Anasayfa » KKTC’YE AMERİKAN ÜSSÜ MÜ KURULUYOR?

KKTC’YE AMERİKAN ÜSSÜ MÜ KURULUYOR?

Yazar: yonetici
0 Yorum 166 Görüntüleyen

KKTC’YE AMERİKAN ÜSSÜ MÜ KURULUYOR?

 

Siyonist İsrail başbakanı: “İran’ın ablukaya
alınmasını” istiyordu!

Tek dertleri İran!

Haaretz gazetesinin haberine göre İsrail Başbakanı
Ehud Olmert, Kudüs'te ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi ile
görüşmesinde İran'ın denizden abluka altına alınmasını teklif etti.

İsrail Başbakanı Ehud Olmert, güya nükleer
programım engellemek için İran'ın denizden abluka altına alınmasını önerdi.
Haaretz gazetesinin haberine göre Olmert, Kudüs'te ABD Temsilciler Meclisi
Başkanı Nancy Pelosi ile görüşmesinde İran'ın denizden abluka altına alınmasını
teklif etti. Olmert, görüşmede Pelosi'ye, “uluslararası kamuoyunun İran'ın
nükleer silahları elde etme çabalarını durdurmak için daha sert adımlar atması
gerektiğini” söyledi. Siyonist Başbakan Olmert ayrıca, uluslararası
kısıtlamaların İran uçakları, iş adamları ve üst düzey yetkililere uygulanması
gerektiğini ifade ederek, “Dünyada hiçbir yere gidemeyecek olan İranlı iş
adamları rejimi zorlayacaktır” dedi. Olmert'in sözcüsü Mark Regev ise
Başbakanın Pelosi ile Kudüs'te pazartesi günü yaptığı görüşmenin içeriği
hakkında, “gizli” olduğu gerekçesiyle yorum yapmaktan kaçındı.
Pelosi, Washington’a dönerken yaptığı açıklamada, kendisinin ve kongre
heyetinin İsrailli yetkililerle “İran tehdidini” ele aldıklarını
belirtmişti. Ehud Olmert, iki hafta içinde ABD'nin aracı olduğu Filistinlilerle
müzakereler ve İran konularının gündemde olacağı bir Washington ziyareti
planlıyor.

Rice: “Lübnan'daki kargaşadan Suriye ile İran
sorumlu” diyordu

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Lübnan'da,
başkent Beyrut'un batı kesiminin büyük bölümünü ele geçiren Hizbullah örgütünün
sürüklediği kargaşa ortamından Suriye ve İran'ın sorumlu olduğunu yineledi.

ABD Dışişleri Bakanlığı'nda basın toplantısında
açıklaması okunan Rice, Hizbullah'ın, masum Lübnan halkından sivilleri
öldürdüğünü ve yaraladığını ileri sürdü. Rice, ''Hizbullah, devlet içinde
devletini korumaya çalışıyor'' dedi.

Lübnan'ın başkentinde son 3 gündür 14 kişinin
öldüğü, 20 kişinin de yaralandığı çatışmalar, ülkenin 1975-1990 yılları
arasında 15 yıl süren iç savaşından beri en vahim kargaşa olarak
nitelendiriliyor.

İran'a karşı yoğun İsrail kışkırtması sürüyordu

İsrail, İran'a ve nükleer programına karşı yeni
kışkırtma kampanyasına girmeye başladı. Aynı zaman zarfında halihazırda Körfez
sularındaki iki Amerikan uçak gemisi başka savaş gemileriyle tatbikatlar
yapıyorlar. 

İsrail hareketlenmesi dünyanın iki temel başkenti
Washington ve Londra üzerinde yoğunlaşıyor. Bu iki devletin gelişen İran askerî
gücüne yönelik endişesi noktasında İsrail'e katılması ve halihazırda
uluslararası Güvenlik Konseyi'nde devam eden, yeni yaptırımlar dayatma
çabalarında bariz rol oynaması tesadüfi değil. İsrail şahinlerinin ileri
gelenlerinden görülen İsrail Başbakan Yardımcısı ve Ulaştırma Bakanı Şaul
Mofaz, Amerikalı yetkilileri İran'a karşı kışkırtmayı ve bu yönde ABD
yönetimine baskı uygulaması için Yahudi lobisini dolduruşa getirmeyi hedefleyen
bir dizi bağlantı kurdu. İsrail ordusu eski genelkurmay başkanı General Mofaz
'İsrail'in İran'ın nükleer silaha sahip olmasını kabul etmeyeceğini' ifade
ederek 'bütün seçeneklere kapı açık' dedi ve Amerikan Sava radyosuna yaptığı
açıklamalarda İran'ın nükleer silah aracılığıyla Ortadoğu bölgesinde süper
devlet olmak istediğini ilave etti. İsrail istihbarat organlarındaki bir grup
üst düzey yetkiliyi kapsayan büyük bir heyetin başında bu sabah Londra'ya varan
İsrail dışişleri bakanı ise İngiliz meslektaşı ve diğer yetkililerle
görüşmelerinde İran nükleer tehlikesi ve mücadele yöntemleri üzerinde
yoğunlaşacağını ifade etti. Bu İsrail diplomatik faaliyetleri İran'ın Irak'taki
nüfuzunun genişlemesi ve modern silahlarla 'terörist' grupları donatması üzerinde
yoğunlaşan Amerikan medya kampanyalarıyla aynı zamana denk geliyor. İran'ın adı
geçen gruplara desteği Amerikan ordusu saflarındaki ölü sayısının artışına yol
açıyormuş.

ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin başını
çektiği ve ABD'nin Güvenlik Konseyi'ndeki eski elçisi John Bulton gibi
aşırılıkçı isimleri içeren Amerikan yönetimindeki şahin kanat, bu savaşın
planını yapıyor, bölgedeki ve dünyadaki müttefiklerini seferber ediyor.
Cheney'nin altı aydan az bir süre içinde iki defa Ortadoğu bölgesini ziyaret
etmesi ve bu ziyaretler sırasında Irak, Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır, Umman
ve Türkiye'nin yanı sıra İsrail'de durması dikkat çekiciydi. Bu ülkelerdeki
yetkililerle görüşme takviminin zirvesinde İran nükleer dosyası yer alıyordu.
John Bulton bu şahin kanadın sözcüsü olarak 'İran'a yönelik savaştan daha
kötüsü İran'ın nükleer silaha sahip olması' diyor. Bulton'un bu husustaki
sözlerinin ciddiye alınması gerekli. Zira bu adam ABD yönetiminde bakan
yardımcısı iken Irak'taki savaş öncesi de benzer sözleri tekrarlamıştı. Bölge
tehlikeli bölgesel bir savaşa doğru gidiyor ve Sayın Hillary Clinton, 'İran
İsrail'e saldırdığı zaman İran'ı haritadan sileceğini' ifade ederken İran'a
yönelik bu kışkırtma ortamını iyi hissetmeli. İran'ın İsrail'e saldırması çok uzak
bir ihtimal, ancak halihazırdaki İsrail hareketlenmelerini hesaplarımıza alacak
olursak tam tersi yaşanabilir. Yani İsrail, ABD'nin yeşil ışık yakmasıyla
İran'a saldırabilir. Bu durum İran'ı karşılık vermeye itecek ve sonrasında
kapsamlı Amerikan saldırısına maruz kalmasına yol açacaktır.”

 İşte tam bu
sırada KKTC’de Amerikan üssü İran’a karşı mı yapılıyordu? 

Birol Ertan çok önemli bir tehlikeye dikkat
çekiyordu:

KKTC Geçitkale Havaalanı’nın KKTC Hükümetinin
destekçiliğini yapan Asil Nadir medyası ortaklığındaki CAS adlı şirkete mi,
yoksa Rum ortaklı başka bir İngiliz şirketine mi ihale edildiği konusundaki
tartışmalar yapılırken, Erol Manisalı’nın şok iddiaları gündeme oturdu.
Manisalı’ya göre “herkes Talat-Hristofyas görüşmeleri ile oyalanırken,
örtünün altında çok garip operasyonlar yürütülüyor.”

KKTC Hükümeti ve Türkiye Hükümetinin bu ciddi
iddialara cevap vermesini bekliyoruz. Yoksa bu ciddi iddiaların arkasında olan
KKTC ve Türkiye’deki bazı sorumlular, Yüce Divan’a giden yollarını örmüş
olacaklardır.

Türkiye ve KKTC bakımından stratejik bir öneme
sahip olan Geçitkale askeri havalimanı, KKTC Hükümeti tarafından CAS adlı
2005’de kurulmuş bir İngiliz şirketine verildi ve işin arkasında Amerika’nın
bulunduğu söyleniyor. Bu iddia, tüyler ürpertici bir söylenti değilse,
Hükümetin bu iddianın altında kalarak üstünden kalkamayacağı bir sorumluluk
altına girdiği kolayca söylenebilir. Bu ilginç iddiayı dile getirenler, daha da
ilginç iddialar da dile getiriyorlar: “KKTC Hükümeti’nin bir İsrail
şirketine, Geçitkale havaalanı yakınlarında 5 bin kişinin yaşayabileceği bir
kasaba inşaatı ve yönetimi izni verilmiştir.”

Eğer bu iddialar doğruysa, yalnızca KKTC
Hükümeti’nin değil, işin arkasında olması durumunda Türkiye’deki AKP
Hükümeti’nin de sorumluluğa ortak olacağını dile getiriyor.

Bu korkunç iddialar doğruysa ve ABD, İngiltere ve
İsrail katkısı ile KKTC’de üs ve yerleşim yerleri sahibi olmaya başlıyorsa, bu
gelişmelerin Büyük Ortadoğu projesi ile bağlantılı olma olasılığı yakın
görünüyor.  Erol Manisalı da bu iddiaları
dile getiriyor.

Dünyanın her bölgesinde ve özellikle Orta Doğu
bölgesinde Amerikan yayılmacılığı, son yıllarda gözle görülür biçimde
hissedilmeye başlandı. Küçücük ada ülkelerinden eski Sovyet bloğundan kopan
yeni bağımsız kalmış ülkelere kadar Amerikan yayılmacılığı planları sistemli
biçimde uygulanıyor. Avrupa Birliği projesi ile bir çok yeni bağımsızlığını
kazanmış ülkeyi denetim altına alan ABD-İngiliz ortaklığı, Gürcistan ve Ukrayna
gibi ülkeler başta olmak üzere Soros’un turuncu devrimlerini başarıyla
uygulamaya başladı. Yeni emperyalist yayılmacılık olarak isimlendirilebilecek
bu tehlikeli gelişmeler, dünya ekonomisini tek bir merkezden kontrol edebilecek
ve bunun önündeki en büyük engel olan ulus-devletleri güçsüzleştirerek teslim
alacak ve zaman içinde ortadan kaldıracak küreselleşmeci politikaların
parçalarıdır.

ABD-İngiliz yeni emperyalist yayılmacılığının
ulus-devletleri teslim alma stratejisinin yolu, bağımsız devletlerin
yönetimlerini güçsüzleştirmekten ve zaman içinde de teslim almaktan geçiyor. Bu
amaçla bağımsız devletleri güçsüzleştirmek ve teslim almak için ulus-devletler
“üstten” ve “alttan” baskılar yoluyla bir kapana
sıkıştırılmaya çalışılıyor. Üstten baskı, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret
Örgütü ve AB gibi emperyalist süper güç olan ABD’nin denetimindeki uluslararası
örgütler yoluyla yapılıyor. Ulus-devletlere alttan baskı ise ulus-devletleri iç
sorunlarla boğuşarak güçsüzleştirmek ve işbirlikçiler yoluyla teslim almak
biçiminde planlanıyor. Bu amaçla ülke içinde iç çatışmalar, istikrarsızlıklar,
iç savaşlar, iç siyasette kutuplaşma ve kamplaşmalar yoluyla iktidar kavgaları
ve terör hareketlerinin desteklenmesi biçiminde ulus-devletler içeriden
zayıflatılıyor ve emperyalist giçlerce teslim alınıyor.

Bu planlanmış süreçte dünyada yeni bir kamplaşma
yaratacak ulusalcı yapılanmaların direnci kırılmak zorunda. Ne var ki, işler
umulduğu kadar parlak gitmiyor. Bir yanda Rusya, Çin ve Hindistan bloğunun
küreselleşmeci, yeni dünya düzenine teslim olmama kararlılığı, diğer yanda da güçlenen
ulusal devletler ve ulusalcı hareketler, dünyayı emperyalist tek bir merkezden
yönetme hayallerine engel olmaya başlıyor. Bu süreçte özellikle Orta Doğu’da
başlatılan emperyalist saldırganlık, zafer ilan etmiş gibi görünse de büyük
bozgunlar ile karşı karşıya kalıyor. Bu bozgunları önlemenin yolu ise küresel
emperyalizme direnen İran gibi Orta Doğu ülkelerini sabit bir uçak gemisi
görünümündeki Kıbrıs adası gibi yerlerdeki üsler yoluyla denetlemek ve teslim
almak olarak planlanıyor. Geçitkale havaalanı projesi, bu planların bir parçası
olarak gündeme geldiyse, bu planın uygulanmasında rol alanların kendilerini bu
ağır sorumluluktan kurtarmaları çok zor görünüyor.

ABD, küresel bir süper güç olarak dünyadaki
etkisini sürdürmekle birlikte, Avrupa Birliği içindeki bazı denetlenemeyen
ülkeler, AB’yi bölgesel bir güç olmaktan çıkararak AB ülkelerinin ulusal
çıkarlarına hitap eden küresel bir güç yapma arayışına girdiler. Bu beklenen
gelişme, AB’nin içeriden denetlenmesi planlarının devreye sokulmasını ve İngiltere’nin
bu amaçla Almanya ve Fransa’nın ulusal çıkarlarını zayıflatan politikalar
yürütmesini gerekli kılacaktı. Ne var ki, ABD tarafından daha etkili ve
masrafsız bir politika yürütüldü ve Fransa’da Sarkozy, Almanya’da Merkel,
küresel emperyalizm projesinden paylarını alma seçeneğine yöneldiler. Bu
amaçla, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Fransa’ya, KKTC’nin de ABD ve İngiltere’ye üs
yapılması planları devreye sokuldu.

Öte yandan, Rusya ve Çin yakınlaşmasına Hindistan
ve İran gibi gelişme potansiyelleri yüksek olan ülkeler dahil olmaya
başlayınca, dünyanın büyük enerji kaynaklarının denetiminin kaybedilmesi riski
ile yüz yüze gelindi. ABD Başkanı Bush, İran’ın nükleer silahlanmasının dünyayı
3. Dünya Savaşı’na götürebileceğinden açık biçimde söz ederek bu kamplaşmaya
yönelik ilk ciddi tepkisini ortaya koydu. Bu planlı emperyalist dünya devleti
yaratma çabalarına rağmen İran, Rusya ve Çin ile yakınlaşmasını sürdürüyor.
Dünya, uluslararası alanda yeni ve tehlikeli bir sıcak savaşa doğru hızlı
adımlarla ilerliyor.

Kıbrıs adasının stratejik önemi, küresel güçler
arasında yer alan ABD’nin en güçlü müttefiki olan İngiltere’nin adada 10 bin
asker ve nükleer silahlar da barındıran bağımsız üslere sahip olması ve bu
üslerin Orta Doğu planları için kullanılmak için hazır bekletilmesiyle yakından
ilintilidir. Bu planların içine KKTC’nin de dahil edilmesi olasılığı,
birçoklarının haklı kaygılarına haklılık kazandırabilir.

KKTC’de yaşayan her bireyin, adanın stratejik
konumunun bilincinde olması ve ham hayaller peşinde koşarak emperyalist
güçlerin emellerine maşa olmamak için bağımsız devlet bilincine ve milli çıkar
nosyonuna sahip olması gerekir. Asla unutmayalım ki, dünyada ulusların ya da
ülkelerin dostları ve düşmanları değil, çıkarları vardır. Emperyalist yayılmacı
küresel dünya devleti kurma planlarına malzeme olan uluslar ve ülkeler,
Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, bu güçlü canavarın oyuncağı olmaktan
kurtulamazlar. KKTC, emperyalist oyuncuların savaş ve çatışma oyunlarının bir
oyuncağı olamaz ve olmaması için Hükümeti olarak, örgütlü toplum olarak ve
bireyler olarak uyanık davranmamız gerekmektedir.  

KKTC’deki Geçitkale havaalanının Amerikan üssü
yapılması iddiası doğruysa ve önüne geçilmezse, Yavru vatan’da akan onca kanın
kimin için döküldüğü tartışılmaya başlayacak ve şehitlerimizin kanının üstüne
bir bardak su içilmiş olacaktır. ABD-İngiliz-İsrail bloğunun “küresel
emperyalizmine” geçit vermemek için KKTC’de Geçitkale’nin geçilmemesi için
üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirelim.[1]

Fetullahçı Zaman Talat’ın Rum liderine:

“Yoldaş, Kıbrıs'ı ya çözeceğiz ya böleceğiz!”

 Sözlerini
alkışlıyor ve Annan planını destekliyordu.

 “Kıbrıs'ta
Birleşmiş Milletler'in başlattığı yeni süreçle ilgili takvim işlerken, KKTC
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı
Dimitri Hristofyas, çözüm beklentilerine ilişkin önemli açıklamalarda
bulunmuştu. 

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, şubat ayındaki
seçimlerde seçimi kazanan Rum lider Hristofyas'a ilk görüşmelerinde,
“Yoldaş, ya Kıbrıs sorununu çözeceğiz ya da bölünmeyi
mühürleyeceğiz.” diyordu. Küçük yaşlardan itibaren komünist AKEL Partisi
saflarında siyaset yapan ve baştan beri Ada'nın yeniden birleşmesini savunan
Hristofyas'ın gözleri doluyor ve eski dostu Talat'a şöyle cevap veriyordu: “Bunun
farkındayım. Zaten ben de bunun için aday oldum.”

Bu olumlu havanın tek göstergesi, iki lider
arasındaki yakınlık değil. Hristofyas'ın seçilmesinden önce günde ortalama 5
bin Türk Güney'e geçerken, Güney'den 500 Rum Kuzey'e geçiyormuş. Seçimden sonra
bu sayılar neredeyse eşitlenmiş.

İşte bu diyalog ve iki sol kökenli lider arasındaki
kimya uyuşması, Kıbrıs'ta yeniden başlayan çözüm sürecine dair en büyük umudu
oluşturuyor. KKTC Cumhurbaşkanlığı'nın davetiyle adaya gelen bir grup gazeteci
olarak bizler de bu yeni süreci her iki tarafın da nabzını tutarak anlamaya
çalışıyoruz. Önceki gün önce Kıbrıs Türk Ticaret Odası yönetiminin
perspektifini dinledik. Ticaret Odası'nın en fazla üzerinde durduğu konu,
Türkiye'nin tek taraflı olarak limanlarını asla açmamasıydı. Onlara göre KKTC
limanları üzerindeki ambargo sürerken bu adımın atılması, hem Kıbrıs Türk
ekonomisinin iflası hem de Rum tarafını çözüme zorlayan bir kartın zayi
edilmesi demekti. 2007'de başlayan durgunluktan yakınan Başkan Hasan İnce'nin
limanlar konusunda bir teklifi vardı: “Türkiye'den gelen mal, Yeşil Hat
üzerinden Güney'e geçsin, Güney'den Türkiye'ye gelecek mal da Yeşil Hat'tan
geçip Magosa Limanı'ndan Türkiye'ye gitsin.” Bir araştırma, ilişkilerin
normalleşmesi halinde Türkiye'nin Rum tarafına ihracatının 3 milyar dolara
çıkabileceğini gösteriyordu. Halbuki şu anki rakam 4 milyon dolar kadardı.

İşadamlarından sonra, iki lider tarafından 21
Haziran'da başlaması kararlaştırılan müzakere sürecinin altyapısını hazırlamak
üzere oluşturulan çalışma grupları ve teknik komitelerde Rum muhataplarıyla
görüşen Türk müzakere heyetinden kapsamlı bir brifing aldık. Türk ve Rum
tarafından beşer kişilik ekipler, 6 çalışma grubu ve 7 teknik komitede haftada
iki kez bir araya geliyordu. Sağlık, çevre, kültürel miras, ticaret, toprak,
mülkiyet, yönetim, vb. konularda taraflar birbirinin pozisyonunu öğreniyor.
Farklılıklar giderilmeye çalışılıyor, aşılamayan, liderler zirvesine
bırakılıyor.

Türk tarafının müzakere heyetine başkanlık eden
Cumhurbaşkanı Özel Temsilcisi-Görüşmeci Özdil Nami, oldukça umutluydu.
Papadopulos döneminde 52 haftada komitelerin isimleri dahi oluşturulamazken,
yeni dönemde 20 günde bir hayli mesafe almış ve uzlaşma sağlanan bazı sorunları
nihai çözümü beklemeden uygulamaya başlamışlardı. Mesela her iki tarafın
ambulansları kontrol edilmeksizin kapılardan rahat geçiş yapacaktı. Rum
tarafındaki trafik levhalarına Türkçe, Kuzey'deki levhalara ise Rumca ve
İngilizce eklenecekti. Ortak bölgelerde verimliliği artırmak için arıtma
tesisleri ortak yapılacaktı. Halbuki Papadopulos döneminde bu tür kararlar
alınsa bile bunların uygulanması mülkiyet, garantiler gibi en zor konularda
kaydedilecek ilerleme şartına bağlanmıştı. Şimdi komitelerin uzlaştığı konular
liderlerin talimatıyla uygulamaya geçiyordu.

Annan Planı masada değil, laptopta bulunuyordu!..

Peki taraflar konuları sıfırdan mı ele alıyordu,
yoksa Annan Planı mı esas alınıyordu? Türk tarafı Annan Planı'nın temel
alınmasına sıcak, ama Rum tarafı bunu asla kabul etmiyor. Yine de Türk müzakere
heyetinden şunu öğreniyoruz: Annan Planı masada olmasa da herkesin laptopunda
duruyor. Fiiliyatta Annan Planı'nın uzağına gidilmiyor ve her seferinde iki
taraf da “orada bu konu nasıldı?” diye bakma ihtiyacı hissediyor.”[2]

Mehmet Ali Talat Anayasayı çiğniyordu:

Devletlerin yönetim biçimlerini, insanların
haklarının listesini, devletin temel kurumlarının işleyişini belirleyen temel
belge olan Anayasa, bir devletin Temel Kuralıdır. Bir ülkedeki bütün yasa ve
diğer kurallar, Anayasaya uygun olmak durumundadır. Anayasal demokrasilerde,
Anayasanın bağlayıcılığına ilişkin bu tür düzenlemenin açık biçimde Anayasada
yazılmış olduğu görülür. KKTC Anayasası da Anayasanın Üstünlüğü ve
Bağlayıcılığı başlıklı 7. maddesinde; “Yasalar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa
kuralları, yasama, yürütme ve yargı organlarını, Devlet yönetimi makamlarını ve
kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” biçiminde bağlayıcı bir düzenleme
getirmiştir.

Bağımsız ve egemen bir devlet olan KKTC’nin
Anayasası, 164 maddeden oluşur. KKTC’de Anayasayı hiç kimsenin kendi yorumuna
göre yok sayması, kendi iradesi ile değiştirmesi, ciddiye almaması ve
küçümsemesi söz konusu olamaz. Anayasanın nasıl değiştirileceği, Anayasanın
içinde yazılıdır. Bunun dışında bir yöntem ile Anayasanın değiştirilmesi söz
konusu olamaz.

Bilindiği üzere, KKTC Cumhurbaşkanı liderliği ile
Güney Kıbrıs Yönetimi arasında, adanın tek bir (federal) devlet çatısı altında
birleşik bir devlet ile yönetilmesi amacıyla görüşmeler yapılıyor. KKTC’yi ve
Anayasayı ortadan kaldırması söz konusu olacak bu görüşmelerin, kaynağını
Anayasadan almayan bir yöntem ve irade ile yürütülmesi söz konusu olabilir mi?
Anayasayı ve dolayısıyla KKTC’yi ortadan kaldıracak bir çalışmayı, Anayasaya
aykırı biçimde yapmaya herhangi bir makamın yetkisi var mıdır? Bu konudaki
Anayasa maddesine birlikte bakalım. Öncelikle, KKTC Anayasası’nın 9. maddesine
göre, Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi yasaklanmıştır. Bu maddeye
bir bakalım:

Değiştirilemeyecek Kurallar başlıklı KKTC
Anayasası’nın 9. Maddesine göre;
“Anayasanın 1. maddesi ile 2. maddesinin (1). ve (2). fıkrasında ve 3.
maddesinde yer alan kurallar değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez.”
Peki, nedir bu değiştirilmesi dahi önerilemeyecek maddeler:

Devletin Şekli ve Nitelikleri başlıklı Anayasa 1.
Maddesi:
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, demokrasi,
sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan laik bir Cumhuriyettir.”

Devletin Bütünlüğü, Resmi Dili, Bayrağı, Ulusal
Marşı ve Başkenti başlıklı Anayasa 2. maddesine göre:
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve
halkı ile bölünmez bir bütündür. Resmi dil Türkçe’dir.”

Egemenlik başlıklı KKTC Anayasası’nın 3. Maddesine
göre:
“Egemenlik, kayıtsız şartsız Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti yurttaşlarından oluşan halkındır.        Halk, egemenliğini, Anayasanın koyduğu
ilkeler çerçevesinde, yetkili organları eliyle kullanır. Halkın hiçbir zümresi,
kesimi ve kişisi, egemenliği kendine mal edemez. Hiçbir organ, makam veya
merci, kaynağını bu Anayasa’dan almayan bir yetki kullanamaz.”

KKTC eğer bir Anayasal devlet ise, yukarıda
belirttiğim Anayasa hükümlerinin değiştirilmesi söz konusu bile olamaz. KKTC
Anayasası2nın 7. maddesine göre, “Anayasa kuralları, yasama, yürütme ve yargı
organlarını, Devlet yönetimi makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk
kurallarıdır.” Demek ki, KKTC’de Anayasanın üstünde olabilecek hiçbir makam ya
da devlet organı söz konusu olamaz.

 Peki, KKTC
Anayasası değiştirilebilir mi, kim ve nasıl değiştirebilir. Buna açıklık
getirelim:

KKTC Anayasası’nın 9. Maddesine göre : “Anayasanın
1. maddesi ile 2. maddesinin (1). ve (2). fıkrasında ve 3. maddesinde yer alan
kurallar değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez.” Bunun dışındaki maddeler
ise aşağıdaki yöntemle değiştirilebilir:

Anayasanın Değiştirilmesi başlıklı KKTC Anayasası’nın
162. maddesine göre: “ Bu Anayasa kuralları kısmen veya tamamen, ancak (KKTC)
Cumhuriyet Meclisi’nin en az on üyesinin önerisi ve üye tamsayısının üçte iki
çoğunluğunun oyuyla değiştirilebilir.”

KKTC’de Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat tarafından görevlendirilen
bir Cumhuriyet Meclisi üyesi (iktidardaki CTP-BG milletvekili Erdil Nami), KKTC
devletini ve Anayasayı tümüyle değiştirebilecek ve yeni bir devlet oluşuma
kaynaklık edecek görüşmeler yürütmektedir. Bu durum, Anayasaya uygun mudur?
KKTC Anayasası’nda Cumhurbaşkanı’nın görevleri arasında böyle bir yetki var
mıdır?

Cumhurbaşkanının Yetki ve Görevleri başlıklı KKTC
Anayasası’nın 102. maddesi:

(1) “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla,
Devletin ve toplumun birliğini ve bütünlüğünü temsil eder.

(2) “Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Anayasasına saygıyı,
kamu işlerinin kesintisiz ve düzenle yürütülmesini ve Devletin devamlılığını
sağlar.

(3) “Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Meclisi adına
Cumhuriyet Silahlı Kuvvetleri Başkomutanlığını temsil eder.

(4) “Cumhurbaşkanı, bu Anayasa ve yasalarla
kendisine verilen diğer yetkileri kullanır ve görevlerini tarafsız olarak
yerine getirir”   biçiminde düzenlemeler
getirmiştir.

Görüldüğü gibi, KKTC’de Anayasayı, ancak ve ancak
KKTC Cumhuriyet Meclisi değiştirebilir ve Anayasa, KKTC Cumhuriyet Meclisi’nin
üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ya da 50 üyeli Cumhuriyet meclisi’nin 34
milletvekilinin oyu ile değiştirebilir. Kıbrıs adasında çözüm görüşmelerini
yürüten irade olan iktidar partilerinin ise böyle bir çoğunluğu mevcut
değildir.

KKTC Cumhurbaşkanı, KKTC’yi ve Anayasasını
değiştirebilecek bir çalışmayı, KKTC Cumhuriyet Meclisi’nin 34 milletvekilinin
onayı olmadan gerçekleştiremez. Bu yetkiyi de 34 milletvekilinin oyu ile
kullanabilir. Yaşanan süreçte böyle bir yetki devri verilmediği gibi, bu
yetkinin devredilemeyeceği de anlaşılmaktadır.

Peki, KKTC’de neler oluyor? KKTC Cumhurbaşkanı,
KKTC Cumhuriyet Meclisi’nden yetki almadığı halde ve böyle bir yetki alması söz
konusu olmadığı halde, KKTC’yi ve Anayasasını ortadan kaldıracak bir çalışma
içinde görüşmeler yapmak üzere bir Meclis üyesini görevlendirmiştir.

Anayasası çiğnenmekte olan bir ülkede, KKTC
Cumhuriyet Meclisi’nin buna seyirci kalmasını anlamak mümkün değildir. KKTC
Meclisindeki siyasi partilerin ve milletvekillerinin buna sessiz kalması ise ya
Anayasayı bilmemelerinden mi kaynaklanıyor ya da bu konuda ses çıkarmamayı
tercih etmektedirler.

Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, KKTC Cumhuriyet
Meclisi’nin (Anayasayı değiştirme) yetkisi, Anayasaya uygun olmayan biçimde kullanılmakta
ve KKTC Cumhuriyet Meclisi de bu durumu sessizce izlemeyi tercih etmektedir. Bu
durum, KKTC’nin bir felakete sürüklendiğinin ve Anayasasız bir ülke olmaya
başladığının göstergesidir.[3]

Ünlü hahamdan İsrail ve Batıya ağır suçlama

Ünlü Ortodoks hahamı Menahem Froman “İsrail
ile Filistin sorununun köklerinde batılılar ve Yahudilerin İslam’a saygısızlığı
yatıyor” dedi.

Rus haftalık dergisi Expert’e konuşan Menahem
Froman,“Kutsal topraklarda barış yok çünkü Batı Doğu’ya ve Müslüman dünyasına
saygısız” tespitini yapıyor.

Rus haftalık dergisi Expert’e konuşan Menahem
Froman,”Kutsal topraklarda barış yok çünkü Batı Doğu’ya ve Müslüman
dünyasına saygısız” tespitini yapıyor. “Amerikalıların ve Yahudilerin
cehaletleri, kibirleri ve tepeden bakmaları Müslümanlar için olduğu kadar benim
için de kabul edilemez” diye açıklayan hahama göre, Orta Doğu’da barışın
sağlanması ve Müslümanlarla Batı arasında köprü kurulabilmesi için tek yol
cehalet engelinin kaldırılması ve Müslüman dünyaya saygı gösterilmesi.

“Barış istiyorsak, Müslümanları anlamak
zorundayız”

63 yaşındaki Froman, “Amerikan dışişlerine,
bir sene işlerini bırakıp Kur’an ve Hadis çalışmaları gerektiği”
önerisinde bulunuyor. Böylece Batılılar, Müslüman dünyayı ve İslam’ı anlamak
için birçok şey bulabileceklerini belirten Froman, “İslam ruhsal bir
imparatorluktur ve ondan öğrenilecek çok şey var” öğüdünü veriyor.
Müslümanlarla Batı arasındaki ilişkiler son yıllarda epey kötüleşti. Geçen Ocak
ayında, Gallup’un Dünya Ekonomik Forumu için yaptığı Müslüman-Batı Diyalog
İndeks’ine göre, Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerdeki insanların ekseriyeti
Batı’nın onlara saygı duymadığını düşünüyor. Yaser Arafat’ın son günlerde
çeşitli kereler görüşen Haham Froman, İsrail ve Filistin arasında soruna
“daha az politik ve daha çok ruhsal” bir çözüm gerektiğine inanıyor.
Kutsal topraklarda, yeni barış formüllerine ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Yahudi
dini barış elçisi olarak anılan politika bağımsız Froman, Kudüs’ün 3 büyük din
için dini başkent olmasını istiyor.

CIA: İslâm’ın fikir gücüne karşı koyabilecek bir
başka güç yok!

Teröre karşı verdiğimiz, kökten dinci mücahitlerle
savaştan bahsederken, ‘asimetrik bir savaş’ diyoruz. Gerçekten asimetrik;
onlarda fikir var bizde silah. Biz fikirlere kurşun sıkıyoruz. Gel gör ki fikir
dediğin şeye kurşun işlemiyor. Ve böylesi asimetrik bir savaşta bizde mühimmat
yok. Bir fikri ancak daha iyi bir fikirle yenebilirsiniz ve fikre karşı kurşun
sıkmak da iyi bir fikir değil!

Bu temayı işleyen konuşmayı yapan adamın adı: Eric
Haseltine.

Eric Haseltine, Amerikan istihbarat şebekesinin
(CIA, NSA, DIA, NGA… liste uzun) eski Teknoloji Daire Başkanı (2001-2007
arası ABD istihbaratının çeşitli birimlerinde görev aldı).

Arzu edenler bu yazıya konu olan konuşmaya
internetten hemen erişebilir; i-tunes ücretsiz podcastları arasında yer alan
New Yorker serisinde ‘Creative Intelligence’ başlığı altında bulabilirsiniz.
‘New Yorker Haseltine’ diye ararsanız geliyor zaten…

Dr. Haseltine dobra konuşuyor, hiçbir şey
söylemeden ‘Yaratıcı Zeka’ başlığı altında her şeyi anlatmayı beceriyor;
özetle:

1. Soğuk savaş dönemi bir filler savaşıydı. Atom
bombalarına sahip iki dev fil, ABD ve Sovyetler, kapıştı; ABD yendi.

2. Yendik ve böyle yendiğimiz için aynı şekilde
devam ettik; fil daha iyi duysun diye kulakları büyüttük, daha iyi koku alsın
diye hortumu uzattık, dişleri sivrileştirdik ve bu uğurda milyarlarca dolar
harcadık.

3. Ama bu sefer düşman fil değil, ısırıp virüs
bulaştıran bir sivrisinek olarak karşımıza çıktı. Fil ne yapacağını şaşırdı,
başka bir fil ile nasıl başa çıkacağımızı çok iyi biliyorduk ama sivrisineklere
karşı nasıl mücadele edeceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yoktu!

4. Amerikan istihbaratında en büyük mücadelem
‘fil’i sivrisinekleri öldürebilecek ‘eşekarıları’na dönüştürmek oldu. (Eşekarısı
sivrisinek öldürür mü bilmem ama teşbihte hata olmaz öldürdüğünü varsayalım
diyor, ayrıca sunumda fil ve arı resimleri sürekli görüntüde!)

5. Bunu bir yere kadar gayet iyi başardık ama
sivrisinekler fikir ortamından beslenerek ürüyor ve gelip ısırıyor, ne kadar
arı yaparsak yapalım bataklığı kurutmak için işe fikir düzeyinde yaklaşmamız
gerek. Çünkü fikir karşısında kurşun etkisiz kalıyor. Ve onlar savaşın düşünce
boyutunda bizden fersah fersah güçlüler…

6. Tezleri şöyle: İslam Hıristiyanlıktan daha
üstün, bunu bilen Batı, Müslüman dünyayı yok etmeye çalışıyor. Haçlı
seferlerinden bu yana hedefleri bu! Haçlı saldırıları devam ediyor, eskiden
İngiltere’de olan liderlik şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde. Bu güçlü
teze karşı, sizin elinizde sadece ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ kavramları var.
Adamların ülkesine girince, sorgu skandalları ortaya çıktıkça bunlar da pek işe
yarıyor denilemez.

7. El Kaide özellikle gençler üzerinde çok etkili,
İslam’ın güzelliği ve gücüyle gençleri fethediyor, sonra da istediğini
yaptırıyor. İslam düşüncesi karşısında durabilecek hiçbir güç yok, muhteşem
felsefi bir boyut içeriyor. Tek bir çıkar yol var, İslam’ın teröre alet
edilmesinin İslam’da yeri olmadığını Müslüman gençlere gösterebilmek.

8. Bu amaçla esirler arasındaki bazı hocalara esir
muamelesi yapılmadı ve ilahi bilimler uzmanlarıyla beraber Kur’an üzerine
çalışmalar düzenlendi. Bu ‘tefsir’ çalışmalarından sonra biz bu hocaları
serbest bıraktık ve onlar Müslüman gençleri üzerinde ilahi mesajın nasıl algılanması
hususunda vicdani düzeyde yapılan yaklaşımlarda fevkalade önemli farklılıklar
yarattılar.”[4]

Irak işgalinin sonucu: 6.5 milyon çocuk öksüz, bin
350’si de tutuklu bulunuyordu!

Irak’ı işgal eden Amerika, 6.5 milyon çocuğu öksüz
bırakmakla kalmadı, bin 350’sini de hapishanede esir tutuyor. ABD, Birleşmiş
Milletler’e, Irak’ta yaklaşık 500, Afganistan’da ise 100 çocuğu “militan”
şüphesiyle gözaltında tuttuğunu bildirdi. Ancak UNICEF’in verilerine göre,
sadece Irak’ta ABD tarafından hapiste tutulan çocuk sayısı bin 350. ABD’nin
BM’nin Çocuk Hakları Komisyonu’na sunduğu raporda, Irak’ta 18 yaşın altında
toplam 2 bin 500 çocuğun 2002’den bu yana 1 yıl ya da daha fazla süreyle
gözaltında tutulduğu belirtildi.

Yine UNICEF’e göre ABD’nin Irak’ı işgal ettiği Mart
2003’ten bu yana Irak’ta 6.5 milyon çocuk öksüz kaldı. Bebeklerin yüzde 30’u
ise ölümle karşı karşıya. UNICEF ve Dünya Gıda Programı’nın tahminine göre bu
ülkedeki bebeklerin yüzde 30’u işgalle birlikte yetersiz beslenmeden dolayı
açlık sınırında. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Irak’taki
çocukların içler açısı durumunu ortaya koyarken Ocak 2008’de Sınır Tanımayan
Doktorlar Örgütü de hazırladığı raporda Amerika’nın Irak’ta başlattığı işgalin
5 yılı doldurduğuna dikkat çekmiş ve bu süre zarfında 1 milyondan fazla sivilin
öldürüldüğünü açıklamıştı. Raporda ayrıca öldürülen Amerikan askeri sayısının 4
bin 500’e ulaştığına dikkat çekmişti. ABD, Bağdat’ta bir düğün konvoyuna
yaptığı saldırıda da 15 kişiyi katletmişti. Irak ve Afganistan’da 5 yıldan
fazla sürmekte olan işgalden en fazla çocuklar etkileniyor. İşgal gücü
askerlerinin çocuklara yapmış olduğu işkenceler ise hafızalardaki yerini
dramatik karelerle koruyor.

İşgal altındaki Irak’ta ilkokul çağındaki beş
çocuktan en az biri, okula gidemiyor. Yüzde 40’ı ise temiz içme suyuna düzenli
olarak erişebiliyor. 600 bin çocuk son iki yılda ülke içinde yerinden edilmiş
durumda. Çocuklar sokağa itilmiş, çalıştırılır durumda. 8 çocuk Guantanamo’da
esir tutuldu. ABD’nin verilerine göre Guantanamo’da tutulan çocuk sayısı 8.
Bunların 2004- 2006 arasında serbest bırakıldıkları kaydedildi. Uluslararası
Adalet Ağı ve Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği gibi sivil toplum kuruluşları,
gözaltıları “menfur” olarak kınadı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin anlaşmaları
ihlal ettiğini bildirdi.

Amerikan işgal gücünün ülkede sürekli olarak
kalmasını içeren ve askerlere dokunulmazlık sağlayan çerçeve anlaşması Temmuz
ayında imzalanacak…

Irak’ın en büyük Sünni partilerinden Müslüman
Alimler Birliği, atış talimleri sırasında hedef yaptığı Kur’an-ı Kerim’i delik
deşik eden ABD askeri hakkında hükümetin harekete geçmesini istedi. Birlik,
olaydan ABD ordusunun yanı sıra Irak hükümetinin de sorumlu olduğunu belirtti.
Açıklamada şöyle dendi: “Yapılan bu iğrenç saldırı, işgal gücü askerleri ve
liderlerinin Kur’an’a ve İslam’a duyulan nefreti göstermektedir.”

ABD, Musul’da, sürekli terör estiriyordu.
Kontrolündeki Irak ordusu ve polisinin yanı sıra peşmergeleri de yanına alan
ABD, Musul’da keyfi bir şekilde evleri basarak Türkmen ve Arapları gözaltına
alıyordu. Kentte 750 Türkmen gözaltına alınıyordu.”[5]

Ve bu Amerika Irak’la doymuyor şimdi de İran’a diş
biliyordu.

Herkes bir Amerikalı kadar tüketseydi elli dünya
bile yetmiyordu

Ham petrol fiyatındaki artış eğiliminin devam etmesi
ve 2008 Mayıs ortasında 159 litrelik bir varil başına fiyatın 122 doları
bulması, ekonomi dünyasındaki kriz tartışmalarını tekrar alevlendirdi. Bir grup
ekonomist ve yorumcu, petrolde ve diğer temel malların fiyatlarındaki
tırmanışın, finansal türev ürünlerinin yarattığı kargaşadan ve geleneksel
spekülasyon dürtüsünden kaynaklandığı için geçici olacağını savunuyor.

Bir grup analist ise bu yükselişin itici gücünün
arz-talep dengesizliği olduğuna ve bu dengesizlik bir şekilde giderilmediği
takdirde yüksek fiyat düzeylerinin daha yıllar boyu devam edeceğine inanıyor.
Benim sezgilerim ikinci görüşün geçerli olduğunu söylüyor. Zengin ve fakir
ülkelerdeki tüketim düzeyleri ile dünyanın mevcut üretimi ve tahmin edilen
doğal kaynak rezervleri üzerinde yapılan hesaplar da son çalkantının kalıcı
olabileceğini düşündürüyor. Fiyatlarda arada bir iniş-çıkışlar olsa da orta ve
uzun vadede trendin, yükselme yönünde olacağını ileri süren görüşler giderek
yaygınlaşıyor.

Ünlü bilim insanı ve yazar Jared Diamond, geçen yılbaşında
New York Times gazetesinde yayımlanan bir yazısında arz-talep dengesizliğini
şöyle vurguluyor: “Gelişmekte olan ve yoksul ülkelerdeki herkes, zengin
ülkelerdeki 1 milyar kişinin hayat tarzına uygun harcama yapsaydı, dünyada 72
milyar kişiye yetecek kadar doğal kaynak bulunması gerekecekti. Oysa dünyadaki
kaynakların en çok 9 milyar kişiye yeterli olacağı tahmin ediliyor.”

Hindistan'ın efsanevi lideri, Mahatma Gandi bu
gerçeği ta 60 yıl öncesinden fark etmişti. Yeni kurulan Hindistan'ın
İngiltere'nin sınai kalkınma modelini mi benimseyeceğini soran gazetecilere
Gandi şu cevabı vermişti: “İngiltere, dünya kaynaklarının yarısını
kullanarak sanayiini kurdu. Hindistan'ın kalkınması için daha kaç dünyanın
gerektiğini düşünüyorsunuz?”

Benim sağlam kaynaklardan yararlanarak yaptığım ve
yer darlığı nedeniyle üç temel mal ile sınırladığım aşağıdaki hesaplar da bu
değerli bilim insanlarının uyarılarına benzer sonuçlar veriyor.

 Petrolde
fiyatları Amerika’yı yıkacak!.

ABD, 304 milyon kişilik nüfusuyla yılda 1 milyar 32
milyon ton petrol ürünü tüketiyor. Bu ülkede kişi başına ortalama olarak günde 10 litre dolayında petrol
ürünü yakılıyor.

Kişi başına petrol tüketimi, dünyanın ABD dışındaki
ülkelerinde de aynı düzeye yükseldiğinde, dünyadaki toplam tüketim 22 milyar
650 milyon tona kadar tırmanacak. Yılda 4.1 milyar ton olan bugünkü petrol
üretiminin 5.6 katı olan bu tüketim düzeyi dünya ekonomisinde aşağıdaki
sonuçları doğuracak:

– Bir varil petrolün varil başına fiyatı 800 dolar
dolayına tırmanacak, Türkiye'de kurşunsuz benzinin litre fiyatı 25 YTL'yi
aşacak.

– Gıda fiyatlarının reel düzeyi, 2008 fiyatlarının
dört katına kadar tırmanacak.   

– Hayat pahalılığının artması ve değer kazanan
petrol, ülkeler içinde sosyal huzursuzluklara ve ülkeler arasında yeni
savaşlara yol açacak.

Ormanları Batının barbarlığı tüketmiş olacak

ABD'de de kâğıt tüketimi yüksek düzeyde ama dünya
ülkeleri arasında en fazla kâğıt tüketimi kişi başına yılda 325 kilogram ile
Finlandiya'da yapılıyor. Dünyanın tüm ülkeleri Finlandiya'daki kadar kâğıt
tüketecek bir gelir düzeyine çıktığında, toplam dünya tüketimi 2.3 milyar tonu
bulacak. Bugünkü dünya üretiminin 6 katı olan bu talep şu sonuçlara yol
açabilecek:  

– Değeri artan ağaçların kesimi artacak, büyük
şirketler “Testere” adlı korku filmini aratacak bir şekilde ormanlara
saldıracaklar.

– Ormanların toplam alanının azalması küresel
ısınmayı hızlandırarak, tarımsal üretim üzerinde yeni bir baskı oluşturacak.

– Kâğıt fiyatları, bugünkünün en az dört katına
yükselecek ve gazeteler ile tüm ambalaj malzemeleri daha pahalı olacak.

İnsanlık ete hasret kalacak

Bir Amerikalı bir yıl içinde ortalama olarak 110 kilogram kırmızı
et tüketiyor. Hindistan'da yaşayanlar dışında dünyada her insan bir Amerikalı
kadar kırmızı et yeseydi, toplam kırmızı et üretiminin 6 milyar 167 milyon ton
olması gerekecekti. Bir sığırın ağırlığını 260 kilogram olarak
aldığımızda, bu düzeydeki üretim için 2 milyar 372 milyon baş sığırın
yetiştirilmesi zorunlu olacak. Hintlilerin et eşdeğeri proteini sütten
sağladıklarını dikkate aldığımızda ve Hindistan'daki mevcut 400 milyon sığırın
da 700 milyona kadar çıkabileceğini hesaba kattığımızda bu sayı 3 milyar 72
milyon baş sığıra tırmanacak. Halen dünyada bulunan 1.3 milyar baş sığır
sayısının, iki katının da çok üstüne çıkması ise aşağıdaki olumsuzlukları
beraberinde getirecek:

– İneklerin atmosfere saldıkları ve küresel
ısınmanın nedenlerinden biri olarak sera etkisinde yüzde 18 payı bulunan metan
gazının miktarı hızla artacak.

– Aşırı otlatma nedeniyle meralar kelleşecek ve
iklim dengesi daha da bozulacak.

– Hayvan yemi ekiminin artması nedeniyle buğday,
pirinç ve diğer gıda maddelerinin fiyatı yeni bir artış ivmesi kazanacak, açlık
ve yoksulluk iyice yaygınlaşacak.

Dünyamızın kurtulması için, ABD ve İsrail durdurulacak!

Yukarıdaki hesapları su kaynakları, kömür,
karbondioksit emisyonu, metaller ve diğer gıda maddelerine göre yaptığımızda da
benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Dünya ülkeleri, bugün bilinen kaynaklar ve
rezervleri, ABD gibi kullandığı takdirde, zamanla artan talebin, her üründe,
kıtlık ve yüksek fiyat artışları yaratacağını anlamak için bilim insanı veya
kâhin olmak gerekmiyor.

Bu ortamda üretimi ve verimliliği artırmak için
bulunacak her çözüm yeni sorunlar yaratacak. Alınacak önlemlerin bir bölümü,
küresel ısınma duvarına toslayacak. Mevcut doğal kaynakların aşırı sömürülmesi
ise çocuklarımızın ve torunlarımızın sofrasına konacak rızkı, bizlerin bugünden
yiyip bitirmesi anlamına gelecek.

Teknolojinin gelecek 30 yıl içindeki olası düzeyi
uydumuz ayda veya uzay istasyonlarında üretim yapacak koloniler kurmamıza imkân
veremediğine göre eldeki kaynakları muhakkak akılcı, tutumlu ve vicdanlı
kullanmak zorundayız. Ancak mevcut gidişin sürdürülebilir olmadığını herkesin
görmesi ve alınacak önlemleri gönüllü olarak hayata geçirmesi de kısa sürede
gerçekleşecek bir iş değil.  

Temel mallarda arz-talep dengesizliği devam ettikçe
fiyatlar yüksek düzeyini ister istemez sürdürecek. Talepte ve fiyatlarda kalıcı
bir düşüş ancak şu iki durumda ortaya çıkacak:

– Zengin ülkelerde ailelerin hayat tarzının
değişmesi, insanların daha az ve daha tutumlu tüketmesi durumunda talep ve
fiyatlar gerileyebilecek. Ancak kuşaklar boyu aşırı tüketim ve savurganlık
ortamında yetişmiş insanların, kaynakları tüketme konusunda daha akılcı davranmaları
çok zor olacak. Bu ülkelerdeki aileler, çok büyük çöküntüler ve şoklar ortaya
çıkmadıkça mevcut hayat tarzını devam ettirmek isteyecek. Ayrıca bu ülkelerde
insanların daha az ve daha bilinçli tüketmeleri toplam talebi kısacağı için
ekonomileri durgunluğa sokacak.

– Gelişmiş ülkelerde aileler, bol bol tüketmeye
devam ettiklerinde temel mallardaki talep ve fiyat düzeyinin düşmesi ancak
gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızlarının düşüşü ile mümkün olacak. Çin,
Hindistan, Brezilya, Rusya ve Türkiye gibi büyük ülkelerde büyüme hızının hızla
düşmesi ve işsizliğin artması ise sosyal huzursuzluklara yol açacak. Televizyon
kanallarında izledikleri Amerikan hayat tarzını örnek alarak tüketimin tadını
çıkarmaya başlayan kitleler, büyüme hedeflerine sahip çıkacak ve daha iyi
yaşamak için ellerinden geleni yapacak.

Yukarıdaki her iki ihtimalin gerçekleşmesinin zor
olması bir yana bunların en az 15-20 yıllık bir süreç gerektirmesi de temel
malların fiyatlarını yüksek düzeylerde tutacak.

Yeni bir İslam Ahlakı insanlığı kurtaracak!

Artık Müslümanların ayağa kalkması veya haykırması
gerekir.

“Dünyanın kaynakları, artık sizin mevcut hayat
tarzınızı sürdürmenize yetmiyor. Biz bu hayat tarzımızı ancak dünyanın diğer
halkları ebediyen yoksul kaldıkça sürdürebiliriz.” Bunu diyebilmek için
ille de ekonomi bilmek gerekmez, vicdanlı, adil ve cesur olmak yeterlidir.    

Çünkü Siyonist sermaye tekelindeki çokuluslu
şirketlerin yöneticileri değil, zengin ülkelerdeki hümanistlerin, solcuların ve
çevrecilerin önemli bir bölümü bile bu konularda gerçekleri söyleme cesaretini
yitirmiştir. Bazıları ise hızlı büyüdükleri için Çin'i, Hindistan'ı ve diğer
gelişmekte olan ülkeleri suçlayacak kadar ileri gitmektedir.

Dönemindeki adaletsizlikleri “Beyler azdı
yolundan, bilmez yoksul halinden” diyerek eleştirecek kadar vicdanlı,
“Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen” diyecek kadar insancıl olan
Yunus Emre'leri yetiştiren Müslüman Türkiye, bu zor dönemi minimum hasarla
atlatabilir. Toplulukçu kültür ve dayanışma geleneği ile zenginleşmiş sosyal
sermayemiz ve modernleşen tarım sektörümüz, ham petroldeki hızlı artışın
ekonomiye ve ailelere aşırı ölçüde zarar vermesini önleyebilir.[6]

Dünyada ve Türkiye'de yüksek enflasyon dönemi

Enflasyon bütün dünyada artıyor. Yerküre üzerindeki
ortalama enflasyon son 9 yılın zirvesine çıkmış. Bakmayın yıllık bazda yüzde 1
dolayında seyreden Japon enflasyonuna. Japonya 10 yıldır böylesine yüksek
enflasyon görmemiş. Enflasyon şoku petrol zengini Arapların bile başını
ağrıtıyor. Katar'da yüzde 13,7 ve Kuveyt'te yüzde 9,5 ile rekor düzeyde. Suudi
Arabistan yüzde 9,6 ile son 30 yılın en yüksek enflasyonunu yaşıyor. Birleşik
Arap Emirlikleri yüzde 9,3'lük enflasyon ile 19 yılın en üst düzeyinde. Çin'den
Polonya'ya kadar birçok ülkede enflasyon hedeften sapmış durumda. Nedeni belli:
Gıda ve petrol fiyatlarındaki önlenemeyen artış.

Petrol 150 doları görebilir

ABD'de petrolün varil fiyatı cuma günü sabah
saatlerinde 124.70 dolar ile rekor seviyedeydi. Oysa daha kısa bir süre önce
“125 dolar görülür mü görülmez mi” tartışması yapıyorduk ki, daha
tartışmalar sonuçlanmadan 125 dolara geldik bile. Görünen o ki 150 dolarları da
bu yıl içinde göreceğiz. Uzun süre petrol fiyatları konusunda iyimserdik,
sürekli olarak bir geri dönüş bekledik ama gelinen noktada yapılan olumsuz
yorumları aktarayım size.

Petrol fiyatlarında kalıcı bir gerileme
bekleyenlerin sayısı her geçen gün azalıyor. Bir gerileme olsa bile daha sonra
fiyatların tekrar tırmanmaya başlayacağı kanısı yaygın. Bunun da nedenleri var.
Herkes “OPEC üretimi artırarak bu gidişe bir son versin” diyor ancak
dünya petrolünün yüzde 40'ını sağlayan OPEC'in kapasite artıracak çok fazla
yeri kalmadığı konuşulmaya başlandı. Dolayısıyla piyasaları rahatlatacak
boyutta bir üretim artışı gelmeyebilir.

Üretimde yavaşlama sürecektir

OPEC dışındaki petrol üreticilerine baktığımızda
orada da manzara çok parlak değil. Önemli üreticilerden Rusya ve Meksika'nın
üretimlerindeki artış yavaşlamaya başladı. Venezueula'nın üretimi ise düşüyor.
Irak, İran ve Nijerya gibi önemli üreticileri ve ihracatçıları ilgilendiren
jeopolitik sorunlar devam ediyor. Bu sorunların üç ülkenin petrol arzını
etkileme olasılığı piyasaları yeterince gerebiliyor. Beklentileri
olumsuzlaştıran bir diğer neden ise Çin ve Hindistan gibi son yılların öne
çıkan petrol tüketicilerinin talebinin artarak devam etmesi.

Çin'in olimpiyatlar öncesi altyapı ve üstyapı
çalışmaları nedeniyle enerji ihtiyacının arttığını biliyoruz ancak olimpiyattan
sonra bile yumuşama olmayabilir. ABD'de üretimin yavaşlaması ise petrol derdine
bir çare olmadı. Oysa bundan birkaç yıl önce dünya petrolünün yüzde 30'unu
tüketen ABD'de ekonominin hız kesmesi halinde petrol fiyatlarının aşağı
gelebileceğini konuşuyorduk. ABD'de kriz patladı, ekonomik büyüme hızı yüzde
0'a yaklaştı ancak beklenen olmadı. Aksine ABD'de yavaşlama başladığından bu
yana petrolün varil fiyatı 50 doların üzerinde artış gösterdi.

Risk ciddi bir tehlikedir

Kısacası petrol ve enerji tarafından görüntü parlak
değil. Bu da enflasyon beklentilerini olumsuzlaştırıyor. İşte bu nedenle Avrupa
Merkez Bankası Başkanı Trichet bu hafta enflasyonun bir süre daha yüksek
kalabileceği uyarısında bulundu. Yüksek enerji fiyatları hem artış oranı kadar
enflasyonu doğrudan etkiliyor, hem de beklentileri olumsuzlaştırıp,
tüketicileri “enflasyon artıyor” havasına sokarak dolaylı şekilde
etkiliyor.

JP Morgan'ın bu hafta yayımlanan bir raporunda
enflasyonun gelişmiş ekonomilerde bir süre sonra yumuşamaya başlayabileceği
ancak bizim gibi gelişmekte olan ekonomilerde uzun bir süre yüksek seyretmeye devam
edebileceği öngörüldü.

Enflasyon riskini biraz daha fazla ciddiye almamız
lazım. Merkez Bankası enflasyonun önümüzdeki aylarda artabileceğini ancak yılın
sonuna doğru gerileyeceğini öngörüyor. Hükümetin kafasında ise ne kadar artarsa
artsın yılı tek haneli enflasyonla kapatabileceğimiz gibi bir beklenti var. Ama
ne Merkez Bankası'nın senaryosunun ne de hükümetin beklentisinin
gerçekleşmediğini görürsek şaşırmayalım.[7]

Nereden nereye geldik?

Başbakan Erdoğan her fırsatta müthiş bir iktidar
dönemi geçirdiklerini söyleyerek sürekli geçmişi kötülüyor.

Tayyip Bey geçmişi kötülerken önceki hükümetlerle
de yetinmeyip ısrarla, “79 yıl vurgusu” yaparak Cumhuriyet ile de hesaplaşmaya
çalışıyor.

Kimilerine göre AKP iktidarı döneminde ekonomi
“fevkalade” iyi yönetildi. Belli ki bunu söyleyenler çok iyi paralar
kazandılar. Ancak AKP’nin seçim kazanarak iktidara geldiği 2002 ile bugün
arasında bazı kıyaslamalar yaptığımızda, durumun hiç de Tayyip Bey’in söylediği
gibi olmadığı ortaya çıkıyor.

Öyle uzun boylu bir araştırmaya da gerek yok. Bazı
verileri buraya alıyorum. Kıyaslayın, kararı siz verin:

Benzin:

Bugün: 3.44 YTL

2002’de: 1.69 YTL

Artış oranı: % 103

Tüpgaz:

Bugün: 43 YTL

2002’de: 19 YTL

Artış oranı: % 126

Ekmek:

Bugün: 0.40 YTL

2002’de: 0.15 YTL

Artış oranı: % 166

İşsiz Sayısı:

Bugün: Resmi: 2 milyon 487 bin. (Gerçek: 10
milyon.)

2002’de: Resmi: 2 milyon 412 bin (Gerçek: 6 milyon
200 bin)

Karşılıksız Çek:

Bugün: 1 milyon 535 adet

2002’de: 748 bin adet

Protestolu Senet:

Bugün: 2 milyon 803 milyon adet

2002’de: 498 bin 748 adet

Dış Borç:

Bugün: 280 milyar dolar

2002’de: 130 milyar dolar

İç Borç:

Bugün: 182.4 milyar dolar

2002’de: 90 milyar dolar

Dış Ticaret Açığı:

Bugün: 51.3 milyar dolar

2002’de: 15.5 milyar dolar

Sıcak Para:

Bugün: 53 milyar dolar

2002’de: 8.1 milyar dolar

Şimdi bir anket:

a) Yan gelip yatmışlar!

b) Analarını alıp kaçmışlar!

c) Hepsini satmışlar!

d) Formila açmışlar, fabrika kapatmışlar!

e) Hiçbiri!..

diyen sn. yazar haksız mı?

 

 



[1] 22.05.2008 / Milli
Gazete

[2] 11.05.2008 / Zaman

[3] 24.05.2008 / Birol
Ertan / Milli Gazete

[4] Murat Birsel /
Star

[5] Ceyhun Bozkurt /
Yeni Çag / Haber

[6] (bak: Faruk
Türkoğlu / 10.05.2008 / Referans

[7] Servet Yıldırım
Referans

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi