı. Oysa bizzat en yakın ve yalaka yazarları Abdurrahman Dilipakın itirafıyla AKP, bir Siyonist proje partisi olarak; 1- Erbakandan kurtulmak 2- İsrailin güvenliğini garantiye almak 3- İslamı ılımlaştırıp yozlaştırmak üzere tezgâhlanıp iktidara taşınmıştı.
İsrail aşığı ve Siyonizmin uşağı Said Sefanın geri kalan safsata ve saptırmalarını da şöyle düzeltmek lazımdı:
Önce, Erdoğan bizim değil, sizin adamınızdı. Yoksa Erbakan resmen D-8leri kurup İslam Birliğinin temellerini attığı için mi, bu ateist, bu komünist, bu kapitalist artıkları yani tüm Siyonist uşakları hala bu denli kin kusmaktaydı ve AB bekçisi ve ABD işbirlikçisi Erdoğan bahanesiyle kendisine sataşılmaktaydı.
DAEŞ (IŞİD) gibi terör örgütleri de ABDnin kuklası ve taşeronlarıydı
İşgalci ABD yönetimi, DAEŞin Enbar vilayetinin merkezi Ramadinin kontrolünü eline geçirmesini örgütle mücadelede gerileme olduğunu kabul ederken, uluslararası koalisyonun desteğiyle Iraklı güvenlik güçlerince kentin geri alınacağından emin olduğunu açıklamıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jeff Rathkeye, son 18 ayda da Ramadide çatışmaların devam ettiğini, Iraklı güvenlik güçlerinin yerel unsurlarla birlikte örgüte karşı savaştığı bilgisini aktarmıştı. ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey ise, DAEŞin Ramadinin kontrolünü eline geçirmesini Iraklı güvenlik güçleri için zaafiyet olarak nitelendirirken, bu tür durumların üzücü ancak savaşta olağan dışı olmadığını söyleyip DAEŞin Ramadide kontrolü sağlamasının ardından yaptığı yazılı açıklamada, söz konusu durumu Iraklı güvenlik birimleri için gerileme olarak tanımlarken, kentin Iraklı güçler tarafından geri alınması için şimdi daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğini vurgulamıştı.
Irak İnsan Hakları Komiserliği, DAEŞin Ramadiye saldırmasının ardından iki hafta içinde on binlerce ailenin bölgeden göç ettiğini duyurmuşlardı. Irak parlamentosuna bağlı İnsan Hakları Komiserliği Üyesi Mesrur Asud, DAEŞin Enbarın kent merkezi olan Ramadiye saldırması ve buradaki devlet binalarını ele geçirmesinin ardından insanların büyük mağduriyet yaşadıklarını hatırlatmıştı. Öte yandan Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, DAEŞin ele geçirdiği toprakları artık koruyamayacağını açıklamıştı. Çünkü DAEŞ (IŞİD)in arkasında Amerika ve İsrail vardı. Hem Irakta hem Suriyede hem Afrikada Tavşana kaç, tazıya tut politikası uygulanarak Müslüman halklar kıyıma uğratılmakta ve Amerikanın himayesine mecbur ve mahkûm bırakılmaktaydı. İşte AKP iktidarı da bu kirli ve karanlık planların, kiralık bir piyonu konumundaydı.
AKPnin Yeni Türkiye sloganı, Menderes ve Demirellerin Küçük ABD olacağız safsatalarının farklı bir yansımasıydı.
Türgev; Erdoğanın sahte mehdiyetine inanacak, ABD ve İsrail güdümündeki hilafetine biat edip tabi olacak kadroların yetiştirilmesi için kurmuşlardı. Bu yolda yapılacak hırsızlıklar, yolsuzluklar, alınan komisyonlar haram sayılmazdı. Türkiyede tam muktedir olmak ve de İslam Aleminin birliğini sağlayıp Siyonizmin=ABD ve AB Emperyalizminin güdümüne sokmak için olabildiğince servete ihtiyaç vardı. Bu serveti edinmek uğruna her yola başvurmak mubahtı. Bugün AKPye destek veren İslamcıların çoğu bu tezi satın almış olduğundan her yerde Erdoğanı ve AKP iktidarını savunup durmaktaydı. Onlara göre yapılanlar günah değil, hatta sevaptı.
İktidarın ve paranın verdiği şımarıklık artıkça ülke içinde ve dışında kendisine biat ve itaat etmeyecek insanlar harcanmaya başlandı. Esad ve Hüsnü Mübarek gibileri problem çıkarırdı. Esad devrilsin diye Türkiye, Esad muhaliflerini koordine etmekle kalmamış her türlü savaş mühimmatıyla onlara arka çıkmış, Suriyedeki iç savaşı kızıştırıp yüz binlerin katliamına zemin hazırlanmıştı.
Mısırda halk sokağa dökülürken ve Mübareki devirirken AKPnin aklına üst akıl hiç takılmamış, Amerika ve Avrupa suçlanmamıştı. Aynı Haçlı Batılılarla bir olup, Libyayı barbarca bombalamaktan ve parçalamaktan sakınmayan Erdoğan bütün bu günahların altından nasıl kalkacaktı?
Nijeryaya giden silahların kimi öldüreceğini bilmeyenlerin feryadı, bir Bakanın kardeşinin Bizim birçok ülkede ordumuz var itirafı bunların boş kuruntular ve BOP eşbaşkanlığıyla atılmış adımların ispatıydı.
Erbakana başkaldıran ve Milli Görüş programlarını aksatma karşılığı iktidara taşınan Erdoğan, nefsi ve siyasi amaçlarına yaklaştığını sanıp ABD himayeli Hilafetin gayri resmi işleme sokulacağını ummaktaydı. Millet henüz buna hazır olmadığından Hilafet yerine şimdilik başkanlık kavramını ortaya atmıştı.
Mehmet Bekaroğlunun itirafları!
Bir zamanlar Numan Kurtulmuş ile birlikte hareket ederek HAS Partiyi kuran ve Saadet Partisinden ayrılan, ardından da HAS Parti macerasının hüsranla sonuçlanmasından sonra CHPye geçerek Genel Başkan Yardımcısı olan Mehmet Bekaroğlunun ilginç tespitleri vardı. Eski yol arkadaşı Numan Kurtulmuş için, O benim için bir hayal kırıklığıdır diyerek HAS Parti döneminde söylediklerinde samimi olmadığını vurgulamıştı. Demek ki Kurtulmuş, Bekaroğlunun hayal kırıklığı, Fuat Avninin ifadelerine göre de Erdoğanın güvenilemeyen adamı konumundaydı.
Bütün bu itirafların şöyle bir anlamı vardı: Türkiyede, solcu, sağcı veya din istismarcısı partilerde öne çıkmanın en önemli şartı, Erbakana ve Milli Görüş davasına hıyanette bulunmaktı. Bu döneklerin karakterleri ve kabiliyetleri farklı da olsa, ortak marifet ve meziyetleri, Erbakanı arkadan bıçaklamak suretiyle Amerikanın ve Siyonist odakların beğenisini kazanmaktı.
Aydın Doğanın İstanbul Conrad Otelde Sn. Recep T. Erdoğana:
Ben Sizin döneminizde 1e 5 kazandım. Ben Sayın Demirelle, Özalla ve Tansu Hanımla da çalıştım. Yani onların döneminde bu kadar kazanamadım, dediğini şimdi Sn. Cumhurbaşkanı hatırlatmış, kendisinin de Ona: Ben doğma büyüme Kasımpaşalıyım.. Bizden hakkın olanı alırsın, hakkın olmayanı alamazsın buyurduklarını aktarmıştı. Bu ifadeler;kahramanlık arz ederken ne kahredici bir itiraftı Zira Aydın Doğanlara Demirel ve Özal dönemlerinden beş misli fazla kazandırdıklarını bizzat açığa vurmuşlardı. Yahu böyle Kasımpaşalıya Aydın Doğan gibi rantiyeci baronlar kul kurban olmazlar mıydı? Gazetelerinde güya aleyhine atıp tutuyor tavırları ise, danışıklı dövüşün bir icabıydı, çünkü Erdoğanın kavga edip kahramanlık taslayacağı kimselere ihtiyaç vardı.
Sn. Erdoğanın İsraile atıp tutması da bu açıdan yorumlanmalıydı. Tekrar hatırlatalım ki, en yakın yalakalarından Abdurrahman Dilipakın itirafıyla AKP, 1- İsrailin güvenliğini garantiye almak 2- Erbakan Tehlikesini(!) devre dışı bırakmak 3- İslamı ılımlaştırıp yozlaştırılmak şartıyla bir dış proje partisi olarak hazırlanıp iktidara taşınmıştı. Ancak, halkı avutup uyutmak ve bu hizmetlerini daha rahat kotarmak için de, zahiren İsraile horozlanmasına ruhsat tanınmıştı
Bu arada Sn. Meral Akşenere yönelik kaset iddiası nedeniyle Eski Fetullahçı, sonra itirafçı,şimdi iftiracı olan Latif Erdoğanı şerefsiz ilan eden Ahmet Hakan haklıydı, çünkü bu tipleri en iyi kendisi tanırdı. Cemaatin ve 11 yıl boyunca işbirlikçisi AKP Hükümetinin ortak tertipleriyle bizim (Milli Çözüm Ekibinin) aleyhimize de Ergenekonun Dinci Kanadı diye iftira atılmış, işte bu korkutulup-hizaya sokulup Milli Görüşten ayartılan Bay Ahmet Hakan da aynı şerefsizliği bize yapmıştı.
Her şeye rağmen, münkirlerin kökleri kuruyup azalmakta, müminlerin ise sayısı hızla artmaktaydı! İşte Barbar Batıyı bu yüzden İslam korkusu sarmıştı.
Barbar Batının İslam korkuları!
Merkezi Washingtonda bulunan Pew Araştırma Merkezi adlı kuruluş tarihi bir araştırma yapmış ve sonuçlarını yayınlamıştı. Bu kuruluş 198 ülkenin doğum oranı, yaş ortalaması, dini inançlara bağlılık, din değiştirme oranı, göç ve benzeri verilerinden yola çıkarak vardığı sonuçları raporlaştırmıştı. Araştırma, şimdinin toplumsal davranış eğilimlerinden yola çıkarak 30-40 yıl sonrasının dünyasını sayısal verilerle ortaya koyulmaktaydı.
Emperyalist Batının İslamı terörizmin kaynağı olarak gösterme sahtekârlığının ve iç çatışmalarla Müslümanı Müslümana vurdurma çabalarının altında işte bu kuşkular yatmaktaydı.
Bu araştırmaya göre 2050in insanlık manzarası!
2010 yılında toplam 6.9 milyar olan dünya nüfusunun 1.6 milyarı Müslüman, 2.17 milyarı Hıristiyandı. Hıristiyanların dünya nüfusuna oranı yüzde 31.4, Müslümanların oranı yüzde 23.2 civarındaydı.
İnananı en hızlı artış gösteren İslamiyet, 2070 yılında Hıristiyanlığı geride bırakacaktı. Müslüman nüfus yüzde 73, Hıristiyan nüfus yüzde 35 oranında artış sağlayacaktı.
2050 yılında dünya nüfusu 9.3 milyara çıkacak, Hıristiyan nüfus 2.92 milyar olacaktı. Dünya nüfusunun genel artış ortalamasından daha yüksek bir artış gösteren Müslüman nüfus, 2.76 milyara çıkacaktı. Müslümanların dünya nüfusuna oranı yüzde 29.7ye yükselecek, Hıristiyanların oranı aynı kalacaktı.
Üçüncü büyük din olan Hinduizmin nüfusu 1.03 milyardan 1.38 milyara çıkacak, ama oranı yüzde 15ten 14.9a kayacaktı.
İnançsızların nüfusu 1.13 milyarda kalacak, Dünya toplam nüfusundaki oranı yüzde 16.4ten yüzde 13.2ye gerilemiş olacaktı.
Budizmin, yöresel putperest dinlerinin ve Museviliğin nüfuslarında da azalma yaşanacaktı.
Pew Araştırma Merkezinin bulgulara dayalı varsayımına göre, İslamiyetin diğer dinlere oranla daha hızlı büyümesinin nedeni yüksek doğum oranıydı (ve temel insan haklarını korumasıydı). Müslümanlarda anne ortalama 3.1 çocuk doğururken, Hıristiyanlarda bu oran 2.7lerde kalmaktaydı.
Pew Araştırma Merkezi, dinlerin mensuplarının yaş oranlarını da 2010dan 2050ye projeksiyonla karşılaştırmalı olarak inceleyip açıklamıştı:
Müslümanlarda 15 yaş altı grubun toplam nüfusa oranı yüzde 34, Hindularda yüzde 30, Hıristiyanlarda yüzde 27, halk dinlerinde yüzde 22, Musevilikte yüzde 21, Budizmde yüzde 20, inançsızlarda yüzde 19 kadardı.
60 ve üstü yaş grubunun en yüksek olduğu din yüzde 20 ile Musevilik, en az olduğu din yüzde 7 ile Müslümanlıktı. Bu oran Budizmde yüzde 15, Hıristiyanlıkta yüzde 14, inançsızlarda yüzde 13, Hinduizmde yüzde 8 civarındaydı.
Kıtalara ve ülkelere göre şunlar yaşanacaktı:
ABDde Hıristiyan nüfusun oranı yüzde 78den yüzde 66ya düşmüş olacaktı. Müslümanlar ise artacaktı.
ABDde İslam Museviliği geçecek, Hıristiyanlıktan sonra ikinci din konumuna çıkacaktı.
Nüfusu düşecek olan tek bölge Avrupanın Hıristiyan nüfusu 100 milyon azalacaktı.
Doğum oranı bugünkü gibi sürerse Müslümanlar Avrupanın toplam nüfusunun yüzde 10unu oluşturacaktı.
Hindistan Endonezyayı geride bırakarak, en çok Müslüman nüfusun yaşadığı ülke olacaktı.
Ateistlerin ve inançsızların oranı ABDde ve başta Fransa olmak üzere Avrupada artarken, dünyada genel olarak dinsizlerin sayısı büyük oranda azalacaktı. 2050 yılında ABDde Hıristiyan nüfusun çeyreği inançsız ve ateist olacak, ama İslamiyet hızla artacaktı.[2]
[1] http://www.hbrdr.com/ben-sizin-halifenizim-makale,107.html
http://www.millicozum.com/mc/agustos-2015/korgeneral-kor-general