Anasayfa » KORGENERAL KÖR GENERAL OLURSA…

KORGENERAL KÖR GENERAL OLURSA…

Yazar: yonetici
0 Yorum 125 Görüntüleyen
 
 
 
 
 

Bizzat Meclis Başkanı AKP’li Cemil Çiçek “Maalesef devlet laçkalaştı. Artık devlet diye bir şey kalmadı. Ortada; ne Anayasa, ne Meclis, ne de Kuvvetler Ayrılığı kaldı!” diye uyarmaktaydı. Tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı, AKP’nin fiili genel başkanı ve muhalefetin özel düşmanı gibi davranmaktaydı. “Seçim sonuçlarında hile yapılacağı”iddiaları ve kaygıları giderek artmıştı. Devlet ve Hükümetten de tek kelime rahatlatıcı bir açıklama yapılmamıştı. TSK’yı Amerika’nın dayatmasıyla Suriye ve Irak batağına saplatma senaryolarına karşı haklı olarak direnen “Özel” paşalar, şimdilik sağlık sorunlarından ve paralelci yaftasından kurtulma çabasındaydı. MGK, hırsızlık ve arsızlık lağımları patlayan yandaş holding ve şirketleri düze ve temize çıkarma hilekârlıklarına araç yapılmaya çalışılmaktaydı. Oslo’da PKK’ye verilen sözler, “Barış ve Çözüm” süreci kılıfıyla yerine getirilmeye uğraşılmakta ve Türkiye bölünme eşiğine taşınmaktaydı. Ülkemizin “Darbeci”lerden ziyade “Darbe davetçilerinden” yani darbelere mazeret ve meşruiyet üretenlerden çektiğini fark eden bazı AKP’lilerin yaklaşan tehlikeden kurtulmak için, Fatih Erbakan’a SP’den ayrılıp kendilerinin de katılacağı Refah Partisi’ni kurması yönünde kumpaslar yürüttükleri konuşulmaktaydı. Velhasıl artık “Devletin çivisi çıkmıştı” ve bu tespit bizzat Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in itirafıydı.

Yeni Şafak yazarı ve AKP yandaş fetvacısı Hayrettin Karaman bile, Yiğit Bulut ve Ethem Sancak gibi yalakacı ve Yahudi odaklarla alakalı danışmanlarının yanlış yönlendirmesinden dolayı Sn. Erdoğan’ı uyarmış ve bunları vebadan daha tehlikelisaymıştı. Bunların dini hizmet perdesi altında yaptıklarının çoğu da “manevi hezimete yol açmakta” toplumda İslam ahlakı ve vicdan duyarlılığı giderek azalıp yozlaşmaktaydı. Ve maalesef zaten asırlardır, Kur’an’i kıssaların hikâye kısmı öne çıkarılmış, aslolan hikmet ve ibret uyarıları arka plana atılmıştır. Oysa Kur’an’ın kıssaları hisse, ders yani mesaj ağırlıklıdır. Kur’an’ın zalim ve kâfir yöneticilerin orijinal örneği olarak sıkça hatırlattığı Firavun Sisteminin de; Karun (Faizci ve kan emici – emek haini zengin tipi) ve Haman (O günkü ismiyle Amon) yani yüksek mertebeli din sömürücüleri ve etkiledikleri paralel bürokrasi çeteleri) sayesinde ayakta kaldığını vurgulamaktadır.

İşte böylesine kritik bir süreçte, Aydınlık yazarı E. bir Korgeneral, güya dobralık ve demokratlık gösterisiyle stratejik bir hata yapmıştı.

“Rota Haber”de (19.05.2015) Eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in önemli açıklamaları yayınlanmıştı. Zaman Gazetesinde de bu konu Doğan Ertuğrul imzasıyla çıkmıştı.

“Biz (TSK olarak) asli görevimiz dışında ‘Başka şeylerle uğraştık’, siyasete müdahaleye kalkıştık, irtica geliyor dedik, gereksiz şeyler söyledik. Üstelik bunları toplum içinde, bağıra bağıra söyledik. Oysa bunların söyleneceği yerler bellidir. MGK’dır, askerî şûradır, başbakan ve cumhurbaşkanı ile yapılan görüşmelerdir. Şunu görmemiz lazım; bu ülkede yaşayan herkes en az asker kadar bu ülkeyi sevmektedir” gibi doğru ve olumlu itiraflarda bulunmuşlardı.

“Cumhurbaşkanı, Harp Akademileri’nde TSK’ya yönelik komplo ve kumpaslardan bahsetti, ama bununla kendisini kurtarması mümkün değildir. Eğer (Paralel yapı tarafından) TSK’ya yönelik bir komplo ve kumpas varsa bunun siyasi sorumluluğu kendisine aittir. İktidar o hâkimleri, savcıları meslekten ihraç etmekle bu işten kurtulacağını zannetmektedir. Cumhurbaşkanı, MİT Müsteşarı’nın istifasından sonra Silahlı Kuvvetler’le ittifak arayışına girmiştir. Sanıyorum AKP içinde de kendisine karşı gruplaşmalar sezmiştir… Bu nedenle yeni ittifaklara mecburiyet hissetmiştir.

MİT, Suriyeli muhaliflere silah mı göndermektedir!

“Muhaliflerin silahlarının bir kısmı MİT aracılığıyla gitmektedir. MİT cihatçı gruplara silah göndermektedir. Katar aracılığı ile kurulan naylon şirketler bu işi yürütmektedir. Onlar aracılığı ile IŞİD’e, El Nusra’ya paralı asker sevkiyatı gerçekleşmektedir. Türkiye’deki bu şirketlerin tespit edilmesi gerekir. Mesela emekli bir tuğgeneralin kurduğu bir şirket Suriye’ye paralı asker sevk etmektedir ve bu Şirket MİT adına bu işi üstlenmiştir, başka türlü çalışması mümkün değildir” şeklinde çok ciddi ithamlar da ortaya atmışlardı.

Ancak: “Uludere’de Türkiye’ye komplo kurulduğu kesindir. O bölgeye Predatör’le baktığınızda onların kaçakçı olduğunu görebilirsiniz. Genelkurmay Karargâhı’nın bu nedenle ateş emri vermemesi gerekirdi. Pilotun kabahati yok çünkü koordinat aşağıdan verilir ve yukarıda bir şey göremezdi. Kaçakçılarla birlikte bölgede PKK’lı Bahoz Erdal’ın da bulunduğu istihbaratının geldiği söylenmektedir. Ama bunun için 40 kişiyi öldüremezsiniz. Bölgedeki jandarmaya sorsalar bile onların kaçakçı olduğunu öğrenirlerdi. Hata TSK’nın hatasıdır, hatayı başka yerde aramak gereksizdir. Yanlış istihbarat MİT’ten ya da ABD’den gelmiş, bunlar sonraki meseledir”iddiaları ise sanki “TSK’yı karalamaya, Amerika’yı aklamaya ve AKP iktidarını haklı çıkarmaya” yönelik bir tavır gibi algılanmaktaydı.

E. Korgeneral İ. Hakkı Pekin’in: “28 Şubat, Silahlı Kuvvetler’le beraber iş çevrelerinin işbirliğiyle hazırlanmıştı. Aslında 28 Şubat’ta rahmetli Erbakan çıksa ve mesela 27 Nisan’da olduğu gibi, ‘kabul etmiyoruz’ deseydi, asker darbe falan yapamazdı. Hiç kimse de sesini çıkartamazdı. Eğer o gün Erbakan, Cumhurbaşkanı Demirel’den gereken desteği görseydi ve karşı dursaydı, darbe filan yapılamazdı. Çünkü Erbakan’da da, Demirel’de de geçmişten gelen bir asker korkusu vardı. Düşünün 12 Eylül’ün getirdiği çok büyük bir yıkım yaşanmıştı. Bu yüzden 28 Şubat’ta darbe ihtimali yoktu ama asker korkusu vardı”biçimindeki açıklamalarla doğru ile yanlışları harmanlayıp gerçekleri çarpıtarak, yani Erbakan’ı korkaklıkla suçlayarak acaba hangi odaklara yaranmaya çalışmıştı?

Sn. Pekin’e göre, Erbakan Hoca da, ABD güdümlü Erdoğan ve AKP iktidarı gibi, CIA maşası Cemaatle birlikte TSK’ya kumpas kurup mensuplarını kodese tıkınca mı “Korkusuz Kahraman” sayılacaktı? Millet ve devlet hassasiyetiyle ve Ordunun haysiyetini korumak gayretiyle kendi partisini ve hükümetini bile feda etmekten sakınmayan bir Liderin değerini anlamak için bu zavallıların daha kaç fırın ekmek yemesi veya daha kaç yıl kodeste çürümesi lazımdı!?

Hayret, bir korgeneralin, gerçeklere bu denli kör ve nankör olması şaşırtıcıydı. Koca devletlerin ve dünyaya yön verdiği zannedilen (meşhur) yöneticilerin ve askeri yetkililerin bile karşılarında eğilip emir beklediği küresel sermayeye ve Siyonist mahfillere savaş açacak, yeni ve Adil bir Dünya Düzeni ortaya koyup bunun fiili temellerini atacak kadar yüksek cesaret ve dirayet sahibi bir şahsiyetin, gözbebeği gibi sakındığı kendi ordusundan korktuğunu sanmak, eğer saflık değilse kasıtlı bir saptırmaca ve saçmalıktı.

“Ben Doğu Perinçek ve arkadaşlarıyla hapishanede tanıştım, daha öncesinden bir sempatim de yoktu. Tanıştıktan sonra büyük bir mücadele içinde olduklarını gördüm. Dava sürecinde bizim arkamızda duran kimse çıkmadı. En zor zamanlarda yanımda oldular. Annem öldü, onlar yanımdaydı. Şimdi ben de onlara destek veriyorum. Bu kişisel nedenler dışında ülke bütünlüğü, altı ok gibi ortak noktalarımız vardı. Ama ‘asker millet el ele’ lafları filan bana uygun değil. TSK’ya düşen, kendi görevini yapmaktır. Silahlı Kuvvetler, iktidar olmak için araç değildir”diyerek “şahsi ve ailevi destek gördüğü kesimlere kayma” zaafiyetini itiraf eden Sn. İ. Hakkı Pekin acaba bu beyanatları karşılığı kimlerden ve neler ummaktaydı? soruları da kafamıza takılmıştı.

Said Sefa sahtekârlığı!

“Siyasal İslam’ın hiç şüphesiz en önemli iddiası, Alem-i İslam’ın birlik ve beraberlik içerisinde yaşamasını sağlamaktır. Dünyanın hangi Müslüman ülkesinde siyaset ile İslam bir arada zikredilmişse mutlaka bütün İslam ülkelerini kuşatmak isteyen bir hilafet arzusu gündeme taşınmıştır. Bazıları krallıkla yönetilen, diğer sistemlerle yönetilenlerin de tek adama mahkûm olduğu İslam ülkeleri asla birlikte hareket etme kabiliyetine ulaşamamıştır. Bu yüzden evet, birden fazla Müslüman ülke vardır, ama Âlem-i İslam hiçbir zaman olmamıştır”[1] diyen Said Sefa imzalı Şeytan cazgırı acaba “İslam âleminin birleşmesi”heves ve hedefinden niye bu denli rahatsızdı? Haçlı Hıristiyanların Avrupa Birliği’nden, Siyonist güdümlü Birleşmiş Milletler’den ve ABD emperyalizminin hâkimiyetinden hiç gocunmayan bu soysuzlar İslam Birliğinden neden böylesine gıcık kaparlardı? Kaldı ki,“Yeni Osmanlıcılık” safsatasını Recep Tayyiplerin kafasına sokanlar, bunları Erbakan’ın İslam Birliği Teşkilatı, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, İslam Savunma Paktı ve İslam Eğitim ve bilim işbirliği kurumları gibi tarihi projelerini, ilmi ve insani hedeflerini askıya alıp akamete uğratmak üzere pohpohlayıp iktidara taşıyan odaklardı. Bunları hala Erbakan’ın takipçisi ve projelerinin tatbikçisi göstermek eğer ahmaklık değilse açık bir sahtekârlıktı.

“Zira hilafet son olarak Osmanlı’daydı ve Osmanlıcılık fikrini temelde Hilafet anlayışının üzerine kurmuşlardı. Erbakan’a verilen ‘Hoca’ lakabının altında sadece siyasi bir figür değil, manevi bir şahsiyet ve Mehdiyet’in önemli bir payı da vardı. Erbakan’a biat etmek farzdı, O’nun kurduğu partilere oy vermeyenler kâfir sayılırdı. İsrail’den nefret etmek asli unsurlarıydı. Çünkü İslam birliğinin önündeki en büyük engel Siyonist İsrail mutlaka yıkılmalıydı.

Siyaset sadece mecliste değil, okulda, evde, camide, kışlada her yerde olmalıydı. Zira siyaset bir araçtı ve amaç dini değerlerin yaşatılması ve yeni bir düzenin kurulmasıydı. Bu düzenin adını ‘Adil Düzen’ koymuşlardı. Erbakan Hoca’nın yerine uzun zaman kimse talip olamamıştı. O’nun yerine talip olmak sadece parti genel başkanlığına göz koymak anlamını taşımamaktaydı. Talip olan, Erbakan’ın manevi misyonuna, Mehdiyet’teki payına ve mücahitlik makamına da talip olacaktı.

Erdoğan’ı tahlil edenler artık bir şeyin farkındadır. Erdoğan asla ikinci adamlığı kabullenecek biri olmayacaktır. Erbakan’ın etrafında pervaz ederken bile Erbakan’ın yerine talip olmayı kafasına koymuş bir insandır. (Daha doğrusu Erbakan’dan korkup kurtulmak isteyen şeytani odaklar onu böyle şişirip doldurmuşlardır.) Erdoğan, uzun zaman birlikte olduğu Hoca’sına kazan kaldırırken sadece parti başkanlığına değil, O’nun Hoca’lığına (ve hilafet sevdasına) da başkaldırmıştır. AKP içerde güçlendikçe Mısır’dan Suriye’ye kadar uzanan çizgide Alem-i İslam’ın koruyucusu, kollayıcısı ve hamisi olma duygusu Erdoğan’ı çepeçevre kuşatmıştır. Zaten onun fıtratı böyle şekillenmiş durumdaydı. Siyasal İslam’ın kodlarıyla düşünce yapısı şekillenmiş biri dünya lideri değil İslam Halifesi olma hayalini kurardı. Ancak Âlem-i İslam’ın birlikteliği Eski Türkiye’nin vesayet anlayışına göre olamazdı, yeni bir başlangıç lazımdı. Milli İrade ve Yeni Türkiye’nin inşası denilen projenin temelde Erbakan’ın, Adil Düzen’inden farkı yoktu” zırvaları, herhalde Erdoğan’ı aklamak ve “Erbakan’ın devamı ve Adil Düzen davalı” gösterip, hem Erbakan’ı karalamak hem de Erdoğan’ı kahramanlaştırmak için uydurulmuş olmalıydı. Oysa bizzat en yakın ve yalaka yazarları Abdurrahman Dilipak’ın itirafıyla “AKP, bir Siyonist proje partisi olarak; 1- Erbakan’dan kurtulmak 2- İsrail’in güvenliğini garantiye almak 3- İslam’ı ılımlaştırıp yozlaştırmak üzere tezgâhlanıp iktidara taşınmıştı”.

İsrail aşığı ve Siyonizm’in uşağı Said Sefa’nın geri kalan safsata ve saptırmalarını da şöyle düzeltmek lazımdı:

Önce, Erdoğan bizim değil, sizin adamınızdı. Yoksa Erbakan resmen D-8’leri kurup İslam Birliğinin temellerini attığı için mi, bu ateist, bu komünist, bu kapitalist artıkları yani tüm Siyonist uşakları hala bu denli kin kusmaktaydı ve AB bekçisi ve ABD işbirlikçisi Erdoğan bahanesiyle kendisine sataşılmaktaydı.

DAEŞ (IŞİD) gibi terör örgütleri de ABD’nin kuklası ve taşeronlarıydı

İşgalci ABD yönetimi, DAEŞ’in Enbar vilayetinin merkezi Ramadi’nin kontrolünü eline geçirmesini “örgütle mücadelede gerileme” olduğunu kabul ederken, uluslararası koalisyonun desteğiyle Iraklı güvenlik güçlerince kentin geri alınacağından “emin” olduğunu açıklamıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jeff Rathke’ye, son 18 ayda da Ramadi’de çatışmaların devam ettiğini, Iraklı güvenlik güçlerinin yerel unsurlarla birlikte örgüte karşı savaştığı bilgisini aktarmıştı. ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey ise, DAEŞ’in Ramadi’nin kontrolünü eline geçirmesini Iraklı güvenlik güçleri için “zaafiyet” olarak nitelendirirken, bu tür durumların “üzücü ancak savaşta olağan dışı olmadığını” söyleyip DAEŞ’in Ramadi’de kontrolü sağlamasının ardından yaptığı yazılı açıklamada, söz konusu durumu Iraklı güvenlik birimleri için “gerileme” olarak tanımlarken, kentin Iraklı güçler tarafından geri alınması için şimdi “daha fazla çaba” gösterilmesi gerektiğini vurgulamıştı.

Irak İnsan Hakları Komiserliği, DAEŞ’in Ramadi’ye saldırmasının ardından iki hafta içinde on binlerce ailenin bölgeden göç ettiğini duyurmuşlardı. Irak parlamentosuna bağlı İnsan Hakları Komiserliği Üyesi Mesrur Asud, DAEŞ’in Enbar’ın kent merkezi olan Ramadi’ye saldırması ve buradaki devlet binalarını ele geçirmesinin ardından insanların büyük mağduriyet yaşadıklarını hatırlatmıştı. Öte yandan Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, DAEŞ’in ele geçirdiği toprakları artık koruyamayacağını açıklamıştı. Çünkü DAEŞ (IŞİD)in arkasında Amerika ve İsrail vardı. Hem Irak’ta hem Suriye’de hem Afrika’da “Tavşana kaç, tazıya tut” politikası uygulanarak Müslüman halklar kıyıma uğratılmakta ve Amerika’nın himayesine mecbur ve mahkûm bırakılmaktaydı. İşte AKP iktidarı da bu kirli ve karanlık planların, kiralık bir piyonu konumundaydı.

AKP’nin “Yeni Türkiye’” sloganı, Menderes ve Demirellerin “Küçük ABD” olacağız safsatalarının farklı bir yansımasıydı.

Türgev; Erdoğan’ın sahte mehdiyetine inanacak, ABD ve İsrail güdümündeki hilafetine biat edip tabi olacak kadroların yetiştirilmesi için kurmuşlardı. Bu yolda yapılacak hırsızlıklar, yolsuzluklar, alınan komisyonlar haram sayılmazdı. Türkiye’de tam muktedir olmak ve de İslam Alemi’nin birliğini sağlayıp Siyonizmin=ABD ve AB Emperyalizminin güdümüne sokmak için olabildiğince servete ihtiyaç vardı. Bu serveti edinmek uğruna her yola başvurmak mubahtı. Bugün AKP’ye destek veren İslamcıların çoğu bu tezi satın almış olduğundan her yerde Erdoğan’ı ve AKP iktidarını savunup durmaktaydı. Onlara göre yapılanlar günah değil, hatta sevaptı.

İktidarın ve paranın verdiği şımarıklık artıkça ülke içinde ve dışında kendisine biat ve itaat etmeyecek insanlar harcanmaya başlandı. Esad ve Hüsnü Mübarek gibileri problem çıkarırdı. Esad devrilsin diye Türkiye, Esad muhaliflerini koordine etmekle kalmamış her türlü savaş mühimmatıyla onlara arka çıkmış, Suriye’deki iç savaşı kızıştırıp yüz binlerin katliamına zemin hazırlanmıştı.

Mısır’da halk sokağa dökülürken ve Mübarek’i devirirken AKP’nin aklına ‘üst akıl’ hiç takılmamış, Amerika ve Avrupa suçlanmamıştı. Aynı Haçlı Batılılarla bir olup, Libya’yı barbarca bombalamaktan ve parçalamaktan sakınmayan Erdoğan bütün bu günahların altından nasıl kalkacaktı?

Nijerya’ya giden silahların kimi öldüreceğini bilmeyenlerin feryadı, bir Bakanın kardeşinin ‘Bizim birçok ülkede ordumuz var’ itirafı bunların boş kuruntular ve BOP eşbaşkanlığıyla atılmış adımların ispatıydı.

Erbakan’a başkaldıran ve Milli Görüş programlarını aksatma karşılığı iktidara taşınan Erdoğan, nefsi ve siyasi amaçlarına yaklaştığını sanıp ABD himayeli Hilafet’in gayri resmi işleme sokulacağını ummaktaydı. Millet henüz buna hazır olmadığından Hilafet yerine şimdilik başkanlık kavramını ortaya atmıştı.

Mehmet Bekaroğlu’nun itirafları!

Bir zamanlar Numan Kurtulmuş ile birlikte hareket ederek HAS Parti’yi kuran ve Saadet Partisi’nden ayrılan, ardından da HAS Parti macerasının hüsranla sonuçlanmasından sonra CHP’ye geçerek Genel Başkan Yardımcısı olan Mehmet Bekaroğlu’nun ilginç tespitleri vardı. Eski yol arkadaşı Numan Kurtulmuş için, “O benim için bir hayal kırıklığıdır” diyerek HAS Parti döneminde söylediklerinde samimi olmadığını vurgulamıştı. Demek ki Kurtulmuş, Bekaroğlu’nun “hayal kırıklığı”, Fuat Avni’nin ifadelerine göre de Erdoğan’ın “güvenilemeyen adamı” konumundaydı.

Bütün bu itirafların şöyle bir anlamı vardı: Türkiye’de, solcu, sağcı veya din istismarcısı partilerde öne çıkmanın en önemli şartı, Erbakan’a ve Milli Görüş davasına hıyanette bulunmaktı. Bu döneklerin karakterleri ve kabiliyetleri farklı da olsa, ortak marifet ve meziyetleri, Erbakan’ı arkadan bıçaklamak suretiyle Amerika’nın ve Siyonist odakların beğenisini kazanmaktı.

Aydın Doğan’ın İstanbul Conrad Otel’de Sn. Recep T. Erdoğan’a:

“Ben Sizin döneminizde 1’e 5 kazandım. Ben Sayın Demirel’le, Özal’la ve Tansu Hanımla da çalıştım.” Yani onların döneminde bu kadar kazanamadım, dediğini şimdi Sn. Cumhurbaşkanı hatırlatmış, kendisinin de Ona: “Ben doğma büyüme Kasımpaşalıyım.. Bizden hakkın olanı alırsın, hakkın olmayanı alamazsın” buyurduklarını aktarmıştı. Bu ifadeler;“kahramanlık arz ederken” ne kahredici bir itiraftı… Zira Aydın Doğan’lara Demirel ve Özal dönemlerinden beş misli fazla kazandırdıklarını bizzat açığa vurmuşlardı. Yahu böyle Kasımpaşalıya Aydın Doğan gibi rantiyeci baronlar kul kurban olmazlar mıydı? Gazetelerinde güya aleyhine atıp tutuyor tavırları ise, danışıklı dövüşün bir icabıydı, çünkü Erdoğan’ın kavga edip kahramanlık taslayacağı kimselere ihtiyaç vardı.

Sn. Erdoğan’ın İsrail’e atıp tutması da bu açıdan yorumlanmalıydı. Tekrar hatırlatalım ki, en yakın yalakalarından Abdurrahman Dilipak’ın itirafıyla “AKP, 1- İsrail’in güvenliğini garantiye almak 2- Erbakan Tehlikesini(!) devre dışı bırakmak 3- İslam’ı ılımlaştırıp yozlaştırılmak şartıyla bir dış proje partisi olarak hazırlanıp iktidara taşınmıştı.” Ancak, halkı avutup uyutmak ve bu hizmetlerini daha rahat kotarmak için de, zahiren İsrail’e horozlanmasına ruhsat tanınmıştı…

Bu arada Sn. Meral Akşener’e yönelik kaset iddiası nedeniyle Eski Fetullahçı, sonra itirafçı,şimdi iftiracı olan Latif Erdoğan’ı “şerefsiz ilan eden” Ahmet Hakan haklıydı, çünkü bu tipleri en iyi kendisi tanırdı. Cemaat’in ve 11 yıl boyunca işbirlikçisi AKP Hükümetinin ortak tertipleriyle bizim (Milli Çözüm Ekibinin) aleyhimize de “Ergenekon’un Dinci Kanadı” diye iftira atılmış, işte bu korkutulup-hizaya sokulup Milli Görüş’ten ayartılan Bay Ahmet Hakan da aynı şerefsizliği bize yapmıştı.

Her şeye rağmen, münkirlerin kökleri kuruyup azalmakta, mü’minlerin ise sayısı hızla artmaktaydı! İşte Barbar Batı’yı bu yüzden İslam korkusu sarmıştı.

Barbar Batı’nın İslam korkuları!

Merkezi Washington’da bulunan Pew Araştırma Merkezi adlı kuruluş tarihi bir araştırma yapmış ve sonuçlarını yayınlamıştı. Bu kuruluş 198 ülkenin doğum oranı, yaş ortalaması, dini inançlara bağlılık, din değiştirme oranı, göç ve benzeri verilerinden yola çıkarak vardığı sonuçları raporlaştırmıştı. Araştırma, şimdinin toplumsal davranış eğilimlerinden yola çıkarak 30-40 yıl sonrasının dünyasını sayısal verilerle ortaya koyulmaktaydı.

Emperyalist Batı’nın İslam’ı terörizmin kaynağı olarak gösterme sahtekârlığının ve iç çatışmalarla Müslüman’ı Müslüman’a vurdurma çabalarının altında işte bu kuşkular yatmaktaydı.

Bu araştırmaya göre 2050’in insanlık manzarası!

• 2010 yılında toplam 6.9 milyar olan dünya nüfusunun 1.6 milyarı Müslüman, 2.17 milyarı Hıristiyan’dı. Hıristiyanların dünya nüfusuna oranı yüzde 31.4, Müslümanların oranı yüzde 23.2 civarındaydı.

• İnananı en hızlı artış gösteren İslamiyet, 2070 yılında Hıristiyanlığı geride bırakacaktı. Müslüman nüfus yüzde 73, Hıristiyan nüfus yüzde 35 oranında artış sağlayacaktı.

• 2050 yılında dünya nüfusu 9.3 milyara çıkacak, Hıristiyan nüfus 2.92 milyar olacaktı. Dünya nüfusunun genel artış ortalamasından daha yüksek bir artış gösteren Müslüman nüfus, 2.76 milyara çıkacaktı. Müslümanların dünya nüfusuna oranı yüzde 29.7’ye yükselecek, Hıristiyanların oranı aynı kalacaktı.

• Üçüncü büyük din olan Hinduizm’in nüfusu 1.03 milyardan 1.38 milyara çıkacak, ama oranı yüzde 15’ten 14.9’a kayacaktı.

• İnançsızların nüfusu 1.13 milyarda kalacak, Dünya toplam nüfusundaki oranı yüzde 16.4’ten yüzde 13.2’ye gerilemiş olacaktı.

 • Budizm’in, yöresel putperest dinlerinin ve Museviliğin nüfuslarında da azalma yaşanacaktı.

Pew Araştırma Merkezi’nin bulgulara dayalı varsayımına göre, İslamiyet’in diğer dinlere oranla daha hızlı büyümesinin nedeni yüksek doğum oranıydı (ve temel insan haklarını korumasıydı). Müslümanlarda anne ortalama 3.1 çocuk doğururken, Hıristiyanlarda bu oran 2.7’lerde kalmaktaydı.

Pew Araştırma Merkezi, dinlerin mensuplarının yaş oranlarını da 2010’dan 2050’ye projeksiyonla karşılaştırmalı olarak inceleyip açıklamıştı:

• Müslümanlarda 15 yaş altı grubun toplam nüfusa oranı yüzde 34, Hindularda yüzde 30, Hıristiyanlarda yüzde 27, halk dinlerinde yüzde 22, Musevilikte yüzde 21, Budizm’de yüzde 20, inançsızlarda yüzde 19 kadardı.

• 60 ve üstü yaş grubunun en yüksek olduğu din yüzde 20 ile Musevilik, en az olduğu din yüzde 7 ile Müslümanlıktı. Bu oran Budizm’de yüzde 15, Hıristiyanlıkta yüzde 14, inançsızlarda yüzde 13, Hinduizm’de yüzde 8 civarındaydı. 

 Kıtalara ve ülkelere göre şunlar yaşanacaktı:

• ABD’de Hıristiyan nüfusun oranı yüzde 78’den yüzde 66’ya düşmüş olacaktı. Müslümanlar ise artacaktı.

• ABD’de İslam Museviliği geçecek, Hıristiyanlıktan sonra ikinci din konumuna çıkacaktı.

• Nüfusu düşecek olan tek bölge Avrupa’nın Hıristiyan nüfusu 100 milyon azalacaktı.

• Doğum oranı bugünkü gibi sürerse Müslümanlar Avrupa’nın toplam nüfusunun yüzde 10’unu oluşturacaktı.

• Hindistan Endonezya’yı geride bırakarak, en çok Müslüman nüfusun yaşadığı ülke olacaktı.

• Ateistlerin ve inançsızların oranı ABD’de ve başta Fransa olmak üzere Avrupa’da artarken, dünyada genel olarak dinsizlerin sayısı büyük oranda azalacaktı. 2050 yılında ABD’de Hıristiyan nüfusun çeyreği inançsız ve ateist olacak, ama İslamiyet hızla artacaktı.[2]

 

 


[1] http://www.hbrdr.com/ben-sizin-halifenizim-makale,107.html

[2] hbogun@gmail.com

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/agustos-2015/korgeneral-kor-general

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi