Anasayfa » KOMİNİST ENTERNASYONAL BELGELERİNDE MUSTAFA KEMAL VE İSLAM

KOMİNİST ENTERNASYONAL BELGELERİNDE MUSTAFA KEMAL VE İSLAM

Yazar: yonetici
0 Yorum 59 Görüntüleyen

KOMİNİST ENTERNASYONAL
BELGELERİNDE MUSTAFA KEMAL VE İSLAM

Kaynak yayınları tarafından çıkarılan “Komintern
Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı ve Lozan” adlı kitap oldukça önemli ve
tarihi bilgiler içermektedir. Fatma Artunkal`ın tercüme ettiği kitapta:

·          Osmanlı’nın
yıkılışı

·          Türk
kurtuluş savaşı

·          Cumhuriyet
döneminin yanlışları

·          Atatürk’ün
farklı yaklaşımları

·          Koministler’in
İslam’a bakış açıları

·          Siyonist
ve emperyalist güçlerin asıl amaçları

Konularında, çok çarpıcı belgelere yer
verilmektedir. Atatürk’ün yüksek askeri dehasını ve siyasi manevrasını
kavrayamamaktan doğan bazı kısır yorumlar ve kasıtlı ideolojik saptama ve
saptırmalar bulunsa da, okumaya ve üzerinde kafa yormaya değerdir.

Başta Rusya bütün komünist Enternasyonal; Batı
Emperyalizmine karşı Türk Kurtuluş hareketini destekliyordu. “DOĞU SORUNU
ÜZERİNE TARTIŞMA” Komünist Eternasyonal Üçüncü Kongresinde (22 Haziran
1921) Mustafa Kemal’in başlattığı Türk İstiklal savaşıyla ilgili şunlar
söyleniyordu:

 “Türkiye, özgürlüğünü yitirmemiş olan ve tüm
devrimci örgütlerin bir üssünü oluşturan biricik ülkedir. Türkiye’deki Sovyet
Rusya`nın bundan böyle bir barış ve yeniden inşa evresine girmesiyle ellerinden
silahlarını bırakmamışlardır, zulüm ve baskı dünyasına karşı savaşlarını
sürdürmektedirler.

Türkiye`deki durumun geçen yıla göre, bu yıl çok
daha iyi olduğunu kabul etmek gerekir. Emperyalist Ermeniler olan Taşnâkların
devrilmesini izleyen koşullar (-bilindiği gibi Taşnaklar iktidarı komünistlere
terk etmek zorunda kalmışlardır-), Batılı emperyalistlerin işine yarayan, ama
mücadele eden halklara zerre kadar yararı olmayan kanlı Türk-Ermeni kıyımına
son verdi. Türkiye, kendisini Doğu`dan tehdit eden bu tehyi ortadan
kaldırdıktan sonra, İngiltere`nin bilinçsiz aleti Yunanistan`a hissedilir iki
darbe indirdi. Bu tehnin de çok yakında ortadan kalkacağına ve zaferin, Anadolu
halklarının şiddetle ihtiyaç duydukları barışı sağlayacağına inanıyoruz.

Bu başarılı savunma, Anadolu halklarının sıkıca birbirlerine
kenetlenmeleri ve güçlerini birleştirerek düşmana karşı çıkmaları sayesinde
gerçekleşti. Halklar, ortak teh karşısında aralarındaki tüm görüş ayrılıklarını
ve birbirinden farklı amaçlarını unuttular. Tüm ezilen halklar, kurtuluş
mücadelesinde onları örnek almalıdır”[1]

Ve yine 15 Ağustos 1920’de Şark Milletleri Kurultayı
aşağıdaki karar tasarısını benimseyerek:

1. Kurultay, Doğu halklarını ezen ve sömüren ve
dünya emekçilerini kölelik altında tutan dünya emperyalizmine, en başta da
İngiliz ve Fransız emperyalist haydutlarına karşı mücadele eden bütün Türk
savaşçılarına duyduğu yakınlığı ifade eder. Komünist Enternasyonal’in ikinci
Kongresi gibi Şark Milletleri Birinci Kurultayı da, Doğu`nun ezilen halklarını
yabancı emperyalizmin, boyunduruğundan kurtarmaya çalışan ulusal devrimci
hareketleri desteklediğini bildirir.

2. Ancak Kurultay şunu da saptar ki, Türkiye’deki
ulusal devrimci hareket yalnızca yabancı sömürücülere karşı yönelmiş olup, bu
hareketin başarısı Türk köylü ve işçilerinin her türlü baskı ve sömürüden
kurtulması anlamına gelmeyecektir. Bu hareketin başarı kazanmasıyla, Türk
emekçi sınıfları için en büyük önem taşıyan toprak sorunu ve vergi sorunu gibi
sorunlar çözülmüş ve Doğu`nun kurtuluşu yolundaki başlıca engel olan ulusal
anlaşmazlıklar ortadan kaldırılmış olmayacaktır”[2]deniyordu.

Ve bu hareketin önderlerinin özel bir dikkatle
kollanmasını zorunlu görüyordu Bu önderler geçmişte Türk köylü ve işçilerini
emperyalist gruplardan birinin çıkarı uğruna savaşa sürmüş ve böylelikle küçük
bir zenginler grubunun ve yüksek dereceli subayların çıkarları için Türkiye`nin
emekçi kitlelerini çifte bir yıkıma sürüklemişlerdir. Kurultay, şimdi bu
önderleri, emekçi halka hizmet etmeye ve eski yanlışlarını düzeltmeye hazır
olduklarını, uygulamada kanıtlamaya çağırır”[3] eniyordu.

Ancak bu destek:

“Türk hükümeti, işçilerin ve köylülerin hükümeti
değildir; subayların bir kesiminin hükümetidir, aydınların hükümetidir, hiç
kuşkusuz bizim amaçlarımızla uyuşmayan bir hükümettir. Bu yüzden Türkiye işçi
sınıfı, Türkiye ekonomik açıdan kalkındığı ölçüde bu hükümete karşı mücadele
etmek zorunda kalacaktır.”

Özellikle siz İngiltere, Fransa, İtalya, Sırbistan
ve Romanya işçileri Sizin göreviniz, Türkiye`ye Karşı atılacak herhangi bir
askeri adıma karşı vargücünüzle ve ısrarla mücadele etmektir. Sizin göreviniz,
İttifak Devletlerinin, Boğazları müttefiklere açması için Türkiye`yi zorlayarak
yeni savaşlar hazırlamalarını engellemek için tüm gücünüzü ortaya koymaktır.
Yakındoğu`da sonuca bağlanan sorunlar, sadece Karadeniz kıyılarında yaşayan
halklar için değil, aynı zamanda Avrupa proletaryası için de birer ölüm kalım
sorunudur.”[4] Satırlarından
da anlaşılacağı gibi, koşullu ve kuşkulu olarak veriliyordu.

Koministler, Türkiye’nin işgalinin Rusya’yı Kuşatmak
ve kıskaca almak için, atılmış ilk adım olduğunu düşünüyordu:

“Çünkü bu savaş ittifak devletlerinin Rusya’ya karşı
yürüttüğü inatçı mücadelenin bir uzantısıdır.

Bolşeviklerin mücadele yöntemine karşı
Sosyal-Demokrasinin en çok başvurduğu savlardan biri de, Bolşeviklerin
yarı-feodal “devrimci” Kemal Paşa ile ittifak yaptıkları, böylece
emperyalist-Bonapartcılar” olduklarını kanıtladıktan ve artık kendilerine
proleter hükümeti demeye hakları olmadığıdır. Rus proletaryasının bu “iyi
niyetli” dostları, dünyanın tek işçi hükümetinin kapitalist dünyaya karşı
mücadelesi ile Rus devletinin İttifak Devletleri emperyalizmine karşı
mücadelesi arasındaki farkı göremiyorlar.”[5] deniyordu

Bu bakımdan kominist cephe Lozan’ı da yararlı ve
başarılı buluyordu:

“Lozan Antlaşması, tüm eksikliklerine ve
barındırdığı çelişmelere rağmen, siyasal bir belge olarak, Versay Antlaşmasının
çöküşünün ve tasfiyesinin parlak bir örneğidir. Versay binasının tüm kirişleri
çatırdıyor.

Müttefiklerin askerî zaferi ve Avrupa`da demokratik
eylemin başarı kazanması, bir yanda ulusal intikamcılığın, diğer yanda ise
sosyal devrimin güçlerini geliştirmiştir. Lozan ve Ruhr`u birbirine bağlayan,
sadece, dışta diplomatik manevraların ortak yanı değil, aynı zamanda Avrupa
emperyalizminin çöküşünü içinde taşıyan bu iki sürecin arasındaki derin organik
ilişkidir.

Lozan’da hukuken tanınmış olan Türkiye`deki ulusal
devrim, genç Türkiye burjuvazisinin vermiş olduğu ve daha da vereceği tüm
ödünlere rağmen, bugünkü tarihsel durumda Avrupa emperyalizminin güçlerine
karşı çıkan parlak bir etkendir. Bu anlamda Lozan Konferansının sonucu, sadece
Türkiye burjuvazisi için büyük bir zafer olmakla kalmamakta, aynı zamanda
sosyal devrimin gelişmesi yönünde etkin kuvvetleri de güçlendirmektedir.

Lozan Antlaşması, sadece Sevr`in mekanik bir
tasfiyesi anlamına gelmiyor. Bu antlaşma, Versay Antlaşması ile boyunduruk
altına alınmış olan ve kurtuluş yolları arayan Avrupa ve Asya`nın geniş halk
kitlelerindeki derinlemesine devrimci sarsıntıların da bir ifadesidir. İlk kez
Lozan, bu süreci belleklerde canlandırdı. Boşuna Fransa, “Türkler gerçi
savaşı kaybettiler, ama barışı kazandılar” demek zorunda kalmamıştır”[6] deniyordu.

Mustafa Kemal’in bir yandan İngiltere-Fransa
rekabetinden yararlanmaya çalışırken, bir yandan da Rusya’ya yanaştığı şöyle
anlatılıyordu:

“Fransa, İngilizlerden ağır ödünler koparıyor. Buna
karşılık Türkleri, ortada bırakıyor. Böylece Türkiye, ya kendi varlığından
vazgeçmek ya da her iki emperyalist haydutla birden savaşmak sorusuyla karşı
karşıya kalıyor. Türkiye, kendini öldürmek zorunda kalmayacak kadar güçlüdür ve
İngiliz katilleriyle Fransız hainlerine karşı kendini savunmak için, dünyanın
kapitalist olmayan tek büyük devletine, Sovyet Rusya`ya dayanmak zorunda kalacaktır.

Sovyet Rusya, son notalarıyla İstanbul ve Doğu
üzerine verilecek karara etkin bir biçimde müdahale etmeye niyetli olduğunu
gösterdi. Kemal Paşa, Sovyet hükümetinin çağrılmadığı hiç bir barış
konferansına katılmayacağını bildirdi. İngiltere`nin “boğazladığı,
Fransızların da terkettiği Türkiye, Sovyet Rusya`nın safına itiliyor. Böylece
Kemal Paşa`nın İngiltere ile mücadelede, hem Fransız emperyalizminin
himayesinde hem de proleter Rusya ile müttefik olması biçimindeki çelişme de
çözülmektedir. Sovyet Rusya`nın Doğudaki ve dünya siyasetindeki gücü bu yeni
gelişmeyle artıyor. Bu durum, komünistlerin tüm ezilen sömürge halklarını
destekleme siyasetlerinin bir kanıtıdır.”[7]

Ve tabi Arthur Rosenberg gibi sonradan Marksizm’den
de vazgeçen bazı kominist aydınlar, şu uyarıları yapmaktan da sakınmıyordu:

“Gerçi İngilizler İstanbul`u işgal etmeyi
başardılar, ama Anadolu`nun içlerinde yeni bir Türk hükümeti, doğdu. Başında
Kemal Paşa`nın bulunduğu bu Ankara Hükümeti, Türkiye halkının Batılı kapitalist
sömürücülere karşı direnişini örgütlemeyi başardı. Kemal, bu çabasında Sovyet
Rusya`dan destek aldı.”

“Ama Türkiyeli koministlere şu öğüdü verdiğimiz için
bir an bile pişman değiliz: Parti olarak örgütlendikten sonra ilk göreviniz
Türkiye`deki ulusal kurtuluş hareketini desteklemek olmalıdır. Burada sözkonusu
olan Türkiye halkının geleceğidir. Türkiye halkı, yolundaki engelleri ortadan
kaldıracak mı yoksa dünya sermayesinin kölesi mi olacak sorusudur. Paşalar
Türkiye halkını satarlarsa, kapitülasyonların, mali denetimin vb. tüm yükü
Türkiye köylüsüne yüklenirse, Türkiye köylüsü kendi çıkarları için mücadele
etmiş olanların komünistler, genç işçi sınıfı olduğunu anlayacak, Komünist
Partisi etrafında toplanacaktır”[8]

Ve yine, sonradan Lenin tarafından idam edilen Korl
Radek Moskova’da 8 Ağustos 1922’de: ”Türkiye bölgesinde yaşayan halklarla
barış yaparak emperyalist entrikaların kaynağını kurutmasını bilmelidir.”
Şeklindeki tarihi uyarılarıyla kuşkularını dile getiriyordu. Tabi bu arada,
Mustafa Kemal’in Türkiye’sindeki Koministlere karşı sert ve sindirici tavırları
da sık sık dile getiriliyor ve hatta örtülü biçimde Atatürk tehdit ediliyordu:
“Eğer Kemal Paşa, komünistlere karşı baskı siyasetini değiştirmezse, kendi iktidarının
mezarını kazmış olur; çünkü Türk ordusu köylülerden kuruludur.

Sovyet Rusya Türkiye`yi, hükümetinin kara gözleri
için desteklemedi ve bugün de bu yüzden desteklemiyor. Sovyet Rusya`nın
Türkiye`yi desteklemesinin nedeni, Türkiye`nin zaferini Doğunun devrimcileşmesi
için bir katkı ve dolayısıyla dünya proletaryasını ve Rus devrimini güçlendiren
çok önemli bir etken olarak görmesidir. Bu yüzden Sovyet Rusya, Lozan`da
Türkiye`nin, haklı istemlerini destekleyecektir. İşte tüm kapitalist basınla
ağızbirliği ederek, Rusya`nın bu tutumunu değiştirmesini uman İkinci ve İki
Buçukuncu Enternasyonal ahmakları, bu tutumun temelde, Türk hükümetinin
diplomatik ve siyasi alandaki şu ya da bu ters davranışından tamamen bağımsız
olduğunu bir türlü kavrayamıyorlar. Biz, Türk hükümetinin bu ters eğilimlerine,
bunlar Türkiye halkına zarar verdiği için açıkça karşı çıkarız. Fakat Sovyet
Rusya, aynı zamanda, Türkiye`nin siyasetindeki bütün tersliklerin ve
zikzakların da ötesinde, sanayi proletaryasının dünya sermaye cephesine karşı
verdiği mücadelede Doğu halklarıyla bir arada yürüyeceği büyük tarihi yolu da
görebilmektedir.”[9]

Ve Cumhuriyet sonrası gelişmeler, şöyle kınanıyordu:

“Seçim sandığına gittiklerinde seçmenlere, içinde
Halk Partisi oy pusulası olan mühürlü bir zarf verildi. Bu zarfları, sandık
kurulunu oluşturan muhbirlerin gözetimi altında sandığa atmak zorundaydılar.
Yani Kemal ve gözdelerine oy vermeye zorlandılar.

Tüm ülkelerdeki partili yoldaşlar şimdi
dikkatlerini, kısa bir süre içinde sınıfa yönelen iki davanın görüleceği Ankara
ve İstanbul’da yoğunlaştırmalılar. Yoldaşlarımızın yargılanmasının
dayandırıldığı yasada en düşük ceza angarya; en yükseği ise ölüm cezası.”[10]

Çinli Kominist önderlerden Cai Ho Shen 27 Eylül
1922`’de: “Yüzyıllardan beri uluslararası emperyalizmin ezdiği büyük ve eski
devletler arasında Çin ve Türkiye kadar acı çekeni olmamıştır. Türkiye sorunu
ve Çin sorunu bir yerde Yakındoğu ve Uzakdoğu sorunu olarak da görülebilir. Bu
iki bölge, bir yandan zalim ve gözü doymaz uluslararası emperyalizmin savaş ve
soygun alanları haline gelmiştir, öte yandan insanlığın üçte birinden fazlasını
oluşturan ezilen halkların en çok acı çektikleri ve en çok şehit verdikleri
yerlerdir.

1914`ten önce emperyalist büyük güçlerin Türkiye`ye
verdiği zararlar, Çin`dekine çok benziyordu. Askeri saldırılar, ülkenin
paylaşılması, zorla tazminat alma, kamu maliyesinin denetimi, yargı ayrıcalığı,
bölünmenin ve iç karışıklıkların kışkırtılması gibi. Ayrıca birçok yerde,
canavarlıklara ve emperyalizmin manevi ilahı Hıristiyanlığın baskısına direnmek
için ayaklanan Müslümanlara, “vahşi ve yabancı düşmanı halklar” diye
iftira edilen bir hava yarattılar.

Bu şartlarda Türkiye, 1914`ten 1918`e kadar kanlı
emperyalist Birinci Dünya Savaşı`nın içine düştü.

Savaş bittiğinde Türkiye, emperyalist Anlaşma
devletleri tarafından parçalandı.

1920 Ağustos`unda anlaşma devletleri, Türkiye`ye
zalim Sevr Anlaşması`nı dayattılar. Bu anlaşmayla Türkiye topraklarının üçte
ikisini ve nüfusunun yarısını kaybediyordu.

Bu şartlarda dört yıllık kanlı bir savaş yaşayan ve
dayanılmaz durumda bulunan halk kitleleri büyük bir direnişe girişti. Büyük bir
devrimci ruhu olan, büyük insan Kemal Paşa, Milliyetçi Partisini, yeni bir
hükümet ve yeni bir millî ordu kurduğu Ankara`dan yönetti.”[11] Sözleriyle,
yozlaştırılan Haçlı zihniyetiyle kuduran Barbar Batının; İslam-Türk düşmanlığına
ve Kurtuluş savaşımızın manevi dinomasına, tarafsız ve tutarlı biçimde dikkat
çekiyordu.

M. Kemal, Fransızlar’la Taktik; İngiliz
Siyonistleriyle Stratejik İlişkiler İçine Girmiştir

Atatürk’ün Fransızlara mali tavizler ve vaatlerde
bulunarak, İngilizlere ve Yunanlılara karşı destek sağlandığı vurgulanmaktadır:

“Fransız ve İngiliz mali sermayesi arasındaki
rekabet, Türkiye’nin arkasında beliren Sovyet Rusya umacısı karşısında bir
ölçüde azalmışa benzer. Kemalist orduların arkasındaki bu görünmez güç, milliyetçi
Türkiye`nin yeni koruyucusu rolünü oynayarak Yakındoğu’yu kendi tekeli altına
almak isteyen Fransız sermayesinin yüreğini daraltmış gibidir. İstanbul`un
İngiltere yerine Sovyetler’e bir korunak olması olasılığı Fransa için asla hoş
bir şey değildir. Bu durum, Fransa`nın kararsız tutumunu ve Franklin
Boullion`un, Kemal`e Fransa hükümetinin onunla hangi noktaya kadar birlikte
gidebileceğini açıklamak amacıyla Ankara`ya yaptığı ani ziyareti
açıklamaktadır.

Yunan silahlı kuvvetlerinin morali tamamen bozulmuştur
ve Boğazların Asya yakasındaki İngiliz birlikleri Türk hücumunu durduramayacak
kadar zayıftır. Demek ki İstanbul yolu Ankara ordularına aslında tamamen
açıktı. Buna karşın Mustafa Kemal, dur emri vererek düşmanlarıyla pazarlığa
hazır olduğunu bildirmek zorunda kaldı. Mustafa Kemal bu siyasetin, salt askeri
açıdan intihar demek olduğunu, çünkü düşmana güçlerini toparlayabilmişi için
zaman kazandırdığını bilecek kadar askerdi. İki hafta önce olanaklı olan şey
bugün olanaksız hale gelmiştir. Kemal`in birlikleri artık Boğazlara saldırarak
İstanbul`u alamazlar.

Türk Başkomutanlığı buna neden izin verdi? Neden
zaferin son meyvelerini elinden kaçırdı? Yakındoğu satranç tahtasındaki
taşların Paris ve Londra`daki gizemli eller tarafından oynatıldığını bilen
kimse bu soruyu kolaylıkla cevaplandırabilir. Kemal, kurtuluşun eşiğinde duran
Türkiye köylülüğünün devrimci toplumsal güçlerine bağlı olduğu sürece, zaferden
zafere koştu, ama her türlü devrimci ruh ve uzak görüşlülükten yoksun askeri
bir diktatör olarak boynunu, İngiliz emperyalizmine karşı dolaplar çeviren
Fransız emperyalizminin boyunduruğuna gönüllü olarak uzattı. Böylece, Türkiye
köylülerinin kanı ve canı pahasına kazanılan zafer, pratikte yok olma tehsiyle
karşı karşıya kalmaktadır.

Yakındoğu’daki bu çatışmanın kesin sonucu ne olursa
olsun, Doğu halkları ve özellikle Hindistan üzerindeki siyasal ve manevi etkisi
çok büyük olmuştur. Siyasal rekabetin ağlarına takılan Kemal, askeri açıdan
şimdiden koruyamaz olduğu üstün durumunu bile terketmeye zorlanabilir; tabii,
dostluğu ve desteği bankerlerle para babalarının keyfine kalmış Batı Avrupa
diplomasisiyle tüm bağları kararlı bir biçimde koparıp atmak cesaretine
sahipse, o zaman başka.”[12] Bu
satırlarda, Mustafa Kemal’in Yunanlıları Sakarya’da bozguna uğrattıktan sonra;
Neden İstanbul’a yürümediği ve Trakya’ya girmediği sorgulanmakta ve Atatürk’le
ilgili bazı şüpheler ve şaibeler ortaya atılmaktadır.

Halbuki Atatürk, Fransızların dolaylı ve Rusların
doğrudan desteğinin sınırlı kalacağını ve Dünya Siyonizm’inin güdümündeki
emperyalist güçleri, siyasi ve stratejik bir diplomasi ile avutma ve oyalama
yoluna gitmeden, onlarla başa çıkılamayacağının farkındadır.

Atatürk, bu dış güçlere ve yerli işbirlikçilere
gücünü ve kararlılığını gösterecek atılımlar yanında, ucuz ve lüzumsuz
kahramanlıklarla mevcut kısıtlı potansiyelini tehye atıp telef etmekten de
sakınmaktadır

Ve Atatürk’ün Siyonist ve emperyalist çevrelere
oynadığı oyun sonradan fark edilecek; Atatürk’e suikasta kadar gidilecek, ama
Türkiye Cumhuriyeti artık çoktan kurulmuş ve kurtarılmış olacaktır.

“Bilindiği gibi, milliyetçi Türkiye, Sovyet Rusya ve
Fransa`nın desteğini sağlamış, buna karşılık İngiltere ise Yunanistan`a arka
çıkmıştır. İngilizlerin direnmesine karşın Sevr Barış Antlaşmasını çiğnemeye
kadar varan Fransa`nın tutumu, Doğu burjuvazisi üzerinde iyi bir izlenim
bıraktı. Böylece, dünya savaşı deneyiyle oldukça sarsılmış olan şu eski düşünce
yeniden canlandı: Azılı emperyalist hükümetlerin baskısına karşı demokratik
ulusların dostluğu sağlanmalıdır. Bu düşüncenin uğursuz sonuçlan ise çok iyi
bilinmektedir. Bu düşünce, eski emperyalisti yerinden atmaya çalışan yeni bir
emperyalistin girişine zemin hazırlar.

Türkiye, işte kendi diplomatlarının ve askeri
kliklerinin de yerlerini sağlamlaştırmak umuduyla körükledikleri ve emperyalist
intikam hırsına halkın kurban edilmesiyle son bulan bu emperyalist rekabetin
egemenliği altında parçalanmıştır. Türkiye, bu canice siyaset sonucu ulus olarak
parçalandı ve bu parçalanma tehdidine karşı halkın isyanı bugünkü ulusal
hareketin doğmasına yol açtı.

Yeni kurulan Ankara`daki ulusal hükümetin, kendisini
yok olmanın eşiğine getiren tüm İttifak Devletlerine karşı mücadele ettiği
sırada, ona yardım elini uzatan biricik devlet devrimci Rusya oldu. Ama
Fransa`nın, Türkiye`de, İngiliz rakibine arkadan saldırma olanağını keşfetmeden
çok önce manda bölgelerini kendi isteğiyle boşaltması olumlu bir etki yarattı.
Bununla birlikte Franklin Boullion tarafından imzalanan Ankara Anlaşmasının
gerçek içeriği sokaktaki adamdan tamamen gizlendi. Türk aydınları ve
militaristleri hep Fransız dostuydu. Militaristler Prusya Junkerleriyle ortak
iş çevirmenin daha yararlı olacağını görene dek bu böyle sürdü.

İngiliz liberalizminin arkasında yatan ticaret
çıkarlarının geleneksel Türk düşmanı siyaseti, Fransız mali sermayesinin
Türkiye`ye nüfuz etmesine yol açtı. Osmanlı borçlarının en az yüzde 70`ini
Fransız bankaları devraldı. Manda bölgelerini işgalden vazgeçme karşılığında elde
edilen bu muazzam tutar Fransa için hiç de kötü bir pazarlık değildi; üstelik
işgal, Fransa’nın, zaten kötü durumda olan bütçesi için ağır bir yüktü. Sonra
büyük demiryolu ve maden ayrıcalıkları, bütün Türkiye’nin Fransız mali
sermayesinin iktidarı altına girmesi için iyi bir başlangıç oluşturuyordu.
Böylece Fransız-Türk Antlaşması, Sevr Antlaşmasını imzalayan öteki galip
devletlerin çıkarlarının söz konusu olduğu noktalarda, Sevr Anlaşmasını ölüm
fermanı oldu. Aynı zamanda, zaferin tüm meyvelerini yalnızca Fransa`nın
kucağına atan yeni bir çığır da açtı.

Ankara hükümeti, Paris`in pek hayırsever bir yanı
olmayan dostluğunu üç nedenden kabul etti: Birincisi askeri zorunluluklar
yüzünden, ikincisi İngiltere`yi yıldıracak diplomatiktir atılım yüzünden, üçüncüsü
de, esas olarak, devrimci sonuçları Türkiye egemen sınıfını özellikle korkutan
Rus yakınlaşmasına karşı bir panzehir olarak.

Bugünkü bunalım gene de durumun açıklığa kavuşmasına
yol açtı. Fransız dostluğunun yüzeyselliği açığa çıktı. Türk önderleri, Fransız
koruyucularının oynamalarını istediği gerçek rolü hâlâ göremedilerse,
gözlerinin önünde perde var demektir. Fransızlara göre Türkiye, Manş Denizinin
iki yakasındaki emperyalist hükümetle arasında oynanan oyunda yalnızca bir
satranç taşı olmalıdır. İngiltere, Fransız militarizminin isteklerine uyarak
Fransa`ya tüm dünyanın ekonomik sömürüsünde önemli bir pay bırakırsa, bu iki
emperyalist devlet arasındaki çelişmenin keskinliği önemli ölçüde azalır. Bunun
sonucunda Türklere hissedilir bir biçimde dur denecektir. Türkler, mutlak bir
zaferin getireceği başarılardan vazgeçmeye mecbur bırakılacaklardır. Franklin
Boullion`un Kemal`e, Ankara Millet Meclisine iletmesi dileğiyle getirdiği
mesajın gerçek içeriği budur. Daha sonra Meclis, zafer güvence altında olduğu
sürece pazarlıklara razı olacağı yolunda bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu
mesaj dikkate alınmasa ve Türkler Parisli dostlarının dayatmasına karşı çıkacak
cesarete sahip olsalardı, karşılarında İttifak Devletlerinin Avrupa siyasetinde
parlak iflas örnekleri vermiş olan birleşik direnişini bulacaklardı.”

“Türklerin tek başlarına, Fransa`nın desteğini
almadan İstanbul’a saldırmaya cesaret etmeleri pek beklenemez.  
Creuşot toplarıyla Yunan ordularını yenebildiler ama, İngiliz açık deniz
filosunun gemi topları karşısında Fransızların Türklere verdiği 7,5 çaplı
toplar bile işe yaramaz. İngiliz dretnotlarına karşı belli bir başarı umuduyla
mücadeleye girişebilmek için Fransız emperyalizminin denizaltılarına ve
uçaklarına gereksinim vardır.

Fransa bugün, İngiltere ile bir ölüm-kalım
mücadelesine girişecek durumda mı, buna istekli mi? Fransız emperyalizminin
durumu buna elverebilir. Ama ne Poincare ne de Fransız kapitalistleri bugün
İstanbul uğruna bir savaşa girmeye isteklidirler. Emperyalist çelişmeler bugün
her zamankinden daha keskin, savaş etkenleri günden güne gelişiyor, ama henüz
olgunlaşmamış. Emperyalist devletlerin uzlaşmalar yoluyla bir denge kurma
çabaları her geçen gün, daha çaresiz, daha umutsuz bir durum gösteriyor, ama
şimdilik bu çabalardan vazgeçilmiş değil.

İngiltere ve Fransa, Doğu sorunu üzerine pazarlık
yapıyorlar. İngiltere savunmada/Fransa ise başarılı bir saldırganın tüm
üstünlüklerine sahip ve bundan acımasızca yararlanıyor. İngilizler, Anadolu`da
elleri kolları bağlı dururken, Fransız ağır sanayii, Alman büyük sermayesi ile
birleşmeyi gerçekleştiriyor. Lloyd George`un Doğu sorunun da kârarlı bir âdım
atılması isteğini Poincare, tazminat kavgasında kararlı bir adım atarak
cevaplıyor. Fransa, İngiltere`nin elverişsiz durumunu daha da kötüleştirmek
için elinden geleni yapmaktadır. Türkler, tarafsız bölgeye doğru ilerleyerek
İngiltere`nin elinden Boğazları koparıp alacak bir tehdit oluştururken, Fransa
bir çırpıda birliklerini geri çekmiştir. Bu davranış hem Kemal Paşa`ya bir
çağrı hem de İngiltere`ye yönelen bir tehdittir. İtalya, Doğu sorununda Fransız
siyasetine tamamen katılmaktadır. İngiltere yalnız kalmıştır. Avustralya
dışındaki tüm İngiliz sömürgeleri bile, Londra hükümetinin, İstanbul`a destek
birlikleri gönderilmesi isteğini geri çevirmiştir.

İşte bu durumda Fransa, savaşa başvurmaksızın büyük
ödünler koparabilir. Boğazları, şu ya da bu biçimde geçici olarak İngiltere`ye
bırakarak, Avrupa`daki planlarını gerçekleştirmek üzere kendine hareket
serbestisi sağlayabilir. Poincare, Ren Nehri bölgesinde kendisine tanınacak
üstünlük karşılığında, bugüne değin fiilen desteklemiş olduğu Türkleri feda
edebilir. İngiltere`nin önerdiği Doğu Konferansı toplanabilirse, bu tür bir
uzlaşmaya varılması mümkündür. O zaman İngiltere, “uluslararası
denetimin” temsilcisi olarak İstanbul`u elinde tutabilir. Paramparça
edilmiş Yunanistan, alsa alsa, teselli ödülü olarak Kıbrıs`ı alır. Türklere ise
Anadolu, doğu Trakya`nın bir kesimi ve Avrupa yakasında kısa bir kıyı şeridiyle
yetinmek düşer.

Fransız basını işte bu yolu öneriyor, İngiliz
gazeteleri de bunu akla uygun. Buluyor.”[13]

“Fransa, Türkiye`ye aşağı yukarı 3 milyar Frank
yatırdı. Bu, Türkiye`ye yatırılan tüm yabancı sermayenin yüzde 60,31`ini
oluşturmaktadır. Taş kömürü ocaklarında, Osmanlı Bankasında, demiryollarında,
tramvaylarda, limanlarda, bakır madenlerinde, yani her yerde Fransız sermayesi
başrolü oynuyor. Bazı işletmelerde tekel durumuna geliyor. Fransa`nın bu yüzde
60,31’inin zaferi, Kemal`in birliklerini İstanbul`a sevketti.

Ama Fransız borsasının sevinci kursağında
kalmaktadır. Çünkü Amerikan sermayesi sistemli bir biçimde Anadolu`nun petrol
yataklarına yaklaşmakta, ülkenin başlıca ulaştırma üslerine yerleşmekte ve
hegemonyayı elinden koparıp almak amacıyla Fransa`yla şiddetli bir rekabet
yürütmektedir.

Fransa, tüm Türk limanları, demiryolları ve
Türkiye`nin zenginliklerinin sömürülmesi konusundaki ayrıcalıkları her ne
pahasına olursa olsun elinde tutmaya çalışıyor. Amerika, petrol depolarını
Erzurum`a taşıyor ve demiryollarını eline geçirmek için şimdiden planlar
hazırlıyor. Doymak bilmeyen gözlerini Mezopotamya ve Musul üzerinde gezdiren
Amerikan yanki`sinde kendine yeni bir rakip gören İngiltere, çıldırtıcı,
neredeyse ölümcül bir humma nöbeti geçirmeye başlıyor. Tesbitleri, bugüne kadar
gizli kalmış tarihi gerçekleri ortaya koymaktadır.

Fransa, tüm Türk limanları, demiryolları ve
Türkiye`nin zenginliklerinin sömürülmesi konusundaki ayrıcalıkları her ne
pahasına olursa olsun elinde tutmaya çalışıyor. Amerika, petrol depolarını
Erzurum’a taşıyor ve demiryollarını eline geçirmek için şimdiden planlar
hazırlıyor. Doymak bilmeyen gözlerini Mezopotamya ve Musul üzerinde gezdiren
Amerikan yanki`sinde kendine yeni bir rakip gören İngiltere, çıldırtıcı,
neredeyse ölümcül bir humma nöbeti geçirmeye başlıyor. İtalya ayrıcalık
anlaşmaları yapıyor ve kendine önemli avantajlar sağlıyor. Türkiye üzerindeki
emperyalist pazarlıklar her geçen gün artmaktadır.[14]                                    

Fransa, Türkiye`nin baş alacaklısı durumundadır. Bu
yüzden Fransız sermayesi, Türkiye üzerindeki malî denetiminden vazgeçmek şöyle
dursun, Türk devlet borçlarının ödenmesini sağlama bağlamak için, Türkiye`den
gelir vaat eden birtakım tavizler isteyecektir. Türkiye`den ayrıcalıklar
istemede Fransız kapitalistleri, İngilizlerden geri kalmayacaklardır. Onlar da,
Türk hukukunu tanımak istemeyeceklerdir. Bu konuda bütün kapitalist dünya, tam
bir dayanışma içindedir. Hattâ Danimarka ve Norveç bile, açıklamalar yaparak,
Türkiye`yi kendileriyle eşit görmeye niyetli olmadıklarını belirtiyor ve iş
adamları için, Türk halkının kendi toprakları üzerindeki egemenlik hakkını yok
edecek nitelikte ayrıcalıklar istiyorlar. Peki o zaman, İngiliz ve Fransız
emperyalistlerinin Türkiye siyasetleri arasında nasıl bir fark vardır?”[15] İtirafları ise, hem Atatürk’ün
denge politikasını ve diplomasi dehasını; hem de Fransızların kahbelik
hesaplarını ortaya koymaktadır.

Karl Radek’in şu sözleri de bunun kanıtıdır:

“Türk topları ve süngüleri, İngiltere`nin maşası
Yunanlıların cephesini yardıktan sonra, Türk ordusunun Yunanlıları geri
püskürtüp Boğazlara yaklaşması üzerine, Türkiye, İngiliz emperyalizmine karşı
mücadelede Fransa`nın tam desteğini sağlayacağım ummuştu. Ama Türkiye daha
Mudanya Konferansında, bunun bir hayal olduğunu kavradı.” Arthur Rosenberg’in
“Önümüzdeki günlerde Paris’te toplanacak olan Doğu Konferansı, son bir yıllık
gelişmeyi bir sonuca bağlamayı amaçlıyor. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord
Curzon, Bay Poincare (Puvankare) ile masaya oturuyor, bunların yanına figüran
olarak bir de İtalyan Schanzer katılıyor ve işte böylece Doğuda barışın
yenilenmesi bekleniyor Kemal Paşa ile yaptıkları anlaşma Fransızların cebinde
zaten hazır Hani Fransız “sermayesine Türk topraklarında geniş
ayrıcalıklar tanıyan şu ünlü anlaşma. Bunun karşılığında Fransızlar Türklere,
Klikya bölgesiyle bu bölgenin doğusunda kalan bazı yerleri bıraktılar.
Fransa`nın bu armağanı ne de büyük bir cömertliktir Fransız hükümeti zaten
hiçbir biçimde kendine ait olmayan bir şeyi bağışlamış olmuyor mu? Klikya,
Milletler Cemiyeti`nin Fransa`ya verdiği görev üzerine bu devlet tarafından
yönetilen bir manda bölgesiydi. Şimdi Fransa bu görevi kötüye kullandı diye
İngiltere önemli bir ahlaki tepki gösterisinde bulunuyor, Klikya`daki
Hıristiyan Ermeniler yeniden Türk egemenliği altına girdikleri için feryat
figan ağlıyor. Ama İngiliz basını ne zaman ahlaki bir tepki gösterse bunun
ardında mutlaka bir çıkar sorunu varmıştır. Bu kez de öyle. Gerçekten de
İngiltere, Türklerin Mezopotamya kapılarına dayanmasıyla birlikte, zengin
petrol yatakları bulunan bu değerli ülke üzerindeki egemenliğinin tehye
düşeceğinden korkmaktadır. Çünkü Mezopotamya da yaşayan Müslümanlar, İngiliz
sermayesi tarafından sömürülüp posalarının çıkarılmasına karşı çıkmakta ve
Kemal Paşa tarafından kurtarılmayı ummaktadırlar.

Nasıl Türkiye Fransız sermayesinin himayesine
girdiyse, Yunanlıları da İngiliz sermayesi korumaktadır. Ama bilindiği gibi
geçen yıl Yunan saldırısı İç Anadolu`da tam bir bozguna uğradı Kemal Paşa`nın
ordusu üstünlüğünü kanıtladı ve Yunanlılar Batı kıyılarına püskürtüldü. Yunan
köylü ve işçileri, Atina ve Londra bankerlerinin çıkarları uğruna kanlarını
daha fazla akıtmaya istekli değildirler. Yunanistan`daki iktidar sahipleri
acınacak bir şaşkınlık içindedir. Atina`da hükümet bunalımı sürekli bir hal
almıştır.”

“Bugün Paris’te ele alınan en önemli somut çatışma
noktalarından ilki, Edirne ve Boğazlar sorununa sıkı sıkıya bağlı olan
İstanbul`un yazgısı sorunu, ikincisi de İzmir`in geleceğidir. Daha önce de
değinildiği gibi, İstanbul bugün aslında bir İngiliz sömürgesidir ve İngiliz
kapitalistleri bu mevkiyi olabildiğince uzun süre ellerinde tutmak istiyorlar.
Çünkü İstanbul, Karadeniz`in anahtarıdır. Ayrıca Rusya`nın Güney kapısının da
anahtarıdır ve İngiliz sermayesi, İstanbul`a sahip olmanın sağladığı siyasal ve
ekonomik olanaklardan yararlanmayı sürdürebilmek için herşeyi verecektir. Bu
konuda İngilizler, “deniz yollarının serbestliği” sloganına
sarılıyor, yani Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından serbest geçişin güvence
altına alınmasında diretiyor. İngiliz kapitalistlerine göre bu serbest geçişi
sağlamanın en iyi yolu, İstanbul`da, İngiliz askeri varlığının bulunmasıdır. Bugün
İstanbul’da, 4 Sultan ve onun atadığı göstermelik bir hükümet var. Ankara`daki
gerçek hükümet Paris Konferansına kendi Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey`i
gönderdi. Onun yanında İstanbul`daki kukla hükümetini sözde Dışişleri Bakanı
İzzet Paşa da Paris’te boy göstermiştir İstanbul beyleri kendi acılarından
bugünkü koşullar altında mümkün olan en akıllıca şeyi yapıyorlar: Ankara’nın
görüşünü nesnel olarak tamamen desteklemek, Türkler İstanbul’un ve ona komşu
olan Trakya bölgesinin, şimdi Yunanlıların yuvalandığı önemli bir kent olan
Edirne ile birlikte geri verilmesini talep ediyorlar. Türkler bu isteklerini
kabul ettirebilirlerse, İstanbul kentinin yanısıra Avrupa`da geniş ve askeri
açıdan çok önemli bir köprübaşı elde etmiş olacaklardır. Bugünkü koşullarda bu,
Türkleri destekleyen Fransa için bir üstünlük demektir. İngilizlerin,
Fransız-Türk saldırısını püskürtmek için neden herşeyini ortaya koydukları
şimdi daha iyi anlaşılıyor.”[16] Sözleri
İstiklal savaşımız sırasındaki dünya politikalarına ışık tutmaktadır.

“Kominist düşünürlerden Paul Levi ve benzerleri
bugün;,”evet, Türkiye`nin zaferi Fransa’nın zaferidir” demekle, iki hafta
erken kehanette bulunmuş oldular.

Çünkü Lozan Konferansı, uyanmakta olan Doğunun
karşısına dünya kapitalizmininin birleşik cephesinin nasıl dikileceğini açıkça
gösterecektir. Fransa Doğuda, Almanya`nın savaştan önceki rolünü oynamak
istiyor. Fransa İngiltere`nin karşısına oldukça büyük bir Türk bölgesi
çıkartmak istiyor; ama bunu, bu Türk bölgesine bağımsızlık vermek için değil,
tam tersine bu bölgeyi Fransız yayılmacılığının bir aracı haline getirmek için
istiyor. İşte bu yüzden Fransız hükümeti, Türkiye`ye Yunanistan`ı yenmesi için
yardım ettikten sonra, onu terkedecektir. Fransa, kapitülâsyonlar sorununda
olsun, Türkiye`nin mali denetim altına sokulması sorununda olsun İngiliz
emperyalizmi ile aynı tutumu alacaktır. O zaman kimin haklı olduğu ortaya
çıkacaktır. Bütün bu karmaşıklığa rağmen özünde devrimci bir hareket olduğu
için Türkiye’deki hareketin desteklenmesi gerektiğini savunan devrimci güçler
mi, Komünist Enternasyonal, Sovyet Rusya mı haklıdır, yoksa korkudan şaşırıp
önünü arkasını göremeyenler mi?[17] Sözleri
ve yine Heinz Neuman (Berlin) (21 Eylül 1922)
yazısındaki:           

“Doğuda Bozulan Denge”

“Barışsever Milletler Cemiyeti Cenevre`de
silahsızlanma üzerine fikir yürütedursun, Kemal Paşa ordularını, işi bitik
Yunan cephesinden Boğazların Asya kıyısına çekti bile. Türk ordularıyla
İstanbul arasında yalnızca, İngiliz birliklerinin koruduğu dar bir bölge ve
İngiliz savaş gemilerinin beklediği dar bir deniz parçası vardır. Anadolu`da
artık tek bir Yunan askeri bile yoktur. Kemal Paşa`nın egemenliği Kürdistan
dağlarından Akdeniz’in sularına erişiyor.

Böylece Doğu savaşının Türk-Yunan Savaşı sayfası
kapandı. Ama bu aşamanın sona ermesiyle çatışma çözülmüş olmuyor. İstanbul`u
Boğazları ve Önasya`yı ele geçirme çatışması daha yeni başlamaktadır. Türkler
hiç de İzmir`in kurtuluşuyla ve Yunanlıların Anadolu`dan atılmasıyla yetinmeye
niyetli görünmüyorlar. İstanbul’u istiyorlar, Trakya`nın Meriç Nehri`ne kadar
gelen bölümünü istiyorlar, kısacası Türkiye`nin Avrupalı bir Balkan devleti
olarak yeniden kurulmasını istiyorlar.” Tesbitleri, Atatürk’ün; bir müddet
onlardan görünerek, Siyonist ve emperyalist gizli güç odaklarını uzun zaman
oyalayıp aldattığını ortaya koymaktadır.

M. N. Roy’un LOZAN KONFERANSI ile İlgili 12 Şubat
1923 Tarihli Söylevi:

Ankara heyeti, Türkiye halkının gücüne dayanarak
kazanmış olduğu durumunu zayıflattı ve dolayısıyla da aslında zor durumda olan
müttefik devletler emperyalizmine kendi koşullarını kabul ettirmedi.

Anadolu savaş meydanlarında kahramanca mücadeleyle
elde etmiş olan kazançların çoğu, zarif görüşme salonlarında birer birer teslim
edildi. Türkiye halkının kurtuluşu, geçmişte olduğu gibi bugünde hâlâ
gerçekleşmemiş bir hedef olarak durmaktadır ve emperyalizmin dolaylı ya da
dolaysız egemenliğine kesin olarak son vermek için güçlü bir mücadele daha
yürütmek gerekecek.

Lozan`da üçlü bir mücadele verildi. Bu mücadele bir
yandan Fransızlarla İngilizler arasında, öte yandan da Türkler ile, aralarında
“seyirci” olarak Amerika`nın da bulunduğu bütün büyük emperyalist
devletler arasında geçmekteydi. Türkiye halkının kaderini ilgilendiren
belirleyici kararların alınmasında, Türk heyetine çok az söz hakkı tanındı. Bu
kararlar daha çok tek başına müttefik devletler tarafından alındı ve sonra da
korkutucu bir ültimatom şeklinde Ankara heyetine sunuldu. Kararlan
hazırlayanlar bunu, belli bir Fransız kapitalist grubunun desteğini yitirmeyi
göze alarak yaptılar. Oysa Ankara hükümeti, tutumunu tamamen bu grubun aslında
su götürür dostluğuna güvenerek ayarlamıştı.

Buna rağmen, Türkiye`ye tanınacak hakların
saptanmasında gene de bazı pürüzler ortaya çıktıysa, bunun
nedeni, aslında, İsmet Paşa`nın gösterdiği direnmeden, müttefik
devletlerin önce kendi aralarındaki çeşitli çıkar çatışmalarını halletmek
zorunda olmalarıydı.

Kuşkusuz Ankara heyeti bu çatışmalardan yararlanmayı
bildiği için kendini kutlamaktan geri kalmadı, ama Ankara hükümetinin aslında
bütün konferans boyunca yaptığı, bütün bu emperyalist rekabetin en çaresiz
kurbanı olduğunu kanıtlamaktan başka bir şey değildi.

Nitekim İngilizlerle Fransızlar arasındaki
çatışmanın her alevlenişinde, entrikacı Fransız diplomasisi, Türk heyetini
İngilizlere karşı tavrını sertleştirmeye, örneğin İngilizleri Yakındoğuda
ilişkilerini kesmekle tehdide yöneltiyordu. Lozan manevralarının amacı, egemen
Türkiye devleti ile tantana ile açıklanacak bir barış anlaşması yapmanın
ötesinde, Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin Ortadoğu`daki karşılıklı sömürü
alanlarını belirleyecek bir anlaşmayı gerçekleştirmekti. Bu mücadele içinde en
önemli etken olarak görünen Türkiye`ye ise, burada sadece bir piyon rolü
tanınmıştı. Zaten bu emperyalist haydutlardan daha iyisi de beklenemezdi. Ne
var ki, bütün bu sorunda üzücü olan, Ankara hükümetinin, daha doğrusu
iktidardaki partinin, daha önce kazanmış olduğu kolay kolay sarsılmaz mevzileri
gönüllü olarak terk ederek, bu hiç de imrenilmeyecek duruma düşmesidir.

“Lozan Konferansı, emperyalist devletlerin öncelikle
de İngiltere ve Fransa`nın Türkiye`ye ve Balkanlara karşı güttükleri istilacı
hedefleri yeniden saptama olanağı verdi. Emperyalist savaştan sonra
İngiltere`nin ve Fransa`nın Yakındoğu siyaseti ana hatlarıyla şöyledir: Deniz
ve kara gücüne dayanan İngiltere başlıca düşmanları olan emperyalist Almanya
ile Rusya`nın Yakındoğuda uğradığı yenilgiden de yararlanarak Boğazları ve İstanbul`u
ele geçirmeyi, böylece Türkiye`yi parçalayarak onu Balkanlarda ve Anadolu’da
kendi egemenliğine sokmayı amaçlıyor; bunun yanısıra Asya`daki sömürgeleri
üzerindeki etkisini de güvence altına almaya çalışıyor. Fransa, Türkiye’nin
bölünmesini istemiyor. Çünkü alacaklarını ve Türkiye`ye yaptığı yatırımları
korumayı düşünüyor; Türkiye`yi ekonomik ve parasal açıdan ele geçirerek onu
sömürgeleştirmek istiyor. Fransa ile İngiltere`nin emperyalist çıkarları
arasındaki bu zıtlık, Türkiye`ye karşı uyguladıkları siyasetteki çelişkiyi
açıklamaktadır.

Ama Türkiye tam bağımsız bir devlet olma isteğim
dile getirir getirmez, tüm kapitülasyonları, mali denetimi büyük kapitalist
devletlere olan her türlü bağımlılığı silkip atma yoluna gider gitmez,
İngiltere ile Fransa arasındaki bu düşmanlık da derhal geri plana düştü.
İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin sırtından geçici bir birlik kurdular. Buna
göre İngiltere, Almanya’nın Fransa tarafından sömürülmesi ve ona tabi olması
projesine razı oldular”[18]

Arthur Rosenberg’in “LOZAN`DAKİ YENİ KONFERANS”
başlıklı 13 Nisan 1923’teki Sözleri (Berlin):

Curzon’un Lozan`dan ayrılmasıyla İngiliz
emperyalizmi, yeni Türkiye ile karşılıklı görüşmeler dönemini kapattığını ve
bundan böyle Kemal Paşa hükümetini diktatörce tehditlerle boyun eğmeye
zorlayacağını anlatmak istiyordu. Lord Curzon, ülkesine döndü ve artık
diplomatların yerine, Boğazlarda İngilizlerin Akdeniz filosuna bağlı
zırhlılarının konuşması karara bağlandı. Gelgelelim bu arada İngiliz topçuları
ateş açmamış ve İngiliz diplomatları Lozan`a geri dönmek zorunda kalmışlardır.
Hiç kuşkusuz Lord Curzon için, siyasetinin fiyaskoyla sonuçlandığı bir sahneye
yeniden çıkmak oldukça can sıkıcıdır. Bu yüzden Lord Curzon`u, İngilizlerin
bugüne kadar İstanbul komiserliğini yapan Sir Horace Rumboİd`un temsil etmesine
karar verilmiştir. Neyse, bütün bu ayrıntılar bir yana, Lozan görüşmelerinin
yeniden başlaması bile, İngilizlerin Doğu siyasetinin yeni bir yenilgisi ve
milliyetçi Türkiye`nin yeni bir başarısı anlamını taşıyor.”[19] Tesbitleri
yakın tarihimizdeki yıkımların nedenlerini açıklamaktadır.

Ve yine Hollandalı Aydın
Kavesteyn’in “Yoldaşlar, Osmanlı İmparatorluğu için emperyalist savaş çağı
daha doğrusu emperyalizmin yol açtığı savaşlar çağı, 1911 yılında İtalya`nın
Trablusgarb macerasıyla resmen açılmış oldu. Emperyalizmin o güne kadar
böylesine küstahça davrandığı görülmemişti demek, abartma olmaz.
Emperyalistler, 1908’de Bosna-Hersek`in Avusturya`ya ilhakı konusunda, hiç
olmazsa bahaneler uydurmaya çalışmışlardı. İtalyanların saldırısı konusunda ise,
yırtıcı hayvanın avından aldığı zevk dışında hiç bir geçerli özür yoktur.
Olayın ayrıntılarını hatırlarsanız, aslında hâlâ yoksul bir ülke olan
İtalya`nın bazı büyük bankalar tarafından bu çapulculuğa zorlandığını, bu
bankaların küstahça bir pervasızlık içinde kirli işlerini ortaya serdiklerini
de görürsünüz. İtalya savaşa girdi, çünkü Banco di Roma onun savaşa girmesini
istiyordu. Bu çapulculuk seferi, emperyalizmin utanmazlığını bütün
çıplaklığıyla gösteren, okul kitaplarına girecek bir örnektir.

Sizlerin de bildiğiniz gibi İtalyan-Türk savaşı
yerel olarak kaldı, genel bir savaşa yol açmadı. Bunun nedenlerinden biri de,
İtalya`nın akıllıca davranarak, “doğal” yayılma alanı Arnavutluk`a
dokunmamasıdır. Dokunsaydı, büyük bir olasılıkla, “müttefiki” Tuna Monarşisiyle
doğrudan doğruya kapışmak zorunda kalacaktı.

Sonuç olarak, İtalyan-Türk savaşını, 1912 yılında
Lozan`da yapılan barıştan da anlaşılacağı gibi büyük soyguncu devletlerin
Yakındoğu sorununu çözümsüz bırakma isteklerinin bir belirtisi olarak görebiliriz.
Bu sorunun çözümü demek, dünyayı ateşe vermek demekti.”

Madde I. Atatürk’ün Musul ve Petrol Duyarlılığı
ve İsmet Paşanın Tutarsızlığı:

Petrol sorunu, belki de şu anda Sovyet Rusya ile
savaş olasılığından çok daha büyük bir rol oynamaktadır. Buna karşın, bu sorun
üzerinde çok az durulmuştur. Petrol, açık tartışmaların ışığını sevmez.

Bu soruna “Chicago Tribüne” muhabiriyle
yaptığı görüşmede ilk kez Kemal Paşa değinmiştir.

Muhabir, Kemal Paşaya şunu sormuştu: “Ekselans,
uluslararası siyasette petrol sorununun önemini bilen herkes, İngiltere`nin
büyük petrol kaynaklarına girişi güvence altına almak zorunda olduğunu, aksi
takdirde büyük devlet olarak varlığının sona ereceğini anlar. Bu yüzden
Mezopotamya`daki petrol kaynakları sorununun, İstanbul sorunundan, hattâ belki
Boğazlar sorunundan bile daha büyük bir önem taşıdığını düşünüyorum.
İngiltere`nin Mezopotamya`daki petrol kaynaklarına girişi güvence altına almak
çabaları konusunda Türk Ulusal Hükümetinin tutumunu açıklamak ister
misiniz?” Gazeteciler, soru sordukları kimseye, o kimsenin konuşmak
istediği konuda soru yöneltmeye dikkat ederler. Bu yüzden Kemal Paşa şöyle
cevap verdi: “…Burada söz konusu olan bölgeler, Misakı Millî sınırları
içinde yer alan Musul Vilayetinde bulunmaktadır. (Yani Ankara hükümeti,
Musul`daki İngiliz mandasını tanımıyor, tam tersine Musul`u Türk bölgesi
sayıyor-K.R.) Bu bölge halkının çoğunluğunu Türkler oluşturmaktadır. Bu
bölgenin petrol kaynaklarını işletmek için, ille de orayı işgal etmek
gerektiğini düşünmüyorum. Amerika`nın ülkemizde siyasal bir hedefi olmadığı
için, kimse Türk petrolünün Amerika tarafından işletilmesine bir şey demez.
İngiltere`nin de aynı tutumu benimsemesi, kendi açısından çok daha mantıklı
olurdu.” Muhabir sormaya devam etti: “Yani İngiltere, Mezopotamya`daki
Kürt bölgelerinden çekilmeye karar verse bile, oralarda petrol çıkartma
olanağını koruyabilecek midir?” Kemal Paşa`nın cevabı şöyle oldu:
“İngiltere orada diğer halklarla aynı haklara sahip olur.”

“Daily News” gazetesinin İstanbul muhabiri
General Morris ise, Kemal Paşa`nın hiç sözünü etmediği konulara işaret
etmektedir. General Morris, Fransız hükümeti adına Franklin Boullion tarafından
Ankara hükümetiyle imzalanan anlaşmada, Türkiye`ye karşı kendisini desteklediği
takdirde Türkiye`nin Fransa`ya Musul petrol imtiyazlarını vaat ettiğini ve bu
konuda pazarlıkların devam ettiğini belirtiyor. Amerikan gazeteleri, savaş
öncesinden beri Türkiye`de ekonomik faaliyetini geliştirmeye çalışan Amerikan
Çester grubunun, şimdi petrol konusunda Ankara ile pazarlıkta bulunduğunu
bildiriyorlar.

İşte şimdi petrol, Boğazlar sorununu aydınlatmaya
başlamaktadır. Bugüne kadar kamuoyundan gizlenen birçok şey şimdi
aydınlanmıştır. Pasifist Lloyd George bile, kafasının içini işte bu petrol
aydınlattığı içindir ki 16 Eylülde silaha sarılmıştı.

Musul petrol kaynakları sorununun çok uzun bir
tarihi vardır. Burada, ancak Yakındoğu sorununun ilerdeki evrelerinin
anlaşılması için gerekli olan en önemli bilgileri ele alacağız.

1916 yılında İngiltere ve Fransa, Musul`da Fransa`nın
belirleyici nüfuzunu güvence altına alan bir antlaşma imzaladılar. Ve ateşkes
imzalanmasından sonra, İngiliz hükümetiyle çok sıkı ilişkisi olan “Royal
Dutch-Shell” tröstünün Başkanı Bay Detering, “barış antlaşmasına göre
Fransa`nın payına düşecek petrol işletmelerinde Fransız hükümetine yardımda
bulunmaya hazır” olduğunu bildirerek, Klemanso`ya (Clemenceau) başvurdu.
Bu pazarlıklar çok uzun sürdü. Nihayet 15 Nisan 1920 tarihinde San Remo`da,
Fransa ve İngiltere, her iki ülkenin Kuzey Afrika`daki İngiliz sömürgelerinde,
Romanya`da ve Mezopotamya`daki petrol ilişkilerinin düzenlenmesi hakkında bir
anlaşma imzaladılar. Mezopotamya konusunda, anlaşma şöyle demektedir:

“Verimli olduğu takdirde, İngiliz hükümeti,
Mezopotamya`daki petrol üretiminin yüzde 25`ini, zamanın geçerli piyasa fiyatı
üzerinden Fransa`ya vermeyi kabul eder. Buna karşılık Mezopotamya petrol
sanayiinin geliştirilmesi için bir özel şirketin çalışması halinde, İngiliz
hükümeti bu şirket paylarının yüzde 25`ini Fransız hükümetine bırakmakla yükümlüdür.
Bu pay hakkının fiyatı, şirketin diğer paydaşlarının ödediği fiyattan daha
yüksek olamaz. Bu şirket devamlı olarak İngiliz yönetimi altında bulunacaktır.

“İngiliz hükümeti, petrol borularıyla İran`dan
Karadeniz`e taşınacak petrol miktarının yüzde 25`inin İngiliz-İran şirketi
tarafından Fransız hükümetine tazmin edilmesini öngören anlaşmayı destekler. Bu
borular Fransa`nın mandası altındaki bölgelerden geçebilir. Petrol borusunun
döşenmesine Fransa yardımcı olur. Petrol fiyatları konusunda Fransız hükümetiyle
İngiliz-İran şirketi arasında özel bir anlaşma yapılacaktır.

“Bu durumda Fransız hükümeti kendi nüfuz
bölgesinde, eğer istenirse, iki Özel petrol boru hattı ve demiryolu kurulmasına
izin verir. Bu petrol hattı ve demiryolu, Mezopotamya ve İran`da petrol
kaynakları işletmesinin kurulması, çalışması ve petrolün Akdeniz`deki bir
limana veya limanlara iletilmesi için gereklidir. Liman veya limanlar her iki
hükümetin karşılıklı anlaşmasıyla belirlenir.

“Böyle bir petrol boru hattı veya demiryolu,
Fransız nüfuz alanlarından geçtiği takdirde, Fransa, bölgesinden geçirilen
petrol üzerinden hiç bir gümrük ve harç almamayı kabul eder. Ancak toprak
sahiplerine, kullanılan arazi için tazminat ödenecektir.

“Fransa aynı biçimde varış limanında depo,
demiryolu vb. için gerekli araziyi sağlamayı üstlenir. Bu yolla ihraç edilecek
petrol, her türlü ihracat ve transit gümrüğünden bağışıktır. Petrol kuyularının
kurulması için gerekli malzeme de aynı biçimde, hiçbir ithalat gümrüğüne tabi
değildir.

“Adı geçen petrol şirketi, Basra Körfezine bir
petrol boru hattı ve demiryolu döşemek isterse, İngiliz hükümeti yukarıda
sayılan şartları aynen gerçekleştirmeyi kabul eder.”

Nasıl oldu da, Fransa Musul`daki haklarından
vazgeçti ve oradaki üretimin sadece yüzde 25`ini, hem de ürün şeklinde değil
de, yalnızca piyasa fiyatına almayı kabul etti? Kendi lehine olan bu anlaşmayı
haklı göstermek için İngiliz hükümeti savaş öncesinde, 1914 yılında Alman
kapitalistleriyle ve Türk hükümetiyle imzaladığı bir anlaşmaya dayanmaktadır.
Bu anlaşmaya göre petrol üretiminin yüzde 50`si İngiltere`ye, yüzde 25`i Türk
hükümetine ve yüzde 25`i ilgili Alman kapitalistlerine kalıyordu. Şimdi
İngiltere Mezopotamya üzerinde manda sahibi olduğu gerekçesiyle, eski yüzde
50`den başka bir de Türkiye`ye düşen payı almaya hak kazanıyor ve Fransa`ya da
Alman payı olan yüzde 25`i bırakıyordu.

“Bir petrol barışı yapılmıştır ve San Remo
Anlaşması da mezara gömülmüştür; ama resmi olmayan bu barış, maalesef Amerika
ile müttefikler arasında resmi bir anlaşma biçimini henüz alamamıştır. Bunu
gerçekleştirmek her halde mümkündü. Fransa ve İngiltere, petrol üzerindeki
ticari egemenliğinin savaşa hazırlıkta belirleyici etken olmadığını artık fark
etmelidirler. Fransa, Romanya petrollerine sahip olsa bile, eğer savaş durumunda
Romanya ve Boğazlar üzerinde askeri üstünlüğe ve deniz üstünlüğüne sahip
değilse, bu petrollerden hiç bir yarar sağlayamaz. İngiltere Basra Körfezini ve
ulaşım yollarını elinde tutmazsa İngiliz-İran Petrol Şirketinden hiç bir yarar
elde edemez. Askeri egemenliği ve deniz egemenliğini sağlayan petrol değildir.
Tam tersine, askeri egemenlik ve deniz egemenliğine sahip olmak petrolü
sağlar.”

Burada çelişkili bir durum söz konusudur, çünkü
askeri üstünlük ve denizde üstünlük, filonun motorları, motorlu taşıtlar ve
uçaklar için benzini gerektirir ama bu çelişme, aynı zamanda şu derin gerçeği
de içermektedir: Romanya ve Mezopotamya petrolünü ele geçirdikten sonra
İngiltere ve Fransa`nın Boğazlan işgal etmeye gereksinimleri vardır. Romanya
petrolü için bu açıktır, çünkü boğazlardan nakledilir. Mezopotamya petrolüne
gelince, gerçi petrol boruları Suriye üzerinden geçecektir ama savaş durumunda
müttefikler İstanbul`u dretnotlarıyla tehdit olanağına sahip değillerse, Türk
hükümeti de petrol naklini durdurma olanağına sahip olacaktır. İşte bu yüzden
Boğazlar üzerinde egemenlik İngiliz ve Fransız emperyalizminin sürekli bir
isteğidir ve eğer İngiltere Amerikalıları tatmin ederse” Amerika da
Boğazların müttefiklerin elinde bulunmasını destekler. Bu, Yakındoğu sorununun
gerginleşmesinden sonra İngiltere`nin neden hemen Amerika`ya başvurduğunu ve
Dışişleri Bakanı Bay Hughes`un İngiliz temsilcileriyle görüştükten sonra
Boğazlar üzerinde fiili bir denetim olması gerektiğini neden açıkladığını
ortaya koyar. Musul petrolünün bölüşülmesinde bir uzlaşma sağlandıktan sonra
İngiltere, Amerika ve Fransa`nın petrol tekelleri, Boğazların müttefiklerin
elinde tutulması için var güçleriyle mücadele edeceklerdir; ama bugün, yani
henüz petrolün bölüşülmesi için çatışmalar sürerken, Türkiye`nin şu ya da bu
parçasını birbirlerine vaat etmekle meşguller. Fransa ile Amerika İngiliz
petrol kaynaklarını yağmalamak istiyorlardı. Dolayısıyla Musul`un Türk
birlikleri tarafından işgali ve İngiltere`yi savaş tehdidi altında tutan
Boğazlar buhranının uzaması onların yararınadır. Ama aralarında bir anlaşma,
sağladıkları takdirde derhal Türkiye`ye karşı ortak bir cephe
oluşturacaklardır.

Türkiye petrol tröstleri arasındaki çelişmelerden
yararlanmakla doğru hareket etmektedir. Fakat şunu da hatırından
çıkartmamalıdır: Petrol kralları arasındaki mücadeleye kurban gitmemesi için
tek güvence, kendi gücüne ve bugün petrol krallarının çatışmasının hedefini
oluşturan halkların gücüne güvenmesidir. Kafkasya petrolü de, müttefiklerin
Sovyet iktidarına karşı verdikleri mücadelede büyük bir rol oynamaktadır.
Önümüzdeki günlerde bu soruna ilişkin bir rapor vereceğiz. Uluslararası
sermayenin petrol cephesinin karşısına, bu uluslararası sermaye boyunduruğuna
karşı ellerindeki tek savunma aracı petrol olan halkların oluşturduğu cephe
çıkartılmalıdır.”[20]

Sözleri bünyesinde çok önemli mesajları barındırmaktadır.
Atatürk’ün çok yönlü ve birkaç yüzlü politikalarının mana ve maksadına işaret
olunmaktadır… Bunun yanında İsmet İnönü gibi Mustafa Kemal’in kadrosu sayılan
bazı kişilerin çapsızlığına ve Atatürk’ün işlerini zorlaştırmaktan ve başını ağrıtmaktan
başka işe yaramadıklarına parmak basılmaktadır. Hatta Atatürk’ün bazı proje ve
planlarına akılları yatmamakta ve bunlar acizlik ve teslimiyetçilikle
yorumlanmaktadır.

M. N. Roy 12 Şubat 1923’te şunları yazmaktadır:

Gerçi Ankara hükümeti bir mücadele yöntemini
benimsemişti. Ancak kendine devrimci hedefler koymadığı için emperyalistlerin
oyununa geldi. En azından Türkiye`nin bağımsızlık davasını bugün için tehye
attı. Ankara hükümeti artık önder rolünü yitirmiştir. Tarih, onun hakkındaki
hükmü bir gün verecektir. Türk halkının kesin kurtuluşu, çok daha devrimci bir
önderliği gerektirmektedir.

Ankara hükümeti, zaferi kazanmış olan ulusal ordusu
İstanbul kapılarına dayandığı bir anda, devrimci Rusya`nın kayıtsız şartsız
destek önerisini reddederek, şımarık Bay Franklen-Buillion`un temsil ettiği
Fransız sermayesinin hilekarca uzattığı eli yeğ tutmakla, zaten doğal sonucu
işte Lozan`daki bu utanç verici yenilgi olan yola da adımını atmıştı.

Ne var ki bu yenilgi, başlı başına Türk bağımsızlık
mücadelesinin yenilgisi demek değildir. Çünkü bu mücadele, tarihi bir
zorunluluktur, dolayısıyla da sonunda başarıya ulaşacaktır. Bu yenilgi,
milliyetçiliğin belli bir kanadını ve bu kanadın izlediği uzlaşma taktiğinin
yenilgisidir. Bugün Ankara`daki iktidar, Türkiye halkının Sovyet Rusya`nın
yardımıyla toplumsal devrim yolunda ilerlemesindense, Türk işçi ve köylülerini
Fransız malî sermayesinin sömürüsüne teslim etmeyi bin kere yeğ tutuyor.

Devrim korkusu, Ankara`daki iktidarı Fransız malî
sermayesinin kollarına attı. Fransız sermayesi de ister tek başına ister
İngiliz kapitalizmi ile birlikte olsun, Türkiye`nin devlet bağımsızlığını kağıt
üzerinde kalan bir söz derekesine indirgeyecektir. Fransız kapitalizmi, hiç
değilse, Türk hakim sınıflarına kendi kölelerinin Ankara`daki bekçisi görevini
veriyor, oysa Sovyet Rusya ile ortaklaşa yürüteceği mücadele, Türk köylülüğünün
özgürlük yolunda tehli bir şekilde ileri gitmesini beraberinde getirebilirdi.
İşte hem Mudanya`daki Türk generallerinin, hem de Lozan`daki Türk
diplomatlarının elini kolunu bağlayan da bu düşüncelerden başkası değildi.

Lozan Konferansının aniden yarıda kesilmesi, Fransa
ile İngiltere`nin Ortadoğu konusunda varmış oldukları anlaşmayı tehye
düşürmüştür. Genel olarak konferansın yarıda kesilmesinden Türkiye`nin uzlaşmaz
tavrı sorumlu tutuluyor. Ama bundan daha yanıltıcı bir şey olamaz. Türkiye`nin,
daha önce varılan anlaşmayla ne kadar ilgisi varsa, Konferansın yarıda
kesilmesiyle de o kadar ilgisi vardır. Lozan Konferansının dağılmasının gerçek
nedeni, Musul petrollerinin bu arada Ruhr kömürüyle karışması sonucunda yangın
tehsinin artmasında yatıyor.

San Remo Anlaşmasının arkasında, Lord Curzon
tarafından temsil edilen İngilizlerle Bay Barreres tarafından temsil edilen
Fransızlardan oluşan bir kapitalist grup bulunuyordu. Bu yüzden Fransa ile
İngiltere, Lozan`da başlıca çekişme konusu Musul petrolleri olduğu sürece,
biçare İsmet Paşa`ya birbiri ardına acı Yenilgiler tattırma konusunda pekâlâ
işbirliği yapabiliyorlardı.”[21]

Mustafa Kemal’in bazı tavırlarını teslimiyet; bazı
stratejik geri adımlarını ise, ihanet olarak değerlendiren dönemin sosyalist
aydınları da, onun asıl hedefini kavrayamadıklarından, aldanmaktadır.

“Öte yanda ise Türkiye mücadelesi örneği var.
Bu mücadele halen sürmektedir. Türkiye halkının kazandığı önemli zaferin, bugün
hareketin başında olan feodal askeri klik yüzünden, akılcı sonuçlara
götürülemediğini hepiniz biliyorsunuz. Türkiye halkının nihai kurtuluşu Türk
ulusunun siyasal ve ekonomik bakımdan bütünüyle kurtulması sırf küçük bir
feodal askeri kesimin çıkarları korunsun diye tehye atılmıştır ve atılacaktır.
Bu kesim, kendini bir grup emperyaliste satmayı çıkarlarına uygun gördü; bir
emperyalist gruba karşı öteki ile birleşmeyi ise, çıkarlarına daha da uygun
görmektedir. Bu tutumları belki gruplarının daha da genişlemesine ve Mustafa
Kemal Paşa`nın Sultanın yerine tahta çıkmasına hizmet edebilir.

(Mustafa Kemal Paşa, esas olarak İngiliz
emperyalizminin bir aletiydi) ama Türkiye`nin ulusal sorununun çözümüne
kesinlikle hizmet etmez. Bundan daha iki-üç ay önce, dünyadaki tüm devrimci
unsurlar Mustafa Kemal Paşa`nın zaferlerini coşkuyla selamlarken, bugün Kemal
işçilerle köylülerin devrimci gücü sayesinde kurtulmuş olan özgür Türkiye`de,
bu işçilerle köylülerin iyiliği için çalışan herkesi zalimce kovuşturuyor. İşte
bu olgu, bu tür ülkelerin birinde ya da ötekinde burjuvaziyle feodal askeri
kliğin milliyetçi devrimci mücadelenin önderliğini üstlenebileceğini, ama bir
noktadan sonra bu insanların harekete mutlaka ihanet ederek. karşı-devrimci bir
güce dönüşeceklerini kanıtlıyor.”[22]

Yaklaşımları bu yanılgılarını yansıtmaktadır.

“Türkiye`nin devlet borçları, bugün 140 milyon Türk
Lirasına ulaşmış bulunuyor. Fransa`nın bu borçtan yüzde 60`ın üstünde alacağı
vardır. Türkiye, borçlarını ödemek için yılda aşağı yukarı 9 milyon Türk Lirası
vermek zorundadır. Savaş öncesi döviz kuruna göre, bu, 220 milyon altın frank
veya 45 milyon dolar yapmaktaydı. İşte son derece yoksul ve harap Türkiye,
böylesine dev bir miktarı, Fransız ve Belçika bankerlerine ödemek zorundaydı.

Savaş, fiyatlarda büyük bir devrime yol açtı.
Savaştan önce, bir Türk lirası ile yuvarlak hesap 23 altın frank alınabilirken,
bugün sadece 10,5 frank alınabilmektedir. Üstelik bu da altın frank değil,
banknot franktır. Demek ki, Türkiye borçlarını banknot frank olarak ödeyecek
olursa, bugün 9,5 milyon Türk Lirası, sadece 100 milyon banknot frank
yapacaktır.

Fakat sadece yenik Türk Lirasının değil, galip
frankın da değeri düşmüştür. Ödenecek tutarı dolar olarak hesaplarsak, Türk ve
Fransız önerilerinin arasındaki fark daha da büyür. 1913 yılında 100 frank için
ancak 6,18 dolar alınabilir. Böylece, ödenecek tutar (100 milyon banknot
frank), savaştan önce her yıl ödenen 45 milyon dolar yerine, bugün sadece
6.200.000 dolar yapacaktır. Türk heyeti, bugünkü frank değerinin on yıl için
sabitleştirilmesinde ısrar etti. Bu durumda müttefikler, on yıl boyunca aşağı
yukarı 400 milyon dolarlık bir zarara uğrayacaktılar. Bu yüzden, müttefiklerin
Türk tasarısını ciddiye almamaları ve ona tamamen fantezi bir öneri gözüyle
bakmalarına, hiç şaşmamalıdır.

Fakat Türk heyeti, gayet berrak fikirlerden hareket
etmekteydi. Fransızların direttikleri 9,5 milyon Türk lirasının altın frankla
ödenmesi şekli, yıllık ödeme tutarını 28–30 milyon Türk banknotuna
çıkartacaktı. Yani, aslında 100 milyon Türk Lirasını bile bulmayan Türk
hükümeti bütçesinde bu borç ödeme, toplam bütçenin üçte birini oluşturacaktı.

Bunun tam on bir yıl süren bir savaştan çıkmış bir
ülke için, kesinlikle kabul edilemez bir şey olduğu çok açıktır.

İşte Lozan Konferansı, Mayıs başından Temmuz
ortalarına kadar bu ödeme yöntemi sorununa saplanıp kaldı. Görüşmeler, ölü
noktayı aşamadı.”[23] Sözlerinden
de anlaşılıyor ki:

Atatürk Fransız patentli Siyonist Yahudi
Bankalarına; “Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve tanındıktan sonra
onların bütün borçlarının ödeneceği, kaldırılacak kapitülasyonların yerine,
yeni yatırım ve kazanç imkanları verileceği” garantisi vermek suretiyle…

Ve yine İngiliz Yahudilerinin “Anadolu gizli siyon
Devleti” hayallerine yakın ve yatkın görünmesiyle, hem onları biribirine karşı
kullanmış, hem de kurtuluş savaşını daha kolayca ve en az zayiatla kazanmıştır.

İngiltere’nin ve özellikle, Yahudilerin güdümündeki
Lloyd George’nin Atatürk’ün Ankara hükümetini hemen tanımasına ve Lozan’da
önemli tavizler koparılsa da, sonuçta Türkiye Cumhuriyetinin resmen kurulmasına
şaşırmaktadırlar.

“Türklerin ayaklanmasından bu yana İngiltere`nin Bay
Lloyd George yönetiminde oynadığı rolü açıklamak çok güç. Hatta ilk bakışta
bunu anlamanın olanaksız olduğunu söylemek geliyor insanın içinden. Bay Lloyd
George`un Türklere ve İslam alemine karşı takındığı tutum, İngiliz
İmparatorluğunun gerçek çıkarlarıyla uyuşmuyor. İngiltere’nin emperyalist büyük
basını, Türklerin geçen Eylül’de tüm dünyaya kendini kabul ettiren gücünün
böyle yeniden canlanmasına pek basit bir açıklama yolu buldu. Bu açıklama, bir
çeşit tılsım, Binbir gece masallarına layık bir buluştur. Buluşu: “Moskova`nın
parmağı”. 6 Ekim tarihli “Times” şunları yazıyor:

“Şu meşum Konstantinopol şehrinin etrafında
garip bir biçimde birbirine karışmış tarihi güçler ağlarını örüyor. Ön planda
Türkler var. Arka planlarda ise, Rusya’nın yönettiği bir güç, yabancı ve fesat
dolu bir güç var. Bu gücün güttüğü emellerle Türklerin ulusal özlemlerinin
ortak hiçbir yanı yoktur ve bu emeller İttifak Devletlerinin uğrunda savaşa
girdiği her şeyle de kesinlikle çelişmektedir.”

Gazete şöyle devam ediyor:

“Kemalistler, Bolşeviklere çeşitli açık ya da gizli
anlaşma ve sözleşmelerle bağlanmıştır. Yunanistan`la savaş nedeniyle Batıdan
koptukları uzun dönem, onlara Bolşeviklerle birleşme dışında bir seçenek
bırakmadı. Bolşevikler bol para ve cephanelikle Kemalistler’in yardımına koştular
ve siyasetlerinin bütün sırlarına sızdılar. Sovyet Moskova`nın yardımıyla
Türkiye yeniden hayata kavuştu. Ama Sovyetlerin amacı, Türkiye`yi yaşatmak
değil, Batı kültürüne en zayıf olduğu noktada, yani Balkanlarda yeniden
saldırarak yeni yeni huzursuzluklar çıkarmak, böylece de bitkin Avrupa`da
devrimci eylemi yeniden başlatabilmektir”

Yazının devamı şöyle:

“Bolşevikler, Güneydoğu Avrupa`nın huzursuzluk
içindeki ülkelerine sızabilmek için Türklerin ulusal çabalarından yararlanmaya
çalışıyorlar.” “Times” gazetesi, Bolşevizmin bugün Balkan
ülkelerine yerleşmek için sahip olduğu olanaklara dikkati çekiyor ve
Bolşeviklerin bu amaçlarını gerçekleştirmeden engellemenin müttefiklere düşen
görev olduğunu söylüyor.”[24]

İfadeleriyle Lloyd George’un İngiliz çıkarlarına
aykırı biçimde Lozan’ı imzalayıp Bağımsız Türkiye’yi tanıması hayretle
karşılanmaktadır.

“Lloyd George’u ideolojik etkilerin de yönlendirdiği
kuşkusuzdur. Bu adam, dar kafalı yobaz Hıristiyanlık anlayışı yüzünden, ister
Yunanlı ister Bizanslı olsun her Hıristiyan’ı seçkin bir yaratık olarak
görmekte, Türklere ise tanrının belaları gözüyle bakmaktadır.

Ne var ki, Lloyd George siyasetinin İngiliz
İmparatorluğunu Yakındoğu`da berbat bir yenilgiye sürüklemiş olduğu su götürmez
bir gerçektir. Bu yenilgi, daha Mudanya Konferansı sırasında, bu konferans
Türklerin Trakya`ya geri dönmesi ve dolayısıyla Boğazların tamamıyla
Türkiye’nin egemenliği altına girmesiyle de açıkça ortaya çıkmıştır.”[25] Tespitleri ise İngiliz yönetiminin,
Siyonist Yahudiler hesabına Atatürk’le gizli bir anlaşma yaptığını imaya
çalışmaktadır.

“Balkanların öteki bölgeleri için olduğu gibi, bu
adalar için de tek çözüm olarak buraların olabildiğince geniş bir özerkliğe
kavuşturulması ve bir federasyonda birleştirilmesi öngörülüyordu. Osmanlı
İmparatorluğunun hem Asya`daki hem de Avrupa`daki toprakları için çözüm söz
konusuydu. 1912 savaşı, hayattan kopuk, teorik kalan jön Türklere de, Osmanlı
İmparatorluğu gibi içinde bunca değişik milliyet, birbirine yabancı bunca
kültür barındıran, gelişme düzeyleri bunca farklı olan bir ülkenin, ancak
Abdülhamit`inkine benzer merkeziyetçi bir mutlakıyetçi rejimiyle
yönetilebileceğini öğretmiş oldu.

Gelgelelim, Jön Türklerin merkeziyetçiliği sürdürme
çabaları başarısızlığa uğradı. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdu. Jön
Türklerin parlamentoculuğu bir karikatürden öte birşey değildi. Örneğin
Kürtlerle Arnavutların aynı imparatorluk içinde, hâlâ ilkel kabile hayatı
yaşadığı bir ülkede jön Türk parlamentoculuğu tamamen anlamsız kalıyordu. Daha
1903 yılının devrimci Makedonya komitesi bile, barış içinde bir kültürel
gelişmenin tek yolu olarak, İmparatorluğun çeşitli bölümlerine özerklik tanınması
ve federasyon fikrini savunmuştu.

Hayattan kopuk doktrin adamları olan jön Türkler,
bunu akıl edememişlerse, onları mâzur göstermek için her reform denemesinin
Avrupa sermayesinin sömürüsüne çarpıp parçalandığını söyleyebiliriz.”[26] İfadeleri ise Osmanlının ancak
Abdülhamit Han gibi bir siyasi dehanın yönetiminde ayakta kalabileceğinin bir
itirafıdır. Çünkü sultan Abdülhamit, Alman İmparatorunu İstanbul’da değil,
gidip Kudüs’te ağırlayarak, Rusya-Avrupa ve Amerika ittifakını ve bunların
Siyonistlerin tahrikiyle ortaklaşa Osmanlıya saldırısını engellemeyi
başarmıştır.

Ve yine Abdülhamit Han’ın Panislamizm siyasetinin
bir meyvesi olarak, tüm İslam Dünyası Kurtuluş savaşımızı ve M. Kemal’in
başarısını coşkuyla karşılamış ve destek çıkmıştır. İşte sosyalist aydınların
tespiti:

“Sırf Fas`ın büyük vezirine kulak vermek yeter.
Avrupalı devlet yöneticileriyle bağları olan bu zat, Cenevre`de kendisiyle
yapılan bir söyleşide şöyle konuşmuş: “Türklerin zaferi bizi de çok
sevindirmiş, bu zafer Fas`ta büyük coşkuyla karşılanmıştır. Her ne kadar
ülkemizle Türkiye arasında özel ilişkiler yoksa da, kalbimiz onlarla
birliktedir. Fransa`nın Doğuda Türk çıkarlarını dikkate alması, son derece
yerindedir. Bundan dolayı herkes Fransa`ya şükran duymalıdır.”

Bugün için Fransız hakimiyeti altında bulunan bu
uçsuz bucaksız İslam aleminde, her ırktan her dilden sarı, beyaz,
kara, esmer derili milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı bu dünyada kendini
kabul ettirebilmenin tek yolu, hiç olmazsa Müslüman hakim sınıflara uygun
ölçüde kolaylık göstermek ve onlara yaranmaktır.”[27] 

“Bu çöküşün aşamalarını yeniden kısaca gözden
geçirmekte yarar var. Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın daha başında bile,
artık gerçek bir birlik oluşturmuyordu. Eyaletlerdeki büyük paşalar bağımsız
beylere dönüşmüştü Yunanistan`ın kopmasından sonra bir reform dönemi başladı:
Reşit Paşa, imparatorluğu yeniden örgütledi. Reşit Paşa`nın, Ali ve Fuat
Paşa`ların yönetimi altında güçlü bir bürokrasi yaratıldı. Bu bürokrasi
eyaletlerdeki beylere Hakim olabilmek için genç kapitalizmin sunduğu yeni
araçları, özellikle de telgrafı kullanıyordu. Artık eyalet valileri bağımsız
beyler değil, Babıali`nin genellikle aşağı tabakalardan gelen bendeleriydi. Bu
sistem, sonunda tek dayanağı saray asalaklarının casusluğu ve denetimi olan
Abdülhamit istibdadını doğurdu. Bu sistem 1909 yılında çöktü. İstibdadı yeniden
daha yüksek bir biçimde olanaklı kılan bürokrasi ise bu istibdadın kurbanı
oldu. Bürokrasi ancak Türk devrimi diye adlandırılan eylem sırasında istibdadı
ortadan kaldırabildi. Burjuva tarihçilerinden Brails ford bu dönemi özlü bir
deyişle, iflas eden anarşizm olarak tanımlar. Ama Avrupa kapitalizmi, bu iflas
etmiş anarşizmden de pekâlâ sağlam ve dolgun kazançlar sağlamayı bilmiştir.”[28] Tesbitleriyle Osmanlının nasıl ve
niçin çökertildiğine dikkat çeken dönemin kominist entellektüelleri, Duyunu
umumiye ile Devletimizin ekonomikmen kuşatılma ve içi boşaltılma tuzağını da
samimiyetle ortaya koymaktadır.

İşte Al- Palieux “TÜRKİYE ÜZERİNE EMPERYALİST
PAZARLIK” (22 Kasım 1922) başlıklı sunumunda şunları aktarmaktadır:

“Yabancı sermaye, daha emperyalist savaş başlamadan
önce, kollarını Osmanlı İmparatorluğu`nun içlerine kadar uzattı. 1903 yılına
kadar Türkiye yalnızca İngiltere ve Fransa`nın Himayesi altındaydı. Ama
Türkiye`de barış içinde yaşayan İngiliz ve Fransız paylarının içine Alman
sermayesinin Bağdat yoluyla çomak sokmasından sonra mali sermayenin rekabeti
alevlendi. II. Wilhelm, koruyucu ünvanını rakiplerinin elinden oldukça başarılı
bir biçimde koparıp aldı. Türkiye`nin 1903 -1914 yılları arasında yaptığı 12
dış borçlanmadan en büyük dördü Almanya iledir.

Aşağıdaki cetvel, Alman sermayesinin Türkiye`ye
yatırılan İngiliz sermayesini ne büyük bir hızla aştığını ve bu sermayenin,
halifelik ülkesinde yayılmış Fransız sermayesini nasıl adım adım geriletmeye
başladığını gösteriyor. Tüm Türk işletmelerine

Fransa…………. 902.893.000 Frank……….. 53,55

İngiltere……….. 230.458.000 Frank……….. 13,66

Almanya ……… 552.653.000 Frank……….. 33,77
yatırım yaptılar.

Alman sermayesi onbir yıl içinde bankalar ve
demiryolları gibi bazı önemli “kumanda mevkilerini” ele geçirmesini
bildi. Savaş arifesinde Fransa, İngiltere ve Almanya`nın “etki ve denetim
alanında” bulunan demiryolu uzunluğu şöyleydi:

Fransa………….. 2077 km ……….. (550.238.000
Frank)

Britanya………… 610 km…………. (l 14.693.000
Frank)

Almanya……….. 2565 km………… (466.078.000 Frank)

1863 yılında kurulan Osmanlı Bankası, savaşa kadar
geçen yıllar boyunca Türkiye`de çalışır durumda olan tek mali kuruluştu. Bu
banka, tüm ülke düzeyine yayılmış şubeleri sayesinde Fransız – İngiliz
etkisinin güçlü bir yöneticisi olmuştu. Ama Almanya, İngiliz ve Fransızların bu
ileri karakolunda da hatırı, sayılır bir gedik açtı.

Türk hükümeti, emperyalist savaş döneminde Alman
sermayesi dışında kalan tüm yabancı sermayeye el koydu. Alman sermayesi, tüm
Osmanlı İmparatorluğu`nu tekeli altına aldı, tek hakim haline geldi. Ama
yenilgiden ve 1918 ateşkes anlaşmasının imzalanmasından sonra Alman
“istimlâkçileri” galip İttifak Devletleri tarafından
“istimlâke” uğradılar. İngiltere Fransa ve kısmen de İtalya,
zaferleri sayesinde Türkiye`yi köleleştirmek ve onu sınırsız sömürü hırslarına
kurban etmek için tüm olanakları kazanmışlardı. Ama bu anda, Boğazların
ufuklarında, savaştan sonra Almanya`nın yerini alan Amerika belirdi. Amerikan
sermayesi daha savaş sırasında Türkiye`de mali şebeke ağını örmeye başlamıştı.
Amerikan iş adamları güçlü rakiplerinin yokluğunu fırsat sayıp tüm ülkeye
sağlamca yerleşmesini bildiler. Amerikan petrolü Lazistan`a (Rize) ve neredeyse
Batum`a kadar giriyor. Bütün Anadolu`yu, Amerikan şekeri, Amerikan makineleri,
kimyasal maddeleri, manüfaktürü, hazır giysileri, çuvalları vb. kaplıyor.
Amerikalılar özellikle temel üsleri haline getirdikleri Samsun limanına iyice
yerleştiler.

1913 yılında Rusya, Karadeniz kıyısındaki bu
limandan 213.515,6 kuruş değerinde 475.308,5 varil petrol ithal etti. Romanya
ise, Samsun üzerinden 862.790 kuruşluk petrol ithal etti. 1913 yılında
Amerika`nın ithalatı hemen hemen sıfırdı. Ama daha 1919–1921 yılları arasında
Amerikan petrolü Anadolu pazarında tek satıcılık hakkına sahip olarak egemen
oldu. İki Amerikan destroyeri Samsun limanında sürekli nöbet
bekliyor.                                                 

Ama Türk eti yiyen tüm emperyalist köpek balıkları
arasında Fransız borsası, yukarıdaki sayılarda da görüldüğü gibi hâlâ birinci
sıradadır.”[29]

Avrupa sermayesi, Osmanlı Borçlarını toplamada,
ertelendiği oranda daha çok miktarlar emen bir tulumba keşfetmişti. Düyun-u
Umumiye İdaresi Osmanlı Devleti içinde adeta bağımsız bir devlet durumundaydı.
Daha 1911 yılında Düyun-u Umumiyenin elde ettiği gelir 5 milyon Türk lirasının
üstünde, yani yaklaşık 5,5 milyon sterlin tutarındaydı. Türk devletinin o günkü
bütçesinde gelir 26 milyon, giderler ise 33 milyon lira tutuyordu. Aradaki
açık, doğal olarak yeni yeni borçlar almayı gerektirmekteydi. Düyun-u Umumiye
İdaresi, halkı en çok ezen vergilerin önemli bölümünü elinde tutmaktaydı.
Örneğin yoksul Türk köylüleri, daha o zaman, aşar, koyun vergisi, tuz yergisi
vb. olarak Avrupa finans kapitaline her yıl büyük tutarlar ödemek
zorundaydılar. Tek başına aşarın toprak gelirini en az yüzde 12,5`ini tuttuğu
düşünülürse, borcun sırf bu parçasını ödeyebilmek için her Türk köylüsü, demek
ki bütün bir ay boyunca ya da daha uzun süre tarlasını bedavaya işlemiş
oluyordu. Jön Türkler iktidara geldiklerinde, maliyeyi umutsuz bir keşmekeş
içinde buldular. Bunun hemen ardından da Tuna Monarşisi`nin saldırısı ve iki
yıl sonra gelen İtalyan saldırısı, büyük askeri harcamaları zorunlu kıldı.
Dolayısıyla Jön Türkler, yeni yeni ezici vergiler koymak zorunda kaldılar. Ama
gene de, gelirlerle giderleri dengelemek olanaksızdı. Zaten bu dengeyi sağlamalarına
izin de verilmezdi. Haraç daha da artmalıydı. Finans-kapital çevreleri yeni
yeni borçlar vererek daha da büyük kârlar elde etmeliydiler. Balkan savaşı, hiç
değiIse, bu amaca hizmet etmiştir.”[30] Tesbitleri
oldukça açıktır ve acıdır.

Kurtuluş Savaşının Asıl Dinamiği: İslam..

“İslamiyet, kapitalizmi ve emperyalizmi durduracak
kapasitededir. Çünkü tüm Müslümanları birleştiren bağ sadece dini bağ değildir.
İslamiyet, bir dinin de ötesinde, dört başı mamur bir toplumsal sistem, kendine
özgü bir felsefesi, kültürü, sanatı olan bir uygarlıktır. Rakip Hıristiyanlık
kültürüyle yüzyıllar süren boğuşması onu kişilik sahibi kılmış, ona organik bir
bütün niteliğini kazandırmıştır.”[31]

“Bütünüyle Doğu dünyasının bağımsızlığı, tüm
Asya`nın bağımsızlığı, sırf Asya ve Önasya nüfusunun büyük bölümünü
oluşturmakla kalmayıp, şimdiden Zambezi nehrine kadar ilerlemiş oldukları kara
kıtada da gittikçe büyüyen bir güç olan Müslüman halkların bağımsızlığı,
aslında Batı emperyalizminin, özellikle de İngiliz emperyalizminin sonu
anlamına gelir.

Asya halklarını siyasal hegemonya altına almaksızın,
Müslüman halklarla Hindu ve Çin halklarını, Uzakdoğu`nun öteki halklarını
sömürmeksizin emperyalizmin varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Neden? Çünkü Müslüman
halkların ve Doğunun öteki halklarının kurtuluşu, aynı zamanda bunların Avrupa
sermayesine haraç ödeme zorunluluğunun da sona ermesi demektir ki, bu haraçlar
olmadan sermaye birikimi devam edemez.

Birikimin duraklaması ise, sermayeyi canevinden yaralar.
Sermayenin hayat damarı kesilmiş olur. Son iki yılın gelişmeleri bize bunu bir
kez daha gösterdi.

Yakındoğu`yla tüm Doğuyu saran ve buraları tam
siyasal bağımsızlığa kavuşturacak olan hareket, yani devrim durdurulamaz.

Müslüman halklar için bu hareketin hedefi sadece
siyasal değil aynı zamanda ekonomik bağımsızlıktır. İşte Batı kapitalizmini
çökertecek olan da budur.

Birkaç on yıldır İslam dünyasını aynı şekilde güçlü
bir başka hareket daha sarmış bulunuyor. Bu hareket, geçici de olsa, ulusal
ayrılıklar ve ırk farklılıklarını silmekte, geri plana itmektedir. Bu,
Panislamizm hareketidir.

Son yılların İslam tarihçilerinden biri olan
Stoddard, daha dünya savaşından önceki olayların Müslüman halklarda dayanışma
duygusunu uyandırdığına ve Avrupalılara karşı duyulan nefreti güçlendirdiğine
dikkat çekiyor. Etkili bir Müslüman siyaset adamı, büyük savaştan hemen önce
“Revue du Monde Musulman” da şunları yazmıştı: “Şu on yılın olayları
ve Müslüman dünyasının başına gelenler, Müslümanların yüreğinde o güne dek tanımadıkları
bir yakınlık duygusu uyandırmıştır. Bugün tüm Müslümanların yüreği kendilerini
ezen herkese karşı nefretle çarpıyor.”[32]

“Oysa Panislamizm, örneğin Sünusilerin önderi
türünde, milyonlarca Müslüman üzerindeki etkisi gittikçe artan siyaset
Adamları, hâlâ İslam`ın karşısına dikilen bu iki büyük düşman arasındaki
sürtüşmelerden yararlanmasını mutlaka bileceklerdir. İslam dünyasının bu fikir
önderleri acele etmiyorlar, uygun zamanı kolluyorlar. Uygun zaman gelince de,
şu ya da bu düşmana gerekli darbeleri indireceklerdir. Bundan kimsenin kuşkusu
olmasın.

İslam dünyasının siyasal kurtuluşu uğruna verilen bu
dünya çapındaki mücadelede devrimci proletaryaya düşen görev, bu mücadeleye tüm
dikkati ile eğilmek ve moral desteği sağlamaktır.”[33] Şeklindeki
tesbitler, sosyalist aydınların ağzından çıktığı için daha da anlamlıdır.

“Yoldaşlar, 1911-1922`lerin o zorlu boğuşmasına
katılıp da bu savaşlardan daha güçlü, deyim yerindeyse, yeniden canlanmış
olarak çıkan tek Balkan ülkesi, tek Yakındoğu devleti Türkiye`dir. Türkiye bir
Müslüman devletidir.

Başına gelen bütün o korkunç olaylardan sonra, önce
İtalyan-Türk savaşının, sonra Balkan, sonra dünya savaşlarının, en son da
Yunan-Türk savaşının yol açtığı bütün o büyük kayıplardan sonra Türkiye`nin
yeniden ayağa kalkması, doğrusu Batı Avrupa`da bir çeşit mucize izlenimi
uyandırdı.

Anadolu köylüleri bu on bir yıl içinde askeri alanda
gerçekten inanılmaz başarılar kazanmışlardır. Dediğimiz gibi, burjuva
Avrupalının gözünde bu, ancak bir mucize olabilir. Daha geçenlerde
“Handelsblatat”   dergisinde Hollandalı bir uzman, bu konuda şunları yazmıştı:

“Türkleri en yakından tanıyanlar ve en koyu
Türk dostları için bile şaşırtıcı olan bu beklenmedik değişme akla şu soruyu
getiriyor: Görünüşe göre son nefesini vermekte olan, ölüme mahkûm Türkiye, dört
yıl süren dünya savaşı sırasında maddi ve manevi gücünü son damlasına kadar
tüketmiş olduğu, üstelik bu savaşta hiç de öyle özel bir yetenek ya da başka
nitelikler ortaya koymadığı halde, nasıl olur da, böyle birdenbire bütün
dünyayı şaşkına çevirir. Sonu gelmiş gibi duran bu ülke, bugün, üstelik yapayalnız
kaldığı bir anda, en yüksek düzeyde bir örgütlenme yeteneği ve doludizgin bir
coşku sergiliyor.”

Türklerin son aylarda kazandığı zaferlerin
Avrupa`daki etkisini yansıtması bakımından bu yargı tipiktir. Yazar sözlerini
şöyle sürdürüyor:

“Sıradan Türk paşalarıyla siyasetçileri, Asya
halklarının ruh halini, Batının bütün büyük devletlerinin, Downing Street ya da
başka yerlerdeki bakanlıklarında kurulu bütün Müslümanlık işleri şubelerinden
çok daha iyi kavramışlar. Londra`da yapılan hesaplarda Kemal ve milliyetçi
hareketinin sıfırı tükettiği, Anadolu yaylasının ortasına itildiği yalnızlığın
er ya da geç tüm hareketi iflasa sürükleyeceği, iki kere iki dört edercesine
kanıtlanmıştı. Anadolu`nun daha dünya savaşı sırasında fazla kan kaybından
öldüğü, sözcüğün tam anlamıyla bir dullar ve yetimler ülkesine döndüğü
söyleniyordu. Toprakların işlenemediği, tohumluk, tarım makinesi ve işgücü
sıkıntısı çekildiği ileri sürülmekteydi. Eninde sonunda ülkenin sabrı taşacak,
milliyetçi önderlere karşı ayaklanmalar patlak verecekti. İşte Londra`da
söylenenler buydu. Gerçi Anadolu`nun bir dullar ve yetimler ülkesi olduğu
konusunda haklıydılar. Tam dört yıl boyunca milyonlarca insanın fedakârlığıyla
durmaksızın savaşabilmesi, demirden yumruğuyla İngiltere`nin maşasını denize
atabilecek ölçüde güçlü darbeler indirebilmesi ise, ulusal davaya duyduğu inanç
sayesinde mümkün olabilmiştir.

“Bekleyelim görelim tutumu yetmez. Kendimizi
Avrupalı olma zirvesinden ya da karanlığından kurtarıp İslâm düşüncesinin içine
girebilmeliyiz. Bunun gerekçesi bilgimizi artırmak filan değildir. En
basitinden sağlıklı bir bencillik ve gelecek kaygısı bizi buna zorluyor. Yoksa
günün birinde gözlerimizi açtığımızda, Asya`nın muazzam kapılarının şaşkın
bakışlarımız karşısında ebediyyen kapandığını görürüz.” Yoldaşlar, işte
Türklerin zaferlerinin, azıcık ileri görüşlü gözlemciler üzerinde yaptığı etki
budur.”[34] İfadeleri
Mustafa Kemal’in İslam dinamizminden ne biçimde ve hangi ölçüde yararlandığını
açığa vurmaktadır.

Sultan Vahdettin ve Halifelik, Atatürk’e karşı koz
olarak kullanılmamak isteniyor:

“Fransa`nın Türkiye siyaseti, savaş öncesindeki
Alman siyasetinin devamıdır. Bu siyaset, İngiltere`ye karşı Türkiye`nin
güçlenmesini istemekte ve görünüşte onun bağımsızlığını savunmakta, ama aslında
Türkiye`yi kendi sömürgesi, kendi kapitalist yayılmacılığının bir alanı yapmak
istemektedir. İngiltere ise, esas olarak, Türkiye`nin paylaşılması ve daha da
zayıflatılması siyasetini güdüyor. Lloyd George`un devrilmesinden sonra da
İngiliz siyasetinde pek bir şey değişmemiştir. Değişen tek şey, İngiltere`nin Yunan
ordusunun çöküşünden sonra zaten elde edemeyeceği birtakım şeylerden vazgeçmek
zorunda kalmasıdır. Nitekim Bonar Law`un ve Lord Curzon`un tehditlerinin yanı
sıra, Türk, Sultanının bir İngiliz mayın gemisi ile İstanbul`dan Malta`ya
götürülmesi de bunun böyle olduğunu kanıtlıyor. Kemal Paşa`yı ve Ulusal
Mücadeleyi, iki yıl önce İngiliz generallerinden aldığı emirle mahkûm eden bu
haçlı haini bilindiği gibi Ankara hükümeti tahtından indirmiştir. Ayrıca
sultanın, İslam’ın başı olarak sahip olduğu haklar ve Halife unvanı da elinden
alınmış ve onun yerine 16. yüzyıldan beri halifeliği elinde tutan Osmanlı
hanedanının başka bir üyesi getirilmiştir. Savaş sırasında İngiltere, Mekke ve
Medine`yi ele geçirdi. Bugün bu kutsal yerler, biçimsel olarak Arabistan Kralı
Hüseyin`in hakimiyeti altında görünse bile, gerçekte İngiltere`nin hakimiyeti
altındadırlar. İşte Türk Sultanının kaçırılması, Müslüman dünyasında karışıklık
yaratmak ve Ankara hükümetiyle Kemal Paşa’ya karşı, İslam’ın savunucusu olarak:
duyulan güveni sarsmak amacıyla İngiliz emperyalizminin Türk ulusal hükümetine
karşı sultanı halife olarak çıkartacağı anlamına gelmektedir.”[35]

“Hem Yunanlıların askeri başarısızlıkları hem de tüm
kozların Fransızların eline geçmesine yol açan genel dünya durumu nedeniyle,
İngilizlerin Paris’teki pazarlık gücü pek parlak değildir. Tüm bu
talihsizliklerin üstüne tüy dikercesine, daha birkaç gün önce İngiliz hükümeti
kendi saflarından diplomasi tarihinde eşi görülmemiş bir darbe yedi. Hindistan
Müslümanları Türklerin yazgısıyla olağanüstü ilgileniyorlar. Katolikler için
papa neyse, Müslümanlar için de Sultan odur. Sultan`ın dünyevi iktidarının
yeniden kurulması ve güçlendirilmesi, 50 milyon Hintli Müslüman için olağanüstü
önem taşıyan bir şiardır. Bu durumda dinsel talep, yabancı kapitalist
sömürücülere karşı duyulan genel nefretle birleşiyor. Çünkü Hindistanlı
Müslümanlar, Hindistan`ı ezen İngiliz hükümetinin aynı zamanda Türk taleplerine
karşı çıktığını da biliyor. Bugün artık Hindistan`daki bunalım doruk noktasına
yaklaşmakta, oradaki İngiliz iktidar sahiplerinin bu durumu gittikçe daha çok
tehye düşmektedir.” Tespitleri bunun ispatıdır. Batı nazarında Türk’le İslam
aynıdır.

Bu durumdan da anlaşılacağı gibi İttifak
Devletlerinin “tarafsızlık” bildirisi, bir yüksek politika oyunundan başka
bir şey değildir. Bu davranışın nedeni, Türklerin yani Müslümanların
düşmanlarını açıkça destekleyerek İngilizlerin Hindistan, İran, Mezopotamya ve
Arabistan’daki güç durumunu büsbütün güçleştirmemek, öte yandan da Suriye ve
Bağdat demiryolunun anahtarı olan ve Kemalistlerle yapılan anlaşmaya göre
Fransa`ya geçen Klikya iline yeni Türk saldırılarını önlemek kaygısıydı. Bu
“tarafsızlığın” gerçekte ne menem bir şey olduğunu, savaş başlamadan
az önce İttifak Devletleri tarafından Yunanistan`a açılan kredi ve -ne kadar
yalanlarsa yalanlasın- İngiltere’nin Yunanistan`a silah vermesi gösteriyor.
Ayrıca şu durum da “tarafsız” bir devlet için oldukça garip kaçmıyor mu;
Savaş başlayana, yani İngiltere tarafsızlığını ilan edene kadar Yunan 11.
Tümeni İngiliz kumandası altında bulunuyordu”[36]

Atatürk’ün Irak, Petrol ve İslam
Politikası:                                
                                              

“Öteden beri Kemal Paşa`nın hedeflerinden biri
Mezopotamya`dan, İngiltere`nin adamı Emir Faysal’ı; “İslam’a ihanet eden
bu adamı” kovmak ve parlak bir geleceği olan bu ülkeyi yeniden Türk
imparatorluğuna katmaktı. Şimdi Fransa`nın sağladığı destek sayesinde bu niyet,
gerçek bir saldırıya yol açabilir.

Churchill bugüne değin Faysal`ı, Suriye`deki Fransız
emperyalizmini huzursuz etmek için kullanmıştı. Şimdi de Briand, Kemal`i
destekleyerek öcünü alıyor. Emir Faysal`a karşı Paşa`nın öne sürülmesinin
ardında, Fransız burjuvazisiyle İngiliz burjuvazisi arasındaki amansız rekabet
gizlidir. İkisi arasında varolan had safhadaki bu çelişme Ankara Anlaşmasıyla
Yakındoğu`dan Ortadoğu`ya, İstanbul ve Anadolu`dan Mezopotamya`ya yayılmaktadır.

Anadolu sorunu gündeme geldi, İstanbul ve Boğazlar
İngiltere açısından tehde. İngiltere, Türkiye`ye hakim olmanın, Kafkasya`daki
petrol kaynaklarını ele geçirmenin, Güney Rusya`yı ele geçirmenin anahtarı olan
halifeliği, Kemal`in güçlenmesi ve ilerlemesiyle birlikte elinden kaçırma
tehsiyle karşı karşıya. Ama özellikle Mezopotamya`nın tehye düşmesi
İngiltere`yi canevinden vurmaktadır. Burada sözkonusu olan, Mısır`ı Hindistan`a
bağlayan ve dört yıllık dünya savaşı sonucu zor bela elde edilen kara parçası,
Hint kalesinin önündeki sipersiz alandır. Ama burada herşeyden önce sözkonusu
olan Musul`daki verimli petrol yataklarıdır. Bu yataklar ki, hem donanma hem de
sanayinin ihtiyacını karşılayacak üssü, herhangi bir savaşı başarıyla
yürütmenin Önkoşulunu oluşturuyorlar.”[37]

“ Kemal, sözkonusu görüşmede, barış için şu koşullan
da ileri sürmüştür:

1. Kapitülasyonların kaldırılması. Kemal, haklı
olarak, bunları Türkiye`nin bağımsızlığına bir müdahale olarak görmektedir;

2. Yunan donanmasının teslim olması. Aksi
takdirde bu donanma Anadolu kıyılarını tehdit edebilir;

3. Yunanlıların yol açtığı zararların ödenmesi.

Bu istemlerin önemi üzerinde burada uzun boylu
durmaya gerek yok, ancak bir noktayı gözlerimiz arıyor: Düyun-u Umumiye`nin
kaldırılması istemi. Eğer Türkiye halkı gerçekten özgür olmak istiyorsa, bu
istemi kabul ettirmelidir.

Kemal, görüşme sırasında, bugünkü Türkiye`yi
eskisine oranla çok daha güçlü kılan önemli bir etkene de dikkat çekmiştir.
Türkiye bugün bir ulusal bütünlük gösteriyor. İmparatorluk zamanında olduğu
gibi Arabistan topraklarını içermiyor. Arap topraklarına sahip olmak, Hamid`in
istibdat yönetimine epey zorluk çıkarmış, Türk askeri buralarda jandarmalık
yapmak zorunda kalmıştı. Dolayısıyla yeni Türkiye, eskiden olduğu gibi gücünün
büyük bölümünü milliyetlerin soluk tüketici boğuşmalarına ayırmak durumunda
değildir. Eyaletler bugün için Türkiye devletinden kopmuş, Batı emperyalizminin
pençesine düşmüşlerdir. Suriye, şimdilik Fransız egemenliği altında, güya
Milletler Cemiyetinin mandası olan Filistin ve Mezopotamya da İngiliz
egemenliği altındadırlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, emperyalizm, özelikle
de İngiliz emperyalizmi için bu yeni topraklar pek iç açıcı sonuçlar doğurmamıştır.

Filistin ve Mezopotamya mandasının öyküsü, uzun,
acılı bir öyküdür. Buralarda durum hâlâ son derece belirsizdir.

Filistin`deki egemen güç olan Yahudiler de Araplar
da eşit derecede hoşnutsuz. Bu ülkenin son yıllardaki karmakarışık tarihinde
ana-hatlarıyla bile girmeye gerek kalmadan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
İngiliz yönetimi, yeni Filistin`de milliyetler arasında az da olsa barışçı bir
işbirliği dahi sağlayamamıştır. Ülke şimdi bir tür temsilci heyet seçiminin
arifesinde. Ne var ki, Araplar bu seçimleri boykot karan aldılar. İleride
etraflı olarak ele alacağımız Panislamizm hareketi, Filistin`de büyüme yönünde
gelişiyor.”[38]

Komünistlerin Mustafa Kemal Türkiye’sine
tavsiyeleri:

“Hıristiyan Avrupa sermayesinin uyguladığı vahşi
şiddet siyasetine karşı tüm İslam dünyasında uyanan büyük öfkenin açık bir
göstergesiydi. Daha o zamanlar bu İslam dünyasının her köşesinden, Türkiye`yi
Avrupa`dan silmek isteyen “siyasete karşı protestolar yükselmişti.
Örneğin, Luknov`da toplanan İngiliz-Hintli Müslümanlar Kongresi, İngiliz
hükümetinin siyasetini kınadı. Tehdit altındaki Türkiye’ye duyulan sevgi,
Mısırda da gittikçe büyüyüp daha belirgin biçimlerde dile getirilmeye başlandı.
O tarihlerde Avrupa basını da yavaş yavaş uyanmaya ve Jön Türkler ulusal
savunmanın merkezini Anadolu`ya kaydırıp, Avrupa mali sermayesini boş-vererek
kendi ellerinde para adına ne varsa, hepsini tehdit altındaki anayurtlarını
savunma yolunda seferber ederlerse, bunun Avrupa yüksek mali sermayesi için ne
denli tehli olacağını kavramaya başlamıştı.

Yoldaşlar Günümüzün Türkiye’si için de bu, kulaklara
küpe olacak bir ders değil midir? Ne yazık ki Türkiye yeniden borç ödemeye
başlamıştır. İlk önce 1921 Nisanında Fransa`da yeni bir kısmi ödeme yapıldı.
İkinci bir ödem ise, 17 Temmuz 1922`de yapıldı. Anlaşılan Düyun-u Umumiye`deki
sayın bay maliyecilerin niyeti hem borç taksitlerinin yeniden düzenli olarak:
ödenmesini, hem de genç Türkiye`nin ölüm-kalım savaşı verdiği yıllarda ödenemeyen
taksitlerin Avrupalı alacaklılara kuruşu kuruşuna tazmin edilmesini
sağlamaktır. Avrupalı ve emperyalist Shylock`lar alacaklarından vazgeçmiyorlar.
Hele Fransız alacaklıları Türkiye`ye karşı olağanüstü dostça tutum takınarak,
Türkiye`nin kendilerine ödenmemiş borç taksitlerini tazmin edeceğini umuyor.
Aynı umudu Rusya için besleyemiyorlar ama

Yoldaşlar Türkiye, kendini bu borç köleliğinden,
tıpkı Rusya`nın yaptığı gibi, çekip kurtarmadıkça, Avrupa emperyalizminin
boyunduruğundan hiçbir zaman gerçek anlamda kurtulamaz. Bunu tekrarlamaya bile
gerek yok. Eğer Ankara hükümeti bu isteme kulaklarını tıkayacak olursa,
Türkiye`nin köylü kitleleri ve proletaryası, en keskin biçimde mücadele ederek
bu istemi kabul ettirmeye çalışmalıdırlar. Bu köylülere.işçiler tam sekiz yıl
boyunca kanlarını, şimdi yeniden binbir sıkıntı çekip didinerek Avrupa sermayesine
yağlı kârlar sağlamak için akıtmadılar. Yoldaşlar Daha önce belirtmiştik:
1912–13 Balkan Savaşı Türkiye`nin hem gücünü hem de zayıf yanlarını ortaya
çıkarmıştı. O gün için Jön Türklerin zayıf yanı, özellikle emperyalizme karşı
devrimci yollara başvurmaktan, örneğin Düyun-u Umumiye`nin iktidarına son
vermekten duydukları korkuydu, jön Türklerin gücü ise, o gün de parlak bir
biçimde görüldüğü gibi, askeri alanda yatıyordu. Evet, durumları hattâ 1878
yılında olduğundan bile daha iyiydi. Bulgarların gücü Çatalca hattında
kırılmış, bunun ardından da müttefikler birbirlerinin gırtlağına sarıldığında,
Doğu Trakya ile Edirne`yi yeniden ele geçirmek Türkler için bir çocuk oyuncağı
olmuştu. Hıristiyan Balkan devletleri kendilerini sarhoşluğa kaptırdıkları
için, Türkleri Avrupa’dan bir türlü kovamadılar. Bunun daha derin tarihi
ve coğrafi nedeni ise, İstanbul`un bir ayrım noktası değil, birleşme noktası
olmasında, hem Batıya hem de Doğuya uzatabilmesinde.”[39]

Bu satırlarda, samimi teklif ve tavsiyeler yanında,
Atatürk’ün “taviz vererek avutma ve utma politikasının” anlaşılamadığı da göze
çarpmaktadır.



[1] (Protokoll
der Kommunistischen Internationale 3. Weltkongress. ss. 1004-1005

[2] Tutanaklar
Petrograd 1921

[3] Russische
Korrespondenz Kasım 1920, yıl 1, c. II, sayı 17/18

[4] Moskova,
25 Eylül 1922 Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Internationale Presse-
Korrespondenz 27 Eylül 1922, sayı 189. Özel Sayı.

[5] Komminusmus
c.13 Haziran 1921

[6] Kominist
Belgelerde Türkiye-Kurtuluş ve Lozan 4. Baskı: Sh:200

[7] Internationale
Presse-Korrespondenz 21 Eylül 1922, 2. yıl, sayı 184, ss. 1219- 1220

[8] Internationale
Presse-Korrespondenz 23 Mart 1922

[9] Internationale
Presse-Korrespondenz 30 Kasım 1922, sayı 227, ss. 1645-1646

[10] Internationale
Presse-Korrespondenz. 18 Ağustos 1923, sayı 33, s. 775

[11] 27
Eylül 1922 Xiangdao, sayı 3, c.l, s.20-22.(Helene Carrere D`Encaue et Stuart
Schram, Le Mardsme et L`Asie 1853-1964, Armand Colin Y., Paris 1965,
s.293-294.)

[12] Internationale
Presse-Korrespondenz. 14 Ekim 1922, sayı 199

[13] Kurtuluş
savaşı ve Lozan Sh.47

[14] Internationale
Presse-Korrespondenz 14 Kasım 1922, sayı 218, ss. 1554-1555

[15] Kurtuluş
savaşı ve Lozan Sh.76

[16] Kurtuluş
savaşı ve Lozan Sh.37

[17] Protokol
Der Kommunistischen-Internationale 4. Waltkongress ss. 627

[18] Age.
Sh.157

[19] Age.
Sh. 171

[20] Age.
63-71 Internationale Presse-Korrespondenz 17 Ekim 1922, sayı 201, ss. 1353-1355

[21] Age:161-162

[22] Age.
Sh. 130-131

[23] Age.
Sh. 192-193

[24] Age.
Sh. 106-107

[25] Age.
Sh. 109

[26] Age.
Sh. 96-97

[27] Age.
Sh. 106

[28] Age.
Sh. 88-89

[29] Internationale
Prese-Korrespondenz 14 Kasım 1922 sayı:218 Age.Sh. 75-76

[30] Age.
Sh.97

[31] Age.
Sh. 116

[32] Age.
Sh. 116

[33] Age.
Sh. 122

[34] Age.
Sh. 104-105

[35] Age.
Sh. 78-79

[36] Age.
Sh:26

[37] Age.
Sh.32

[38] Age.
Sh.111

[39] Age
Sh.99


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi