Anasayfa » II. BÖLÜM: YENİ SEKÜLER DÜZENİ`İN KURULUŞU (1 ve 2)

II. BÖLÜM: YENİ SEKÜLER DÜZENİ`İN KURULUŞU (1 ve 2)

Yazar: yonetici
0 Yorum 5 Görüntüleyen

İKİNCİ BÖLÜM: YENİ SEKÜLER DÜZENİ`İN KURULUŞU -1-

 

 

“Masonluk dünyayı yeniden kurma işine çağrılmış bulunmaktadır.
Bu da onun gücünün üstünde değildir ama onun nasıl
olması gerekiyorsa, öyle olması koşuluyla.”

 

Türk masonlarınca yayınlanan Mimar Sinan
dergisi, sayı 32, s. 34

 

Kitabın önceki bölümünde Düzen`in oluşumunu sağlayan süreçlerin ardındaki bilinmeyen ya da gözden kaçan bazı önemli gerçekleri inceledik. İsra Suresi`nin başında anlatılan “İsrailoğulları`nın ikinci yükselişi”nin ne olduğunu görmeye çalışırken, bu “yükseliş”e karşılık gelen Mesih beklentisini ve bu beklentinin eyleme geçirilmiş hali olan Mesih Planı`nı araştırdık. Mesih Planı`nın gerektirdiği kehanetlerin yahudi önde gelenleri tarafından nasıl “zorla da olsa” gerçekleştirildiğine göz attık. Bu doğrultuda, İspanya sürgünüyle başlayan “yahudileri kehanete uygun olarak dünyaya dağıtma” projesinin nasıl uygulığı gördük. Bu proje sonucunda Kuzey Avrupa`ya giden yahudilerin kapitalizmin doğuşunda, Protestanlık ve Püritenliğin gelişimindeki etkilerini ve Yeni Dünya`yı yönlendirmelerine de değindik.

 

Kısacası Mesih Planı, gerçekten de Kabalacıların umduğu gibi “tarihin akışını” derinden etkilemiş ve Mesih`in gelişiyle ilgili kehanetleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Bununla birlikte Plan`ın bir ikinci etkisi daha vardı: Bugün dünyada hakim olan Düzen`in ki buna en son olarak “Yeni Dünya Düzeni” dendi altyapısı da bir taraftan oluşuyordu. Bu altyapının en önemli özelliği ise “seküler” yani din-dışı oluşuydu. ABD Büyük Mührü`nde Annuit Coeptis – Novus Ordo Seclorum (Başlanmışın Tamamlanması – Yeni Seküler Düzen) ibareleriyle vurgulanan bu özellik, Mesih Planı`nın bir parçasıydı aslında. Bu bölümde, Yeni Seküler Düzen`in nasıl kurulduğunu ve Avrupa toplumlarının nasıl olup da koyu dindar bir Ortaçağ düzeninden seküler bir düzene geçtiğini inceleyeceğiz.

 

Ali Bulaç, bir makalesinde “onikinci yüzyıldan başlayarak kademeli bir biçimde Avrupalı insanın kalbinde meydana gelen köklü değişimler ve dönüşümler”den söz eder.1 Bu köklü değişim ve dönüşümler, dini hayatın en büyük gerçeği olarak gören, bu dünyanın geçiciliğine inanan ve en büyük otorite olarak da dini otoriteyi tanıyan Avrupalı insanı yavaş yavaş dinden koparmış, onu, ilahi mesajı, dini otoriteyi tanımayan ve bu dünyayı tek hedef olarak benimseyen bir insan haline getirmiştir. Kısacası, Avrupa uzun bir dönüşüm sonucunda tek kelimeyle sekülerleşmiştir.

 

Bu dönüşüme değinmeden önce, Ortaçağ Avrupası`nı resmi tarihin kasıtlı karalamalarından uzak durarak tasvir etmekte yarar var. Avrupa, Ortaçağ boyunca temelde din tarafından yönetilen toplumlardan oluşuyordu. Din, insanların en büyük yol göstericisi olarak kabul ediliyordu. İnsanlar, kendilerinin ve içinde bulundukları evrenin Allah tarafından yaratıldığına ve yine O`nun tarafından yokedileceğine, ölümün ardından da O`na hesap vereceklerine inanıyorlardı. Toplum düzeni bu inanç üzerine, yani insanın ve evrenin “yaratılmış” olduğu gerçeğine dayanarak kurulmuştu.

 

Ancak Ortaçağ Avrupası, her ne kadar üstte sayılan doğruları içerse de, pek çok yanlışı da içinde barındırıyordu. Bir kere, “din” denilen şey, Allah`ın insanlara verdiği gerçek ve orijinal din (Hak Din) değildi. Dinin içine pek çok yabancı unsur karışmıştı. Dinin saflığının bozulması, taassubun doğmasına yol açmıştı. Kilise`nin tutucu ve dar görüşlü bazı yönleri vardı. Ayrıca dinin içine pek çok hurafe karışmıştı ve bu hurafeler de doğal olarak akla uygun gelmiyordu. İnsanlar, biraz da Kilise`nin baskısıyla, hurafelerle karıştığı için akılcı olmayan, insan ruhuna bazı yönlerde ters düşen bu dini biraz zorlanarak da olsa kabul ediyorlardı.

 

Bu durum böyle süremezdi. İki ihtimal vardı; birincisi, dinin içine sokulan hurafelerden temizlenmesi ve saf İsevi geleneğe dönülmesiydi ki bu Avrupalı insanın gerçek kurtuluşu (felahı) olurdu. İkinci ihtimal ise dinin tamamen reddedilmesiydi, ki bu da Avrupalı insanın felaketi anlamına gelirdi. “Avrupalı insanın kalbinde meydana gelen köklü değişimler ve dönüşümler” oluşturan sürecin sonucunda ikinci ihtimal gerçeğe dönüştü ve Avrupa sekülerleşti.

 

Peki bu büyük dönüşümün ardındaki itici güç neydi acaba? Her şey ekonomik, sosyal, kültürel değişimler sonucunda kendi kendine mi olup bitmişti, yoksa bu dönüşümün arkasında “birileri”nin rolü var mıydı?

 

Karl Popper`in felsefesine olan hayranlıkları nedeniyle “komplo teorileri”ne alerjileri olanlar bu sorudan hoşlanmayabilir, tarihsel gelişmelerin arkasında birilerini aramanın bilimsel olmadığını öne sürebilirler. Oysa biz böyle bir soru sormakta ısrarlıyız. Çünkü Avrupa`nın yaşadığı ve sonradan da tüm dünyaya ihraç ettiği büyük dönüşümün sonucunda ortaya çıkan şey “inkar”dır ve Kuran bizlere inkarın yalnızca kişilerin seçimi ile oluşmadığını, birileri tarafından üretildiğini haber vermektedir. Kuran`a göre, insanların dini inkara yönelmelerinin ardında, “müstekbirlerin” (Allah`a karşı büyüklenen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran önde gelen inkarcılar) kurdukları “hileli düzen”lerin büyük rolü vardır. Ayette bildirildiğine göre, bu müstekbirlere uyan halk, ahirette onlara “… siz gece ve gündüz hileli düzenler kurup bizim Allah`ı inkar etmemizi ve O`na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz…” (Sebe, 33) diye seslenecektir.

 

İnkar yalnızca kendi kendine oluşmadığına, birileri tarafından üretildiğine göre, Avrupa`daki büyük dönüşümün de kimin tarafından üretildiği sorusu karşımıza çıkmaktadır. Acaba kim “gece ve gündüz hileli düzenler” kurarak, yani bilinçli ve sistemli bir biçimde Avrupa toplumlarını dinden uzaklaştırıp sekülerleştirmiştir?

 

Bu soru üzerinde düşünürken, ABD Büyük Mührü`nde yer alan “Başlanmışın Tamamlanması – Yeni Seküler Düzen” ibareleri, daha da anlamlı hale gelmektedir. Verilen mesaj ilginçtir: Sanki birileri, “başlanıp tamamlanan”, yani planlı bir hareket sonucunda Yeni Seküler Düzen`i kurmuştur. ABD Büyük Mührü, bu seküler düzenin kim tarafından “başlanıp tamamlığı” konusunda da sembolik mesajlar taşır: Sözkonusu ibarelerin ortasında “üçgen içinde göz” sembolü vardır; yani Yahudilik`ten mason localarına aktarılan klasik İbrani sembolü: “Rab (Yehova)nın bakan gözü” … Sanki seküler düzeni kuranlar, bu sembolün sahipleridir.

 

Daha da önemlisi, sekülerleşmenin arkasında yahudilerin rolü olduğunu bizlere Kuran bildirmektedir. Nisa Suresi`nin 160. ayetinde”yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kişiyi Allah`ın yolundan alıkoymaları nedeniyle” lanetlendikleri haber verilir. Kuşkusuz Avrupa`da yaşanan (ve sonradan tüm dünyaya ihraç edilen) büyük sekülerleşme hareketi de, Kuran`ın haber verdiği değişmez kurallardan farklı bir şekilde gerçekleşmiş olamaz.

 


KATOLİK AVRUPA DÜZENİNDE MUHALEFET

 

Ortaçağ boyunca hüküm süren Katolik Avrupa Düzeni oldukça istikrarlı bir düzendi. Kilise`nin egemenliğine karşı yüzyıllar boyunca hiçbir ciddi muhalefet yaşanmamıştı. Çünkü düzene muhalif olacak herhangi bir sosyal grup yoktu. İnsanlar dini otoritenin kurduğu hiyerarşik düzene sadakat gösteren, “hadlerini bilen” insanlardı ve kimsenin aklına dini otoriteye isyan etmek gibi bir düşünce yoktu. Avrupa toplumları, dini otoritenin bayrağı altında Hıristiyanlık bilinci ile birleşmiş ve homojen bir kültür oluşturmuşlardı. Bu nedenle de o dönemlerde kıtanın adı “Avrupa” değil, “Christendom” idi, yani “Hıristiyanya”…

 

Ancak Hıristiyanya içinde tek bir toplum vardı ki, kurulu düzene karşı büyük bir muhalefet hissi taşıyordu. Bu toplum, Avrupa`nın değişik bölgelerine azınlıklar halinde dağılmış olan yahudi toplumuydu. Çünkü yahudiler Katolik öğretisinde “İsa`nın katilleri” olarak tanınıyor ve sapkın bir dinin üyeleri olarak kabul ediliyorlardı. Bu nedenle de yahudilerin Hıristiyanlarla eşit sosyal haklara sahip olması asla kabul edilmiyordu. Buna karşın, önceden de değindiğimiz gibi yahudiler kendilerini “seçilmiş halk” olarak kabul ediyor, diğer ırklardan üstün olduklarına inanıyorlardı. Bu “üstün”lüklerinin tanınacağı ve diğer halkların kendilerine boyun eğeceği günü, yani Mesih`in gelişini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ve Kabalacılar, önceki bölümde incelediğimiz gibi, Mesih`in gelişini sağlamak için yaptıkları Plan`ı, Kristof Kolomb`un ünlü yolculuğu ile uygulamaya koymuşlardı.

 

Kısacası, Ortaçağ`ın sonlarına gelinirken, yahudiler Katolik Avrupa Düzeni`nden rahatsız olan tek dikkate değer grup durumundaydılar. Kuşkusuz bu son derece önemliydi, çünkü önceki bölümde incelediğimiz gibi yahudi önde gelenleri rahatsız olmadıkları bir durumu kabul etmezler, onu değiştirmeye çalışırlardı. Kabala, bu değişimin, “tarihin akışını değiştirme”nin anahtarıydı. Bu nedenle, yahudi önde gelenleri kuşkusuz Katolik Avrupa Düzeni`ni de değiştirmeyi hedeflediler. Katolik Avrupa Düzeni`ni değiştirmek Mesih Planı`nın bir parçasıydı, ancak bu işe, Mesih Planı`nın asıl olarak uygulanmaya konduğu 1492 yılından da önceleri başlanmıştı.

 

Peki kurulu düzeni yıkabilmek için yahudilerin izlediği yol neydi dersiniz? Kuşkusuz bu işi tek başlarına gerçekleştiremezlerdi. Kilise`nin sağlam otoritesine karşı, yalnızca tefecilik sayesinde elde ettikleri ekonomik güçlerine dayanarak karşı çıkamazlardı. Ancak bu ekonomik gücü ve birtakım “metafizik” maharetlerini kullanarak bir başka yol deneyebilirlerdi: Kilise`ye karşı olan başka güçlerle ilişkiye geçmek ve onları desteklemek…

 

Nitekim öyle de yaptılar. XII. yüzyıldan başlayarak Avrupa`da Kilise`ye karşı gelişen felsefi ya da politik tüm muhalefet denemeleri, arkalarında yahudileri buldular. Kısa süre içinde Kilise`ye karşı bir tür “kutsal-olmayan ittifak” oluştu. Tüm Kilise karşıtı hareketler, kendilerine kucak açan yahudi önde gelenleriyle ittifak içine girdiler. İlerleyen sayfalarda bu “kutsal-olmayan ittifak”ın nasıl oluştuğuna ve Avrupa üzerinde ne gibi etkileri olduğuna değineceğiz. Bu arada da bir yan bir başka konuyu, mason örgütünün karanlık kökenini, bilinmeyen tarihini ve yahudilerle olan ilginç ilişkisini çözmüş olacağız.

 

Bu nedenle Yeni Seküler Düzen`in hikayesine, mason örgütünün kökeninden, yani Süleyman Tapınağı Şövalyeleri`den başlamak gerekmektedir…

 


TAPINAKÇILAR (SÜLEYMAN TAPINAĞI ŞÖVALYELERİ)

 

Tapınakçılar ya da uzun adıyla Süleyman Tapınağı Şövalyeleri, Ortaçağ Avrupa tarihinin en ilginç ve de gizemli konularından biridir. İngilizce`de adı “Templar Knights” olarak adlırılan örgüt, aynı masonluk gibi hem yoğun bir mistik kökene ve bu mistisizmden kaynaklanan ritüellere hem de üyelerinin ortak “ekonomik çıkar”larına hizmet eden bir yapıya sahipti.

 

Örgütün kurulması Birinci Haçlı Seferi sayesinde oldu. Bilindiği gibi bu ilk sefer sonucunda Haçlılar, Kudüs`ü ele geçirmiş ve bir Haçlı Krallığı kurmuşlardı. Bu krallık, Selahaddin Eyyübi tarafından yıkılana dek, Kudüs`ü elinde bulundurdu. Haçlılar`ın Kudüs`ü ele geçirmesi, Kutsal Topraklar`ın yüzyıllar sonra batılıların eline geçmesi demekti. Tapınakçılar, işte bu dönemde ortaya çıktılar.

 

1118`de Haçlı Kralı II. Baudouin`ın saltanatı sırasında, Kudüs`e Payns`lı Hugues adlı birinin başkanlığında dokuz kişi gelmişti. “İsa`nın Yoksul Şövalyeleri” adında yeni bir tarikatın çekirdeğini oluşturdular. Ama kuracakları tarikat ne “İsa`nın Şövalye”si olacaktı ne de yoksul… Kral onları, çok önemli bir yere, Kudüs`teki Süleyman Tapınağı`nın olduğu noktaya yerleştirdi. (Hani şu, yahudilerin Mesih`in gelişine yakın yeniden inşa edecekleri ve tarihin anahtarı saydıkları Tapınak)… Bu şövalyeler kısa sürede sayı ve güç yönünden geliştiler ve koruyucusu oldukları Tapınak`a nispetle Tapınak Şövalyeleri olarak anılmaya başladılar. Liderlerine de “Üstad” diyorlardı. En büyüklerine de “Büyük Üstad”…

 

Tapınakçılar gittikçe büyüyen bir örgüt haline geldiler. Yalnızca Haçlı Krallığı`nda değil, Avrupa`da, özellikle de Fransa`da çok sayıda Tapınakçı oluştu. Kutsal Topraklar`ın güvenliği onlardan sorulmaya başlamıştı.

 

Bu arada Tapınakçılar şirketleşmeye başladılar. Filistin`e gitmek için yola çıkan zengin hacıların değerli eşyalarını Avrupa`da devralıp karşılığında çekler veriyorlardı. Filistin`e ulaşan yolcular orada bu çekleri paraya çevirebiliyorlardı ama Tapınakçılar`a yüklü bir faiz geliri bırakarak. Çek hesabını, Floransalı bankerlerden önce onlar icad etmişlerdi. Bağışlarla, silahlı fetihlerle, parasal işlemlerden elde ettikleri yüzdelerle bir çok-uluslu şirket haline geldiler. İlk önemli kapitalizm uygulamalarının Amsterdamlı yahudilerce uygulığını biliyoruz. Ama görülen o ki, Tapınakçılar da faiz kullanarak bankerlik yapıp bir tür Ortaçağ kapitalizmi yaratmışlardı. Para yatırıp çekiyorlar, faizi işletiyorlar, büyük bir özel banka gibi işlem yapıyorlardı.

 

Tapınakçıların ekonomik boyutu, Michael Baigent ve Richard Leigh`in birlikte yazdıkları The Temple the Lodge (Tapınak ve Loca) adlı kitapta da vurgulanıyor. Yazarlar, “modern bankacılığın kökeninin Tapınakçılar olduğunu”, 60`a varan faiz oranlarıyla borç veren örgütün “Avrupa`daki servetin büyük bir bölümünü elinde bulundurduğunu”, Fransız ve İngiliz saraylarının örgüte büyük miktarlarda borçlıklarını bildiriyorlar.2 Kitapta örgütün ekonomik rolü ile ilgili olarak şöyle deniyor: “Hiçbir Ortaçağ kurumu kapitalizmin yükselişine Tapınakçılar kadar katkıda bulunmamıştır.” 3

 

Tapınakçılar`ın aslında bundan çok daha ilginç bazı özellikleri vardı. Bu özelliklerin başında tarikatın gizli tören ve ayinleri geliyordu. Uzun süre bu törenleri tarikata üye olmayan hiç kimse bilmedi. Fakat zamanla sızan bazı bilgiler, Tapınakçılar`ın gerçekte Hıristiyanlıktan büyük bir sapmayla uzaklaştıkları ve çok garip bazı uygulamalar içinde olduklarını gösteriyordu:

 

… Tapınakçılar`ın gizli ritüelleri ile ilgili ortada garip hikayeler dolaşmaya başlamıştı. Bu toplantılar son derece gizli tutulur, kapalı kapılar ardında gerçekleştirilirdi. Kapıda özel muhafızlar yer alırdı. Yayılan haberler, içerde son derece sapkın ayinlerin yapıldığı, İsa`ya küfredildiği, cinsel yönden sapkın ritler uygulığı ve Bafomet adlı bir tür puta tapınıldığı şeklindeydi. Bafomet yerine bazen şeytanı sembolize eden bir kara kedi putu kullanıldığı söyleniyordu.4

 

 

 

Tapınakçılar, Haçlıların eline geçen Kudüs`te kendilerine Süleyman Tapınağı`nı karargah edinen bir grup şövalyeden oluşuyordu. Ama Örgütün üyeleri, Kudüs`te yaşadıkları değişim sonucu, Hıristiyanlıktan büyük ölçüde ayrıldılar. Gizli toplantılar yapıyor ve bu toplantılarda homoseksüelliğe varan sapkın ayinler uyguluyorlardı.
Hıristiyanlıktan ayrılmalarının en açık ifadesi ise gizli törenlerinde Hz. Isa`yı sembolize ettiğine inanılan haç`a “tükürmeleri” ve “üzerine basmaları”ydı. Ya, Tapınakçılar`ı bu tür bir ayin sırasında tasvir eden bir çizim yer alıyor.
Tapınakçılar, bunların yanısıra, Avrupa`ya uzanan kolları sayesinde, Ortaçağ Avrupası`nda hiç bilinmeyen bir işe, bir tür bankacılığa başladılar.
Örgütün böylesine büyük bir dönüşüm geçirmesi, kuşkusuz Kudüs`te farklı bir şeyler bulduğu anlamına geliyordu. Öyleydi de; Tapınakçılar, kendilerini Hz. Isa`ya düşman yapacak, tefeciliğe alıştıracak ve onlara kara büyüye varan ayinler ögretecek bir grupla, Kabalacılarla ilişkiye geçmişlerdi…

 

Tapınakçıların bu tür bir sapma içinde olduklarına dair kuşkular iyice arttı. Zaten ortada bir gariplik olduğu belliydi: Eğer bilinen hıristiyan törenlerini uyguluyorlarsa, neden bu derece büyük bir gizliliğe ihtiyaç duyuyorlardı? Bu kuşkuların sonucunda 1307 yılında Fransa Kralı ve Papa V. Clement`in emriyle Paris`teki Tapınakçılar, kaçanlar hariç, tutuklılar. Gizli toplantılarında neler yaptıkları ile ilgili olarak sorgulılar. İtiraflar ilginçti:

 

Tapınakçılar`ın çoğu, İsa`ya inanmayıp onu `sahte peygamber` olarak gördüklerini kabul ettiler. Anlattıklarına göre, örgüte giriş töreni kapıları kilitli ve gizli bir odada yapılıyordu. Tarikata alınacak kişiden giysilerinin bir bölümünü, bazen de hepsini çıkarması isteniyordu. Bunun üzerine diğer tarikat üyeleri onu vücudunun değişik bölgelerinden öpüyorlardı. Sorgulanan Tapınakçılar`dan birisi, Guischard de Marzici, Hugh de Marhaud adlı bir Tapınakçı`nın tarikata alınış töreniyle ilgili ilginç şeyler anlatmıştı. Buna göre, Marhaud, küçük odaya alınmıştı, öyle ki kimse içerde ne olduğunu duyamıyor ve göremiyordu. bir süre sonra Marhaud odadan çıkarılmıştı; rengi sapsarıydı…
Tapınakçılar`ın sorgusu sırasında hemen hepsinin kabul ettiği ve kesinleşen bir şey var: Tapınakçılar`ın tapındığı bir tür put. Çoğu Tapınakçı bu figürü gördüğünü söylemiştir. Bazıları bu figürün uzun bir sakal ve parlak gözlere sahip korkutucu bir insan başı olduğunu itiraf etmiş, bazıları da bir kurukafa olduğunu bildirmiştir… Bazı Tapınakçılar ise gizemli bir kedi figüründen söz etmiştir. Ortak görüş, bu figürün Şeytan`ı temsil ettiği yönündedir.5

 

   

 

Tapınakçılar`ın cinsel sapkınlıkları ile ilgili olarak söylenen en önemli şey, birbirleriyle homoseksüel ilişki kurmuş olmalarıdır. Foucault Sarkacı adlı romanında Tapınakçılar`dan çokça söz eden Ortaçağ uzmanı Umberto Eco, bunu doğruluyor ve Tapınakçılar`ın homoseksüelliğinden şöyle söz ediyor:6

 

… Biraz düşünün. Tıpkı bir denizci yaşamı sürüyorlardı, aylarca çölün ortasında, Şeytan`ın inine düşmüşsün, geceleyin, aynı kaptan yemek yediğin birisiyle aynı çadırı paylaşıyorsun. Uykusuz, üşümüş, susamış, için korku dolu, anneni özlüyorsun. Ne yaparsın?… Erdenlik ı içmemiş öteki askerlerin arasında, nasıl bir cehennem yaşamı sürdürdüklerini düşünün. Bir kenti ele geçirdiklerinde, onlar, gözleri kadife gibi Mağribi kızların ırzına geçerken, Lübnan`ın sedir ağaçlarının güzel kokuları arasında Tapınak Şövalyesi ne yapsın? Onun payına da Mağribi oğlanlar düşüyordu… Tapınak şövalyelerinin mührü, biri öbürünün arkasında, aynı ata binmiş iki kişi olarak betimler onları. Neden peki? Yasa herbirinin üç atı olmasına izin vermiyor muydu?…7

 

Yıllar süren sorgu ve mahkemeler sonucu bu sapkınlıklarının açığa çıkmasının ardından Tapınakçı tarikatı, Papa V. Clement tarafından tamamen yasaklı. Tapınakçılar`ın büyük üstadı Jacques de Molay 1314`de haç üzerinde yakılarak idam edildi. Papa tüm Avrupa krallarından ülkelerindeki Tapınakçıları tutuklayıp Kilise mahkemelerine teslim etmelerini istedi.

 

Tarikat belki resmen kapatılmıştı ama fiilen hiç yok olmadı. The Encyclopedia of the Occult (Okültizm Ansiklopedisi) bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:

 

Konuyla ilgili çoğu kaynak tarafından, Büyük Üstad Jacques de Molay`ın ölümüyle birlikte, hayatta kalan Tapınakçılar tarafından bir komplo tasarlığı öne sürülür. Buna göre, Tapınakçılar`ın amacı, kendilerini yasaklayıp Üstad`larını öldüren Papalığın ve bazı Avrupa krallıklarının yıkılmasıdır. Bu amacın nesiller boyunca aktarıldığını ve Tapınakçılık`ın devamı olan İllüminati ve masonluk gibi örgütlerce sürdürüldüğü söylenir. Masonluğun etkisiyle gelişen ve Fransız tahtının yokolmasını sağlayan Fransız Devrimi de bunun bir sonucu olarak yorumlanır…8

 

Hatta, yaygın bir söylentiye göre, Fransız Devrimi sırasında Kral XVI. Louis`nin giyotinle kafasının kesildiği gün, bilinmeyen biri sekiye çıkar, `Jacques de Molay, öcün alındı` diye bağırır.9

 

Tapınakçılar`dan masonlara uzanan sözkonusu zinciri biraz sonra inceleyeceğiz. Ama önce, Tapınakçılar`ı Hıristiyanlıktan böylesine bir sapmaya götüren etkenin ne olduğuna bir bakalım.

 

Tapınakçılar Kudüs`te ne bulmuşlardı dersiniz?…

 


Tapınakçılar`ın çoğu, hıristiyan inancından sapıp, Isa`ya küfrettikleri, homoseksüel ilişkiye girdikleri ve büyü ayinleri yaptıklarını itiraf etmişlerdi. Bunun üzerine başta büyük üstad Jacques de Molay olmak üzere, tarikatın önde gelenleri idam edildi.

 

Ya Jacques de Molay`ın idamını gösteren bir tasvir yer alıyor. Görüldüğü gibi, Molay son derece mağrur ve masum, onu idam edenler ise vahşi ve bağnaz olarak gösterilmiş. Çizimde böyle bir “taraf tutma” uygulanmasının nedeni, resmin bir masonik kaynakta yer alıyor olması. Resmin yer aldığı ve masonluğun derecelerini anlatan “Clausen`s Commentaries on Morals Dogma” adlı kitabın yazarı, Iskoç ritinin 33. dereceden üstadı Henry C. Clausen…
 

 

TAPINAKÇILAR VE KABALACILAR

 

Tapınakçılar, Kudüs`ün en can alıcı bölgesine yerleşmişlerdi: Süleyman Tapınağı`nın bulunduğu yere. Yani, yahudilerin MS 70 yılında Kudüs`ten sürülmeleriyle yıkılan ve 19 yüzyıldır yeniden inşa etmek için can attıkları mabede. Acaba Tapınakçılar, o dönemde önemli bir yahudi nüfusuna ve Kabala faaliyetine ev olan Kudüs`te bu Kabala ruhundan tatmışlar mıydı?

 

Tarih kitapları, Haçlılar`ın müslümanlara olduğu gibi yahudilere de acımasız davrığını bildirir. İlk Haçlı Seferi ile Kudüs`e giren hıristiyanlar, çok sayıda yahudi de öldürmüşlerdir. Ancak, genel Haçlı ordusundan çok farklı bir yapıya sahip olan “müslümanların karnını deşmekten çok zevk alan” Tapınakçılar`ın yahudilerle herhangi bir çatışmaya girdiğine dair bir kayıt yoktur.

 

Ancak, Tapınakçılar`ın yahudilerle çatışmak bir yana, yahudi önde gelenlerinin taşıdığı Kabala geleneğinden etkilendiğine dair bazı ilginç kayıtlar vardır. Umberto Eco, Tapınakçılar`ın Kabala`dan etkilendiklerini sık sık vurgular. Kabalacıların, eski Mısır zamanındaki firavunlara uzanan bir “giz”e sahip olduklarını anlatır. Buna göre, Eski Mısırlılar`ın sahip olduğu bir takım “giz”ler (anlaşılan büyü), yahudi önde gelenleri tarafından öğrenilmiş ve sonra da bu yahudiler tarafından Eski Ahit`in ilk beş kitabına (Muharref Tevrat) serpiştirilmiştir. Ancak üstü kapalı bir biçimde anlatılmış olan bu “giz” ancak Kabalacılar tarafından anlaşılabilmektedir (Zaten daha sonra İspanya`da yazılacak ve Kabala`nın temeli haline gelecek olan Zohar, bu sözkonusu beş kitabın “giz”lerini konu edinecektir). Umberto Eco, Kabalacılar`ın Eski Mısır`dan devraldıkları bu “giz”in Süleyman Tapınağı`nın ölçülerinden de okunduğunu söyledikten sonra, Tapınakçılar`ın bu gizi, o dönemde Kudüs`te bulunan Kabalacı hahamlardan öğrendiklerini bildiriyor: “… Gizi Tapınak`ın açıkça söylediği şeyi sezinleyenler, Filistin`de kalan bir avuç hahamdır yalnızca… Tapınakçılar da onlardan öğreniyorlar.” 10 Eco ayrıca Tapınakçılar`ın “gizli İbrani mezhepleriyle bağlantıya geçtiklerini” de yazar.11

 

Tapınakçılar`ın Kabalacılar`dan öğrendikleri ve Eski Mısır`a uzanan bu “giz”in bir tür kara büyü olduğunu anlamak pek zor değildir. Tapınakçılar`ın bu “giz”e ulaşmalarıyla uygulamaya başladıkları garip ayinler bunu gösterir. Zaten kitabın Giriş bölümünde de Kabalacılar`ın, metafizik yöntemleri kullanarak fiziksel dünyayı etkilemeye çalıştıklarını, kısacası “büyücü” olduklarını incelemiştik.

 

Tapınakçılar`ın mistik yahudi mezheplerinden etkilenmiş olduklarına, İngiliz tarihçi Michael Howard da The Occult Conspiracy adlı kitabında değinir. Kitapta bildirildiğine göre, İsrailli arkeolog Dr. Hugh Schonfield, 1940`lı yıllarda bulunan Ölü Deniz Roleleri (Dead Sea Scrolls) üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda, Tapınakçılar`ın elde ettikleri okült (batıni) bilgilerin kaynağının MS 1 ve 2. yüzyıllarda Filistin`de faaliyet gösteren Essenler adlı yahudi tarikatı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Essenler, Hz. Süleyman zamanından beri Filistin civarında varlığını koruyan gizli mistik yahudi mezheplerinin bir devamıdır. Schonfield`a göre, Hz. Süleyman Tapınağı`nın inşasını üstlenen ustaların taşıdıkları giz, Essenler aracılığıyla diğer bazı yahudi mezheplerine, onlardan da Tapınakçılar`a aktarılmıştır.12

 

Aslında bu gizli bağlantıların yanısıra Tapınakçılar`ın yahudi öğretisinden etkilenmiş olduklarını ortaya koyan görünür işaretler de vardır. Bunların başında Ortaçağ Avrupası için çok yabancı bir kavram olan faiz sistemi ve bankacılığın Tapınakçılar tarafından uygulanmış olması gelir. Bilindiği üzere, faiz Katolik öğretisinde günahtır ve Ortaçağ boyunca Avrupa`da faiz uygulayan tek topluluk yahudiler olmuştur. Şimdi yahudilerin ardından bir de Tapınakçıların faiz sistemini benimsemiş olmaları, iki taraf arasındaki ilişkinin göstergesidir. Ayrıca Tapınakçılar`ın Hz. İsa`ya olan düşmanlıklarının da tek açıklaması yine “yahudi bağlantısıdır”: Bu düşmanlık Kudüs`te başlamıştır ve Kudüs`te bulunan üç toplum hıristiyanlar, müslümanlar, yahudiler arasında Hz. İsa`ya düşmanlık besleyenler kuşkusuz ancak yahudiler olabilir.

 

Bu arada, Tapınakçılar bir de İslam coğrafyasında gelişen en sapkın tarikatlardan biri olan Haşhaşiler`le de ilişki kurmuşlardır. Konuyla ilgili diğer kaynakların büyük bölümü bu bilgiyi doğrular. Umberto Eco, Tapınakçılar`la Haşhaşiler`in ilişkisini şöyle anlatır: “Açık arazide birbirlerinin karınlarını deşiyorlar ama gizlice birbirlerini kucaklıyor, gizemli görüntüler, büyü formülleri, simya incelikleri fısıldıyorlardı birbirlerine…” Eco, ayrıca Tapınakçılar`ın Haşhaşi`lerden, uyuşturucu kullanmayı ve “anüs öpme” gibi sapkın “ayin”leri öğrendiklerini bildirir.13 İlginç olan bir başka nokta, Haşhaşi bağlantısının içinde de bir yahudi bağlantısı bulunmasıdır. Amerikalı tarihçi Eustace Mullins, Haşhaşiler`in lideri Hasan Sabbah`ın, o dönemde yahudi olmasına rağmen vezir makamına kadar yükselmiş olan Ebu Mansur Sedakah İbn-i Yusuf tarafından korunmasına dikkat çekerek, tarikatı “Judeo-Shi`ite” (Yahudi-Şii) tarikatı olarak nitelendiriyor.14

 


YERALTINDA DEVAM EDEN KABALACI-TAPINAKÇI İLİŞKİSİ

 

Haşhaşiler`den edindikleri cinsel sapkınlık “çeşni”lerinin yanında, Tapınakçılar kuşkusuz asıl ilimlerini Kabala`dan aldılar. İlginç olan, Kabalacılar`ın gizleriyle ve yahudi düşüncesiyle aydınlanan Tapınakçılar`ın, Kudüs sonrasındaki karargahlarında da hep Kabalacılar`la ilişki içinde olmayı sürdürmeleriydi.

 

Tapınakçılar, 1314`de yasaklanıp önde gelenlerinin çoğunun idam edilmesinin ardından, Avrupa`nın farklı bölgelerinde kendilerine güvenli yerler bulup, varlıklarını sürdürmüşlerdi. Anlatıldığına göre, Paris`teki Tapınakçılar`ın bir bölümü, haklarında tutuklama kararı çıkmadan bir gece önce gizlice şehirden ayrılmışlardı. Bu yeraltı Tapınakçıları`na Yeni-Tapınakçılar adı verildi. Yeni-Tapınakçılar`ın sığındıkları yer ise, Güney Fransa`daki Provins bölgesiydi. Provins, uzun yıllar boyu Yeni-Tapınakçılar`ın kalesi oldu. Eco, Provins`le ilgili olarak şunları yazıyor:

 

Provins büyülü bir yer, hala buram buram giz kokuyor… Tapınakçılar orada kendilerini evlerinde gibi duyumsuyorlardı. Kentte tarih öncesi zamanlardan kalma tüneller vardı. Tepenin ardında boydan boya uzanan, bugün hala bazılarını gezebileceğiniz bir katakomblar ağı. İnsanların gizlice toplanabileceği yerler… Kralın adamları Provins`e de geliyorlar kuşkusuz. Yüzeydeki Tapınakçılar`ı tutuklayıp Paris`e götürüyorlar… Ama Provins çözülmüyordu. Provins, yer altındaki yeni-Tapınakçılar`ın yeri… Bir yapıdan ötekine ulaşan tüneller; bir ambara ya da depoya giriyor, bir kiliseye çıkıyorsunuz… Her mahzen, daha doğrusu her yeraltı odası bir tünele açılıyordu.15

 

Ancak yeraltı tünelleriyle ve “insanların gizlice toplanacağı yerler”le dolu olan Provins`te Tapınakçılar yalnız değildi. Provins, Tapınakçılar`dan başka birilerinin daha merkeziydi: Kabalacıların… Encyclopaedia Judaica şöyle yazıyor:

 

Ortaçağ Avrupası`nda Kabala`nın ilk çıkışı Güney Fransa`daki Provins`te oldu. 1150 ile 1200 yılları arasında Provins`te ilk Kabalistik çalışmalar başladı. Sefer ha Bahir kitabı bu tarihler arasında yazıldı… Daha sonra Kabala çalışmaları daha da yoğunlaştı… Provins`teki Kabala birikimi, daha sonra İspanya`da gelişecek olan Kabala akımına zemin hazırlamıştır.16

 

“Gizli tünellerin ve buluşma yerlerinin merkezi” olan Provins, hem Kabalacıların hem de Tapınakçılar`ın karargahıydı. Anlaşılan, bu mistik yerde, Kudüs`te başlayan Kabalacı-Tapınakçı yakınlaşması devam etmişti. Umberto Eco da, “Provins Kabalacıları aracılığıyla Yeni-Tapınakçı kanadın esinlendiğini” bildiriyor.17 Provins`in bu Kabalistik atmosferinden ünlü kahin Nostradamus`un çıkmış olması da bu nedenle pek şaşırtıcı değil.18

 

Provins, gizlenerek yer altına inen Tapınakçılar`ın tek sığınağı değildi; Provins`e gidenler Fransız Tapınakçıları`ydı. Tapınakçılar`ın bir başka karargahı ise Portekizli biraderlerin yerleştiği Tomar Kalesi`ydi. Tomar da Provins gibi gizemli ve mistik bir yerdi. Ama asıl ilginç olan burada da Tapınakçılar`la yahudiler arasında çok yakın ilişkiler kurulmuş olması. Eco, romanındaki karakterin Tomar`a yaptığı ziyareti şöyle anlatıyor:

 

Tomar, Portekizli Tapınakçılar`ın sığındıkları kaleydi… Tomar, tıpkı bir Tapınakçı kalesini tasarlayabileceğim gibiydi… (Rehberle birlikte) bir mahzene indik. Birkaç basamak indikten sonra, taş bir zeminden geçilerek apsise ulaşılıyordu… Her biri gül biçiminde, biri ötekinden daha büyük, sonuncusu bir kuyunun üstüne konmuş, yedi kilittaşının altından geçilerek varılıyordu oraya. Bir Tapınakçı manastırında, üstelik kesinlikle Gül-Haç manifestolarından önce yapılmış bir salonda, Haç ve Gül…
Onarımı henüz tamamlanmamış, birkaç tozlu eşyayla donatılmış, rastgele girdiğim bir odada gelişigüzel yere yığılmış koca koca karton kutular gördüm. Kutuları rastgele karıştırırken, büyük bir olasılıkla, XVII. yüzyıldan kalma İbranice kitaplardan parçalar buldum. Yahudiler`in Tomar`da ne işleri vardı? Bana kaleyi gezdiren rehber, Şövalyeler`in (Tapınakçılar`ın) yerel Yahudi topluluğuyla iyi ilişkiler içinde olduklarını söyledi. Pencereden, Fransız üslubunda, zarif bir labirent biçiminde tasarlanmış küçük bir bahçe gösterdi bana. Bunun, Samuel Schwarz adında bir onsekizinci yüzyıl yahudi mimarının yapıtı olduğunu söyledi…19

 

Encyclopaedia Judaica da, Tomar`da 14 ve 15. yüzyıllarda “son derece aktif bir yahudi cemaati” olduğunu bildirir.20 Böylece Kudüs`te başlayan etkileşim, Avrupa`da da sürmüştür. Kabalacılarla aynı yerlerde mesken tutup, “İbranice kitaplar” hatmeden Tapınakçılar, yahudi mistisizminin gücüne kapılmışlardır.

 

İki tarafın arasındaki tek paralellik, mistik boyut değildir. Her iki taraf da benzer hedefler peşindedir. Yazının başında yahudilerin Ortaçağ`daki Katolik Avrupa Düzeni`ne muhalif en büyük grup olduğunu ve bu düzeni yıkabilmek için başka muhalif gruplarla ittifak içine girdiklerinden söz etmiştik. İşte bu başka muhalif grupların en önemlisi Tapınakçılar`dı. Tapınakçılar, önceleri büyük bir ekonomik ve siyasi güce sahipken, Papa ve ona bağlı krallıklar tarafından yasaklanmış ve sindirilmiş bir gizli örgüt konumundaydı. Dolayısıyla Kilise`ye ve ona bağlı krallıklara derin bir nefret besliyor ve öç alma isteğiyle yanıp-tutuşuyorlardı. Yahudiler de, önceden de değindiğimiz gibi benzer bir konumdaydılar. Filistin`den sürülmüşler, Avrupa`nın hemen her ülkesine azınlık olarak dağılmışlardı. Katolik Avrupa onlara “İsa`nın katilleri” gözüyle bakıyordu. Oysa onlar, “Tanrı`nın seçtiği üstün ırk” olduklarına inanıyorlar ve tüm dünyanın bu üstünlüklerini kabul edecekleri bir günün, yani Mesih döneminin gelmesini bekliyorlardı. Papa`ya ve ona bağlı olan krallıklara bakış açıları Tapınakçılar`ınkinden farklı değildi.

 

University of Reading`den tarih profesörü Malcom Barber, Tapınakçılarla ilgili olarak yazdığı The Trial of the Templars (Tapınakçılar`ın Yargılanışı) adlı kitabında, 14. yüzyılın başında Tapınakçılar`la yahudilerin aynı sosyal durumda olduklarına dikkat çekiyor. Yahudilerin Katolik Avrupa düzenine göre kafir sayılıp dışlıklarını ve böylece “out-group” (dış-grup) konumunda olduklarını hatırlatan Barber, tutuklanıp yargılanmalarıyla birlikte Tapınakçılar`ın da aynı statüye geldiğini vurguluyor.21

 

Kısacası, her iki taraf da kurulu düzenden, Katolik Avrupa Düzeni`nden hoşlanmıyordu. Her iki taraf da yeni bir düzen kurma hedefindeydiler. Bunu nasıl yapabilirlerdi? Ve ne gibi bir ortak noktada buluşabilirlerdi?

 

Yahudi önde gelenlerinin, kurulu düzeni istedikleri biçimlere sokmanın yolunu Kabala`da ve Sefirot teorisinde bulduklarını kitabın Giriş bölümünde incelemiştik. Bu teoriye göre dünyadaki olaylar da tüm yaratılmış şeyler gibi Sefirot şemasına uygun işliyordu ve Sefirot üzerinde oynamalar yapılarak tarihin akışına yön verilebilirdi. Kabalacılar, bu yöntemle dünyanın akışını etkileyebilecek dev bir güce sahip olduklarına inanmışlardı.

 

Kabala`dan ve Kabalacılardan son derece etkilenmiş olan Tapınakçılar da herhalde bu “dünyanın akışını değiştirme” teorisini görmemezlik edemezlerdi. Eğer yahudi önde gelenleri böyle bir güce sahiplerse ve bu güçle yapmak istedikleri de kendi hedefleriyle uyuşuyorsa, Tapınakçılar neden bu planı desteklemesinlerdi? Neden dünya görüşü yönünden de anlaştıkları yahudilerle bir ittifaka girişmesinlerdi? Katolik Avrupa düzeni yüzünden ellerinden kaçırdıkları ve onlara büyük kazanç sağlayan kurmuş oldukları faize dayalı sistem de, zaten yahudi patentli bir sistem değil miydi?…

 

33. dereceden İskoç Riti büyük üstadı olan Albert Pike, 1871 yılında yayınlanan Morals Dogma adlı kitabında Tapınakçılar`ın büyük hedefinden söz etmiş ve şöyle demişti: “Tapınakçılar, en baştan beri Roma`nın (Papalık) ve onun krallarının egemenliğine karşıydı. Amaçları, zenginlik ve güç elde etmek ve gerekirse savaşarak Kabalistik dogmayı yerleştirmekti.” Kuşkusuz aynı hedeflere yahudiler de sahipti. Her iki kanadın da istediği Kilise`nin gücünün ortadan kaldırılmasıydı… Aynı zama, Kilise ile işbirliği içindeki monarşilere, en başta da Fransız monarşisine düşmılar. Bunları yıkıp, yerine “Kabalistik dogmayı”, yani yahudi öğretisindeki dünya ve evren anlayışını yerleştirmek istiyorlardı. İki taraf arasındaki bu ittifak, dünya tarihi açısından çok büyük bir dönüm noktasıydı. İlerleyen sayfalarda bunu birlikte göreceğiz…

 

Tapınakçılar 1314`de kesin olarak yasaklanmışlardı ama hiçbir zaman yok olmadılar. Yaygın bir iddiaya göre, Büyük Üstad Jacques de Molay, Papa`nın emriyle idam edilmeden bir gece önce, güvendiği adamlarından birini örgütün eski üstadlarının gömülü olduğu Paris`teki gizli kutsal mezara yollamıştı. Molay`ın görevlendirdiği bu Tapınakçı, sözkonusu mezardan örgüt için kutsal sayılan bazı emanetleri, en başta da Süleyman Tapınağından alınmış yedi kollu bir şamdanı aldı ve örgütün “bekası” için yeni bir güvenli yere götürdü.22 Bu, örgütün hiçbir zaman yok olmayacağını, Kilise`nin tüm baskısına rağmen yaşayacağını sembolize ediyordu.

 

Öyle de oldu. Tapınakçılar hiçbir zaman yok olmadılar. Zamanla kendilerini legal hale getirmek için çalışmaya başladılar. Farklı isim ve görüntüler altında yeniden örgütlendiler. Böylece yeni- Tapınakçılık`tan doğan örgütler ortaya çıktı. En önemlileri kısa sürede tam Avrupa`ya yayılarak büyük bir siyasi güce ulaşacak olan masonluktu…

 


TAPINAKÇILAR`DAN MASONLARA…

 

Masonluğun kökeni hakkında farklı teoriler öne sürülür. Kimi masonlar, örgütlerinin kökenini, Ortaçağ`da İngiltere`de var olan duvarcı loncalarına dayırırlar. “Operatif masonluk” olarak da adlırılan bu loncaların temel kuralı olan karşılıklı yardımlaşma ve koruyup-kollama, zamanla gerçekten duvarcı olmasa da, bu yapıya ilgi duyan başka insanlarca da benimsenmiş ve böylece bir insanın gerçekten duvarcı olmasa da bu derneklere girebildiği anlamına dayanarak “spekülatif masonluk” doğmuştur. Bu teoriye göre, masonluk, yalnızca Ortaçağ İngilteresi`nde hüküm süren duvarcı loncalarının bir uzantısı olan ve karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya dayanan bir dernektir.

 

Ama masonluğu bu denli masum bir çerçeve içinde gösteren bu açıklama, neden bu örgütün son derece gizli olduğunu açıklamaya yetmez. Örgütün üyelerinin neden masonluk sırlarını açıklamama konusunda, “verdiğim sözleri yerine getirmediğim takdirde, kalbim göğsümün sol tarafından, dilim ağzımın dibinden koparılacak, boğazım kesilecek, vücudum vahşi atlar tarafından parçalanacak, med ve cezirin aktığı bir noktada deniz kumunun içinde 24 saat gömülecek, sonra kül oluncaya kadar yakılıp, dört rüzgarın estiği bir yerde havaya atılacak ve hatıram tamamen kaybolmuş olacaktır” gibi etkileyici yeminler yaptıklarını açıklamaz.23

 

Yine bu teori, masonlukta aşikar olan ve hemen herkesçe kabul edilen yahudi etkisinin kökeni hakkında pek bir fikir vermez.

 

Çünkü, sözkonusu örgütü, bu duvarcı loncalarından, modern mason derneklerine teorisi ile açıklamaya çalışanlar, masonluğun kökeni ile ilgili çok önemli bir konuyu atlamaktadırlar. Masonların, Süleyman Tapınağı`nın inşasını üstlenmiş olan Hiram Abiff`i ilk büyük üstad olarak kabul ettiklerini göz ardı etmekte, Süleyman Tapınağı`nın ve Tevrat`ta Tapınak`la ilgili olarak anlatılan tüm olay ve sembollerin masonik literatürde ne denli büyük bir yer kapladığını gündeme getirmemektedirler. Oysa Kitabın başından beri önemini incelediğimiz ve belli çevreler için tarihin bir tür anahtarı olarak kabul edildiğini gördüğümüz Süleyman Tapınağı, masonluk öğretisinde dev bir yer tutar. Öyle ki, üstadlık derecesine ulaşan masonlar, sembolik olarak, Tapınak`ın inşasını yöneten duvarcı ustası Hiram Abiff “olurlar”…

 

Bunları göz önünde bulundurunca akla şu soru gelmektedir: Yeni ve yakın çağda İngiltere`de doğup gelişmiş olan mason örgütlenmesinin, binlerce yıl önce yapılmış ve yine binlerce yıl önce yıkılmış olan Süleyman Tapınağı`yla ne ilgisi vardır ki? Bu büyük zaman boşluğu içinde, Süleyman Tapınağı`yla en az binbeşyüz yıl sonra ortaya çıkacak olan mason örgütü arasındaki bağ nedir?

 

Bu iki şeyi birbirine bağlayan geçiş aşaması ne olabilir?

 

Bu sorunun cevabını aramaya kalktığımızda, kaçınılmaz bir biçimde Tapınakçılar`la karşılaşıyoruz. Çünkü masonluk dışında Batı dünyasında kurulmuş ve felsefesinin temeline Tapınak`ı yerleştirmiş olan tek örgüt onlarınkidir. Avrupa`ya, Tapınak ritüellerini, Kabala`yı ve yahudi etkisini taşıyan onlardır. Bu nedenlerle yasaklanan, sonra da yer altına inip legal hale gelmeye ve düşmanlarından intikam almaya çalışan da onlardır.

 

Tapınakçılar`la masonların arasındaki ilişkiyi inceleyen tarafsız tarihçilerin verdiği cevap genellikle aynıdır: Masonlar, Tapınakçılar`ın devamıdır.

 


İSKOÇYALI TAPINAKÇILAR, 1381 KÖYLÜ AYAKLANMASI, JOHN WYCLİFFE VE TARİHİN İLK PROTESTAN DENEYİMİ

 

Tapınakçılar-masonlar ilişkisini inceleyen çok sayıda kaynak kütüphaneleri doldurmaktadır. Ama bunların hepsinin objektif ve tutarlı olduğu söylenemez. Konuyu inceleyen ve objektif ve tutarlı olduğuna kuşku olmayan en önemli kaynaklardan biri ise Amerikalı tarihçi John J. Robinson tarafından yazılan Born in Blood: The Lost Secrets of Freemasonary (Kan İçinde Doğmak: Masonluğun Kaybolmuş Sırları) adlı kitaptır. Amerika`daki masonik yayın organlarından The Maine Mason, Robinson`ın kitabını, “bir mason-olmayan biri tarafından masonlukla ilgili olarak yazılmış en iyi araştırma” olarak tanıtıyor.

 

Ortaçağ İngilteresi ve Haçlı Seferleri uzmanı olan Robinson`un kitabı iki ana bölüme ayrılmış: Birinci bölüm Tapınakçılar, ikincisi masonlar. Kitabın sunuş kısmında şu satırlar yer alıyor:

 

Masonluk, 1717`de Londra`da varlığını dünyaya duyurmadan önce de, gizli ritüel ve sembolleri asırlardır kullanılıyordu. Bir kere tanındıktan sonra, masonluk tüm dünyaya yayıldı ve kralları, imparatorları ve devlet adamlarını içine aldı. Bunun yanında Amerika`da George Washington ve Sam Houston, Meksika`da Juarez, İtalya`da Garibaldi ve Güney Amerika`da Simon Bolivar gibi devrimcileri de localarına kattı. Humeyni gibi bazı liderlerce de yasaklı.
Peki ama bu örgütün gücü nereden geliyordu? 270 yıl kadar önce ortaya çıkmadan evvel, asırlardır ne yapıyordu? Ve neden katolik kilisesi ile bu kadar kanlı-bıçaklı düşman oldu? Bu ilginç çalışma, bu soruların cevabını veriyor ve İngiltere`deki Tapınak Şövalyeleri`nin, Papa ve kralın tutuklamasından kaçarken, daha sonra masonluk adını alacak olan, karşılıkla korunmaya dayalı bir gizli dernek kurduklarını kanıtlıyor. Yıllar süren titiz bir araştırmaya dayalı olan bu kitap, masonların hala gizli kalmış sırlarını çözüyor. Kitap, aynı zama, Protestan reformunu sağlayan tarihi gelişmeleri de yeni bir bakış açısıyla tekrar incelememizi sağlıyor.

 

Önceki sayfalarda Tapınakçılar`dan söz ederken, Hıristiyanlıktan büyük bir sapma yaşamakta olduklarının ortaya çıkmasından sonra, Papa ve Fransa Kralı tarafından haklarında tutuklama kararı çıktığını gördük. Tutuklama ve sorgulamaların ardından Büyük Üstad Jacques de Molay`ın idam edildiğine, örgütün kaçabilen üyelerinin yer altına indiğine ve saklıkları karargahlarında Kabalacılar`la sürdürdükleri yakın ilişkilere değindik.

 

Ama yeraltına inen Tapınakçılar`ın arasında ilerde en büyük etkiye sahip olacak olanları İngiliz grubuydu. Born in Blood, işte bu İngiliz grubunun öyküsünü anlatıyor. John J. Robinson, İngiliz Tapınakçıları`nın, diğer biraderlerinden çok daha “avantajlı” olduklarını anlatarak konuya giriyor:

 

Papa`nın Tapınakçılar`ın tutuklanması ile ilgili isteği, İngiltere`ye ulaştığında, genç kral II. Edward, Papa`nın isteğine karşı çıkarak, Tapınakçılar`ı savundu. İngiliz Kralı, ancak Papa`nın bu konuda kesin bir emir çıkarmasının ardından harekete geçmek zorunda kaldı ve tutuklamaya başladı. Bu İngiliz Tapınakçılar`ına kaçmak için üç aylık bir avantaj sağlamıştı. İskoçya`da ise durum onlar için daha da elverişliydi: Papalık`ın kurumları henüz İskoçya`da kurulmamıştı. Bu şartlar altında, İngiltere ve de özellikle İskoçya, Tapınakçılar için çok elverişli bir sığınak oldu.24

 

Robinson, daha sonra Tapınakçılar`ın Papalık ve krallıklara karşı duyduğu nefret ve intikam duygularını hatırlattıktan sonra, Tapınakçılar`ın İngiltere`deki ilk icraatlarına değiniyor. Buna göre, Tapınakçılar`ın ilk etkisi 1381`de patlak veren ve Kilise ve kral karşı kanlı bir başkaldırış denemesi olan Köylü Ayaklanması (Peasent`s Revolt) sırasında görülüyor. Robinson, tarihçilerin genelde bu ayaklanmayı organize eden bir “gizli dernek” olduğunu kabul ettiklerini ama bu derneği tanımlamadıklarını hatırlatıyor ve Winston Churchill`in The Birth of Britain (Britanya`nın Doğuşu) adlı kitabından şöyle bir alıntı yapıyor: “1381 yazında İngiltere`de büyük bir kargaşa yaşı. Arkasında büyük bir organizasyon yatıyordu. Orta İngiltere`deki köyleri gezerek ayaklanmayı alevlendiren ajanlar, Londra`da toplığını söylenen bir `Büyük Dernek` tarafından yönlendiriliyordu.” 25

 

Robinson, bu `Büyük Derneğin` Tapınakçılar olduğunu kanıtlıyor. O dönemde varlığını sürdüren ve Papalık`a ve Papa`ya bağlı monarşilere karşı olan tek örgüt durumundaki Tapınakçılar`ın, anti-monarşi ve anti-kilise özelliği taşıyan Köylü Ayaklanması`nın ardındaki organizasyon olduğunu anlatıyor. Ayaklananların, Londra`nın ele geçirdikleri tüm yapılarını kiliseler dahil yağmalarken, Tapınakçılar`ın kutsal saydıkları ve Süleyman Tapınağı ile özdeşleştirdikleri ve “Tapınak” adını verdikleri kiliseye dokunmadıklarına dikkat çekiyor.

 

  

 

 

 

Solda, John Wycliffe. Sag üstteki çizimde, John Wycliffe`, “Lollards” adı verilen müridlerini, Katolik kilisesi aleyhine propaga yapmaları için ülkenin değişik yerlerine gönderiyor. Tarihçiler, Avrupa`nın ilk önemli Protestan deneyimi olan “Lollard”ların, gizli hücreler halinde örgütlendiklerini bildirir. John J. Robinson ise, bu örgütlenme biçimini açığa çıkarıp, “Lollard”ların, Katolik kilisesine büyük düşmanlık besleyen Tapınakçılar (masonlar)la işbirliği içinde, hatta “özdeş” olduklarını kanıtlıyor.

 

 

 

 

 

Köylü ayaklanmasının en önemli özelliği ise Katolik kilisesine düşmanlığı temsil ederken, bir yan da Avrupa`da ilk sayılabilecek bir tür Protestan akımıyla işbirliği içinde olmasıydı. İngiltere Başpiskoposu`nun öldürülmesiyle rengini bulan ayaklanma, basit bir Kilise nefretinin yanında, Protestan ideolojisinin de ilk örneğini içinde barındırıyordu. Ayaklanmanın dini boyutunun lideri John Wycliffe adlı bir rahipti. Wycliffe, Luther`in yaklaşık iki asır sonra ortaya atacağı doktrini ana hatlarıyla çizmiş, Katolik kilisesinin otoritesine karşı isyan bayrağı açmıştı. Devleti dinden ayırmanın ilk ideolojik temellerini seslendirmişti. Aynı Luther ve Calvin ikilisinde olduğu gibi Wycliffe`in görüşlerini benimseyip savunan bir ikinci “Protestan” lider daha vardı; John Ball. Wycliffe`den daha da eylemci olan Ball, köylü ayaklanmasının önemli bir simgesi oldu.

 

İlginç olan İngiltere`de filizlenen bu ilk protestan denemesinin o dönemde var olan gizli örgütlerle olan ilişkisiydi. Robinson, o dönemlerde Tapınakçılar`ın mason derneklerini oluşturmaya başladıklarını ve Köylü Ayaklanması`nda masonik etkilerin açıkça görüldüğünü söylüyor:

 

Wycliffe`in öğrencisi sayılan John Ball, yaptığı itiraflarda, Wycliffe`in yaşları arasında bir `gizli biraderlik` olduğunu ve bu örgütlenmenin Wycliffe`in düşüncelerini ülke içinde yaydığını belirtmiştir… Ayrıca ayaklanmanın liderliğine yapan W the Tyler`da da (Kiremitçi Tyler) masonik bir etki gözleniyor. Tarihçiler, onun gerçek adını kullanmadığını, W the Tyler`ın takma isim olduğu görüşünde birleşiyorlar. Ama neden kendine takma ad olarak `Tyler` ismini seçtiği bilinmiyor. Bu satırları okuyan masonlar, bu sorunun cevabını hemen verebilirler. Çünkü `Tyler`, masonik literatürde locanın nöbetçisi, koruyucusu ve infaz görevlisidir. Eğer ayaklanmayı organize eden ve tarihçilerin varlığına kuşku duymadığı `Büyük Dernek` masonluksa, bu ayaklanmanın askeri lideri için herhalde `Tyler`dan daha iyi bir isim düşünülemezdi.26

 

Sonuçta, Kilise ve krallıklardan intikam alma hedefindeki Tapınakçılar`ın ve Tapınakçılar`ın bir başka görünümünden başka bir şey olmayan masonluğun provoke ettiği Köylü Ayaklanması bastırıldı. Böylece ayaklanma ile gündeme gelen Protestanlık benzeri hareket de sindirilmiş oluyordu. Ama bu Tapınakçılar`ın ilk deneyimiydi. Zamanla İngiliz ve İskoç localarında örgütlenerek, daha büyük işler başaracak hale geleceklerdi.

 

Ancak Tapınakçılar`ın sonraki büyük eylemlerine geçmeden önce, Wycliffe olayının bir benzeri olan bir başka Protestan denemesine, Çek rahip John Huss`un Protestan akımına bir göz atmakta yarar var.

 


JOHN HUSS`UN PROTESTANLIK DENEMESİ VE KABALACILARIN`IN HUSS`LA OLAN DOSTLUĞU

 

Amerikalı tarihçi John J. Robinson`ın bize verdiği bilgiler göstermektedir ki; Avrupa`da Katolik Kilisesinin ve Papanın egemenliğine karşı başlatılmış ilk Protestan hareketi olan John Wycliffe olayı, doğrudan Tapınakçılar`ın bir ürünüdür. Dini otoriteyi yıkmak isteyen Tapınakçılar, bu iş için ilk olarak Hıristiyan birliğini bozmak ve Papa`ya karşı natif mezhep yaratmak istemişlerdir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

John Huss; Kabalacı yahudi Avigdor Ben Isaac Kara`nın öğrencisi ve Orta Avrupa`nın ilk “protestan” lideri.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ancak önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, Tapınakçılar bu işte yalnız değillerdi; onlarla kader birliği yapan yahudi önde gelenleri (Kabalacılar) da Kilise otoritesini yıkmak hedefindeydiler. John Huss`un başlattığı Protestan akımı, yahudilerin de Protestanlık çabalarında Tapınakçılar kadar aktif olduklarını göstermesi açısından önemlidir.

 

John Huss olayının önemi, Vatikan Kutsal Kitap Enstitüsü`nde tarih profesörü olan ünlü yazar Malachi Martin tarafından dile getiriliyor. Martin, Çek ülkesinin Bohemya yöresinde faaliyet gösteren John Huss`un (1370-1415) başlattığı Protestan akımının, Kilise otoritesini zayıflatmak için girişilen uzun savaşta önemli bir kilometre taşı olduğuna dikkat çekiyor. Daha da önemlisi, Huss`un geliştirdiği doktrinlerin, Wycliffe`inkilerle aynı olması. Hatta bu nedenle Martin, “Huss`un Wycliffe`i taklit ettiğini ve onun yolunu izlediğini” söylüyor.27 John J. Robinson da, Wycliffe ve onu izleyen Huss`un, Papaya karşı çıkarak Martin Luther`e öncülük yaptıklarını belirtiyor.28 Zaten Huss`un çıkış noktası, doğrudan Wycliffe: Çek rahip, arkadaşı Praglı Jerome`nin İngiltere`den getirdiği Wycliffe kitaplarını okuduktan sonra kendi doktrinlerini geliştiriyor. Ve o da, aynı Wycliffe gibi, Papa`yı “Antichrist” (Deccal) olarak tanımlıyor.

 

Bu denli önemli bir Kilise-karşıtı hareket olan John Huss (Jan Hus diye de yazılır) olayına yakından baktığımızda ise Avrupa`da dini otoriteye karşı kurulan gizli ittifakın etkisini hemen görebiliyoruz. Çünkü Çek rahip Huss`un başlattığı ve onu izleyenlerin (“Hussities”/Hussçular) devam ettirdiği Protestan akımı, gerçekte tamamen yahudi önde gelenleri tarafından kurulmuş ve geliştirilmiş bir hareket.

 

Judaica, John Huss`un doktrinlerini geliştirirken kendisinden çok etkilendiği bir yahudiden söz ediyor: Avigdor Ben Isaac Kara. Prag`ın en önemli iki hahamından biri olan Kara`nın yazıları, Judaica`nın ifadesiyle John Huss ve onun takipçilerini “büyük ölçüde” etkiliyor. Huss, özellikle Katolik Kilisesi aleyhindeki düşüncelerini Kara`dan etkilenerek geliştiriyor. Kara`nın yazdığı Ehad Yahid u-Meyuhad adlı çalışma, Huss`u çok etkiliyor. Kara`nın bir de çok önemli bir özelliği var: Kabalacı…29

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dante, ünlü eseri İlahi Komedya`da sürekli olarak Papa aleyhtarı mesajlar veriyor, özellikle de Tapınakçılar`ı cezalıran Papa Clement`e lanetler yağdırıyordu. Çünkü “Evrensel Laik Monarşi” yanlısı olan Dante`nin kendisi de bir Tapınakçı`ydı…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yahudi Ansiklopedisi ayrıca Huss`un kurduğu tarikatın yahudilerle olan olağanüstü yakın ilişkilerine değiniyor. Buna göre, Eski Ahit`e olan ilgileri ve Katoliklere olan nefretleri nedeniyle, Huss takipçileri (Hussities), Kilise tarafından “bir yahudi mezhebi olmakla” suçlanıyorlar. Suçlama haksız da değil; Huss takipçilerinin bir bölümü bazı yahudi adetlerini uyguluyorlar. Bir kısmı yahudi dininde yer alan “koşer yemek” gibi adetleri benimsiyor. Çek ülkesindeki yahudiler de Huss takipçilerinin bu tavırlarına sempatiyle bakıyor, onlara Benei Hushim adı vererek Hıristiyanlıktan Yahudiliğe döndüklerini düşünüyorlar. John Huss da yahudi liderleriyle çok yakın ilişki içinde ve Judaica`nın yazdığına göre, Katoliklere karşı verdiği mücadelede yahudi liderlerine akıl danışıyor. Huss`un başlattığı isyanın Katoliklerce bastırılması ise yahudiler için bir hayal kırıklığı oluyor. Huss, isyanın son kalesi olan ve 1434`de Katolik otoritelerce zaptedilen bölgeye de “Siyon” adı veriliyor. Yahudi Ansiklopedisi, Huss takipçilerinin devamı niteliğindeki Bohemian Brethren (Bohemyalı Kardeşler) tarikatının da ilerleyen yüzyıllar boyunca yahudilerle çok yakın olduğunu not ediyor.30

 


Kuşkusuz Wycliffe ve Huss olaylarının içyüzünü inceledikten sonra ortaya çıkan tablo son derece ilginç ve önemlidir: Birileri, 14. yüzyılın başlarında Avrupa`da Katolik Kilise`sine karşı organize bir hareket başlatmaya çalışmıştır. Bu “birileri”, Katolik Avrupa düzenini yıkmayı hedefleyen ve birbiriyle ittifak halindeki iki güçtür: Tapınakçılar ve Kabalacılar…

 

14. yüzyıl başında Papa aleyhtarı düşüncelerin hız kazanmış olması da bu yüzden bir tesadüf değildir. Bu anti-Papa hareket, asıl olarak Tapınakçı-Kabalacı ittifakının bir ürünüdür. Ünlü şair Dante Alighieri (1265-1321) bunun bir örneğidir. Yazılarıyla sürekli olarak Papalık kurumuna saldıran, dini otoritenin tüm siyasi gücünün ortadan kaldırılmasını ve yerine “Evrensel Laik Monarşi” kurulmasını savunan Dante, bir Tapınakçı`dır. Atilla Tokatlı, Gizli Örgütler adlı kitabında “Papalığın amansız düşmanı olan” Dante`nin “Tampliye (Tapınakçı) tarikatına bağlı laik papazlar örgütü örgütünün, `Fede Santa`nın önderlerinden biri” olduğuna dikkat çeker.31 Ayrıca Dante`nin ünlü eseri İlahi Komedya`da açık bazı Tapınakçı işaretleri vardır. Türk localarının ünlü üstadlarından Sahir Erman, “Tampliye`lerden Dante`ye” başlıklı makalesinde Dante`nin bir Tapınakçı olduğunu ve bu nedenle de İlahi Komedya`nın dört bir yanında üstü kapalı mesajlar yolladığını ayrıntılı olarak inceler. Dante, sözkonusu eserinde Tapınakçılar`ı cezalıran Fransa Kralı Philip`e ve Papa Clement`e sürekli lanetler yağdırmakta, öte yan da örtülü olarak Tapınakçı ritüellerini övmektedir. Dante`nin Viyana`daki bir büstünün altında “F. S. K. I. P. F. T” kısaltması yer alır. Bu, “Fidei Sanctae Kadosh, Imperialis Principatus, Frater Templarius” cümlesinin kısaltmasıdır ve “Kutsal İntikam Tarikatından, İmparatorluk Prensi, Tampliye Birader” anlamına gelmektedir.32 Sözkonusu “kutsal intikam”, Tapınakçılar`ı cezalıran Kral`dan ve daha da önemlisi Kilise`den alınacak olan intikamdır.

 

14. yüzyılda ve sonrasında dini otoriteye karşı gelişen hemen her önemli hareketin arkasında bu “kutsal intikam”ı, yani Tapınakçıları ya da Kabalacıları bulmak mümkün olacaktır.

 

Kuran`da “yeryüzünde bozgun çıkaran ve dirlik-düzenlik bırakmayan dokuzlu bir çete”den söz edilir (Neml, 48). İlginçtir, Tapınakçılar da dokuz kişi tarafından kurulmuştur. Ve gerçekten de, Tapınakçılar, büyük müttefikleri olan yahudilerle birlikte, Avrupa`daki din birliğinin bozulmasına, istikrarlı Katolik Düzen`in yıkılmasına neden olmuşlardır. İlerleyen sayfalarda bu iki gücün Katolik Kilisesine karşı daha organize saldırılara giriştiğini göreceğiz. Ama öncelikle Tapınakçı örgütünün şekil değiştirme operasyonuna bir göz atmakta yarar var.

 


GİZLENME-ÖRGÜTLENME DÖNEMİ VE ÖRGÜTÜN MASONLUĞA DÖNÜŞÜMÜ

 

Tapınakçılar, 1314`deki büyük bozgundan sonra sürekli kaçıyor ve gizleniyorlardı. Ama asla dağılma eğilimine girmediler. Papalık`tan ve Papa`ya bağlı monarşilerden intikam almak ve istedikleri gibi bir düzen kurmak hedefinden caymadılar. Ancak biraraya gelmek son derece tehliydi. Toplanabilmelerini ve faaliyetlerini sürdürmelerini sağlayacak bir örgütlenme tarzına ihtiyaçları vardı. Born in Blood kitabının yazarı Robinson`ın anlattığına göre, İngiliz Tapınakçıları bu amaçla masonluğu kullılar.

 

Tapınakçılar`ın yer altına indikleri 1300`lü yıllarda, İngiltere`de biraz önce sözünü ettiğimiz duvarcı loncaları vardı. Loncalar, o dönem toplumunun içinde var olan tek “dernek” türüydü. Ve duvarcı loncaları, diğer meslek kollarına göre daha içine kapalı bir yapıya sahipti. İşte birer lonca olan bu dernekleri locaya dönüştürüp bildiğimiz anlamda masonluğu yaratanlar, Robinson`ın kanıtladığına göre Tapınakçılar oldu. John J. Robinson, Tapınakçılar`ın önce bu duvarcı loncalarına sızdıklarını sonra da bunları bir şekilde ele geçirdiklerini anlatıyor. Ve masonluktaki gizlilik kurallarını hatırlattıktan sonra şöyle diyor:

 

Kaçak Tapınakçı`nın, masonluğun sahip olduğu `hiçbir birader bir başka birader hakkındaki bir sırrı açığa vurmayacaktır` prensibine ihtiyacı vardı. Kaçak Tapınakçı için bu kural hayati önem taşıyan bir şarttı, lonca üyesi duvarcı içinse böyle bir korunmanın hiçbir anlamı olamazdı. Duvarcı ustasının, ortaya çıkmasıyla hayatını tehye sokacak ne gibi bir sırrı olabilirdi ki? Yoksa kaçak Tapınakçılar duvarcı loncalarının içine karışıp, sonra da kendileri için gerekli olan bu kuralları, loncaların ritüelleri arasına mı enjekte ettiler? Bu Tapınakçılar`ın duvarcı derneklerinde yalnızca bir sığınak bulduklarını değil, aynı zama bir şekilde onları ele geçirdikleri anlamına gelir.33

 

Robinson, öne sürdüğü bu teoriye masonik ritüellerden pek çok delil getiriyor. Masonik yemin ve kurallar ancak bu şekilde açıklanabiliyor. Örneğin, masonluğun eski ve kabul edilmiş ritlerinde yer alan “gezen bir birader asla `şehrin içine` gitmemelidir, ancak şehirde onu kollayacak ve o yöreyi iyi bilen bir başka birader varsa gidebilir” şartı, sadece kaçak Tapınakçılar için anlam taşıyabilecek bir kural. Ya da masonluğa alınan bir kimseye söylenen “bu derneğe girmekle korsanlarla birader olduğunuzu unutmayın” uyarısı, ancak bu şekilde anlam kazanabiliyor. Çünkü Robinson`ın bildirdiğine göre, Tapınakçılar`ın bir bölümü, yasadışı ilan edilmelerinin ardından denizlere açılıp korsanlığa başlamıştı.34

 

Tapınakçı-mason ilişkisiyle ilgili buna benzer daha başka bağlantılar anlattıktan sonra, Robinson şöyle diyor: “Sonuçta, Tapınak Şövalyeleriyle masonluğun, tüm tarih içinde temel kimliklerini Süleyman Tapınağı ile özdeşleştirmiş olan yegane iki örgüt olmaları yalnızca bir rastlantı mıdır? Yoksa, tarih bize bir şeyler söylemeye mi çalışıyor?” 35

 

Robinson, masonluğun kökeni ile ilgili bir başka önemli bilgiyi de, Alman aristokrasisinden Baron von Hund und Alten-Grotkau`nun anılarından aktarıyor:

 

İsmi bugün henüz bilinmeyen bir locaya girdiğinde, von Hund`a anlatılmış olan masonluğun `gerçek öyküsü`ne göre, bir grup Tapınakçı, baskı dönemi sırasında İskoçya`ya kaçıyorlar. Burada, Papa tarafından lanetlenmiş olan örgütlerini koruyarak, aktif duvarcıların oluşturduğu loncalara katılıyorlar. Jacques de Molay`ın yerine yeni bir üstad seçiyorlar. Ve o dönemden beri örgüt hiç kesilmeyen bir büyük üstadlar zinciri kuruyor. Güvenlik nedeniyle, büyük üstadın kim olduğunu hayatı boyunca çok az kişi bilebiliyor. Bu da bir `bilinmeyen üstün`e itaati zorunlu kılıyor.36

 

Masonluğun Tapınakçılar`ın bir devamı niteliğinde olduğunu, konunun önemli uzmanlarından biri olan Umberto Eco da şöyle doğrular: “Tapınakçılar`ın tüm gizemi, davadan başlayarak, Jacques de Molay`ın öcünü alma tasarısında odaklaşır… Mason törenleri de… Tapınakçı törenlerin bir yansımasıdır. İskoç riti masonluğunun rütbelerinden biri Kadoş Şövalyesi`dir. İbranice öç şövalyesi anlamına gelir bu.” 37

 

Bütün bunlar, Tapınakçıların 1314`de yedikleri büyük darbenin ardından asla dağılıp-yok olmadıklarını ve masonluk gibi yeni örgütlenmeler yoluyla gizli olarak varlıklarını sürdürdüklerini göstermektedir. Ancak masonluk, İskoçya ve İngiltere`deki Tapınakçılar`ın kullığı maskedir; Avrupa`nın başka bölgelerinde de yine Tapınakçı geleneği devam ettirmek için farklı örgütler kurulmuştur. Örneğin, Michael Baigent ve Richard Leigh adlı yazarların birlikte kaleme aldıkları The Temple the Lodge adlı kitapta, Portekiz`de Tapınakçılar`ın devamı olarak kurulmuş bir örgütten söz edilir. Örgütün adı “Knights of Christ” (İsa`nın Şövalyeleri)dir ve 16. yüzyıla kadar da varlığını sürdürmüştür. Örgütün üyeleri arasında ise oldukça ilginç isimler vardır: Vasco da Gama ve Kristof Kolomb.. Kitabın bildirdiğine göre, Kolomb`un gemilerindeki haç şekli, Tapınakçılar`a özgü kırmızı renkli patté şekilli haçtır.38 Nitekim önceki bölümde de Kabalacı Kolomb`un aynı zama Tapınakçı olduğunu not etmiştik. İngiliz tarihçi Michael Howard da Kolomb`un hatta kayınpederinin de Dante`nin geleneğini sürdüren bir Tapınakçı örgütüne üye olduğunu yazar.39

 

Ancak Tapınakçılar`ın devamı olan örgütler içinde en etkilisi masonluktur ve sonradan tüm diğerlerini içine alarak Tapınakçı geleneğin tek temsilcisi haline gelmiştir.

 


YAHUDİ ÖNDE GELENLERİYLE YAPILAN “İTTİFAK” VE BRİTANYA ADALARINI SARAN KABALA TUTKUSU

 

Az önce, yer altına inen Tapınakçılar`ın asıl hedefinin Kilisenin gücünün yok edilmesi ve dini otoriteye bağlı monarşilerin ortadan kaldırılması olduğuna değinmiş ve bu hedefin aynı güçlerden son derece rahatsız olan yahudi önde gelenleri tarafından da paylaşıldığını belirtmiştik. Tapınakçılar`ın, Kiliseden ve ona bağlı monarşilerden almak istedikleri intikamın bir simgesi olarak, masonluğa İbranice`den alınma “Kadoş Şövalyesi” derecesini yerleştirmeleri ise, Tapınakçılar/masonlar-yahudi önde gelenleri arasındaki “ittifak”ın bir simgesi olmalı.

 

Asırlar öncesinde yazılmış ve değişiklik yaşamamış olan masonik ritüelleri incelediğimizde, iki taraf arasında kurulmuş olan bu İttifak`la ilgili ilginç yemin ve ifadelere rastlıyoruz. Örneğin 15. derecenin ritinde yer alan ve sözkonusu İttifak`tan bahseden bir diyalog şöyle:

 

Büyük Üstad: Kimden sakınmalıyız?
I. Nazır: Düşmanlarımızdan ve kardeşlerimizden. Büyük Üstad: Kardeşlerimizden sakınmamızın nedeni nedir?
I. Nazır: İsrailoğulları esarettedir. Biz onların kurtulmaları maksadını takib ediyoruz. Lakin yeni kardeşlerimiz bizim bu projemizi anlamayacaklar ve tatbikini engelleyeceklerdir.
Büyük Üstad: Kardeşlerim nizam vaziyeti alalım. Yahudi diyarının kurtarıcısını selamlayalım.40

 

Alıntıdan, masonların “esarette” olan yani Vaadedilmiş Topraklar`dan çıkarılmış olan yahudileri “kurtarma”, yani Vaadedilmiş Topraklar`a döndürüp Mesih Planı`nı gerçekleştirme hedefinde oldukları ama henüz acemi masonların bu İttifak`ın önemini ve locanın taşıdığı yahudi sempatizanı misyonu kavrayamamalarından çekindikleri anlaşılıyor. Düşmanlar ise elbette İttifak`ın ortak düşmanları: Kilise ve onun dini otoritesine bağlılık gösteren monarşiler…

 

Yahudi önde gelenleriyle masonların doğal müttefik oldukları yine mason kaynaklarında belirtiliyor. Akasya adlı Türk mason dergisinde şöyle deniyor: “Yahudisiz hiçbir mason locası yoktur. Yahudi sinagoglarında hiçbir mezhep mevcut değildir. Orada masonlarda olduğu gibi yalnız semboller vardır. Bundan dolayıdır ki, İsrail mabedi bizim tabii müttefikimizdir.” 41

 

İttifakın en önemli unsurlarından biri olan Kabala bağlantısının varlığını da Umberto Eco`dan öğreniyoruz. Eco, masonluğun kurucusu olan İngiliz Tapınakçıları`nın, Kabala`nın merkezi olan İber yarımadasında “eğitilmiş” olan Portekizli Tapınakçılar`la bilgi alışverişi yaptıktan sonra büyük bir Kabala tutkusuna kapıldıklarını bildiriyor:

 

İngilizler (İngiliz Tapınakçı grubu) 1464`de Portekizliler`le (Protekizli grup) buluşuyorlar. Bu tarihten sonra Britanya adalarını bir Kabala tutkusu sarıyor. Tapınakçılar öğrendikleri üstünde çalışarak gelecek toplantılara hazırlanıyorlar. John Dee, bu büyüsel ve Hermetik yeniden doğuşun başını çekiyor.42

 

Masonluğun Kabala`ya olan ilgi ve bağlılığı, modern masonik metinlerde de görülebilir. Örneğin, Amerikan masonluğunun yayın organı olan New Age Dergisi, Masonluk-Kabala ilişkisine şöyle değinir: “Kabala, bilinçaltının kapılarını açan ve ruhu saran manevi değerlerin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk, onu insanın yaşamı anlaması için gerekli görür.” (Sayı 77, s. 31.) Türk masonlarının kaynaklarında da Kabala ile ilgili incilere rastlamak mümkündür:

 

Görüyoruz ki, Kitab-ı Mukaddes`in haricinde Yahudiliğin gizli bir ananesi, bir geleneği (tradition orale Kabala) vardır. Ve yalnız buna vakıf olanlar, Kitab-ı Mukaddes`in hakiki manasını anlayabilirler. Bizde bu gelenek (Kabala) etrafında teessüs eden (kurulan) yüksek felsefeyi hülasa etmeye çalışıyoruz.43

 

Bu tür müşterekler üzerine kurulan İttifak, tarihi bir İttifak`tı. Yahudi önde gelenleri, en büyük düşmanları olan dini otoriteye karşı, Tapınakçılar`la ve onların geleneğini sürdüren masonlarla asırlar sürecek olan bir işbirliğine giriyorlardı. İlginç olan, kendileri de bir dinin temsilcisi olan yahudi önde gelenlerinin, “inkarcı” olan insanlarla İttifak kuruyor olmalarıydı. Tapınakçılar (ve masonlar) tam anlamıyla birer inkarcıydı; Hz. İsa`ya hakaret ediyorlar, Kilise`yi ve Kutsal Kitap`ı tanımıyorlar, hatta cinsel yönden sapkın ayinler uyguluyorlardı. Buna rağmen, bir dinin temsilcisi olan yahudilerle, dinsizliğin sembolü olan Tapınakçılar (masonlar) çok uyumlu bir İttifak kurdular. İlginçtir ki, bu garip İttifak`a, Kuran ayetleri de dikkat çekmekte ve yahudilerin dine karşı inkarcılarla “dostluklar” kurduğunu haber vermektedir:

 

İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir… Onlardan çoğunun inkâra sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazaplı ve onlar azapta ebedi kalacaklardır. Eğer Allah`a, peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır. (Maide, 78-81)

 


HİRAM ABİFF EFSANESİNİN GÖSTERDİĞİ GERÇEK…

 

Şimdiye dek incelediğimiz bilgiler bizlere;

 

1- Tapınakçılar`ın, Kudüs`teki Süleyman Tapınağı tarafından sembolize edilen bir tür “giz”den etkilendiklerini gösterdi. Tapınakçılar, bu “giz”in asıl yorumcuları olan Kabalacılar`dan etkilenmişler, yahudi mistisizmine ve dünya görüşüne bağlanarak Hıristiyanlıktan büyük bir sapmayla ayrılmışlardı.

 

2- İncelediğimiz bilgiler, Kudüs`te başlayan Kabalacı-Tapınakçı ilişkisinin Avrupa`da da sürdüğünü ortaya koydu. Kısa sürede daimi bir ittifaka dönüşen bu işbirliği, dini otoritenin egemenliğindeki kurulu düzeni değiştirme hedefindeydi.

 

3- Tapınakçılar`ın, yer altına indikten sonra yeni örgütlenmeler oluşturarak faaliyetlerini sürdürdüklerini de inceledik. Masonluk, Tapınakçı geleneğin sürdürülmesi için kurulmuş bir örgütlenmeydi. Dolayısıyla Tapınakçılar için geçerli olan Kabala ve yahudi bağlantısı, bu örgüt için de geçerliydi.

 

Bütün bu sürecin anahtarı olan Süleyman Tapınağı`nın taşıdığı olağanüstü cazibenin kaynağını da kitabın Giriş`inde inceledik. Süleyman Tapınağı, Hz. Süleyman tarafından inşa edilmişti ve onun elde ettiği büyük hakimiyet ve olağanüstü bazı güçlerin sembolüydü. Yahudiler, Hz. Süleyman`a Allah tarafından verilen bu olağanüstü güçlerin, gerçekte büyü yoluyla elde edildiğine inanıyorlardı. Yahudi önde gelenlerinin Hz. Süleyman ve Tapınak hakkında “şeytani” bir yorum yaparak böyle bir inanca kapıldıklarını Kuran`dan öğreniyoruz. (Bkz. Giriş bölümü) Yahudi önde gelenleri, Tapınak`ın yeniden inşası ile birlikte Hz. Süleyman`ın soyundan bir Mesih`in yeniden geleceğine ve yine Hz. Süleyman`ın sahip olduğu olağanüstü güçlere sahip olacağına ve şekilde yahudi ırkını dünyaya egemen kılacağına inanıyorlardı. Tapınakçılar ve masonlar, yahudi önde gelenlerinin elinde olduğuna inıkları bu gücün etkisine kapılmış ve Mesih Planı`na bu nedenle destek vermiş olmalılar.44

 

Bütün bunların yanında bir de Hiram Abiff efsanesi vardır ki, masonluğun kökeni hakkında çok önemli bazı gerçekleri ortaya çıkarmaktadır. Masonik ritüellerin en can alıcı noktasını oluşturan Hiram efsanesi, M. Tevrat`tan alınmıştır. M. Tevrat`ta anlatıldığına göre, Hiram, “Kral” Süleyman tarafından Tapınağın inşası için görevlendirilmiş olan duvarcı ustasıdır. Tevrat`ın I. Krallar bölümünde Hiram`dan şöyle söz edilir: “Ve Kral Solomon gönderip Sur`dan Hiram`ı getirtti. (Hiram) Naftoli sıptından dul bir kadının oğlu idi. Ve babası Sur`lu bir adamdı. Tunç işçisi idi. Hiram bütün tunç işleri işlemekte hikmetle ve anlayış ve hünerle dolu idi. Ve Solomon`a gelip bütün onun işlerini yaptı.” 45

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ya, masonik bir kaynakta yer alan tasvirde, Süleyman Tapınağı ve ordunun önünde savaş arabasını süren Hz. Süleyman (yahudi literatüründe anlatıldığı şekliyle) gösteriliyor. Arkada Tapınak`ın girişi ve kapının her iki yanında yer alan Jakin ve Boaz sütunları yer alıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yahudilere ve yahudilerden etkilenenlere göre, Hiram, Tapınağı inşa ederken Hz. Süleyman`ın sözde büyüsel güçlerine de vakıf olmuştu. Türk Mason Dergisi, Hz. Süleyman`ın bir “sır” sahibi olduğunu ve bu sırrın Hiram tarafından da bilindiğini şöyle anlatıyor:

 

Zaten masonluk mutlak hakikatin ancak bu ihata ve sezişlere ve bizzat tekamül etme neticesinde yaşanabilecek bir sırdır. Bu sır, mühr-ü Süleyman`ın üç dal`ında ne güzel resm ve remz edilmiştir. Birbirlerine irca etmek suretiyle mütemadi bir devrin sayruret`i Hiram`da en mükemmel şeklini bulur.46

 

Dolayısıyla Hiram, yahudilerce Tapınak tarafından sembolize edildiği kabul edilen ve Kuran`ın “şeytani” olduğunu vurguladığı sır ve güçlere de vakıf bir insır. Bu ilk mason üstadının öyküsü de ilginçtir. Masonik literatürde anlatıldığına göre Hiram, yönetimi altında çalışan duvarcı işçilerinin oluşturduğu bir lonca kurar. Loncada işçiler, bilgileri arttıkça derece atlamakta ve Hiram`ın sahip olduğu sırlara vakıf olmaktadırlar. Ama günlerden bir gün, duvarcılardan üçü bu sırları elde etmek için beklemekten sıkılarak, Hiram`ı sıkıştırırlar. Sırları kendilerine hemen vermesini isterler. Hiram reddeder ve bu üç isyankar öğrencisi tarafından öldürülür.

 

İşte masonluk bu efsaneye dayanır. Masonik söylenceye göre, Hiram`ın diğer sadık öğrencileri, Tapınak`ın sırrını korumaya ve Hiram`ın kurduğu lonca sistemini sürdürmeye yemin ederler. Lonca, zamanla locaya dönüşür ve bildiğimiz masonluk doğar. Dolayısıyla da masonlar Hiram`a karşı garip bir bağlılık hissetmektedirler. Kendilerini Hiram`la özdeşleştirirler. Kendilerini, M. Tevrat`ın ifadesiyle “dul bir kadının oğlu” olan Hiram`a atfen, “dul kadının çocukları” olarak tanımlarlar.

 

Üstad derecesine ulaşan bir mason, fahri bir Hiram Usta olmakta ve Hiram`ın sırlarına vakıf olmaktadır. Bir üstad masonun tekris töreni, diğer derecelerde yapılan törenlerden çok daha karmaşık ve dramatiktir. Bu törende, masonik ritüelin en önemli sırrı ortaya konur: Öldürülmüş olan Büyük Üstad`ın sırrı…

 

Üstadlık derecesine yükselecek olan bir masonun tekris töreni ilk başta diğer derecelerinki gibidir. Gözleri bağlanmış bir halde, ulaştığı derecenin sırlarını kimseye açıklamayacağına dair uzun yeminler eder. Sonra gözleri açılır ve ulaştığı üstadlık derecesinin bazı sembol ve işaretlerini öğrenir. Buraya kadar herşey önceki derecelerin törenleri gibidir. Daha sonra büyük üstad törene kısa bir ara verir, yeni üstad olmuş olan mason bir başka odaya alınır ve ulaştığı üstadlık derecesinin kıyafetlerini giyer. Bir kaç dakika sonra asıl tekris töreninin yeni başladığını öğrenince oldukça şaşıracaktır.

 

Büyük loca odasına döndüğünde büyük üstad, ona kendisini gerçekten bir üstad olarak hissedip hissetmediğini sorar. Yeni üstad olmuş olan kişi `evet` cevabını verince, büyük üstad ona şöyle der: “Tam üstad olmuş sayılmazsınız, olmak için uzun ve tehli bir yolculuktan geçmeniz gerekli.” Ve asıl tören başlar.

 

Yine gözleri bağlanan yeni üstad, bir başka masonun elinden tutmasıyla locanın orta yerine getirilir. Burada büyük üstad, ona öldürülmüş olan gerçek büyük üstadın, Süleyman Tapınağı`nı inşa eden Hiram Abiff`in öyküsünü anlatmaya başlar. Hiram`ın öyküsünü bir yere kadar anlatır, sonrası bir tür drama şeklinde locada canlırılacaktır.

 

Biraz sonra, yeni üstad olan mason, oynanacak olan dramada, Hiram rolünün kendisine verildiğini anlayacaktır. Ona eşlik eden diğer mason, onu locanın içinde sembolize edilmiş olan Tapınak`ın güney kapısına götürür. Orada gözleri bağlı olduğu için göremediği bir saldırgan tarafından yakalanır ve sarsılıp-tartaklanır. Saldırgan, ona, diğer duvarcı işçilerine Tapınak bittiği zaman sahip olduğu sırları açıklayacağına söz verdiğini hatırlatır. Sonra da bu sırlar için bekleyemeyeceğini, onları hemen istediğini söyler.

 

Bundan sonra iki saldırgan daha Hiram rolündeki yeni üstaddan aynı şeyi ister. Daha sonra da sırlarını açıklamadığı için onu öldürürler. Tabi bu gerçek bir ölüm değildir, yalnızca yeni üstadın başına vurulur ve o da ölmüş gibi yere uzanır. Bu arada ayini yönetmekte olan büyük üstad ise “Kral Solomon” rolünü oynamaktadır. Hiram`ın katillerinin yakalanmasını ister. Hiram`ın katilleri olan Jubela, Jubelo ve Jubelum`un bulunması için ekipler çıkarılır. Suçlular yakalanır, itirafta bulunur. Daha sonrada Hiram`ın cesedi, yani locanın bir köşesinde yerde yatmakta olan yeni üstad, sembolik bir biçimde aranıp bulunur. Daha sonra Hiram efsanesinin devamını büyük üstaddan öğrenen yeni üstadın gözleri açılır. Artık o da bir Hiram Usta olmuştur.

 

Peki kimdir bu Hiram Usta? Daha doğrusu, neyi temsil etmektedir ki, masonluk gibi büyük bir örgütün üyeleri en büyük amaç olarak ona “dönüşmeyi” belirlemişlerdir?

 

Süleyman Tapınağı, yahudilerin yanında, yahudilikten etkilenmiş örgütler için de büyük önem taşır.Tapınak`ın, kendisine Allah katından bazı olağanüstü güçler verilmiş ve böylece büyük bir egemenlik elde etmiş olan Hz. Süleyman`in gücünün sembolü olduğuna kuşku yok. Ama Kuran yahudilerin Hz. Süleyman`a olan bakış açısıyla ilgili önemli bir bilgi vermektedir:

 

“Ve onlar (yahudiler) Süleyman`ın mülkü aleyhinde şeytanların uydurduklarına uydular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti…” (Bakara, 102)

 

Ayet`ten anlaşılan, Hz. Süleyman`ın ve de dolayısıyla Tapınak`ın yahudilerce ilahi değil, şeytani bir biçimde yorumlığıdır. Yahudiler Hz. Süleyman`ın büyüyü kullanarak güç ve hakimiyet elde ettiğine inanırlar. Kabalacılar`dan Tapınakçılar`a, Gül-Haçlar ve masonlara uzanan gelenek de aslında bu “şeytani” yorumdur. Ya gözüken Süleyman Tapınağı`nın Kabalistik bir çizimi. Diagram`ın içinde Kabala sembollerinin yanında Gül-Haçlar`ın sembolü olan gül ve haç ve masonların ünlü sembolü “üçgen içinde göz” yer alıyor…

 

 

 

1 Ali Bulaç, “Modern Devletin Totaliter ve Ulus Niteliği”, Bilgi ve Hikmet, Yaz 1993/3.
2 Michael Baigent, Richard Leigh, The Temple the Lodge, London: Corgi Books, 1990, ss. 78-80.
3 Ibid., s. 81.
4 Lewis Spence, The Encyclopedia of the Occult: A Compendium of Information on; The Occult Sciences, Occult Personalities, Psychic Science, Magic, Spiritism Mysticism, London: Bracken Books, 1988, s. 406.
5 Ibid., ss. 406-407.
6 Umberto Eco, İtalya`nın en önemli düşünür ve yazarlarından biridir. Türk okuyucusu onu özellikle Gülün Adı isimli ünlü romanından tanır. Foucault Sarkacı ise, Eco`nun, ilerleyen sayfalarda sık sık kaynak olarak kullanacağımız son romanıdır. Ancak bu roman, bildiğimiz romanlardan farklıdır; “sekiz yıl süren bir çalışmanın, ayrıntılı bir araştırmanın ve iki bin ciltlik `uzman` bir kitaplığın ürünü” olan kitap, Tapınakçılar, masonlar, Kabala gibi konularda son derece önemli bilgiler vermektedir. Eco, roman üslubu içinde, kitabı Türkçe`ye çeviren Şadan Karadeniz`in deyimiyle “irrasyonel düşüncenin gizli bilimlerin, gizli derneklerin vs. 500 yıllık tarihinin 500 sayfalık bir özetini” sunmaktadır.
7 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Çev. Şadan Karadeniz, 2.b., İstanbul: Can Yayınları, ss. 88-89.
8 Lewis Spence, The Encyclopedia of the Occult, s. 408.
9 Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Mystics, Templars, Masons Occult Societies, 1.b., London: Rider, 1989, s. 68.
10 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 428.
11 Ibid., s. 126.
12 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 39.
13 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 497.
14 Michael Baigent, Richard Leigh, Henry Lincoln, The Holy Blood The Holy Grail, London: Arrow Books, 1996, ss. 111-118, 409-412.
15 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 127.
16 Encyclopaedia Judaica, vol. 10, ss. 518-519.
17 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 457.
18 Nostradamus, yakın tarihin en ünlü kahinidir. 1555`te basılan Les Prophéties de Maistre Michel Nostradamus adlı kitabında yaptığı kehanetlerle, İngiliz ve Fransız Devrimlerinden I. ve II. Dünya Şavaşlarına kadar pek çok olayı önceden “bilmiş”, hatta ilerde “Hister” adlı bir Alman diktatörünün çıkacağından söz etmişti. Daha da önemlisi, Nostradamus`un önemli bir Kabala geçmişi vardı. Encyclopaedia Judaica, Nostradamus`un her iki büyükbabasının da Jean de Saint-Rémy ve Pierre de Nostra-Donna yahudi olduklarını ancak sonradan Fransız Krallığı`nın baskısı ile din değiştirdiklerini yazıyor. Bu dinlerini yalnızca görünüşte değiştirdikleri anlamına geliyor. Nostradamus`un bu iki dedesinin bir diğer özellikleri ise Provins`te, Kabala`nın merkezinde yaşamış olmalarıydı. Dolayısıyla büyük olasılıkla ikisi de birer Kabalacıydı. Encyclopaedia Judaica, ayrıca, Nostradamus`un İtalya`da bu lunduğu sıralarda da Kabalacılar`la diyalog kurduğunu, hatta Kabalacılar`ı “arayıp bulduğunu” yazıyor. Ünlü kahinin yazılarında yahudilerden söz ederken hemen her zaman “biz” ifadesini kullanmış olması da, bilinçli bir yahudi olduğunun açık bir göstergesidir. Encyclopaedia Judaica, vol. 12, ss. 1230-1231.
19 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 365.
20 Encyclopaedia Judaica, vol. 15, s. 1213.
21 Malcom Barber, The Trial of The Templars, London: Cambridge University Press, 1978. s. 243.
22 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 60.
23 Celil Layıktaz, Başlangıçtan Bugüne Kadar Ritüelimizin İnkişafı, İstanbul: 1972.
24 John J. Robinson, Born in Blood: The Lost Secrets of Freemasonry, New York: M. Evans & Company, 1989, s. 14.
25 Ibid., s. 17.
26 Ibid., s. 55.
27 Malachi Martin, The Keys of This Blood: The Struggle for World Dominion Between Pope John Paul II, Mikhail Gorbachev, the Capitalist West, New York: Simon & Schuster, 1990, s. 518.
28 Malachi Martin, The Keys of This Blood, s. 262.
29 Encyclopaedia Judaica, vol. 10, s. 759.
30 Encyclopaedia Judaica, vol. 8, ss. 1134-1136.
31 Atilla Tokatlı, Gizli Örgütler: Eski Büyü-cülerden Çağdaş Darbecilere, 1.b., İstanbul: Hürriyet Yayınları, Ocak 1979, s. 88.
32 Sahir Erman, “Tampliye`lerden Dante`ye”, Mimar Sinan, sayı 70, 1988.
33 John J. Robinson, Born in Blood: The Lost Secrets of Freemasonry, New York: M. Evans & Company, 1989, s. 167.
34 Ibid., s. 166.
35 Ibid., s. 170.
36 Ibid., s. 184.
37 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 138.
38 Michael Baigent, Richard Leigh, The Temple the Lodge, s. 56.
39 Michael Howard, The Occult Conspiracy, ss. 73-74.
40 15. Derece Çalışma Rehberi, s. 33.
41 Akasya: Mason Dergisi, sayı 50, s. 47.
42 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 381.
43 Selamet Mahfili, 4. Konferans, s. 48.
44 Tapınakçılar`ın, aynı Kabalacılar gibi, Hz. Süleyman`ın sahip olduğu bazı olağanüstü güçlere sahip olmak için uğraştıkları, hatta bunu örgütlerinin temel amacı haline getirdiklerine Umberto Eco da dikkat çeker. Eco, Foucault Sarkacı`nda, Tapınakçılar`ın “yersel akımlar”ı kontrol edecek bir tür büyüsel şifre peşinde olduklarını anlatır. Yersel akımları, yani rüzgar ve akıntıları kontrol ederek, örgüt “yeryüzü egemenliği” amaçlamıştır.
İşin en ilginç noktası da budur… Çünkü “yersel akımları kontrol etmek”, Hz. Süleyman`a Allah tarafından verilmiş olağanüstü bir güçtür. Sad Suresi`nin 36. ayeti, rüzgarın, Hz. Süleyman`ın “buyruğuna verildiğini” bildirir.
Hz. Süleyman`ı bir peygamber değil, bir kral olarak kabul eden ve sahip olduğu güçleri de “büyü” ile elde ettiğine inanan Kabalacılar (bkz. Giriş) sözkonusu “rüzgarları kontrol etme” gücünün de, Tapınak yeniden inşa edilip, Mesih geldiğinde tekrar elde edilebileceğine inanmışlardır. Kabalacılar`ın müridleri konumundaki Tapınakçılar`ın “yersel akımları denetleme” üzerine kafa yormaları da kuşkusuz bir rastlantı değildir
45 Muharref Tevrat, Bab I. Krallar, 7/13.
46 Türk Mason Dergisi, sayı 1, Ocak 1951, s. 22.

 

Tapınakçılar`ın ünlü sembolü: Aynı ata binmiş iki Tapınakçı. Umberto Eco, örgütün böyle ilginç bir sembol seçmiş olmasının, homoseksüelliklerinin bir işareti olduğunu söylüyor.

 



_____________________________________

 

İKİNCİ BÖLÜM: YENİ SEKÜLER DÜZENİ`İN KURULUŞU -2-

 

 

HZ. SÜLEYAMAN, ŞEYTANLAR, “DUVARCI USTALARI” VE “DALGIÇLAR”

 

Bütün bu üstte anlattıklarımız, masonların kendilerini Süleyman Tapınağı`yla ve Tapınak`ın inşasını üstlenen Hiram Abiff`le olağanüstü bir biçimde özdeşleştirdiklerini gösteriyor. Acaba nedir Süleyman Tapınağı`nda ve Hiram Abiff`te masonları bu kadar etkileyen şey? Önceki sayfalarda Süleyman Tapınağı`nın cazibesinin nereden kaynaklığını görmüş, Tapınak`ın Kuran`ın bildirdiğine göre yahudilerce hakkında sapkınca “şeytani” yorumlar yapılan Hz. Süleyman`ın iktidar ve gücünü temsil ettiğini incelemiştik. Peki ya Hiram Abiff`in durumu nedir?

 

Çok ilginç, Kuran`dan Hiram efsanesiyle de ilgili çok önemli bir bilgi ediniyoruz. Hiram`ın Tapınak`ın inşasını üstlenen duvarcı ya da “bina” ustası olduğunu akılda tutarak, Sad Suresi`nden Hz. Süleyman`la ilgili ayetleri okuduğumuzda masonluğun kökeni hakkında çok önemli bir ipucu yakalıyoruz:

 

olsun, biz Süleyman`ı imtihan ettik, tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski durumuna) döndü. `Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin.` Böylece rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça eserdi. Şeytanları da (onun buyruğu altına verdik); her bina ustasını ve dalgıç olanı. Ve (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini. (Sad, 34-38)

 

Ayetler, Hz. Süleyman`ın emrine “şeytanların” verildiğini ve Hz. Süleyman`ın bunları çalıştırdığını anlatıyor. Bu “şeytanlar”ın özelliklerinden biri de “bina ustası” olmaları…

 

Amerikalı ressam Jack Le vine Oil`in “Solomon ve Hiram” adlı tablosu. `Duvarcı ustası` Hiram`ın elinde, sonradan masonluğun da en önemli sembolleri haline gelecek olan duvarcı aletleri yer alıyor.

 

Yani Hz. Süleyman`ın emrinde çalışıp, Tapınak`ı inşa edenler, Hz. Süleyman gibi mümin değillerdi. Tapınak`ı inşa eden “bina ustaları”, Hz. Süleyman`ın emrine verilmiş olan ve onun gücüne boyun eğmiş olan “şeytan”lardı. (Bu Hz. Süleyman`a verilmiş olan özel bir güçtür. Sebe Suresi`nde de Hz. Süleyman`ın, Allah`ın yardımıyla inkarcı cinleri kullığı anlatılır. Böylece Hz. Süleyman, kendi gücünden ve iktidarından korkan şeytanları da hayır yolunda kullanabilmiştir.)

 

Dolayısıyla, Tapınak`ın inşasını üstlenen Hiram ve yanındaki duvarcılar da, Kuran`ın deyimiyle Hz. Süleyman`ın emrine verilmiş “şeytanlar”dır Hiram`ı, bu gerçeğin tam tersine Hz. Süleyman`ın en yakını ve yardımcısı olarak gösteren masonik kaynaklarsa, bu düşünceye yahudi kaynaklarından varmışlardır. Yahudilerin böyle bir inanca sahip olmaları da, yine Kuran`ın bildirdiği gibi, Hz. Süleyman hakkında “şeytanların uydurduklarına uymaları”ndan (Bakara, 102) kaynaklanıyor. Hz. Süleyman`a böylece “küfür” (inkar) atfeden yahudiler, onu doğal olarak Tapınak`ı yapan “bina ustası” şeytanlarla bir tutmuşlardır.

 

Sonuçta, masonların kendilerini özdeşleştirdikleri Hiram Abiff ve yanındaki “bina ustaları”nın, Kuran`ın deyimiyle “şeytan” olduğu açığa çıkmaktadır.

 

Ayette işaret edilen bir gerçekle ilgili olarak çok ilginç bir bilgi daha var. 33. dereceden üstad mason Brigadier A. C. F. Jackson`un yazdığı Rose Croix adlı kitapta, Haçlı Seferlerinin ardından Avrupa`ya dönen Tapınakçılar`ın “Diver`s lodge” (Dalgıç locaları) adıyla anılan localar kurulduğu bildiriliyor.47 (Sad Suresi`nin 37. ayetine göre, Hz. Süleyman`ın emrindeki “şeytanların” bazılarının da “dalgıç” olduğunu hatırlarsak, “Diver`s lodge”un nereden esinlendiğini daha iyi anlayabiliriz.

 

Anlaşılan odur ki, Tapınakçılar, Hz. Süleyman`ın emrine verilmiş olan ve Kuran`da bina ustaları ve dalgıçlar olarak tanımlanan şeytanların sahip oldukları geleneği sürdürmeye karar vermişlerdir. Masonik sır ise bu şeytanların yahudi inancına göre Hz. Süleyman`la paylaştıkları büyü ve benzeri yöntemleri kullanma geleneğidir ki, Kabala bu geleneğin ta kendisidir. Kabalacılarla masonlar arasındaki ilişkinin kaynağı da budur. Dolayısıyla, masonluğun kökenini oluşturan gelenek, Kuran`ın ifadesiyle “şeytani”dir.

 

Masonluğun tarih boyunca dinle çatışmış ve her türlü din-karşıtı hareketin arkasında yer almış olmasının, sanırız bundan daha anlamlı bir sembolik kökeni de olamaz…

 


MASON İLAHI JAHBULON VE BİR BAŞKA YAHUDİ BAĞLANTISI

 

Masonluğun sembolik kökenine değinmişken, “Jahbulon” konusunun üzerinde durmakta da yarar var sanırız. Masonların, Yaratıcı`yı ifade ederken, müslümanlar gibi Allah, ya da hıristiyanlar gibi Tanrı kelimeleri yerine, “Kainatın Ulu Mimarı” gibi ilginç bir isim kullıkları bilinir. İngiliz gazeteci Stephen Knight`ın masonlukla ilgili ünlü The Brotherhood (Biraderlik) adlı kitabının yayınlanmasından sonra, örgütün ilah kabul ettiği “Kainatın Ulu Mimarı”nın bir de gizli adı olduğu öğrenildi. Knight, masonların ilahına verilen bu adın “Jahbulon” olduğunu, bu kelimenin yalnızca masonlar arasında ve loca içinde kullanıldığı yazdı. Kelimeyi loca dışında kullanmak kesinlikle ve kesinlikle yasaktı. Masonlar da, biraz isteksizce de olsa, bunun doğruluğunu kabul ettiler.

 

Peki Jahbulon ne demekti? Knight bunu tam olarak bilmiyordu. Masonlar ise, bu kelimenin kökeni hakkında bir kesin bilgi olmadığını, yalnızca adetten kullanıldığını söylüyorlardı. Ama İngiliz yazar Martin Short, bu açıklamayla tatmin olmadı ve kelimenin anlamını araştırdı. Ve Stephen Knight`ın kitabından esinlenerek Inside the Brotherhood: Further Secrets of the Freemasons (Biraderliğin İçinde: Masonların Daha da Gizli Sırları) adlı kitabında, Jahbulon`la ilgili bazı yeni bilgiler ortaya koydu. Martin Short, ulaşabildiği bazı mason ritüellerinde, Jahbulon kelimesinin ne anlama geldiğine dair ilginç bilgiler bulmuştu:

 

Ritüeller, yahudilerin MÖ 6. yüzyılda Babil esaretinden kurtuluşlarını anlatarak konuya giriyor. Babil`den çıkan yahudiler, harabe halindeki Süleyman Tapınağı`nı yeniden inşa etmek için Kudüs`e geri dönüyorlar. Tapınağın yıkıntılarını kazan yahudi işçilerden biri, Tapınak`ın içinde yer alan bir mezara rastlıyor. Mezarın üzerinde altın bir plaka var ve üstüne iki kelime kazınmış: `Yehova-İbrani Tanrısının kutsal ve gizli ismi` ve `Jahbulon`…
Ritüelde bildirildiğine göre, derece atlayacak masona bu iki kelimenin Hiram Abiff`in açıklamaktansa ölmeyi tercih ettiği iki büyük sırrı olduğu söyleniyor. Ve o dereceye kadar öğrendiği sırların aslında fazla bir önemi bulunmadığı ve bu iki kelimenin gerçekte masonluğun en önemli sırları olduğu bildiriliyor.
48

 

Kısacası, Jahbulon, yahudi ilahı Yehova`nın yanında Süleyman Tapınağı`nda yazılı olan bir kelimeydi. Ve büyük bir olasılıkla da Yehova ile aynı anlama geliyordu. Short, Yehova ve Jahbulon kelimelerinin bugün de İngiliz localarında birarada kullanıldığına dikkat çekiyor. Bildirdiğine göre, İskoç riti localarında Süleyman Tapınağı`ndaki altın plakaya benzer pirinç plakalar üzerine kazınmış çember içindeki üçgen şekli yer alıyor. Çemberin üzerinde İbranice üç harften oluşan Je-Ho-Vah kelimesi, üçgenin üzerinde de yine İbranice üç harften oluşan Jah-Bul-On kelimesi kazılı. Kısacası, masonların `ilah` olarak kabul ettikleri ve Hiram Abiff`in de en büyük sırrı olan Jahbulon, masonlukla yahudi dini arasındaki bağlantının bir başka örneğini oluşturuyor.

 

Masonluğun kökeniyle ilgili bu bilgilerin ardından, tekrar Avrupa`ya dönüp, Kabalacı- Tapınakçı geleneğin, kıtanın ve dolayısıyla da dünyanın tarihini nasıl etkilediğini inceleyebiliriz. Tapınakçı geleneği sürdüren masonlarla yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak`ın, Avrupa`daki kurulu düzeni değiştirme hedefinin nasıl gerçekleştiğini incelerken de, kuşkusuz, Ortaçağ`a nokta koyan ilk büyük harekete, yani Hümanizm akımına ve İttifak`ın bu akımdaki rolüne göz atmak gerekiyor.

 


HÜMANİSTLERİ SARAN KABALA TUTKUSU

 

“Kendimi Hümanist filozoflara adadım; birden ayrımına vardım: laik modernistler,
Ortaçağ`ın karanlıklarından sıyrılır sıyrılmaz, kendilerini
Kabala ile büyüye adamaktan daha iyi bir şey bulamamışlar.”
Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 171

 

Avrupa`ya yahudi düşüncesini ve buna bağlı olarak da bu düşüncenin temelini oluşturan Kabala`yı getirenlerin, Tapınakçılar olduğunu ve Tapınakçılar`ın da zamanla masonluğa dönüştüğünü inceledik. Avrupa`ya gelen bu “judaizer” (yahudici/yahudi sempatizanı) etkinin, Katolik Kilisesinin kurduğu düzeni yıktığını ve yeni bir düzen kurmaya başladığını da gördük. Katolik Kilisesine ilk büyük başkaldırı olan Protestan hareketinin ise, büyük ölçüde bu “judaizer” geleneğinden etkilendiğini de önceki sayfalarda ve bu kitabın ilk bölümünde ayrıntılı olarak gözden geçirmiş bulunuyoruz.

 

Tapınakçı geleneğin taşıdığı Kabala etkisi, Rönesans ve Reform devrimlerini besleyen Hümanizm akımında da büyük rol oynadı. Hümanizm, Ortaçağ`ın sonlarında Avrupalı bazı entellektüellerin, eski Roma ve Yunan kaynaklarını araştırarak, dine dayalı dünya düşüncesine yani en başta, insanın Allah`ın kulu olduğu ve ancak O`na hizmet etmekle yücelebileceği inancına karşı çıkma çabasının adıdır. Gözlerden saklanan nokta, Avrupa`nın dinden kopmasına ve kapitalistleşmesine öncülük eden sözkonusu Hümanizm akımının da, gerçekte asıl olarak yahudi kökenli olmasıdır.

 

Hümanistlerin resmi tarihte fazla vurgulanmayan Kabala bağlantısı, Vatikan Papalık Kutsal Kitap Enstitüsü`nde tarih profesörü olan ünlü yazar Malachi Martin tarafından vurgulanıyor. Martin, Hümanistler`de açıkça gözlemlenen yahudi etkisini şöyle anlatıyor:

 

Rönesans İtalya`sının erken dönemlerinde kendini gösteren alışılmışın dışındaki belirsizlik ve isyan atmosferinde, kurulu düzenin tüm kontrolünü etkisiz hale getirmeyi amaçlayan Hümanist derneklerin faaliyetleri başladı. Bu tür amaçlara sahip olduklarından bu dernekler, en azından başlangıç için, gizlilik yoluyla korunmalıydılar. Ancak gizliliğin yanısıra bu Hümanist grupların belirgin bir özellikleri daha vardı; bu dernekler Kilise ve diğer otoriteler tarafından yapılmış olan İncil`in geleneksel yorumuna ve Kilisenin sivil ve politik ala getirdiği felsefi ve dini zorunluluklara başkaldırıyorlardı… Bu cemiyetlerin Kutsal Kitabın orijinal mesajı ile ilgili farklı yorumları vardı. Bu anlayışlarını Kuzey Afrika`da, özellikle Mısır`da bulunan birtakım mezhep ve doğaüstü kaynaklardan alıyorlardı; bunların başında da Yahudi Kabalası geliyordu. Yahudi Kabalası, Musa geleneğindeki insanla Allah arasındaki ayırımın sınırları içerisinde ölümlü insanın, ilahi gücün bilgisine ve aslında kendisine nasıl ulaşılacağını belirler. Tevrat`ın hükümleri, sadece Kabala ile karşılaşmadan önceki bir hazırlıktır ve bu insanın maddesel evreninde büyük bir etki ve değişiklikler yaratacaktır… İtalyan Hümanistleri zamanla Kabala konusunda daha da ileri giderek, Kabala`yı bir yol gösterici olarak kabul ettiler. Gnosis (Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde doğmuş ve yine Kabala ile bağlantılı olan metafizik gelenek) kavramını tekrar yorumladılar. Ve bu kavramı, büyük ölçüde bu dünya merkezli hale getirdiler. Yapmak istedikleri şey, Kabala yoluyla, tabiatın gizli güçlerini sosyopolitik amaçlar için kullanmaktı.49

 

Martin`in verdiği bilgiler, kitabın önceki sayfalarında Kabala`nın içeriği ve Kabala- Tapınakçı/mason ilişkisi ile ilgili olarak yazdıklarımızı doğruluyor. Kabala`nın “tarihin akışını etkilemek için gizli bilimlerden yararlanma yolu” olduğunu Giriş bölümünde incelemiştik. Kabalacıların böyle bir güce sahip olduklarına inanan ve Kabala`nın güçlerinden etkilenen Avrupalılar`ın da (Tapınakçılar, masonlar) “sosyopolitik değişim” amacı güttüklerini, dini otoritenin ve monarşilerin yıkılması için Kabalacılar`la “ittifak” kurduklarına da önceki sayfalarda değinmiştik. Martin`in verdiği bilgiler, Hümanistlerin de Kabalacılar`la kurulu düzeni değiştirmek ve yeni bir düzen kurmak yolunda “ittifak” içine giren gruplardan biri olduğunu gösteriyor.

 

Martin, Hümanistler`le ilgili ilginç bilgiler vermeye devam ediyor:

 

Aydınlanma ve bilim döneminden önce, Francis Bacon, 1600`lerdeki rasyonalizm akımını henüz başlatmamışken, Hümanistlerin başlattığı bu akım, başka şeylerin yanında, bir de `Kabalistik` olarak yorumlanan simya yöntemlerini de içeriyordu. Simya, başta metaller olmak üzere maddelerin element yapısını değiştirme gücüydü. Aslında Hümanist Kabalacıların asıl aradıkları, temel metalleri değiştirebilen ve `filozofun taşı` adını verdikleri bir mineraldi. Bu mineralin, örneğin kurşunu, altına çevirebilecek bir gücü olduğuna inanılıyordu. Bununla beraber, Kabalacıların doğanın gücüyle ilgili gizli bilgiyi aramalarının ve filozofun taşı ile ilgili efsanenin en önemli amacı, dünyayı yeniden düzenleyebilecek bir güce erişmekti. Bu Hümanist cemiyetlerin üyeleri, `Kainatın Ulu Mimarı`nı aradıklarını ve kendini ona adadıklarını söylüyorlardı. `Kainatın Ulu Mimarı`, dört kutsal İbranice harfle yani, YHWH ile tanımlanıyordu. YHWH (Yehova), ölümlüler tarafından telaffuz edilemeyecek yahudi ilahının adıdır. Hümanistler, bunun yanısıra, piramit ve göz gibi genelde Mısır kaynaklı olan sembolleri de aldılar. Hiç şüphesiz bu yeni ve gizli cemiyetler o dönemde doğan istikrarsızlığın ana kaynağıydılar. Rönesans öncesi oluşan bu Hümanist dernekler zamanla yeni Avrupa ittifaklarını ve ulusların kaderlerini belirleyen uluslararası, dini ve sosyopolitik güçler haline geldiler. Hümanist törelerin kuzeye doğru yayılması ve kabul edilmesi 1500`lerdeki Protestan Reformu ile olmuştur. Bilindiği gibi Reformun baş mimarları Martin Luther, Philip Melanchthon, Johannes Reuchlin, Jan Amos Komensky değişik okültizm derneklerine bağlıydılar…50

 

 

 

Hümanistler, Avrupa`da gelişen seküler düşünce akımının en önemli öncüleriydiler. İnsanın Allah`ın kulu olduğunu reddedecek, onu kendi başına ve bağımsız bir varlık olarak tanımlayacak olan Aydınlanma çağının altyapısını hazırladılar. Bu tür bir dönüşümü sebepsiz yere de başlatmamışlardı. Dini otoriteyi yıkıp yerine seküler bir düzen kurmayı hedefleyen Ittifak`ın birer üyesiydiler: Hemen hepsi yahudi kaynaklarına, özellikle de Kabala`ya büyük bir ilgi gösteriyorlardı. Kabala felsefesini temel alan ve 15. yüzyılda hızla büyüyen Hümanist dernekleri de, mason localarından farksızdılar. Solda, Kabala`ya olan hayranlığı ile tanınan Hollalı homoseksüel Hümanist Desiderius Erasmus. Sağda bir diğer Kabalacı Hümanist, Marcilio Ficino.

 

 

 

 

 

Hümanistlerin “Kainatın Ulu Mimarı”yla ilgilenmeleri oldukça önemli, çünkü az önce de belirttiğimiz gibi “Kainatın Ulu Mimarı”, masonlarca da “Tanrı”yı tanımlamak için kullanılan deyim. Bu “Tanrı”nın YHWH (Yehova), yani yahudi dinindeki ilah olması ise yahudi etkisinin açık bir göstergesi. Zaten Martin, sonraki satırlarda, Hümanistlerle masonlar arasındaki paralellikten söz ediyor:

 

Bu arada, Avrupa`nın diğer kuzey bölgelerinde, Hümanistlerle paralel olan daha önemli bir birlik oluştu. Hiç kimsenin önemini hemen kavrayamadığı bir birlik… 1300`lerde Kabalist-Hümanist cemiyetler kendilerini yeni yeni oluşturmaya başlamışken, İngiltere, İskoçya ve Fransa`da Ortaçağ duvarcı loncaları bulunmaktaydı. Bu loncalar, yavaş yavaş mason locaları haline geldiler. Ve o dönemlerde yaşayan hiçkimse masonlarla İtalyan Hümanistler arasında bir fikirbirliği olduğunu tahmin edemezdi… Masonluk, Hümanistler gibi Roma Katolik Kilisesi`nden tamamen uzaklaştı. Ve yine, İtalyan Hümanist mezhebinde olduğu gibi masonlar, kendilerini büyük bir gizlilik prensibi içinde koruyorlardı. Bu iki grubun başka ortak yönleri de vardı. Spekülatif Masonluğa ait yazı ve kayıtlardan İtalyan Hümanistlerindeki Kainatın Ulu Mimarı inancının masonlarca da aynen kabul edildiği anlaşılmaktadır… Bu `Ulu Mimar`, (katolik geleneğinden farklı olarak) maddesel evrenin bir parçası ve `aydınlanmış` düşünce yapısının bir ürünüdür… (Hümanistlerin ve masonların kabul ettiği) bu yeni inancın, klasik Hıristiyan düşüncesi ile uzlaşan hemen hiçbir yönü yoktu. Günah, cehennem, cennet, peygamberler, melekler, rahipler ve Papa gibi pek çok kavram inkar ediliyordu.51 

 

Konuyla ilgili benzer bilgileri, İngiltere Birleşik Büyük Locası`na bağlı olan Quatuor Coronati Lodge adlı locanın her yıl yayınladığı Ars Quatuor Coronatorum adlı kitapta da buluyoruz. Birader Colin Dyer Coronatorum`daki makalesinde, Hümanistlerin Kabala`dan etkilenmiş olduklarını ayrıntılı olarak anlatıyor. Dyer, masonluğun kökeni ile ilgili yazısında, Hümanistlerin çoğunun gizli derneklere üye olduğunu ve bu derneklerin “Kilisenin geleneksel inanışlarını değiştirme, Kabala öğretisini hıristiyan inanışına uygulama amacında olduklarını ve simya ile de yakından ilgilendiklerini” yazıyor.52 

 

Dyer, bu tanıma uygun olan Hümanistler arasında da; Platonculuğuyla ünlü İtalyan Hümanisti Marsilio Ficino; 1548`de Heptaplus (Yaratılış`ın Kabalacı Yorumu) kitabını yazmış olan ünlü İtalyan Hümanisti Giovanni Pico Della Mirola; İbranice`ye olan merakıyla bilinen ve 1506`da De Rudimentis Hebraics (İbranice`nin Temelleri Üzerine) adlı kitabı yazan, aynı zama da Martin Luther`in fikir babası olan Alman Hümanisti Johannes Reuchlin; İngiliz teolog Dean John Colet; Ütopya adlı “yeryüzü cenneti” modeliyle ünlenen Thomas More ve “Kuzey Avrupa Rönesansı`nın en büyük ustası” ve yine Martin Luther`in fikir babası Desiderius Erasmus gibi isimleri sayıyor.53 Aynı kişilerin Kabala`ya olan meraklarını Encyclopaedia Judaica da vurguluyor ve “Christian Kabbalah” (Hıristiyan Kabalası) başlığı altında inceliyor. Dyer ise bu Hümanist filozofların Kabalacı geleneğinin bir sonraki kuşaktaki en önemli temsilcisinin ise birazdan Praglı hahamlarla olan gizemli ilişkilerini konu edineceğimiz John Dee olduğunu söylüyor. Kabala bayrağını John Dee`den devralan kişi ise İngiliz masonluğunun en önemli kurucularından biri olarak kabul edilen Elias Ashmole…

 

Hümanistlerin Kabala`ya olan tutkusuna, Amerikalı felsefe tarihçisi Richard H. Popkin de değiniyor. Hümanistler ile Rönesans ve Reform liderlerinin yahudi kaynaklarına ve Kabala`ya olan merakını vurgularken, Pico Della Mirola`nın 6 ayrı yahudiden İbranice dersi aldığını, Johannes Reuchlin`in ilk İbranice gramer kitabını hazırladığını, Daniel Bomberg`in Venedik`te başta Talmud olmak üzere yahudi kaynaklarını matbaada bastığını hatırlatıyor. Reuchlin ve Agrippa von Nettesheim gibi Hümanistlerin “yahudi esoterizminin kaynağı ve bir tür matematiksel-mistik sistem” olan Kabala`dan çokça etkilendiklerini bildiriyor. Popkin, Kabala`ya olan merakın artmasıyla birlikte, “büyü ve simyanın çığ gibi büyüdüğünü”, Kabalizmin pek çok kişiye “evrenin gizli anahtarını bulma ümidini” verdiğini ve “Doktor Faust tiplemelerinin dört bir ya mantar gibi çoğaldığını” yazıyor.54 (Doktor Faust: 16. yüzyılda yaşamış bir büyücü. “Ruhunu şeytana sattığı” söylenen Faust hakkında Goethe dahil pek çok ünlü yazarın kitap ya da şiirleri vardır.)

 


HÜMANİSTLERİN KABALA`DAN ALDIKLARI ÖĞRETİ

 

“Biz artık Allah`ı hayat gayesi olarak tanımayacağız.
Biz bir gaye yarattık. O gaye Allah değil, beşeriyettir”
Meşrik-i Azam İçtimai Zabıtları, 1923

 

Rönesans ve Reform hareketine öncülük eden Hümanizm, işte böyle bir kaynaktan geliyordu. Ve Hümanizm, her ne kadar “insancıllık” gibi süslü bir mesajla yola çıksa da, gerçekte insanın ruhunu alt-üst edecek ve onu bağlı olduğu ilahi gerçeklerden koparacak bir düşünce içeriyordu. Çünkü Hümanizmle birlikte, insan, Allah`tan bağımsız olarak üstün ve yüce bir varlık gibi kabul edildi, adeta ilahlaştırıldı. İnsanın ancak Allah`ı bilip-tanıyarak ve O`na kulluk ederek yükselebileceği gerçeği reddedildi. Aynı düşünce, masonluğun da en önemli öğretilerinden biridir. Masonluğun bir tür “insana tapınma” dini olduğunu, masonik kaynaklar da övünerek vurguluyorlar. Örneğin biri şöyle diyor: “İptidai cemiyetler, acizdiler, aczleri dolayısıyla etraflarındaki kuvvetleri ve hadiseleri ilahlaştırdılar. Masonizm ise insanı ilahlaştırdı.” 55

 

Hümanistlerin ve masonların Kabala`dan etkilenerek geliştirdikleri bu tür teoriler, kuşkusuz Kilise tarafından onay görmüyordu. Bunun en çarpıcı örneği, Kabalacı Hümanistlerin en ünlülerinden Pico Della Mirola`nın Conclusiones adlı çalışmasının, Papa VIII. Innocent tarafından “inkarcı ve sapkın düşünceler içerdiği” gerekçesiyle 1489 yılında lanetlenmesiydi. Çünkü Mirola, “dünyada hiçbir şey, insana hayran olmaktan daha üstün değildir” demişti. Kilise, doğal olarak, gerçekte “insana tapınma”dan başka bir şey olmayan bu düşünceyi inkar olarak değerlendirmişti. (Gerçekten bu düşünce inkardır, çünkü asıl hayran olunacak varlık, Allah`tır. İnsan ancak O`nun bir eseri, itaatkar bir kulu ve bir tecellisi olarak değer taşıyabilir.)

 

Böylece, Hümanizmle birlikte, o zamana dek geçerli olan Allah-merkezli dünya anlayışı yerine insan-merkezli dünya anlayışını yerleştirildi. Bu akımın kaynağını Kabala`da, yani yahudi düşüncesinde bulması da çok doğaldı. Çünkü yahudi dini de Allah-merkezli değil, insan-merkezli bir dünya öngörüyor, hatta insanı Allah`a üstün tutuyordu. Öyle ki Tevrat`a sonradan eklenen sapkın bir anlatıma göre, Hz. Yakub (İsrail) sözde “Allah ile güreşmiş ve O`nu yenmiş”ti. Dolayısıyla Yakub`un soyundan gelen İsrailoğulları da, bu sapık inanışa göre, Allah`tan üstündüler. Bu düşünce, sözkonusu Tevrat kıssasının bir uyarlaması olan Zeus-Prometeus efsanesinde açıkça görüldüğü gibi önce Eski Yunan düşüncesine, daha sonra da Hümanizm`le birlikte ki Hümanizm kaynak olarak Eski Yunan`ı ve yahudi kaynaklarını benimsemişti Avrupa`ya girdi.

 

Ve tüm bu gelişmelerin çok önemli bir sonucu vardı: Avrupa toplumları, Katolik Kilisesi`nin kurduğu Allah-merkezli düşünce sisteminden ve dini kaynaklardan koptukça, Kilise`nin siyasi otoritesi de zayıflıyordu. Dini düşünceden uzaklaşılması, dini otoritenin de zayıflaması anlamına geliyordu elbette. Bu ise Katolik Avrupa düzenini yıkmaya çalışan ve Kilise`yi iktidardan indirip kendi iktidarını kurmayı hedefleyen İttifak açısından kuşkusuz çok olumlu bir gelişmeydi.

 


JEAN BODİN VE HUGO GROTİUS`UN KABALA MERAKLARI

 

16. yüzyılın başından sonra çığ gibi büyüyen Kilise karşıtı hareketler, hep yahudi önde gelenleriyle Tapınakçı geleneğini koruyan masonlar arasındaki İttifak`la içiçe gelişti. Avrupa`da dini otoriteye karşı gelişen her hareket, ya İttifak`ın bir parçasıydı, ya da İttifak`la işbirliği içindeydi. Örneğin ortaya attığı “Doğal Din” akımı ile deist (bir Yaratıcı olduğunu kabul eden, ancak dini tanımayan düşünce) felsefeye zemin hazırlayan Fransız düşünür Jean Bodin, bu işbirliğinin çarpıcı bir örneğini sergilemişti. Doğal Din akımı ile Kutsal Kaynaklar`ın tümünü reddeden ve dolayısıyla dine ve dini otoriteye karşı büyük bir muhalefet oluşturan Bodin, Judaica`nın bildirdiğine göre, yahudilerle ve yahudi kaynaklarıyla çok içli-dışlıydı. İbranice öğrenen ve yahudi kaynaklarını ayrıntılı olarak araştıran Bodin, yazdığı De Republica, Methodus ad facilem historiarum cognitionem ve özellikle de 1593`te yazdığı ancak yayınlanmamış olan Colloquium Heptaplomeres de rerum sublimium arcanis abditis adlı çalışmalarında yahudi düşüncesinden etkilendiğini ortaya koymuştu. Bu son eserinde, 7 ayrı din ya da düşünceyi temsil eden 7 hayali kişinin diyaloglarını yazmıştı. Doğal Dini temsil eden Toralba ile Yahudiliği temsil eden Solomon Barcassius, eserde aynı fikirleri savunuyorlardı ve Judaica`nın bildirdiğine göre, bu iki kişi, Bodin`in kendi düşüncelerini temsil ediyorlardı. Bodin, Solomon`un ağzından, Hıristiyan inancının pek çok unsurunu, örneğin Hz. Meryem`in bakire olduğunu reddetmişti. Nitekim Bodin, hıristiyanlar tarafından, yahudilerle olan tüm bu ilginç bağlantıları nedeniyle, “yarı-yahudi” ya da “gizli yahudi” olarak tanımlamıştı. Tüm bu bilgileri aktaran Judaica, Bodin`in annesinin yahudi olduğuna dair doğruluğu kesin belli olmayan bir bilginin var olduğunu not ediyor.56 

 

Ve tüm bu bağlantıların yanında belki de en önemlisi, Bodin`in, Kabala`ya da merak sarmış, Kabalistik kaynaklar üzerinde uzun çalışmalar yapmış olmasıydı.57 Bir başka deyişle kurduğu Doğal Din akımıyla deizme yol açan Jean Bodin, Kabala temeli üzerinde kurulan İttifak`ın bir üyesiydi… (Bodin`in bir başka özelliği de, dini otoritenin yıkılmasının ardından İttifak tarafından kurulan merkezi devlet modelinin ve bu modelin içerdiği totaliterizmin kuramcılığını yapmış olmasıydı. Bodin`in bu yöndeki düşünceleri, daha sonra yine Bodin gibi yahudi kaynaklarından etkilenen ve hatta bu nedenle devlet için Tevrat`taki bir efsaneden yola çıkarak “Leviathan” [canavar] deyimini kullanan Thomas Hobbes`a esin kaynağı oldu. Bodin`in deist felsefesi ise Aydınlanma çağında Descartes, Montesquieu gibi biraderlerce daha da geliştirildi.)

 

Jean Bodin`in yolunu izleyen ve geliştirdiği “Doğal Hukuk” kavramı ile dini hukuka karşı çıkan Hollalı düşünür Hugo Grotius da yine aynı Bodin gibi yahudi kaynaklarından etkilenmişti ve yahudi önde gelenleriyle yakın ilişki içindeydi. Seküler (din-dışı) hukuk kavramının öncüsü olan Grotius, Amsterdam`ın ünlü Kabalacısı Menasseh Ben Israel ile çok sık yazışıyordu, aralarında yakın bir dostluk vardı (Ben Israel`in Mesih Planı`nın önemli bir uygulayıcısı olduğunu önceki bölümde görmüştük). Grotius, yahudi kaynaklarına olan hayranlığı nedeniyle Yahudi düşüncesini Hıristiyan düşüncesine üstün tutmak ve “yahudileşmekle” eleştirilmişti.58

 

Böylece İttifak`ın etkisiyle oluşan Protestan reformu ve onu izleyen Doğal Din, Doğal Hukuk gibi sapmalar, Avrupa`nın dinden koparılmasının ilk büyük adımı oldu. Protestanlıktan sonra Avrupa`nın dinden kopmasının ikinci büyük aşaması ise Aydınlanma hareketi ile olmuştur. Aydınlanma ise yine aynı kaynaktan büyük ölçüde etkilenmiş ve deneysel bilgiyi tek kıstas olarak kabul edip, ilahi kaynakların insan yaşamındaki etkisini bütünüyle reddeden bir harekettir. Aydınlanmacılar, Allah`ın varlığını ve mahiyeti gibi konuları bile ilahi kaynaklara değil, felsefe gibi insani kaynaklara dayırmak gerektiğini iddia etmişlerdir. Bu iddianın amacı ise Kuran`da dendiği gibi, “insanları Allah yolundan saptırmak”tan başka bir şey değildir. Hac Suresi`nin 8 ve 9. ayetlerinde şöyle denir:

 

İnsanlardan kimi, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır-durur. Allah`ın yolundan saptırmak amacıyla `gururla salınıp-kasılarak` (bunu yapar); dünyada onun için aşağılanma vardır, kıyamet günü de yakıcı azabı ona taddıracağız.

 

Aydınlanma`daki yahudi etkisine değinmeden önce, Tapınakçı geleneğin devamı olan bir başka örgüte göz atmakta yarar var. Aynı masonluk gibi Tapınakçılar`ın devamı niteliğinde kurulmuş olan bu örgüt, hem Protestanlık`ta hem de Aydınlanma`da önemli roller üstlenmiştir. Sözkonusu örgüt, okültizmle ilgili tüm kitaplarda konu edilen ünlü Gül-Haç Derneği`dir.

 


AYDINLANMACI BİRADERLER: GÜL-HAÇLAR

 

1614 yılında Almanya`da oldukça ilginç ve ses getiren bir kitapçık (manifesto) yayınlı. Kitapçığın başlığı da ilginçti: “Tüm Evrenin Genel Reformu ile Bunu İzleyen Avrupa`nın Tüm Bilgeleri ile Hükümdarlarına Seslenen, Sayın Gül-Haç Derneği`nin Fama Fraternis`i”. Kitapçık, “insanlığın geleceği ile yakından ilgilendikleri belli olan” ve adını ilk kez bu yayınıyla duyuran Gül- Haç (Rosecroix) Derneği`nin üyeleri tarafından, Avrupalı entellektüellere ve de gizli ilim meraklılarına bir çağrı niteliğindeydi. The Encyclopedia of the Occult konuyla ilgili şu bilgileri veriyor:

 

 
Gül-Haç üstadı Stanislas de Guatia tarafından çizilmiş olan ve Gül-Haç`lardaki yahudi etkisini çok açık bir biçimde gösteren bir diyagram: Dört bir yanına gül yerleştirilmiş olan haçın kollarının üzerine, İbranice YHVH harfleri yazılmış. Yani Yehova, Yahudi ilahının adı…

 

Kitapçığın yayınlanmasıyla birlikte yoğun bir kitlede, özellikle büyü ve mistisizm profesörleri, teosofistler ve simyacılar arasında büyük bir heyecan yaşı. Kitapçık, insanlığın geleceği ile yakından ilgilendikleri belli olan ve insanlığın mükemmelliğe ulaşmasının yollarından söz eden Gül- Haç Derneği`nce yayınlanmıştı. Kitapçıkta, dünyadaki tüm entellektüellerin elele vererek, bilime dayalı bir dünya kurmak için çalışmaları gerektiği duyuruluyordu. Böylece tüm geleneksel entellektüel tartışma ve çatışmaları silinecek, köhnemiş otorite ve güçler itibarlarını yitireceklerdi. Kitapçıkta dinde bir Reform hareketi yaşığı ve bu sayede kilisenin temizlendiği hatırlatılıyor, benzer bir reformun bilim gibi başka alanlarda da uygulanması gerektiği savunuluyordu. Ve bütün bu yapılması gerekenlerin `Gr Orient`in (Büyük Doğu) gizemleri ile inisye olmuş `ışığın çocukları` olarak tanımlanan bu Gül-Haç tarikatının biraderliği sayesinde yapılabileceği ve böylece mükemmellik çağına ulaşılabileceği söyleniyordu.59

 

Gül-Haç`ın manifestosunda yer alan görüşlere dikkatlice baktığımızda, derneğin bir elitler klübü yaratma çabası içinde olduğunu görüyoruz. Yapmak istedikleri, “eski ve köhne otoriteleri” yok ederek, yalnızca pozitif bilimi kendine rehber alan yeni bir çağ başlatmaktı. Manifestolarda haber verilen “Avrupa`da kurulacak yeni bir yönetim, büyük yapıt” kuşkusuz bunu ifade ediyordu. Kendilerine “ışığın çocukları” adını veren Gül-Haç “biraderleri”nin ise bu yeni çağın öncüsü olmaya soyundukları açıkça belliydi.

 

Dikkat ettiniz mi? Bu sayılanlar, Aydınlanma felsefesiyle gerçekleştirilecek olan büyük değişimin tarifidir… Vahyin yerine insan zekasının yerleştirilmesi ve dinin bırakılıp seküler- pozitivist düşüncenin kabul edilmesiyle 18. yüzyılda gerçekleşecek olan Aydınlanma`nın ana hatlarının, Gül-Haçlar`ın 1600`lerin başında yayınlanan manifestosunda belirtilmesi ilginç değil mi?

 

Manifestoda ayrıca, Gül-Haçlar`ın Luther ve Calvin`in önderliğinde gerçekleştirilen Protestanlaşmayı takdir ettikleri de görülüyordu. Aslında Gül-Haçlar`ın Protestanlıkla olan ilişkileri çok daha ileri boyutlardaydı. Bu, Martin Luther`in kendisine seçtiği armadan bile anlaşılabiliyordu: Ünlü Gül-Haç uzmanı A. E. Waite, Martin Luther`in kullığı monogramda içiçe yer alan haç ve gülün, açık bir Gül-Haç işareti olduğunu bildirmektedir. Bu, Reform liderinin bir Gül-Haç olduğunun açık bir göstergesidir.60 

 

Luther`le ilgili bir başka ilginç bilgiyi de İngiliz yazar James Dewar, aktarır: Yaygın bir iddiaya göre, Martin Luther 1520 yılının Noel gecesinde, yani Papa`nın fermanını yakarak Protestan hareketini başlatmasından yirmi gün sonra, bir mason locasında tekris edilmiş ve örgüte katılmıştır.61

 

Yalnızca bunlar bile, Reformasyon`un önemli bir Gül-Haç etkisi taşıdığını gösteriyor. İngiltere`deki 1381 Köylü Ayaklanması ile birlikte John Wycliffe`in geliştirdiği Protestan düşüncelerin, Tapınakçı geleneği sürdüren masonlarla çok içli-dışlı olduğunu inceledik. Anlaşılan Gül-Haç derneği de, Luther kanalıyla gelişen Protestanlığı etkilemişti. Gül-Haçlar`ın en etkili oldukları ülkelerin başında Almanya`nın geldiğini düşünürsek, Luther`in Almanya`da başlattığı Protestan hareketinin ardındaki gücü de görebiliriz.

 

İngiliz tarihçi Michael Howard da The Occult Conspiracy adlı kitabında Reformasyon`daki Gül-Haç etkisine değinir. Buna göre, konu hakkındaki en dikkat çekici isimlerden biri John Valentin rea adlı Avusturyalı bir din adamıdır. Reform hareketini başından beri destekleyen rea, Martin Luther`in de yakın bir arkadaşı ve destekçisidir. Rahibin en önemli icraatı ise Protestan akımının başlamasının hemen ardından Avusturya`da, bazı elitlerin yardımıyla, çok sayıda Gül-Haç locası kurmuş olmasıdır. Bu Gül-Haç localarının üyeleri, Reform`un Avusturya`daki liderleri olmuşlardır.62

 

Peki kimdir bu Protestan, pozitivist ve seküler (din-dışı) düşüncenin ateşli savunucusu olan Gül-Haçlar? Bu soruyu cevaplamak için ilk yapılması gereken, kuşkusuz Gül-Haçlar`ın Fama Fraternis adlı manifestosuna bakmaktır. Manifesto genelde üstü kapalı bir biçimde yazılmıştır, ancak ilginç bir cümle dikkat çeker: Sub umbra alarum tuarım, Jehova, yani “Senin kanatların altında, Yehova”…

 

47 A. C. F. Jackson. Rose Croix: The History of the Ancient Accepted Rite for Engl Whales, Shepperton: Lewis Masonic, 1987, s. 12.
48 Martin Short, Inside the Brotherhood: Further Secrets of the Freemasons, London: Grafton Books, 1989, s. 64.
49 Malachi Martin, The Keys of This Blood, ss. 519-520.
50 Ibid., s. 520.
51 Ibid., ss. 520-522.
52 Colin Dyer, “Some Thoughts on the Origins of Speculative Masonry”, Ars Quatuor Coronatorum, Vol. 95, 1982, s. 137.
53 Bir “Kabalacı” olan ünlü Hümanist Erasmus`un bir başka özelliği ise, Thomas`ın Cowan`ın Eşcinsel Dahiler adlı kitabında yazdığına göre, homoseksüel oluşudur. Eşcinselliğin ve Kabala tutkusunun Tapınakçılar`ın özelliklerinden biri olduğunu hatırladığımızda bu bilgi önem kazanıyor. Erasmus, gerekli “vasıf”lara sahip olduğuna göre, büyük olasılıkla bir Tapınakçı`dır. Benzer bir durum, yine büyük olasılıkla, diğer Hümanistler için de geçerlidir.
54 Richard H. Popkin, The Philosophy of the Sixteenth Seventeeth Centuries, New York: The Free Press, 1966, s. 7.
55 Selamet Mahfilinde Üç Konferans, s. 51.
56 Encyclopaedia Judaica, vol. 4, s. 1162.
57 Encyclopaedia Judaica, vol. 4, s. 1162.
58 Encyclopaedia Judaica, vol. 7, s. 940.
59 Lewis Spence, The Encyclopedia of The Occult, s. 340.
60 Ibid., s. 340.
61 James Dewar, The Unlocked Secret: Freemasonry Examined, London: Corgi Books, 1990, s. 37.
62 Michael Howard, The Occult Conspiracy, ss. 54-55. 

 



 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi