İKİNCİ BÖLÜM: YENİ SEKÜLER DÜZENİ`İN KURULUŞU -1-
“Masonluk dünyayı yeniden kurma işine çağrılmış bulunmaktadır.
Bu da onun gücünün üstünde değildir ama onun nasıl
olması gerekiyorsa, öyle olması koşuluyla.”
Türk masonlarınca yayınlanan Mimar Sinan
dergisi, sayı 32, s. 34
Kitabın önceki bölümünde Düzen`in oluşumunu sağlayan süreçlerin ardındaki bilinmeyen ya da gözden kaçan bazı önemli gerçekleri inceledik. İsra Suresi`nin başında anlatılan “İsrailoğulları`nın ikinci yükselişi”nin ne olduğunu görmeye çalışırken, bu “yükseliş”e karşılık gelen Mesih beklentisini ve bu beklentinin eyleme geçirilmiş hali olan Mesih Planı`nı araştırdık. Mesih Planı`nın gerektirdiği kehanetlerin yahudi önde gelenleri tarafından nasıl “zorla da olsa” gerçekleştirildiğine göz attık. Bu doğrultuda, İspanya sürgünüyle başlayan “yahudileri kehanete uygun olarak dünyaya dağıtma” projesinin nasıl uygulığı gördük. Bu proje sonucunda Kuzey Avrupa`ya giden yahudilerin kapitalizmin doğuşunda, Protestanlık ve Püritenliğin gelişimindeki etkilerini ve Yeni Dünya`yı yönlendirmelerine de değindik.
Kısacası Mesih Planı, gerçekten de Kabalacıların umduğu gibi “tarihin akışını” derinden etkilemiş ve Mesih`in gelişiyle ilgili kehanetleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Bununla birlikte Plan`ın bir ikinci etkisi daha vardı: Bugün dünyada hakim olan Düzen`in ki buna en son olarak “Yeni Dünya Düzeni” dendi altyapısı da bir taraftan oluşuyordu. Bu altyapının en önemli özelliği ise “seküler” yani din-dışı oluşuydu. ABD Büyük Mührü`nde Annuit Coeptis – Novus Ordo Seclorum (Başlanmışın Tamamlanması – Yeni Seküler Düzen) ibareleriyle vurgulanan bu özellik, Mesih Planı`nın bir parçasıydı aslında. Bu bölümde, Yeni Seküler Düzen`in nasıl kurulduğunu ve Avrupa toplumlarının nasıl olup da koyu dindar bir Ortaçağ düzeninden seküler bir düzene geçtiğini inceleyeceğiz.
Ali Bulaç, bir makalesinde “onikinci yüzyıldan başlayarak kademeli bir biçimde Avrupalı insanın kalbinde meydana gelen köklü değişimler ve dönüşümler”den söz eder.1 Bu köklü değişim ve dönüşümler, dini hayatın en büyük gerçeği olarak gören, bu dünyanın geçiciliğine inanan ve en büyük otorite olarak da dini otoriteyi tanıyan Avrupalı insanı yavaş yavaş dinden koparmış, onu, ilahi mesajı, dini otoriteyi tanımayan ve bu dünyayı tek hedef olarak benimseyen bir insan haline getirmiştir. Kısacası, Avrupa uzun bir dönüşüm sonucunda tek kelimeyle sekülerleşmiştir.
Bu dönüşüme değinmeden önce, Ortaçağ Avrupası`nı resmi tarihin kasıtlı karalamalarından uzak durarak tasvir etmekte yarar var. Avrupa, Ortaçağ boyunca temelde din tarafından yönetilen toplumlardan oluşuyordu. Din, insanların en büyük yol göstericisi olarak kabul ediliyordu. İnsanlar, kendilerinin ve içinde bulundukları evrenin Allah tarafından yaratıldığına ve yine O`nun tarafından yokedileceğine, ölümün ardından da O`na hesap vereceklerine inanıyorlardı. Toplum düzeni bu inanç üzerine, yani insanın ve evrenin “yaratılmış” olduğu gerçeğine dayanarak kurulmuştu.
Ancak Ortaçağ Avrupası, her ne kadar üstte sayılan doğruları içerse de, pek çok yanlışı da içinde barındırıyordu. Bir kere, “din” denilen şey, Allah`ın insanlara verdiği gerçek ve orijinal din (Hak Din) değildi. Dinin içine pek çok yabancı unsur karışmıştı. Dinin saflığının bozulması, taassubun doğmasına yol açmıştı. Kilise`nin tutucu ve dar görüşlü bazı yönleri vardı. Ayrıca dinin içine pek çok hurafe karışmıştı ve bu hurafeler de doğal olarak akla uygun gelmiyordu. İnsanlar, biraz da Kilise`nin baskısıyla, hurafelerle karıştığı için akılcı olmayan, insan ruhuna bazı yönlerde ters düşen bu dini biraz zorlanarak da olsa kabul ediyorlardı.
Bu durum böyle süremezdi. İki ihtimal vardı; birincisi, dinin içine sokulan hurafelerden temizlenmesi ve saf İsevi geleneğe dönülmesiydi ki bu Avrupalı insanın gerçek kurtuluşu (felahı) olurdu. İkinci ihtimal ise dinin tamamen reddedilmesiydi, ki bu da Avrupalı insanın felaketi anlamına gelirdi. “Avrupalı insanın kalbinde meydana gelen köklü değişimler ve dönüşümler” oluşturan sürecin sonucunda ikinci ihtimal gerçeğe dönüştü ve Avrupa sekülerleşti.
Peki bu büyük dönüşümün ardındaki itici güç neydi acaba? Her şey ekonomik, sosyal, kültürel değişimler sonucunda kendi kendine mi olup bitmişti, yoksa bu dönüşümün arkasında “birileri”nin rolü var mıydı?
Karl Popper`in felsefesine olan hayranlıkları nedeniyle “komplo teorileri”ne alerjileri olanlar bu sorudan hoşlanmayabilir, tarihsel gelişmelerin arkasında birilerini aramanın bilimsel olmadığını öne sürebilirler. Oysa biz böyle bir soru sormakta ısrarlıyız. Çünkü Avrupa`nın yaşadığı ve sonradan da tüm dünyaya ihraç ettiği büyük dönüşümün sonucunda ortaya çıkan şey “inkar”dır ve Kuran bizlere inkarın yalnızca kişilerin seçimi ile oluşmadığını, birileri tarafından üretildiğini haber vermektedir. Kuran`a göre, insanların dini inkara yönelmelerinin ardında, “müstekbirlerin” (Allah`a karşı büyüklenen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran önde gelen inkarcılar) kurdukları “hileli düzen”lerin büyük rolü vardır. Ayette bildirildiğine göre, bu müstekbirlere uyan halk, ahirette onlara “… siz gece ve gündüz hileli düzenler kurup bizim Allah`ı inkar etmemizi ve O`na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz…” (Sebe, 33) diye seslenecektir.
İnkar yalnızca kendi kendine oluşmadığına, birileri tarafından üretildiğine göre, Avrupa`daki büyük dönüşümün de kimin tarafından üretildiği sorusu karşımıza çıkmaktadır. Acaba kim “gece ve gündüz hileli düzenler” kurarak, yani bilinçli ve sistemli bir biçimde Avrupa toplumlarını dinden uzaklaştırıp sekülerleştirmiştir?
Bu soru üzerinde düşünürken, ABD Büyük Mührü`nde yer alan “Başlanmışın Tamamlanması – Yeni Seküler Düzen” ibareleri, daha da anlamlı hale gelmektedir. Verilen mesaj ilginçtir: Sanki birileri, “başlanıp tamamlanan”, yani planlı bir hareket sonucunda Yeni Seküler Düzen`i kurmuştur. ABD Büyük Mührü, bu seküler düzenin kim tarafından “başlanıp tamamlığı” konusunda da sembolik mesajlar taşır: Sözkonusu ibarelerin ortasında “üçgen içinde göz” sembolü vardır; yani Yahudilik`ten mason localarına aktarılan klasik İbrani sembolü: “Rab (Yehova)nın bakan gözü” … Sanki seküler düzeni kuranlar, bu sembolün sahipleridir.
Daha da önemlisi, sekülerleşmenin arkasında yahudilerin rolü olduğunu bizlere Kuran bildirmektedir. Nisa Suresi`nin 160. ayetinde”yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kişiyi Allah`ın yolundan alıkoymaları nedeniyle” lanetlendikleri haber verilir. Kuşkusuz Avrupa`da yaşanan (ve sonradan tüm dünyaya ihraç edilen) büyük sekülerleşme hareketi de, Kuran`ın haber verdiği değişmez kurallardan farklı bir şekilde gerçekleşmiş olamaz.
KATOLİK AVRUPA DÜZENİNDE MUHALEFET
Ortaçağ boyunca hüküm süren Katolik Avrupa Düzeni oldukça istikrarlı bir düzendi. Kilise`nin egemenliğine karşı yüzyıllar boyunca hiçbir ciddi muhalefet yaşanmamıştı. Çünkü düzene muhalif olacak herhangi bir sosyal grup yoktu. İnsanlar dini otoritenin kurduğu hiyerarşik düzene sadakat gösteren, “hadlerini bilen” insanlardı ve kimsenin aklına dini otoriteye isyan etmek gibi bir düşünce yoktu. Avrupa toplumları, dini otoritenin bayrağı altında Hıristiyanlık bilinci ile birleşmiş ve homojen bir kültür oluşturmuşlardı. Bu nedenle de o dönemlerde kıtanın adı “Avrupa” değil, “Christendom” idi, yani “Hıristiyanya”…
Ancak Hıristiyanya içinde tek bir toplum vardı ki, kurulu düzene karşı büyük bir muhalefet hissi taşıyordu. Bu toplum, Avrupa`nın değişik bölgelerine azınlıklar halinde dağılmış olan yahudi toplumuydu. Çünkü yahudiler Katolik öğretisinde “İsa`nın katilleri” olarak tanınıyor ve sapkın bir dinin üyeleri olarak kabul ediliyorlardı. Bu nedenle de yahudilerin Hıristiyanlarla eşit sosyal haklara sahip olması asla kabul edilmiyordu. Buna karşın, önceden de değindiğimiz gibi yahudiler kendilerini “seçilmiş halk” olarak kabul ediyor, diğer ırklardan üstün olduklarına inanıyorlardı. Bu “üstün”lüklerinin tanınacağı ve diğer halkların kendilerine boyun eğeceği günü, yani Mesih`in gelişini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ve Kabalacılar, önceki bölümde incelediğimiz gibi, Mesih`in gelişini sağlamak için yaptıkları Plan`ı, Kristof Kolomb`un ünlü yolculuğu ile uygulamaya koymuşlardı.
Kısacası, Ortaçağ`ın sonlarına gelinirken, yahudiler Katolik Avrupa Düzeni`nden rahatsız olan tek dikkate değer grup durumundaydılar. Kuşkusuz bu son derece önemliydi, çünkü önceki bölümde incelediğimiz gibi yahudi önde gelenleri rahatsız olmadıkları bir durumu kabul etmezler, onu değiştirmeye çalışırlardı. Kabala, bu değişimin, “tarihin akışını değiştirme”nin anahtarıydı. Bu nedenle, yahudi önde gelenleri kuşkusuz Katolik Avrupa Düzeni`ni de değiştirmeyi hedeflediler. Katolik Avrupa Düzeni`ni değiştirmek Mesih Planı`nın bir parçasıydı, ancak bu işe, Mesih Planı`nın asıl olarak uygulanmaya konduğu 1492 yılından da önceleri başlanmıştı.
Peki kurulu düzeni yıkabilmek için yahudilerin izlediği yol neydi dersiniz? Kuşkusuz bu işi tek başlarına gerçekleştiremezlerdi. Kilise`nin sağlam otoritesine karşı, yalnızca tefecilik sayesinde elde ettikleri ekonomik güçlerine dayanarak karşı çıkamazlardı. Ancak bu ekonomik gücü ve birtakım “metafizik” maharetlerini kullanarak bir başka yol deneyebilirlerdi: Kilise`ye karşı olan başka güçlerle ilişkiye geçmek ve onları desteklemek…
Nitekim öyle de yaptılar. XII. yüzyıldan başlayarak Avrupa`da Kilise`ye karşı gelişen felsefi ya da politik tüm muhalefet denemeleri, arkalarında yahudileri buldular. Kısa süre içinde Kilise`ye karşı bir tür “kutsal-olmayan ittifak” oluştu. Tüm Kilise karşıtı hareketler, kendilerine kucak açan yahudi önde gelenleriyle ittifak içine girdiler. İlerleyen sayfalarda bu “kutsal-olmayan ittifak”ın nasıl oluştuğuna ve Avrupa üzerinde ne gibi etkileri olduğuna değineceğiz. Bu arada da bir yan bir başka konuyu, mason örgütünün karanlık kökenini, bilinmeyen tarihini ve yahudilerle olan ilginç ilişkisini çözmüş olacağız.
Bu nedenle Yeni Seküler Düzen`in hikayesine, mason örgütünün kökeninden, yani Süleyman Tapınağı Şövalyeleri`den başlamak gerekmektedir…
TAPINAKÇILAR (SÜLEYMAN TAPINAĞI ŞÖVALYELERİ)
Tapınakçılar ya da uzun adıyla Süleyman Tapınağı Şövalyeleri, Ortaçağ Avrupa tarihinin en ilginç ve de gizemli konularından biridir. İngilizce`de adı “Templar Knights” olarak adlırılan örgüt, aynı masonluk gibi hem yoğun bir mistik kökene ve bu mistisizmden kaynaklanan ritüellere hem de üyelerinin ortak “ekonomik çıkar”larına hizmet eden bir yapıya sahipti.
Örgütün kurulması Birinci Haçlı Seferi sayesinde oldu. Bilindiği gibi bu ilk sefer sonucunda Haçlılar, Kudüs`ü ele geçirmiş ve bir Haçlı Krallığı kurmuşlardı. Bu krallık, Selahaddin Eyyübi tarafından yıkılana dek, Kudüs`ü elinde bulundurdu. Haçlılar`ın Kudüs`ü ele geçirmesi, Kutsal Topraklar`ın yüzyıllar sonra batılıların eline geçmesi demekti. Tapınakçılar, işte bu dönemde ortaya çıktılar.
1118`de Haçlı Kralı II. Baudouin`ın saltanatı sırasında, Kudüs`e Payns`lı Hugues adlı birinin başkanlığında dokuz kişi gelmişti. “İsa`nın Yoksul Şövalyeleri” adında yeni bir tarikatın çekirdeğini oluşturdular. Ama kuracakları tarikat ne “İsa`nın Şövalye”si olacaktı ne de yoksul… Kral onları, çok önemli bir yere, Kudüs`teki Süleyman Tapınağı`nın olduğu noktaya yerleştirdi. (Hani şu, yahudilerin Mesih`in gelişine yakın yeniden inşa edecekleri ve tarihin anahtarı saydıkları Tapınak)… Bu şövalyeler kısa sürede sayı ve güç yönünden geliştiler ve koruyucusu oldukları Tapınak`a nispetle Tapınak Şövalyeleri olarak anılmaya başladılar. Liderlerine de “Üstad” diyorlardı. En büyüklerine de “Büyük Üstad”…
Tapınakçılar gittikçe büyüyen bir örgüt haline geldiler. Yalnızca Haçlı Krallığı`nda değil, Avrupa`da, özellikle de Fransa`da çok sayıda Tapınakçı oluştu. Kutsal Topraklar`ın güvenliği onlardan sorulmaya başlamıştı.
Bu arada Tapınakçılar şirketleşmeye başladılar. Filistin`e gitmek için yola çıkan zengin hacıların değerli eşyalarını Avrupa`da devralıp karşılığında çekler veriyorlardı. Filistin`e ulaşan yolcular orada bu çekleri paraya çevirebiliyorlardı ama Tapınakçılar`a yüklü bir faiz geliri bırakarak. Çek hesabını, Floransalı bankerlerden önce onlar icad etmişlerdi. Bağışlarla, silahlı fetihlerle, parasal işlemlerden elde ettikleri yüzdelerle bir çok-uluslu şirket haline geldiler. İlk önemli kapitalizm uygulamalarının Amsterdamlı yahudilerce uygulığını biliyoruz. Ama görülen o ki, Tapınakçılar da faiz kullanarak bankerlik yapıp bir tür Ortaçağ kapitalizmi yaratmışlardı. Para yatırıp çekiyorlar, faizi işletiyorlar, büyük bir özel banka gibi işlem yapıyorlardı.
Tapınakçıların ekonomik boyutu, Michael Baigent ve Richard Leigh`in birlikte yazdıkları The Temple the Lodge (Tapınak ve Loca) adlı kitapta da vurgulanıyor. Yazarlar, “modern bankacılığın kökeninin Tapınakçılar olduğunu”, 60`a varan faiz oranlarıyla borç veren örgütün “Avrupa`daki servetin büyük bir bölümünü elinde bulundurduğunu”, Fransız ve İngiliz saraylarının örgüte büyük miktarlarda borçlıklarını bildiriyorlar.2 Kitapta örgütün ekonomik rolü ile ilgili olarak şöyle deniyor: “Hiçbir Ortaçağ kurumu kapitalizmin yükselişine Tapınakçılar kadar katkıda bulunmamıştır.” 3
Tapınakçılar`ın aslında bundan çok daha ilginç bazı özellikleri vardı. Bu özelliklerin başında tarikatın gizli tören ve ayinleri geliyordu. Uzun süre bu törenleri tarikata üye olmayan hiç kimse bilmedi. Fakat zamanla sızan bazı bilgiler, Tapınakçılar`ın gerçekte Hıristiyanlıktan büyük bir sapmayla uzaklaştıkları ve çok garip bazı uygulamalar içinde olduklarını gösteriyordu:
… Tapınakçılar`ın gizli ritüelleri ile ilgili ortada garip hikayeler dolaşmaya başlamıştı. Bu toplantılar son derece gizli tutulur, kapalı kapılar ardında gerçekleştirilirdi. Kapıda özel muhafızlar yer alırdı. Yayılan haberler, içerde son derece sapkın ayinlerin yapıldığı, İsa`ya küfredildiği, cinsel yönden sapkın ritler uygulığı ve Bafomet adlı bir tür puta tapınıldığı şeklindeydi. Bafomet yerine bazen şeytanı sembolize eden bir kara kedi putu kullanıldığı söyleniyordu.4