İRANI SİNDİRME GİRİŞİMLERİ VE TÜRKİYENİN RÖNTGENİ
Ilımlı İslamcılar
cihat ruhunu söndürmeye çalışıyordu!
Fetullahçı Zaman
yazarı Mustafa Armağan Fetih-1453 filminin bazı bölümlerini,fazlaca
dinci ve aşırı milliyetçi bulup eleştiriyor;
örneğin Bizansın kralını ve
yönetici kadrolarını, Papayı ve Haçlı Batılıları: Aciz, kalleş, korkak ve
barbar göstermeyi yersiz ve
gereksiz buluyordu. Tarihçi Armağan, herhalde bu gerçeklerin dile
getirilmesini, Fetullahçıların Dinlerarası Diyalog projelerine aykırı
görüyordu.
Mustafa Armağan:
Fatih, Fetihten 10 yıl sonra, şimdi küçük cihattan,
büyük cihada başlıyoruz dediğini nakledip, öyle ise biz de şimdi, orduyu güçlü kılma ve Milli Savunma hazırlıklarını
bırakıp, Fetullahçıların eğitim seferberliğine katkı sağlamalıyız demeye getiriyordu. Oysa, her çağ ayrı ve yeni bir fetih gerektiriyordu ve
küçük cihat olan askeri zaferi ve Hakkın galibiyet ve hakimiyetini kazanmadan
büyük cihat sayılan şeylerle uğraşmanın, şeytani güçlere figüranlıktan başka
işe yaramayacağını göz ardı ediyordu. Bugünün fethi, ABD ve AByi güdümüne alıp
zulüm düzenini yürüten Siyonist emperyalizmin burnunu kırmak ve etkisiz
kılmaktır. Bu haksızlık ve ahlaksızlık sisteminin patronlarına piyonluk
yapanların nefis terbiyesi ve
neslin eğitimi kılıflı gayretleri
sadece Siyonizme hizmetkârlıktır.
Görünüşü farklı ama
görüşü aynı olan Gülay Göktürkün Bugün Gazetesindeki yazısında (20 Şubat
2012):
Yunanistan artık
tehdit olmaktan çıkmıştır. Ekonomik krizlerle boğuşmaktadır. Hem zaten
Türkiyenin de sırada beklediği ABnin ortağıdır. Üstelik bizim de bulunduğumuz
NATO ittifakındadır. Bu nedenlerle, Ege Ordusunu lağvetmemiz lazımdır
Teklifiyle, Mustafa
Armağanın tavsiyeleri, aynı kapıya çıkmakta ve aynı sonucu doğurmaktadır:
Amerika ve Avrupanın himayesinde ve Siyonist sömürü düzeni içerisinde,
demokrat vatandaşlık ve dindarlık rolü oynanmalıdır! Amerikanın 27 İslam
ülkesini yeniden kurgulama ve Büyük İsrail hedefini yakalama amaçlı BOPun
eşbaşkanlığından şeref duyulmalıdır! Bu kutsal(!) amaç uğruna gerekirse,
Suriyeye bile saldırmalı, hatta İranla kapışmalıdır! Fetullahın hoşgörü
havarileri ve Amerikanın gönüllü ve dindar süvarileri olarak, İslamın cihat
ruhunu ve Kuranın adalet hukukunu unutturmaya ve Yahudi uşaklığını, Mevla
aşıklığı gibi yutturmaya çalışmalıdır!?:
Amerikanın himayesine
sığınan Fetullah Gülen, Samanyolu TVnin de verdiği Herkül.org sitesindeki
Fazilet dersinde:
Şahsıma yapılan her
türlü hakaret ve haksızlığı affediyor, herkese kucağımı açıyorum. Ama Dinime,
Kuran-ı Kerime, Rabbime ve Hz. Peygamberime yönelik bir hakaret tavırları
varsa, onları sahiplerine havale ediyorum, bunlar beni ilgilendirmiyor, öbür
tarafta hesaplarını vereceklerini biliyorum diyerek gerçek ayarını ortaya koyuyordu. Oysa müminlerin; Allaha, İslama
Kurana, Resulüllaha yönelik hakaretler karşısında susması, bu küstahlığı
yapanlara tepkisiz kalması, hadisi şeriflerde dilsiz şeytanlık ve münafıklık
olarak şiddetle kınanıyordu.
İran ve Suriye
İsrailde masaya yatırılıyordu!
ABD Başkanı Barack
Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Donilon, başta İran’ın
nükleer programı ve Suriye olmak üzere diğer bölgesel meselelerle ilgili temaslar
yapmak üzere İsrail’e 2 gün sürecek bir ziyarette bulunuyordu. Beyaz Saray’dan
yapılan açıklamada, Donilon’un aralarında İran ve Suriye ile bölgedeki
güvenlikle bağlantılı diğer konularda İsrailli üst düzey yetkililerle
danışmalarda bulunmak üzere İsrail’e gittiği belirtiliyordu.
İsrail Başbakanı
Binyamin Netanyahu’nun da gelecek ay başında ABD’ye gelmesinin beklendiği
kaydedilen açıklamada, Netanyahu’nun programıyla ilgili bilgi verilmiyordu.
İsrail’in İran’ın nükleer programını durdurmak için bir askeri operasyon
düzenlemesi olasılığından son haftalarda sık sık söz edilirken, Washington ve
batılı müttefikleri Tahran rejimini özellikle mali sektörünü hedefleyen
ekonomik yaptırımlarla ikna etmeye çalışıyor iddiaları yapılacak bir İran
müdahalesinde ABDyi aklamayı ve gerçekleri saklamayı amaçlıyordu. İsrail
Başbakanı Netanyahu ise yaptığı açıklamada, bu yaptırımların sonuç vermediğini
söylüyordu.
Anlaşıldığı kadar,
tezgâh şöyle kurgulanıyordu:
İsrail, ABD ve AByi
dinlemiyor gözükerek, İranın nükleer tesislerini bombalayacaktı. Bunun üzerine
İran, İsrail savaş uçaklarının Türkiyedeki İncirlik gibi Amerikan üslerinden
kalktığı ve Malatya Kürecik radar üssünden teknolojik destek sağlandığı
gerekçesiyle Türkiyeyi füzelerle vuracaktı. Bunun üzerine ABD ve NATO, güya
mecbur kalıp İrana savaş açacaktı. Ve tabi Türkiyede kendisini böyle bir
savaşın ortasında bulacaktı.
İsrail NATO’nun gizli
ortağı gibi davranıyordu!
Bu arada İsrail
NATO’ya “Akdeniz’deki donanmaya katkıda bulunayım” teklifinde
bulunuyordu. NATO sözcüsü Carmen Romero, “İsrail de dahil
olmak üzere bölgedeki tüm ortak ülkelerle işbirliğini geliştirmeye
hazırız” diyordu.
Dikkat buyurun!
Romero’nun cümlesi çok önemli: “İsrail de dahil olmak üzere bölgedeki tüm
ORTAK ülkelerle..” Altını tekrar çiziyorum, ‘İsrail dahil… ve ortak
ülke…” Sözcü aslında diyor ki, “İsrail NATO’nun ortağıdır”.
Malum, İsrail zaten daha önce NATO’nun bazı tatbikatlarına katılmıştı. Ancak,
donanmaya gemi gönderirse ilk kez bir operasyonda da yer almış olacaktı ve
artık Türkiye için ipler artık iyice elden çıkacaktı.
Bunları okurken
Erbakan Hocamız’ın, “Önce Türkiye’yi
AB’ye alacaklar, sonra da İsrail’i. Böylece Türkiye İsrail’e vilayet
yapılacak” sözünü yeniden hatırlamak lazımdı.
Mezhep savaşı
körükleniyordu!
Orta Doğu’da yaşanan
gelişmeler kaygı verici bir duruma geliyordu. Suriye, Irak, Yemen ve Bahreyn’de
yaşanan çatışmaların mezhepsel bir savaşa dönüşme riski, bölgede fitne
kazanının kaynamaya başladığını gösterirken, kaygıları daha da arttırıyordu.
İsrail 100 yıl rahat
eder deniyordu
Uludağ Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Tayyar Arı, olası bir mezhep
çatışmasının Müslümanlara büyük zarar vereceğini belirterek Suriye merkezli mezhepsel çatışma bölgeye yayılacak ve en çok da İsrail’in
işine yarayacaktır. Bu Şii-Sünni kamplaşması İran ve Irak’ı da etkileyeceği
gibi Türkiye için de büyük tehdit oluşturacaktır. Ortadoğu’da mezhep çatışması
çıkarsa İsrail’in 100 yıl boyunca
güvenlik sorunu kalmayacak, çünkü Müslümanlar birbiriyle boğuşacaktır diye uyarıyordu.
Kadafi gitti, ama
işkence kesilmiyordu
Bu arada, Uluslararası
Af Örgütü, Libyalı muhaliflerin işkence ve yargısız infaza devam ettiğini
açıklıyordu. Örgüt, Libyanın yeni hükümeti tarafından kontrol edilen
merkezlerde 2 bin 400 civarında tutuklunun bulunduğunu, ancak muhaliflerin,
çoğu Misrata ve Trablusta olmak üzere yüz binlerce kişiyi tutsak aldığını ve
işkence yaptığını duyuruyordu. Yani BOP kapsamındaki Arap Baharı inkılâpları,
İslam ülkelerine demokrasi kılıflı yeni bir despotizm getiriyordu.
KCKnın arkasındaki
İsrail Parmağı sırıtıyordu!
Emniyet İstihbarat
Dairesi eski Başkanı Bülent Orakoğlu, KCK soruşturmasında ortaya çıkan
MİT’çilerin ifade krizinin arkasındaki muhtemel güç olan İsrail’in 28 Şubat
sürecinde MİT ve TSK’ya çok ciddi anlamda sızma gerçekleştirdiğini söylüyordu. “O süreçte, Türkiye’nin çok ciddi kriptoları İsrail’in MOSSAD
ajanlarının denetimine de açıldı” diyen Orakoğlu, KCK
içindeki MİT ajanlarının İsrail’in etkisiyle bilinçli şekilde iz ve delil
bırakmış olabileceğine dikkat çekiyordu.
“PKK ile İsrail
arasındaki çok ciddi eğitim işbirliği bilinmektedir. Bundan dolayı İsrail
tarafından bu deliller koydurulmuş olabilir. Her dönemde, devlet ile millet
arasına nifak sokarak, devletin kurumları arasına fitne sokarak Türkiye zayıf
düşürülmektedir. Olayı iyi irdelemek gerekir. PKK’yı kuran MİT değildir, ama
MİT’in içerisinde, illegal alanı kullanan, yabancı ülkelerin hepsinde olan bir
klik ekibidir. Ayrıca PKK’nın kuruluşunda MİT’in yanı sıra, ABD ve İngiliz
derin devleti etkilidir” diye konuşan Bülent
Orakoğlu bu sözleriyle AKPyi aklamaya ve AKP Yahudi Lobileri ilişkilerini
saklamaya çalışıyor, ama MİT üzerindeki MOSSAD etkisini de itiraf ediyordu.
28 Şubat’taki MOSSAD
sızması, hala MİTin omurgasını mı oluşturuyordu?
KCK soruşturması ve
MİT mensuplarının ifadeye çağrılmasının arkasında büyük resme bakıldığı zaman
Türkiye’nin bölgede itibarsızlaştırılması planı olduğunu vurgulayan
Orakoğlunun: “İsrail, 28 Şubat
sürecinde devletin içindeki kurumlara çok ciddi anlamda el attı. Hem MİT’e hem
TSK’ya sızdı. Burada Çevik Bir’in İsrail ile olan yakın ilişkileri söz
konusuydu. Hatta o süreçte, Türkiye’nin çok ciddi kriptoları İsrail’in MOSSAD
ajanlarının denetimine de açıldı. Birçok alanda birlikte davranıldı. Çünkü o
süreçte, İsrail ve ABD ile en üst düzey istihbarat anlaşmaları yapıldı.” itiraflarını AKP iktidarı niye ihbar kabul edip soruşturma açmıyordu?
İskenderun saldırısını
İsrail tertipliyordu
İsrail’in hükümeti zor
duruma düşürecek terör odaklı eylemleri organize ettiğini kaydeden Orakoğlu, “Bunların taktik zamanlaması ve stratejileri çok enteresan.
İskenderun’da yapılan saldırının sanıkları yakalandı. Tim şefi olan Barış,
İsrail’e gidip geldiğini, çok yakın ilişkide olduğunu açıkladı. Daha sona
yapılan araştırmalarda, MOSSAD’ın PKK içerisindeki nüfuzunu kullanarak bu
kişiyi, o timin başına getirdiği ortaya çıktı. Yani bunun İsrail operasyonu
olduğu açıktı.
2000 yılında dönemin
MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un teşkilatın şeffaflaşma dönemine girdiğine
yönelik ifadelerini hatırlatan Orakoğlu, “Daha sonra yeni
müsteşar Emre Taner, küreselleşen dünyada, iç ve dış tehditlere karşı yeni bir
vizyon ortaya koyulması için yeni bir yapılanma hareketi başlattı. Ancak bu
hareket, MİT’in içinde İsrail ile yakın ilişkide olan kişiler karşı çıktı. Daha
sonra Hakan Fidan da aynı şeyi yürütmeye çalıştı. En son Genelkurmay Elektronik
Sistemler Komutanlığı’nın MİT’e devredilmesi, MİT’in Ortadoğu’ya ve dışarıya
açılmasından İsrail ciddi anlamda rahatsızdı. Hatta Hakan Fidan’ın göreve gelir
gelmez ‘İran yanlısı’ diye kara propagandaları devreye sokmuşlardı. Baktığınız
zaman, Oslo sürecinin ortaya çıkarılması krizin başlangıcıydıdiyen Orakoğlu nedense
Amerikadaki İsrail sayılan Yahudi Lobilerinin AKPye niye hala destek
verdiklerini açıklamıyordu.
İsrail’in Ortadoğu’daki
aşiretler üzerinde etkin olduğunu” belirten Orakoğlu, “O bölgeyi, ABD
ve küresel güçlerle birlikte, Irak, Afganistan’da olduğu gibi yeniden dizayn
ediyorlar” derken, Recep T. Erdoğanın BOP Eşbaşkanı olduğunu nasıl da
unutuyordu. Ve yine Hakan Fidanın sürdürdüğü MİTte şeffaflaşma sürecini
Şenkal Atasagunun başlattığını söyleyen Bülent Orakoğlu, Şenkal Atasagunla
Teoman Komanın sıkı-fıkı ilişkisini ve İsrail-ABD hizmetçiliğini nedense
atlıyor ve kendisiyle çelişkiye düşüyordu.
ABD ve İsrailin yeni
savaş konsepti: İnsansız hava araçları oluyordu
ABD, Irak ve
Afganistan’da, İsrail’de Lübnan’da Hizbullah’a karşı kara savaşını kaybettikten
sonra, yeni bir savaş konsepti belirliyordu. Her iki ülke operasyonlarını artık
geliştirdikleri insansız hava uçaklarıyla yapıyordu. Geliştirilen radar ve füze
sistemiyle desteklenen, insansız hava uçakları askeri zayiatları önlemek için
kullanılıyordu. Malatya’da kurulan radar ve füze sistemi de bu yeni konseptin
devamı olarak nitelendiriliyordu. İsrail’in Akdeniz de gerçekleştirdiği son
tatbikatta da Malatya’daki radar üssünün kimin için kurulduğunu teyit ediyordu.
ABD’nin insansız hava
araçlarına yatırdığı 689 milyar dolar dudak uçuklatıyordu. Buna neden olarak
ABD’nin Irak ve Afganistan’da kara savaşında yaşadığı hezimet gösteriliyordu.
Irak savaşında 30 bin askerini kaybeden ABD, bu nedenle konsept değişikliğine
gidiyor, artık hava gücüyle, özellikle uzaktan insansız hava araçlarıyla
vuruyordu. Obama yönetiminin yeni savunma bütçesinde İHA’ların payını artırması
da bunun en önemli kanıtıydı. İnsansız hava uçakları, ABD için zayiatı en aza
indirirken sivillere ölüm kusuyordu.
3 yılda 585 insan
öldürülüyordu
Londra’daki
Araştırmacı Gazetecilik Bürosu’nun raporuna göre; Obama’nın başkanlık koltuğuna
oturduğu günden bu yana yaklaşık 585 ‘masum sivil’ insansız hava araçlarından
atılan bombalar nedeniyle hayatını kaybediyordu. Araştırmaya göre ölen
sivillerden 60’ı çocuktu. Obama yönetimine karşı İHA saldırılarında hayatını
kaybeden siviller için hukuki mücadele başlatan Amerikan Sivil Özgürlükler
Birliği, kayıp sayısının çok daha yüksek olabileceğini söylüyordu.
Türkiye’nin aleyhine
İsrail’in lehine, Kürecik radar üssü kuruluyordu
Malatya Kürecik’te
kurulan radar ve füze savunma üssü de ABD ve İsrail’in geliştirdiği bu yeni
konseptten bağımsız düşünenler aldanıyordu. Kara savaşını kaybeden bu iki ülke
hava savunma ve saldırı araçlarıyla artık daha az zayiat vererek caydırıcı
olmak istiyordu. Özellikle insansız hava araçları bu ülkeler için biçilmiş
kaftan. İsrail kaynakları, Türkiye’nin İran’a verdiği güvencenin aksine, ABD’nin
bu füze savunma sisteminden gelecek istihbaratı İsrail’le paylaşacağını
söylüyordu. Ve zaten Şubat ortasında Akdenizde yapılan, ABD-İsrail ortak
tatbikatı Malatya Kürecik radar üssünden yönetiliyordu. Bu iddia kısa bir süre
önce İsrail’in Akdeniz de yaptığı tatbikatla doğrulandı. İsrail F-15 savaş
uçağı doğu-batı yönüne iki füze fırlattı. Amaç İran’dan İsrail’e fırlatılan bir
füzenin simülasyonunu yapmaktı. Fırlatmanın hemen ardından hem İsrail’de hem de
Malatya Kürecik’te bulunan NATO radarından, füze anında tespit edildi. Süreç
İsrail ve Malatya da bulunan radarlar tarafından eş güdümlü olarak yürütüldü.
Böylelikle Malatya’daki radar üssünün İsrail’in güvenliği için kullanıldığı
teyit edilmiş oldu. Dış politika uzmanları, bilgi paylaşımının önüne geçmenin
mümkün olmadığını bunun Türkiye’nin aleyhine İsrail’in de lehine olduğu
yorumunu yapıyordu.
Üssün Kimin için
kurulduğu kesinleşiyordu
Orta Doğu uzmanı Hüsnü
Mahalli de: “Baştan beri
Malatya Kürecik’te kurulan radar üssünün İsrail için kurulduğunu söylüyorum.
İsrail’in yaptığı deneme sonucunda bu artık kesinleşti. NATO basın sözcüsü de
NATO’nun İsrail’le iş birliği yaptığını söylemişti. Kısacası Malatya’da ki
Kalkan denendi ve amacına ulaştı. Ayrıca Malatya da kurulan Füze Kalkanı İsrail
de bulunanlarla aynı, hiçbir farkları yok. Aynı tabana ve aynı verilere sahip.
Coğrafi olarak ta Malatya’da kurulmasına baktığımız zaman İran’a karşı İsrail’i
korumaya yönelik kurulduğu da aşikârdır. Eğer İsrail’i korumak için kurulmamış
olsaydı İncirlikteki yeterliydi. Neden İncirlik’te ki yetmiyor? Çünkü İncirlik
İsrail’e doğrudan bilgi vermiyor. Bundan dolayı Malatya’ya kurdular.” şeklinde konuşuyordu.
ABD ve İsrail
askerlerini arka planda tutuyordu
ABD’nin yeni savaş
konseptini değerlendiren Emekli Binbaşı Yakup Evirgen de “ABD ve İsrail yeni ürettiği silahları ön plana çıkarıyor. ABD kara
savaşında çok asker zayiatı veriyor. İsrail ise nüfusunun az olması nedeniyle
savunma sanayine ağırlık vermek zorunda kalıyor. Teknoloji o kadar gelişti ki
artık ülkeler asker zayiatı vermek istemiyor. Onun için de silahlarını ön plana
çıkarıyor” diye konuştu. Araştırmacı-Yazar Aytunç
Altındal da, “Artık savunma
sanayisi gelişmiş ülkeler askerlerini ikinci planda bırakarak, silahlarını ön
plana çıkarıyor. İşte ABD bunun bir örneğidir. ABD, Irak işgalinde 30 bin asker
kaybetti. ABD artık asker zayiatı vermemek için askerlerini geri çekerek
silahlarını ön plana çıkardı. Teknolojinin gelişmesiyle bir savaş esnasında
ülkeler artık birbirlerine dışarıdan destek veriyorlar. Bir ülke diğer bir
ülkenin en ücra köşesini bile artık füzeyle vurabiliyor.” diye uyarıyordu.
Türkiye’nin dengesini
hangi güç bozuyordu?
Türkiyenin şu
soruları artık yüksek sesle kendine sorması ve bu konuları tartışmaya açması
gerekiyordu.
· Amerikan silahlarıyla ve yine, Amerikanın izni ve istihbaratıyla operasyon
yapmak sevinilecek bir durum mudur?
· Niçin Bizim etkili ve yetkili bir yerli savunma sanayimiz hala yoktur?
· Niçin var olanlar, etkin bir şekilde çalıştırılmıyor ve geliştirilmiyordu?
· ABD malı silah, araç ve gereçler ne derece güvenilirdir? İçlerinde uyuyan
elektronik bombalar olmadığına kim garanti veriyordu?
· ABD-İsrail-İngiltere istihbaratı ne derece güvenilir sayılıyordu? Verilen
istihbaratla Türkiye’ye bir tuzak kurulup kurulmadığından nasıl emin
olunuyordu?
· Türkiye’nin kaç istihbarat örgütü vardı? Bunlar ne yaparlardı? 30 yıldır
savaştığınız ve yanı başınızda olan bir terör örgütüne karşı gerekli bilgi ve
istihbaratı niçin toplayamıyordu?
· Türkiye’de kaç derin devlet bulunuyordu? Bu devletler kimin emrinde
çalışıyor ve kime hizmet ediyordu?
· Ege Ordusu niçin kurulmuştu ve NATO’nun dışında tutulmasının altında ne
yatıyordu ve bazı Amerikan taparlar Ege Ordusunun lağvedilmesini niçin
istiyordu?
Bu ve buna benzer
soruları çoğaltmak mümkündür. Amacımız, toplumun kendi geleceğine sahip çıkması
için gerekli duyarlılığı ortaya koymasını sağlamaktır. Sorunun bir parçası
olmak değil çözümün bir parçası olmaktır.
Türkiye’nin savunma
sanayisini hangi güç engelliyordu?
Türkiye’de 1940’larda,
o günün kıt koşullarında bile devletin elinde silah sanayinin ve özel sektörün
elinde uçak sanayinin olduğu bilinmektedir. Ama maalesef ne devletin elindeki
silah sanayi geliştirilmiş, ne de özel sektörün elindeki uçak sanayi,
desteklenmiştir. Türkiye’yi yönetenler, ikinci cihan savaşına girmeme
avantajını, Batıda geliştirilen silahları Türkiye’de üretebilme gayretini
göstermeyip kaybetmişlerdir.
1940-1950 arasında
genç subayların İnönü hükümetlerinden en önemli şikâyetlerinden birisi de,
Askerin ekonomik durumu ile ordunun modernizasyonu meselesidir. Bu ve buna
benzer sebeplerden dolayı genç subaylar, İnönü iktidarına karşı içten içe
örgütlenmişler ve hatta 1950 seçimlerine hile karıştırıldığı taktirde darbe
yapmayı bile düşünmüşlerdir.
Menderes iktidarının
ilk döneminde şuurlu ve onurlu subayları oyalamak amacıyla, ordunun
modernizasyonu üzerine bir çalışma yapılıyor görünmüşlerdir. Milli Savunma
Bakanı Albay Seyfi Kurtbek, ‘Ordu Reformu’ Raporu hazırlayıp hem Cumhurbaşkanı
Bayar’a hem de Hükümete sunarak oy birliği ile kabul edilmiştir. Ancak
böylesine önemsenmiş ve benimsenmiş bir reform programından (3 Mayıs 1953)
aradan dört ay geçmeden (27 Temmuz 1953) açıklanmayan bir sebeple vazgeçilmiştir!?
Bu kadar önemli ve
gerekli bir reform programını, bilinmeyen, devletin derinlerine nüfuz etmiş dış
güçlerle ittifak halinde olan bir güç mü engellemiştir? Böyle bir güç varsa
kimdir?
NATO’ya girildiğinde
ordunun elinde ki silahlar, NATO tarafından, mevcuda nazaran daha gelişkin olan
ve İkinci cihan savaşından kalan silahlar ile değiştirilerek iyileştirilmiştir.
Soğuk savaşın oluşturduğu psikolojik ortamda NATO silahları ile yetinmenin
yeterli olduğu anlayışı, hem siyasetçilerde hem de sivil ve askeri bürokraside
hâkim bir düşünce haline gelmiştir. Daha ekonomik olduğu gerekçesi ile yerli
üretim yerine ithal etme tercih edilmiştir. Alınan silahlar, satan ülkenin son
teknolojisi ürünü olmaktan ziyade eski teknoloji ürünü silahlar verilmiştir.
1960 sonrası İnönü
hükümetinde Kıbrıs olayları patlak verdiğinde ABD başkanı Johnson’ın yazdığı
meşhur mektupta, ‘bizim silahlarımızı kullanamazsınız’ hakaretinden Türkiye’yi
yönetenler gerekli dersi alamamışlar, NATO silahlarına bağlı kalmayı
sürdürmüşlerdir.
Demirel zamanında
Kıbrıs’a müdahale edebilmek için çıkartma gemilerimizin olmamasının meydana
getirdiği ciddi sıkıntıdan da gerekli ders alınmış değildir. Üç tarafı
denizlerle çevrili bir ülkenin 1965’lı yıllarda çıkartma gemisinin olmaması,
bunun hazırlanmaması, Türkiyenin nasıl yönetildiğini göstermektedir. Rahmetli
Erbakan Hocanın 1973ten sonraki koalisyon ortaklıklarında başlattığı Ağır
Sanayi ve Milli Harp sanayi yüzünden dış güçlerin ve Masonik işbirlikçilerin
hedefi haline gelmiş, bu tarihi girişimleri sürekli kösteklenmiş ve maalesef ne
halkımız ne TSK kurmaylarımız tarafından Hocanın kıymeti takdir edilmemiştir.
Bu anlayışla 1990’lı
yıllara gelindiğinde PKK terör örgütü karşısında demode silah ve teçhizata
sahip bir ordu görülmektedir. Gerek dönemin Genel Kurmay Başkanı Org. Doğan
Güreş’in gerekse o dönemde görev almış diğer komutanların şikâyetleri bu
merkezdedir.
Bu şikâyetleri yapmış
olmalarına rağmen Refah-Yol döneminde tankların modernizasyonu, Askeri
bürokrasi ile Erbakan hükümeti arasında ciddi sorun haline getirilmiştir.
Erbakan modernizasyonun Türkiye’de ve yerli şirketlerce yapılmasını isterken;
Çevik Bir’in başını çektiği bir cunta-çete, modernizasyonun İsrail tarafından
yapılmasını istemiştir. Ayrıca D-8’ler kapsamında yapılması öngörülen zirai
donatım uçakları projesi, Erbakan sonrasında terk edilmiştir. Böyle milli bir
projenin rafa kaldırılmasını nasıl yorumlamak gerekir?
Türkiyenin bu ve buna
benzer projelerini gerçekleştirilmesini engelleyen devletin derin katmanlarına
çöreklenmiş Masonik-Kemalist güçlerin ülkeye getirdikleri nokta gözler
önündedir.
Siyasi iktidarların
hem NATO’ya hem de ABD’ye tavizler verdiği gerçektir. Bugün birçok gizli
antlaşmanın mahiyeti kamuoyu tarafından bilinmemektedir. Şikâyetçi olunan
tavizleri, sadece siyası iktidarlar değil; aynı zamanda askeri
darbeciler/iktidarlar da vermiştir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden
sonra darbecilerin, ABD’ye ve NATO’ya bağlı kalacaklarına dair güvence vererek
işe başladıkları da zaten bilinmektedir.
İşte “27 Mayıs
1960 da ihtilal bildirisi: “…Bütün
ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız.
CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız.”
“12 Eylül 1980
İhtilal Bildirisi: “Türkiye
Cumhuriyeti, NATO dahil tüm ittifak ve anlaşmalara bağlı kalacaktır.
Siyası İktidarlar
zamanında NATO’dan ve ABD’den şikâyetçi olup da askeri iktidarlar zamanında
bağlılık yemini yapmak hepsinin de aynı odakların figüranları oldukları manasına gelmektedir.[1]
[1] Burhanettin Can / Milli Gazete
http://www.millicozum.com/mc/mayis-2012/irani-sindirme-girisimle