İDLİB SORUNU
VE
AKP İKTİDARININ DURUMU
2018 Eylül ayı ortasında Karadeniz kıyısındaki Soçi Zirvesi'nde alınan kararları, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu açıklıyordu.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında Soçi'de varılan İdlib anlaşmasının ayrıntılarını şöyle sıralamıştı:
1- Soçi mutabakatına göre İdlibin sınırları korunacak, statüsünde değişiklik olmayacak. Herkes bulunduğu yerde kalacaktı.
2- 15-20 km derinliğinde alan ağır silahlardan arındırılacak. Siviller yerinde duracak. Sadece terörist gruplar çıkartılacaktı. Ne rejime muhalif gruplar ne de Esad yanlıları güya bu arındırılmış-tampon bölgeye yaklaşmayacak ve böylece bir çatışma yaşanmayacaktı.
3- İdlib'e saldırı olmaması ve rejimin İdlibe sokulmaması için Rusya tedbir alacaktı.
4- Türkiyenin 12 gözlem noktası duracak, Rusya ve TSK devriye görevini aksatmayacaktı. TSK bölgeye ilave askerler yollayacaktı.
5- Silahsızlandırılmış alan radikal gruplardan arındırılacak; halk ve ılımlı muhalif oluşumlar yerinde kalacak ve ateşkes sağlanacaktı.
6- 15 Ekim itibarıyla ağır silahlar, silahtan arındırılmış bölgeden çekilip çıkarılacaktı. Sadece ılımlı muhaliflerin elindeki hafif silahlar kalacaktı.
7- Bu yılsonuna kadar ticaret için önemli olan (Suriye'deki) M4 ve M5 otoyolları trafiğe açılacaktı.
Şimdi bizi asıl ürküten ve düşündüren konu, 4. maddeye göre Türkiyenin İdlib bölgesine göndereceği yeni birliklerle sayısı artacak olan askerlerimizin; Rusyanın ihmali ve Esad rejiminin, ABD ve İsrailin kışkırtması ile beklenmedik bir saldırısıyla büyük kayıplara uğramasıydı. Her ihtimali hesaba katmak ve buna göre tedbirli ve temkinli olmak aklın ve savunmanın icabıydı. Evet MSB Hulusi Akarın da belirttiği gibi, bu İdlib mutabakatı, hem bölge halkı için, hem de anlaşma taraftarları için önemli bir kazanımdı. Ancak bir Rus uçağının Suriye tarafından yanlışlıkla vurulması ve İsrailin suçlanması cinsinden Savaş Kazaları(!) ve Haçlı-Siyonist tuzakları için her halde hazırlıklı olunmalıydı. Ve unutmayalım ki, Suriyenin kuzey doğusunda (Fıratın da doğusunda) yapılandırılan PKK-PYD tehdidini ne Rusya ne de İran ağızlarına bile almamışlardı.
Tahrandan 12 maddelik bir sonuç bildirgesi çıkmasına ve bu bildirgede de bölgedeki siviller faktörüne tamamen kör olmayan maddeler bulunmasına rağmen diyebiliriz ki; Tahran Zirvesinde Türkiyenin tezleri açısından bakıldığında Astanada gelinen noktanın gerisine düşülmüş durumdaydı. Bundan sonrasının daha iyiye gideceğine dair bir işaret de bulunmamaktaydı. İçimizdeki İran ve Rusyacıların, Türkiyeyi Esadla görüşmeye ikna çabalarının gösterdiği üzere, Esad Suriyede Rusya ve İranın desteğiyle güçlenmeye devam ettikçe, orantısal olarak Türkiyenin önerileri de red cevabıyla karşılanacaktı. Tıpkı Tahranda Türkiyenin bildirgeye ateşkes ifadesini yazdırmak istemesini, Rusya ve İranın reddetmesi gibi olacaktı.
Rusya ve İranın bu kez, Türkiyenin taleplerini ciddiye alması ve bölgedeki sivillerin korunmasını sağlamayı kabul etme noktasında neden Astananın gerisine düştüklerine gelince; bunun nedenlerinden birincisi; her iki ülkenin de uzun süreli ve derinlikli ittifaklar kurulabilecek bu denli güvenilir aktörler olmayışıydı. Hem Rusya, hem İranın dış politikada tavizsiz şekilde salt çıkarları ve kendi öncelikleri doğrultusunda hareket etmeleri buna yol açmıştı. İran, toplantıda:İdlib sonrası ikinci aşama Fıratın doğusudur. ABDnin Suriyedeki mevcudiyeti meşru değildir ve çıkmalıdır diyerek aslında bu iki ülke sorunlarının daha çok ABD ile olduğunu da açıklamışlardı.
Öte yandan, İdlibin Esad için vazgeçilmez olduğunu varsaysak bile, Rusya neredeyse tamamen kendi kontrolünde olan Esadı bazı tavizlere ikna etmenin bir yolunu bulabileceği halde bunu yapmamıştı. Esadın amacını ve niyetini tekrarlayarak, krizi perçinlemeye çalışmış, hem de canlı yayında Türkiye ile açıktan ters düşmeyi göze almıştı. ABD ise, her ne kadar ne Obama ne de Trump döneminde bölgeye ağırlığını koyamamış olsa da, hatta Türkiye düşmanı terör örgütlerini destekleyerek, müttefiki olan Türkiye ile güven ilişkisini bozarak, yapılacak en yanlış işi yapmış ve dolayısıyla bölgedeki etkinliğini yitirmiş olsa da, Rusyanın Suriyede bu kadar güçlü duruma gelmesinden rahatsızdı. Dolayısıyla bu durum, yani dışarıdan bakanlara şer gibi gözüken ve Türkiyenin bir kez daha yarı yolda bırakıldığını düşündürten Tahran Zirvesi; birçok hayırlara yol açacak diye bakanlar yanılmaktaydı.
ABD ile ilişkilerimizin, bu ülkenin, Rusyanın Suriyedeki varlığından ve Doğu Akdenize tamamen hâkim olmasından duyacağı rahatsızlıkla doğru orantılı olarak düzeltilebileceğine inananlar da yanılmaktaydı. İdlib konusunda Rusya ile ilgili bugüne dek olumsuz yorum yapanların ya da Rusyaya çekinceli duranların tamamen haklı oldukları da ortaya çıkmıştı. Rusyanın Esadı sakinleştirmek yerine müttefik ilişkisi içinde olduğu Türkiyeye çarçabuk sırtını dönmekle aslında kendi ayağına sıktığı da unutulmamalıydı.
Ankara, bir yandan İdlib konusunda uluslararası bir kamuoyu oluşturuyor; Suriye'nin geleceği için siyasi süreç seçeneğinin Batı başkentlerinde yeniden ana gündem maddesi olması için çabalıyordu. Diğer yandan ise Moskova ile İdlib'de bir orta yol bulmak için müzakerelerini sürdürüyordu. Dünya medyasının da Tahran zirvesinden sonra İdlib krizi etrafında üç konuya odaklandığı gözleniyordu: 1- İdlib'deki anlaşmazlık sebebiyle Türkiye ve Rusya'nın arasının açıldığı ve Astana'nın çökme aşamasına girdiği. 2- Türkiye'nin Suriye'de Rusya'dan uzaklaşarak ABD'ye yöneleceği. 3- HTŞ ve diğer radikal gruplarla nasıl mücadele edileceği.
“İnsani felaketle” sonuçlanacak ve tüm muhalifleri hedef alacak bir operasyonun Astana sürecine çok büyük zarar vereceği konuşuluyordu. Hâlbuki İdlib sonrasında Suriye'nin geleceğinin belirlenmesinde Rusya'nın Türkiye'ye ihtiyacı bulunuyordu. Suriyenin yüzde 26'sını ABD destekli YPG kontrol ediyordu. Daha önemlisi, petrol ve su kaynakları YPG işgalindeki bölgede bulunuyordu. Türkiye – Rusya arasındaki çok boyutlu (savunma sanayisinden enerjiye kadar) işbirliğinin İdlib sebebiyle krize girmesi tarafların uzun vadeli menfaatlerine de darbe vuruyordu. Ankara, ılımlı muhalifler olmadan Suriye'de kalıcı bir barış olmayacağını düşünüyordu. Ayrıca, İdlib'de 12 gözlem noktası olan Türkiye'nin bu krizde kenarda seyirci kalması beklenmiyordu. Bu sebeplerle Ankara ve Moskova'nın yeni bir gerginliğe girmek yerine, Tahran ve Şam'ı dengeleyecek bir formül bulmaları daha akla yatkın görünüyordu.
Rusyanın Suriye Özel Temsilcisi Alexander Lavrentiev, İdlibdeki durumun barışçı bir çözüme kavuşturulmasını umduklarını söyledikten sonra topu Türkiyeye atıyordu.
İdlib vilayeti Türkiyenin bir tür sorumluluk alanı; ılımlı muhalifleri aşırıcılardan, Jabhat el Nusra ve diğer gruplardan ve diğer terör örgütlerinden ayırmak onların sorumluluğu... Lavrentiev, bu açıklamasını Cenevrede BM Genel Sekreterinin Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura ile görüşmesinin ardından yapmıştı. Reutersın geçtiği haberin dikkat çeken bir yönü, Lavrentievin Astana ortakları Rusya, İran ve Türkiyenin İdlibdeki askeri operasyonların şeması ve mekanizması üzerinde anlaşacaklarını düşündüğünü vurgulamasıydı.
Görüleceği gibi, herkes bir şekilde Türkiyenin İdlibdeki cihatçı gruplar ve bu çerçevede El Nusra, yani onun uzantısı Heyet Tahrirüş Şam (HTŞ) üzerinde nüfuz kullanmasını bekliyordu. Bütün bu beklentiler, Türkiyeyi 2011den bu yana süren Suriye iç savaşının geldiği en kritik yol ayrımında çok zor bir görevle karşı karşıya getiriyordu. Türkiyenin önündeki sınamanın boyutlarını anlayabilmek için sahadaki duruma bir kez daha bakmak gerekiyordu. Bunu yaparken öncelikle İdlibdeki oyuncuları iki kategori içinde değerlendirmek gerekiyor. Birinci kümede terörist olarak nitelendirilen unsurlar, ikinci kümede ise silahlı muhalefet grupları bulunuyordu. Her iki kümenin de toplamı genellikle 50-60 bin aralığında telaffuz ediliyordu. Rusyanın Güvenlik Konseyinde kayda geçirdiği rakam 50 bini aşıyordu. Birinci kategoride El Kaide, onun Suriye uzantısı El Nusra ve onun içinden çıkmış olan Heyet Tahrirüş Şam (HTŞ) yer alıyordu. El Nusra-HTŞ çizgisindeki grupların büyüklüğü konusunda 10-15 bin aralığında farklı rakamlar telaffuz ediliyordu. Ayrıca HTŞ organizasyonu dışında olmakla birlikte Uygur, Özbek ve Çeçen cihatçı gruplar da yine terörist kategorisine giriyordu.
Astana sürecinde bu gruplara karşı önlem alınması meşru görülüyordu.
İkinci kategoride Suriye muhalefetinin parçası olarak kabul edilen cihatçılar bulunuyordu. Bu gruplar yakın zamana kadar çok dağınık bir görüntü çizerken, önce 2018 Şubat ayında Suriye Özgürlük Cephesi, Mayıs ayında da Ulusal Özgürlük Cephesi adlarında iki ayrı çatı altında toplanmış bulunuyordu. Ardından Ağustos ayının başında her ikisi de Ulusal Kurtuluş Cephesi adında tek bir şemsiye altında birleşti. Bu büyük koalisyonun içinde Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) bileşenleri arasında yer alan ve TSK ile birlikte Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarına katılan gruplar da yer alıyordu.
Muhalif grupların tek çatı altında konsolidasyonda Türkiyenin perde arkasından sessizce yürüttüğü mesainin belirleyici bir rol oynadığı biliniyordu. Bu gruplar, Astana kriterleri çerçevesinde muhalefet statüsünü kazandıkları için en azından kâğıt üstünde Astana sürecindeki ateşkes rejiminin güvencesi altındalardı. Bu konumlarıyla bulunacak siyasi çözüm arayışı içinde de yer almaları öngörülüyor. Asıl sorun bu kümeden çok terörist kategorisinde olan HTŞnin tasfiyesinde düğümleniyordu. Meselenin bir boyutu daha vardı; özellikle ılımlı muhaliflerin HTŞden ayrılması kastedilirken, savaşçılar dışında iç savaşta direnişe destek vermiş halk kesimlerinin de kastedildiği anlaşılıyordu. İdlibde geniş bir alan hâkimiyeti olan HTŞ ile sivil halk kesimleri arasında temasın kesilebilmesi, daha doğrusu sahada böyle bir ayrışmanın sağlanabilmesi de kolay gözükmüyordu.[1]
Pentagon (ABD Savunma Bakanlığı) Sözcüsü Eric Pahonun Türkiyenin güney sınırında kendi güvenlik kaygılarını gidermek için atacağı adımlara saygı duyarız şeklindeki sözleri Hürriyetin manşetinde yer almıştı. Hürriyet, İdlib gündeminde attığı bu manşetle Haydut Devlet ABDyi sempatik gösterme çabasındaydı! Eric Pahonla röportajı yapan iliştirilmiş gazeteci Cansu Çamlıbelin Türkiyenin İdlib halkının güvenliğini sağlamak için 20 bin Özgür Suriye Ordusu savaşçısını bu bölgeye göndermeye hazırlandığı yönünde haberler var. ABDnin bununla ilgili bir çekincesi olur mu? şeklindeki sorusunu, Pentagon Sözcüsü şöyle yanıtlamıştı: Orası sonuçta Türkiyenin güney sınırıdır ve burada yaşananlarla ilgili kaygılar taşıyorlar. Dolayısıyla, kendi sınırlarında güvenliği sağlamaları arzusunda iseler buna saygı duyarız
Bu laflar göz boyamak içindir ve içi boş lakırdılardan ibarettir. Terörizmin Mühendisi Amerikan Devleti, her zamanki düzenbazlığını, üçkâğıtçılığını, yalancılığını sergilemekteydi. Tam da burada, soralım: ABD; Türkiyeye yahut Türkiyenin kaygılarına saygı duyduğu için mi; sınırımızda, burnumuzun dibinde PKK devleti kurabilmek gayesiyle bunca zamandır yırtınıp didinmekteydi?
Hürriyet Washington Temsilcisinin Ankaranın Suriye sınırındaki hangi hamlesi ABD açısından kırmızı çizgi olur şeklindeki iliştirilmiş sorusuna ise Mr. Pahon şu karşılığı veriyordu:
Bizim açımızdan sorun eğer kendi adamlarımız ve birlikte çalıştığımız güçler tehlikedeyse çıkıyor… Bunların birlikte çalıştıkları güçler PKK-YPG-PYDli teröristler olduğuna göre; ABD, aslında terörizmin hamisi pozisyonunu -kendi beyanıyla- söylemiş oluyordu. Satır aralarına dikkat buyurunuz: Pentagonun Sözcüsü; PKKlı teröristlerin Türkiyeye saldırmasını değil de, Türkiyenin PKKlıları temizlemesini tehlikeli bir durum olarak görüyordu! Faşist ABD, yaklaşık on iki bin kilometre uzaktan gelip PKK devleti kurma planıyla sınırımızda güya kırmızıçizgi! oluşturacak; buna mukabil, Türkiyenin burnunun dibinde bile birkırmızıçizgisi olmayacak, ha! diyen yazara sormak lazımdı: Peki hala aynı ABD ile stratejik ortaklık oynayan iktidara ne buyurmalıydı?
İdlib konusunda şu tespitleri yapmak gerekiyordu.
İdlib, Suriyenin kuzeybatısında, Türkiyenin Hatay ilinin güneydoğusunda yer alıyordu. Kuzeyinde ise yine TSK destekli muhaliflerin kontrolü sağladığı Afrin bulunuyor. Vilayetin güneyi Esad rejiminin kontrolünde. Şam yönetimi liman kenti Lazkiyeyi Halep, Rakka ve Deyrizora bağlayan M4 ile Şamı Halepe bağlayan M5 otoyolunu kontrol altına almak istiyordu. İdlibden geçen bu iki yol da ticaret için önemli sayılıyordu.
İdlib için muhaliflerin kontrolündeki son vilayet deniyordu. Oysa Suriyenin kuzeydoğusu ve Rakkaya doğru sarkan bölüm dahil ABDnin desteklediği terör örgütü PKKnın uzantısı YPGnin ana unsur olduğu SDGnin kontrolünde bulunuyordu. Bu topraklar neredeyse Suriyenin dörtte birini teşkil ediyordu. Esad rejimi bir yandan Suriyeli Kürt temsilcilerle söz konusu bölgelerin statüsüyle ilgili müzakere yürütürken İdlibi zaferin önünde son engel olarak görüyordu.
Söz konusu vilayet 2015 yılının başından bu yana Esad muhaliflerinin kontrolünde tutuluyordu. 2015 Eylül ayında Rusyanın savaşa dahil olması ve İranın desteğiyle birlikte Esad rejimi güç toplarken; Türkiye, Rusya ve İran, Astana süreci çerçevesinde gerilimi azaltmak üzere dört çatışmasızlık bölgesi ilan ediliyordu. İdlib hali hazırda çatışmasızlık bölgesi ilan edilen ve rejimin kontrolüne geçmeyen son bölge oluyordu.
Esad ve destekçileri diğer üç gerilimi azaltma bölgesi olan Humus, Doğu Guta, Deraa ve Kuneytrayı kontrol altına alırken burada yaşayan binlerce sivil ve silahlı muhalif tahliye anlaşmalarıyla İdlibe taşınıyordu. Tahliyelerle İdlibde nüfus neredeyse iki misli artıp 3 milyonu aşarken 1 milyonunun çocuk olduğu tahmin ediliyordu. TSKnın da İdlibde 12 gözlem noktası bulunuyordu.
Terör örgütü El Kaidenin uzantısı olan Nusradan türeyen Heyet Tahrir el Şam (HTŞ- Şamı Özgürleştirme Heyeti), İdlibin yüzde 60ını kontrol ediyordu. İdlib kent merkezi ve kuzey sınırı HTŞnin denetimi altında bulunuyordu. İdlibde HTŞnin yanı sıra ÖSO grupları ve diğer muhalifler yer alıyordu. Türkiye de BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca HTŞyi Nusranın devamı olarak terör örgütü listesine alıyordu.
Türkiye, baştan beri Suriyenin toprak bütünlüğünden yanaydı, çünkü kendi toprak bütünlüğü için de bu desteklenmesi gereken önemli bir unsurdu. Nitekim Astana üçlüsünün Tahranda yaptığı zirvede bu bir kez daha vurgulanıyordu. Ancak Esadın İdlibi alması halinde muhaliflerin pazarlık masasında toprak gibi önemli kozun ellerinden alınmasından korkuluyordu. Ayrıca İdlib, Suriyenin kuzeyinde Akdenize doğru oluşturulmak istenen PKKnın terör koridorunun önünde ciddi bir tampon olarak da duruyordu.
Türkiye, radikal unsurların ılımlı unsurlardan ayrılmasını önererek rejimin geniş çaplı olası bir harekâtının önüne geçmek istiyordu. Rus tarafı, radikal unsurların ılımlılardan ayrılmasının Türkiyenin sorumluluğunda olduğunu düşünüyordu. İdlibde 16 grubun bir araya gelerek oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Cephesi ve ÖSOnun yerine kurulan Milli Ordudan HTŞye yönelik lağvedilmesi çağrıları yapılıyordu. Ancak HTŞ içinde yer alan radikal unsurlar böyle bir çağrıyı kabul etmiyordu. Bir de Ankara, Rusyanın Suriyedeki Hmeymin hava üssüne İdlibden saldırı düzenleyen unsurların kuzeye çekilmesi önerisi yapıyordu. Bu önerilerin hayata geçmesi Rusya, İran ve Esad rejimini İdlib hedefinden vazgeçirmeye yeterli olmuyordu.
İdlib, 2011den beri süren iç savaşın en kritik aşamasını oluşturuyordu. İdlib tek başına Türkiyenin problemi gibi sunuluyordu. Çünkü buraya yönelik olası bir basınç, yeni mülteci krizi olarak hem Türkiye hem de Avrupayı etkileme potansiyeline sahip bulunuyordu. ABden gelen İdlibde sessiz kalamayız gibi açıklamalar kafa karıştırıyordu .[2]
Cumhurbaşkanı Erdoğanın Putin ve Ruhaniye, TV ekranlarından bütün dünyaya ifade ettiği şu sözlerin altını çizmek gerekiyordu: İdlib sadece Suriyenin siyasi geleceği için değil, bizim milli güvenliğimiz ile bölgenin barış ve istikrarı bakımından hayati öneme sahiptir.Oysa Rusya ve İran olaya böyle bakmıyordu; onlar Suriyede nüfuz kazanma peşinde koşuyordu.En önemli görüş farkları, İdlib ve PKKnın Suriye kolu YPG konularında ortaya çıkıyordu. Erdoğan,Bizler İdlibe odaklanırken Fıratın doğusunda arzu etmediğimiz gelişmeler yaşanıyor, Amerikanın bölgede bir diğer terör örgütünü güçlendirmeye devam etmesinden rahatsızızdiye konuşuyordu. Rusya ve İranın bu konuda da Astana ruhu uyarınca davranmasını istiyordu. Tehdidin kaynağına ve boyutuna göre gereken adımları atmayı sürdüreceğizdiyerek Türkiyenin kararlılığını vurguluyordu. Fakat Putin ve Ruhani PKK ve YPGyi ağızlarına almıyordu. Terör örgütleri terimiyle sadece Esadın silahlı muhalifleri kastediliyordu. Ruhani,Siyonistleri destekleyen ABD Suriyeden çıksın diyerek bildik İran dış politikasını sahneliyor, etnik terörü görmezlikten geliyordu.
Putin ve Ruhani Esad rejimini tek meşru otorite olarak tanımlıyordu, Erdoğan itiraz ediyor, bu tartışmayla ilgili olarak, Putin, İdlibdeki cihatçı örgütlerden yakındığında, Erdoğan, Rusyanın bu endişesini anladıklarını belirtip, o örgütlerin çıkarılmasını, yerlerine ılımlı muhaliflerin getirilmesini öneriyor, Putin buna da yanaşmıyordu. Putin; Suriyenin yüzde 90ına hâkim kıldığı Esadın bütün Suriyeye hâkim olmasını sağlamaya çalışıyordu. Ama o zaman da Suriye siyasi ve askeri bakımdan Rusya ve İranın nüfuz bölgesi oluyor, yeni Suriyeve anayasa konularında mutlak söz sahibi haline geliniyordu. Rusyanın PKKyı bile terör örgütü saymadığını hiç unutmamak gerekiyordu.[3] diyen yazar, çaktırmadan Türkiyeyi ABD ve İsrail safına itmeye mi çalışıyordu?
Bu arada MSB Hulusi Akar: Suriyeye yönelik askeri bir operasyon felaket olur diye uyarıyordu!
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Türkiyenin sadece Suriye ve Irakın değil tüm komşularının toprak ve politik bütünlüğüne saygılı olduğunu belirterek önemli açıklamalarda bulunmuşlardı: Ancak bu ülkelerden ülkemize saldırı gerçekleştirilmesine sessiz kalmadık, bundan sonra da kalmayacağız. Rusya, İran ve müttefiklerimizle bölgeye barış ve istikrarın getirilmesi ve insani bir dramın engellenmesi için yoğun çaba harcamaktayız. İdlibde herhangi bir askeri operasyonun zaten problemli olan bölgeyi bir felakete sürüklemesinden endişe duymaktayız. Sadece birlikte hareket ederek hem bölgedeki hem de dünyadaki problemlere barışçıl çözümler bulabileceğimize inanmaktayız. İnsanların sadece kimyasal silahlarla değil, konvansiyonel silahlarla da öldürülmesine karşı çıkmalıyız. Önemli olan radikallerle muhaliflerin ayrıştırılmasıdır.
Rejimden kaçan Mehmetçiğe sarılıyordu!
İdlibde rejimin saldırıları nedeniyle evlerini terk edenlerin sayısı 40 bine ulaşıyordu. İdlibliler, Sırmanda TSKnın gözlem noktalarına sığınıyordu.
Suriye rejim güçleri Rus savaş uçaklarının desteğiyle İdlibin güneyi ile Hamanın kuzeyindeki kırsal bölgelere yönelik başlattığı hava saldırılarını aralıklarla devam ettiriyordu. Hava saldırıları ve topçu atışlarıyla hedef alınan İdlib ve Hama kırsalındaki köylerde yaşayan binlerce kişi ise tedirginlik yaşayınca evlerini terk ederek güvenli gördükleri bölgelere göç etmeye başlıyordu. Savaş uçaklarının hedef aldığı köylerde yaşayan bazı siviller TSKnın gözlem noktaları çevrelerine sığınarak saldırılardan korunmaya çalışıyordu. Hava saldırılarının başlamasının ardından İdlib kırsalındaki köylerde evleri yıkılan 40 bin civarında sivil, göç ederek İdlib veya iç kesimlere gidiyordu. Ancak, saldırılara hedef olmalarına rağmen evlerini terk etmek istemeyenler ise terk ettikleri köylerine birkaç kilometre mesafedeki boş araziler ve tarlalara giderek barınmaya çalışıyordu.
Oysa Amerika Suriyeye yerleşiyordu!
ABD, terör örgütü YPG/PKK işgalindeki alanlarda yeni askeri üsler kurarak Suriyedeki askeri varlığını önemli oranda güçlendiriyordu. AAya göre Suriyedeki inşa edilen son askeri üslerin inşaat faaliyetleri sonuçlanınca, ABDnin ülkedeki askeri mevcudiyeti toplamda 18 noktaya ulaşıyordu. ABD, Ekim 2015te başlayan üs faaliyetleri çerçevesinde ilk olarak Hasekede 2 hava üssü inşa etmiş, daha sonra Rakka ve Münbiçte toplam 8 operasyonel askeri nokta oluşturmuştu. Temmuz 2017den bu yana 2si Münbiçte, Fırat Kalkanı unsurlarına yakın bölgelerde olmak üzere ABDye ait toplam 5 yeni üs ve operasyonel nokta daha kurulmuştu. AAnın ulaştığı yerel kaynaklar, ABDnin son bir ayda başlattığı askeri üs inşaatlarının, bölgede kalıcı olma planının parçası olarak değerlendiriyordu.
ABD Suriyede petrolü ve İsrailin güvenliğini koruyordu!
Enerji zengini Deyrizorda inşa edilen askeri üssün hem ülkenin en büyük petrol sahası El Ömere hem de terör örgütü DEAŞın kentteki son kalesi Heccine yakın bir bölgede olduğu belirtiliyordu. Yaklaşık bir ay süren üs çalışmaları kapsamında kargo uçaklarının inişi için pistler olacaktı. Böylece bölgeye takviyeler, kara yerine havadan gönderilebilecekti. Süren inşaat faaliyetlerinin tamamlanmasıyla, ABDnin bölgedeki askeri varlığı toplamda 18 noktaya ulaştırıyordu. ABD merkezli Wall Street Journal (WSJ) gazetesi, Trump yönetiminin Suriye politikasında değişikliğe giderek ABD askerlerinin ülkede kalış süresinin belirsiz bir hale getirildiğini yazıyordu.
ABD Suriye'deki askeri varlığını artırıyordu!
ABD, terör örgütü YPG/PKK işgalindeki alanlarda yeni noktalar kuruyordu. Suriyede 5 yeni üs kuran ABD, özellikle Münbiç, Rakka ve Tel Abyaddaki askeri varlığını artırıyordu. ABD, Suriye'de müttefiki olarak nitelediği terör örgütü YPG/PKK işgalindeki alanlarda yeni operasyonel noktalar ve üsler kurarak askeri varlığını güçlendiriyordu. AAnın Suriye'deki güvenilir yerel kaynaklara dayandırdığı haberine göre, Temmuz 2017'den bu yana toplam 5 yeni üs ve operasyonel nokta daha kurdu. Bunlardan 2'si Münbiç'te, Fırat Kalkanı unsurlarına yakın bölgede inşa edildi. Rakka'nın kuzeyindeki Tel Abyad ilçe merkezinin güneybatısında 2 askeri nokta kurmuştu. ABDnin, Irak sınırında yer alan enerji zengini Deyrizor ilinin YPG/PKK işgalindeki kısmında da bir üs inşası tamamlandı. Deyrizor'un güneydoğusundaki Saban petrol ve gaz sahasının güneyinde, Yeşilköy olarak anılan ve villa tipi yapılardan oluşan yerleşimin kuzeybatısındaki arazide üs kurulmuştu. Fırat Nehri'ne yaklaşık 10 kilometre mesafedeki alan, Saban petrol ve gaz sahası ile Tanak rafinerisini ve Ömer petrol sahasının ana havzasının kuzeyine açılan yolun birleşme noktasını kontrol ediyordu. Öte yandan ABD, Rakka'nın kuzeyinde terör örgütü YPG/PKK işgalindeki Aynularab'ın (Kobani) güneyinde havaalanı olarak kullanmaya başladığı Sırrin üssünü genişletiyordu. ABD, bu kapsamda Sırrindeki buğday silolarına hava savunma ve sinyal istihbarat için radar ve çeşitli elektronik sistemler kurmuştu. ABD, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Kamışlı ilçesinin 3 kilometre doğusu ve batısında birer askeri nokta inşa ediyordu.
Oyunlar Kıbrıs üzerinde yoğunlaşıyordu!
Bu arada diğer bir tezgâh da Kıbrıs adasının kuzey topraklarından Türkiyeyi söküp atmak, garantörlüğünü kaldırmak, Türk Silahlı Kuvvetlerini gerisin geriye Türkiyeye yollamak ve adanın tümü üzerinde Protokol 10u uygulayarak Kıbrıs adasının tümünü AB topraklarına katmak (İmperiosis) şeklinde planlanıyordu. Ada çevresindeki doğalgazın ve petrolün tüm kullanım haklarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimine (GKRY) bıraktırarak doğalgaz ve petrol üzerinde yönetici (imperatore) olmak hesapları yapılıyordu. Bu hedef doğrultusunda, içinde bulunduğumuz yapay ekonomik kriz bahane edilerek Kıbrıslı Türklerin beyinlerine ve kalplerine, uzun yıllardır yaratmaya çalıştıkları Türkiye düşmanlığını iyice yerleştirmek ve Kıbrıslı Türkleri, Rumlarla Federasyon kurmak isteyenler, ABye katılmak isteyenler, Türkiyeyi istemeyenler ve Türkiyeyi isteyenler olarak en az dört parçaya bölmek ve parçalamak için çalışmalar başlatılmış bulunuyordu. Kıbrıstaki Grekofiller ve AB ile ABD sempatizanları (ajanları) dört elle bu şeytani göreve sarılıyor ve Kıbrıslı Türkleri bölmek uygulamasını başlatıyordu. Bölme aşaması tamamlandıktan ve kamplar belli olduktan sonrası çok daha kolay oluyordu. Para uğruna her işi yapmaya hazır olan kişiler devreye sokularak KKTCnin planlı bir kaosa sürüklenmesi ve kaostan çıkış olarak da GKRY egemenliğinin KKTC topraklarını kapsaması yani Rumların egemenliğine razı olunması ve ABye katılımın hızlanması amaçlanıyordu.
BAE Savaş Uçakları, İsrail'le Birlikte Gazze'yi Bombalıyordu!
İsrailli akademisyen Edy Cohen kişisel twitter hesabından yaptığı paylaşımda; Birleşik Arap Emirlikleri Hava Kuvvetlerine ait bir uçağın, Siyonist İsrail Hava Kuvvetlerine ait uçaklarla birlikte Gazze Şeridi'ne saldırı düzenlediğini açıklıyordu. Edy Cohen'in Birleşik Arap Emirlikleriyle ilgili iddiasına Dubai Polis Şefi Dahi Halfan, Cohen'in iddialarının doğruları yansıtmadığını belirtiyordu. İsrailli akademisyen Edy Cohen'in Dubai Polis Şefi Dahi Halfan'a cevabı gecikmiyor; Cohen, yaptığı twitter paylaşımında Dahi Halfan'a meydan okuduğunu belirterek, Birleşik Arap Emirlikleri pilotlarının İsrail'de F-35 eğitimi aldığını aktarıyordu. İsrailli analist Edy Cohen'in iddialarıyla ilgili henüz ne İsrail tarafından ne de Birleşik Arap Emirlikleri tarafından bir açıklama gelmiyordu. Birleşik Arap Emirlikleri ile İsrail'in son dönemde ilişkilerinin derinleştiği biliniyordu. New York Dergisi, İsrail'in 20 yıldan uzun bir zamandır Birleşik Arap Emirlikleri ile gizli ilişki içerisinde olduğunu yazıyordu.[4]
Çin ordusunun İdlib savaşında Suriyenin yanında yer alacağı belirtiliyordu!
Bu arada Çin'in Suriye Büyükelçisi; Çin ordusunun, Suriye ordusuna terörizmle mücadelede yardımcı olacağını söylüyordu. Suriyenin El-Vatan Gazetesine konuşan Çin'in Suriye Büyükelçisi Qi Qianjin; Çin, Suriye buhranı boyunca Şamı siyasi alanda destekledi ve Suriyenin yeniden yapılandırılmasında önemli rolü olacağı beklentisi olmasına rağmen şimdiye kadar doğrudan askeri bir desteği kabul etmedi açıklamasında bulunuyordu.[5]
İran'ın Irak'taki Şii müttefiklerine onlarca füze yolladığı haberlerinin ardından İsrail, bölgeyi vurabileceğini açıklıyordu!
İsrail Savunma Bakanlığı, yaptığı açıklamada, Irak'taki İran hedeflerini vurabileceğini vurguluyordu. Daha önce Suriye'deki İran hedeflerini vuran İsrail'in Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, “Suriye'de olan her şeyi kesinlikle gözlemliyoruz. İran hedefleri konusunda da, kendimizi sadece Suriye toprağıyla sınırlamıyoruz. Bu da çok açık! Nereden gelirse gelsin, herhangi bir İran tehdidine karşılık vereceğiz” diyordu. Reuters haber ajansının özel haberine göre, Tahran yönetimi Irak'taki Şii müttefiklerine onlarca füze transfer ediyordu. Menzili 700 kilometreyi bulan füzeler, Irak'ın batısı veya güneyine konuşlandırılması halinde Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad ve İsrail'in başkenti Tel Aviv'i vurma kapasitesine sahip bulunuyordu. İran Devrim Muhafızları'nın Orta Doğu'ya sürdüğü Kudüs Güçleri'nin, Irak'ın hem güneyinde hem de batısında üsleri yer alıyordu. İddialara yanıt veren Irak Dışişleri Bakanlığı ise, İran'ın Haşdi Şabi'ye balistik füze verdiği iddialarının medyada dolaştığını ve bunu doğrulayacak bir delilin olmadığını hatırlatıyordu.
İç savaştaki Siyonist parmağı gizleniyordu!
Jerusalem Post Gazetesi, terörist İsrailin El Nusra gibi örgütlere silah ve askeri destek sağladığı iddiasını, İsrail Ordusunun bir brifingi ile ilk kez doğruladığı haberi sitesinde yayınlamıştı. Haber kısa sürede kaldırılmıştı. Siyonist İsrail Ordusunun üst düzey yetkililerinin gazetecilere verdikleri brifingde Suriye Rejimi Başkanı Beşar Esadı devirmeye çalışan muhalif gruplara askeri destek verdiklerini resmen doğruladığı ortaya çıkmıştı. İsrailin hükümet yanlısı gazetesi Jerusalem Post, akşam saatlerinde sitesindenOrdu teyit etti: İsrail, Suriyeli isyancılara silah verdi başlıklı haberi yayınlamıştı. Ancak diğer İsrail gazeteleri hiçbir şekilde konuya girmezken, Jerusalem Post bir süre sonra haberi sitesinden kaldırmıştı. Ne var ki haberin siteden fotoğrafı çoktan çekilmişti ve silinmesinin ardından içeriği sosyal medyada paylaşılmıştı.
Tam bu hengâmede Filistine konfederasyon çengeli atılıyordu!
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbasın Ürdün, Filistin ve Siyonist İsrail arasında konfederasyon kurulması planına dair açıklamasına tepki gösteren Hamas, söz konusu planıFilistin meselesinin tasfiyesi olarak nitelendirmişti. Ürdündeki Müslüman Kardeşler Teşkilatı da bu planın Filistin halkının gasbedilen topraklarını geri alma hakkını kaybetmesi anlamına geleceğini belirtmişti. Mahmud Abbas, Ramallahta Peace Now isimli sivil toplum örgütüyle gerçekleştirdiği görüşmede, ABD Başkanı Trumpın Yahudi damadı ve danışmanı Jared Kushner ile Uluslararası Müzakereler Özel Temsilcisi Jason Greenblattin, kendisine Ürdünle konfederasyon kurulması teklifinde bulunduğunu söylemişti. Abbasın, İsrailin de konfederasyonun bir parçası olması şartıyla teklifi kabul edeceğini dile getirdiği aktarılmıştı. Hamas Sözcüsü Hazım Kasım, Abbasın Ürdün, Filistin ve İsrail arasında kurulması planlanankonfederasyon fikrine ilişkin açıklamalarını, Filistin meselesinin tasfiyesi şeklinde nitelendirmişti. Kasım, Abbasın Ürdün ve Siyonist oluşumla konfederasyonu kabulüne ilişkin açıklamaları, işgal güçlerinin, bölgenin doğal bir parçası olmak için harcadığı çabalara yardım ediyor. Filistin Devlet Başkanı, açıklamalarıyla, Filistin ulusal birliğinden kopmakta ısrarcı olduğunu vurguluyor ifadesi dikkat çekiciydi.
Müslüman kardeşler: Filistin hakkını kaybeder
Ürdündeki Müslüman Kardeşler Teşkilatının siyasi kanadı İslami Çalışma Cephesi Partisinden, Filistin ile konfederasyon kurulmasının, Filistin halkının gasbedilen topraklarını geri alma hakkını kaybetmesi anlamına geleceği belirtildi. Partinin Sözcüsü Murad el-Adayile,Konfederasyon fikri, Filistin halkının gasbedilmiş topraklarını kurtarma hakkını kaybetmesi demektir. Bu hak ancak tüm Filistin topraklarının kurtarılmasıyla kazanılırdemişti. Adayile, Ürdün halkının ve Filistinlilerin hakları pahasına olacak hiçbir çözümü kabul etmeyeceklerini belirtmişti.
İsrail Gazze denizini işgal ediyordu.
Gazze ablukasını kırmak maksadıyla 50 tekne ile denize açılan Filistinli eylemcilere İsrail Deniz Kuvvetleri silahla müdahale etmişti. Saldırıda birçok Filistinli yaralanıvermişti.
İsrail İşgal Güçlerine bağlı Deniz Kuvvetlerinin, Gazze ablukasını kırmak isteyen Filistinlilerin 50 tekne ile denize açıldığı eyleme müdahalesi sonucu bir Filistinli yaralanıyor ve bölgedeki görgü tanıklarından alınan bilgilere göre, İsrail İşgal Güçleri, ablukanın kaldırılması talebiyle Gazzeden İsrail deniz sınırına yönelen teknelere ateş açıyordu. Müdahale sırasında sahilde bulunan Filistinli bir genç, Siyonist askerler tarafından kullanılan gerçek mermiyle yaralanıyordu. Gencin sağlık durumuna ilişkin henüz bilgi alınamıyordu. Ablukayı kırmak isteyen Gazzeliler, 29 Mayıstan bu yana altıncı kez denize açılma eylemi gerçekleştirdi. Teknelerde ise yaralı ve hastalar ile öğrenciler bulunuyordu.
Acaba Rusya Türkiyeyi ABDye mi itiyordu?
İlk bakışta yukarıdaki başlık da nerden çıktı? sorusu doğaldı. Çünkü yıllardan beri ABD ile Rusya düşman kardeşler olarak sunulmuş ve işin garip tarafı gelişmekte olan ülke halkları da buna inandırılmıştı. Gelişmekte olan ülkeler Rusyanın hamlesi karşısında kendilerini ABDnin kanatları altına atmış, ABDnin karşı hamlesi karşısında da Rusyayı koruyucu olarak algılamışlardı. Hâlbuki İkinci Dünya Savaşının sonuna doğru dünya ABD, İngiltere ve Rusya arasında nüfuz alanlarına ayrıştırılmış, hangi alan hangi ülkenin payına düşmüş ise varılan anlaşma gereği ABD ve Rusya birbirlerine destek olmuşlardır. Bu durum soğuk savaş yıllarında böyle olduğu gibi Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, yapıda fazlaca bir değişiklik olmamıştır. Kısacası, İngiltere ve ABD bu konuda bir tarafı oluştururken diğer tarafta da Rusya ve peykleri yer almışlardır. Dikkat edilirse geçen yaklaşık 70 yıl boyunca ABD ve Rusya bir çatışmanın içinde olmamışlardı. Zaman zaman çatışma noktasına gelmişlerse de bir çatışma yaşanmamıştı. Bunu söylerken çatışmaları gerektiğini savunuyoruz sanılmasındı. Sadece, aralarında dünyayı sömürü alanlarına ayırmış, bu sömürgeci güçlerin çıkarları neyi gerektiriyorsa öyle davrandıklarını vurgulamamız lazımdı.
Bu girişten sonra yukarıdaki başlığı atmamıza sebep olan iki haberi aktarmakta fayda vardı. İlk haberimiz Rusya kaynaklı ve haberin başlığı şöyle atılmıştı: Rusyadan üçlü zirve öncesi ilginç çıkış: Ankara ile İdlibdeki amacımız örtüşmüyor.
İkinci haberin başlığı ise şöyle atılmıştı: Amerika Birleşik Devletleri: Türkiyeyle İdlibde hemfikiriz.
İki taraftan yapılan açıklamalar böyleydi ama Suriyede olayların başlangıcından itibaren Türkiye ABD ile aynı safta yer almıştı. Hatta diyebiliriz ki AKP iktidarı ABDden gelen telkinlerde Suriyede birkaç ay içinde iktidarın değişeceğine inandırılmıştı. Bırakın birkaç ayı yıllar geçti Esad iktidarını korumaktaydı. Hatta Türkiyenin geleceği konusunda söz söylemeye başlamıştı. Buna karşılık Rusya Esadın yanında yer almakta, bir yandan daTürkiyenin endişelerini haklı bulduğu yönünde açıklamalar yapmaktaydı. Bir adım daha atarsak geçen zaman gösterdi ki ABDnin de hedefinde Esadsız bir Suriye söz konusu değil. Meseleye bu açıdan bakıldığında ABD ve Rusyanın Esadlı bir Suriye noktasında buluştukları açıkça ortaya çıkmaktaydı. Bu arada, ABD ve Rusya Suriyede sahip olacakları kontrol alanları konusunda da bir anlaşmaya varmışlardı.[6]
Afrin gidiyor, sırada Hatay mı bulunuyordu!
Bir gözümüz İdlib'de, diğeri döviz kurlarındaydı. En sonda söyleneceği baştan söyleyelim; Türkiye, sanki felç edilmiş durumdaydı! İktidar temsilcilerinin verdiği görüntüye kanarsanız, Türkiye'de her şey güllük gülistanlıktı. Havuz medyasının sayfaları bol gülücüklü fotoğraflarla, Türkiye'ye destek mesajları ile dolup taşmaktaydı. Oysa gerçekler bambaşkaydı. Havuz medyasının görüntü ve fotoğraflarıyla taban tabana zıttı. Zihinlerimiz, masada lehimize olan, kazandığımız veya az bir parça avantajlı duruma geçtiğimiz tek bir husus bulmakta zorlanmaktaydı. Londra'daki “büyük buluşma”ya -isimleri bende saklı- Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun bir golf arkadaşı ve Londra bankacılık faaliyetleri olan bir Türk aracılık yapmıştı. Kaynaklarımın ifadesini aynen aktarıyorum; “Sonuç yok ama bu 2 isim Türkiye'den aracılık faaliyetleri için biraz para tırtıklamışlardır.” Bu arada, -isterseniz siz buna piyasa dedikodusu deyin- görüşmelerde Türkiye'den Londra'ya kaçırıldığı ileri sürülen 100 milyar dolar üzerindeki paranın aktarılmasına da “mümkün değil” deyip karşı çıkmıştı. Londra'daki kaynaklarım,“görüşmeler neden olumsuz sonuçlandı” sorumu ise şöyle yanıtlamıştı;
“Bakan beyin konuşma tarzı çok ilginçti. Bu tarz, konuşmayı dinleyenleri gülüp geçmekten öte tedirgin etmişti. Albayrak'ın konuşması 'dünya gerçeklerinin dışında' olarak değerlendirilmişti. Öyle bir konuşma yaptı ki, bu gülmeyi bile geçti, endişelendirdi. Türkiye gibi önemli bir ülkenin önemli bir makamında oturan adamı gelip öyle şeyler konuşuyor ki, bu oldukça hayret vericiydi!”
İflas eden dış politikamızın Suriye ayağında da çok acıklı bir tablo ile karşı karşıyayız. Gözlerimiz Tahran'da İdlib konusunda yapılacak üçlü zirvedeydi. Putin, Ruhani ve Erdoğan zirve ardından bol gülücüklü, şen şakrak fotoğraflar vermişlerdi. Ancak ortada tam manasıyla bir tiyatro sergilenmişti. Bu üç ülkenin hiçbirinin hesapları -Suriye ve özelde İdlib- birbiri ile örtüşmemekteydi. Bunun üstüne bizim artı olarak PKK/YPG sıkıntımızı ekleyin. Bütün, “İslami”kılıflı terör grupları bizim de gafletimizle Hatay'ımızın sınırında İdlib'e gayet bilinçli olarak sıkıştırılmış vaziyetteydi. İşlerin bu noktaya geleceği taa başından belliydi. İdlib'de gözlem noktaları kurduk diye iç kamuoyu avutulmuştu. Tahran'daki zirve öncesinde Rusya havadan, Suriye rejimi karadan İdlib'i vurmuştu. Tüm bunların ABD ile anlaşılarak yapıldığından kimsenin en ufak şüphesi olmasındı. Er ya da geç Suriye'nin İdlib'e sürdüğü kara güçlerinin içinde PKK/YPG olduğu da tüm belgeleriyle ortaya çıkacaktı. Maalesef Afrin'de kontrolü kaybetmeküzereydik. PKK/YPG, ÖSO güçlerine yoğun olarak saldırılar düzenlemekteydi. TSK kayıp vermemek için Afrin merkezine çekilmişti. Bu da yetmiyormuş gibi ÖSO güçleri kendi aralarında çarpışmaya girişmişti. Savaştan kaçan ÖSO'cular duvarlardan atlayıp Türkiye'ye geçmekteydi. Alan hâkimiyeti her an YPG'ye geçebilirdi. Münbiç de bildiğiniz gibiydi. ABD ile Münbiç mutabakatı yine fiyasko ile neticelenmişti. Esad, Rusya, ABD ve YPG ile birlikte hareket etmekteydi. Bizimkiler ise hâlâ, Rusya üzerinden Esad'a etki etme gayretindeydi.
Böyle giderse sonuç olarak;
Bölgede bir enerji hattı oluşacaktı. YPG, ABD'nin bekçisi olarak kalacak, Rusya payını alacak, biz ise, kayıplarımızla kalacağız!.. Zaten küresel tefecilerin eline kalmıştık! Daha da acısı, “İdlib… İdlib ” derken korkarım Hatay'dan da olacağız!.. Ya sonrası?.. Uyanın beyler… Uyanın!..[7] diyen değerli yazarın feryadına kulak asmak gerekiyordu.
Sonuç olarak Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, 7 Eylülde İrana gidiyordu. Erdoğan ziyarette Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile bir araya geliyordu. Tebrizdeki görüşmede İdlib başta olmak üzere Suriyedeki gelişmeler ele alınıyordu. Liderlerin Suriye konulu görüşmelerini daha önceden Soçide ve ardından Ankarada yaptıkları biliniyordu.
Bu girizgâhtan sonra şu soruların da konuşulması gerektiğini düşünüyorum;
1) ABDnin YPG ve PYDye gönderdiği binlerce tır dolusu silahlar ne olmuştu ve bu silahlar ne zaman ve kime çevrilmeye hazırlanıyordu?
2) Teröristlerin kullandığı silahlar arasında Rus menşeli olanlar da bulunuyordu. Rusyanın da bölgedeki terörist gruplara desteği biliniyordu. Rusyanın bölgeye ilişkin planları da malumdu.
3) Büyük Şeytan ABDnin yeni devletçikler ve yeni haritalar peşinde olduğu bilinirken, Rusyanın da kesintisiz olarak sıcak sularda egemenlik kurma hayallerini bir kenara koymamak gerekiyordu.
4) Rusyanın geniş kapsamlı Doğu Akdeniz tatbikatı ne anlama geliyordu? diye soran yazarımız önemli konulara parmak basıyordu.
Artık acilen Erbakan kafalı biri gerekiyordu!
ESDER Başkanı Mahmut Çelikuş katıldığı bir TV5 programında anlatmıştı: Bir örnek daha vereyim, bu Erbakanın çok çarpıcı bir yanıydı. Hocamızın pek bilmediğimiz bir yönü vardı. Hocam, aynı zamanda; bilmiyoruz mana âleminde mi bitirdi, madde âleminde mi, Harp Akademileri Komutanlığı yapmış gibi, savaş ve savunma taktiklerinden anlardı. Yani Hocam, her konuda kurmaydı. Şöyle bir olay yaşadık; ilçe başkanlığım dönemimde bir gün dediler ki: Başkanım, Bosnadan bir misafirimiz var. Tam da Bosna savaşının olduğu yıllardı. Hemen alın gelin dedik ve karşıladık. Bosnalılar genelde boylu poslu olurlar ama bu arkadaşımız, orta boylu bir insandı. Önce biraz tereddütle karşıladım. Türkçe biliyordu. Yüzbaşı rütbesindeyim, makine mühendisiyim diye anlatmaya başladı. Hocamla mesleki olarak da tanışıyorlarmış. Şunları aktardı: Bosna savaşı devam ediyor, biz videoya çekiyoruz savaşın gidişatını, cephelerdeki durumları… O videoları getirip Hocama seyrettiriyoruz. Erbakan Hocam bize taktikler veriyor. Şöyle yapın, böyle yapın diye uyarıyor. Ben bu videoyu size seyrettiremem, çünkü çok özeldir. Fakat ben bugün geldim, Hocam çok yoğunmuş, Yarın görüşelim buyurmuş, ben de öyle ise Ne yapayım? diye sordum, Keçiörende ara seçim var, gitsin oraya destek versin diye emretmiş. Yani kimseyi de boş bırakmıyordu, Hocamız.
Biz de o arkadaşı ev ev gezdirdik ve tanıttık. Bir ara beni kenara çekti şöyle bir açıklama yaptı, şaşırmıştım. Biliyorsunuz, Saraybosna düz bir ova, etrafı da dağlarla çevrili bir coğrafya. Bu Sırpların topçuları, dağlarda-yüksek yerlerde, mevzilenmişler, insanlarımızı böyle keklik gibi avlıyorlar. Bundan çok muzdariptik ve çaresizlik içindeydik diyor arkadaşımız. Sonra gelip bu durumu Erbakan Hocamıza ilettik. Hocam dedi ki: Almanlar bir mermi geliştirdiler, fosforlu mermi. Bunun sapması sıfıra yakın; yağmurdan ve rüzgârdan çok etkilenmeyen bir mermi. Bu mermiyle onları namlularından vuracaksınız! Böylece onları bulup alacağımız adresi de gösterdi, gittik oradan aldık. O mermilerle biz Sırpları namlularından vurup dağıttık, böylece Sırp topçularını bertaraf edip nefes aldık! Yani, Erbakan Hocamız Bosna savaşını fiili olarak bir kurmay gibi, bir askeri general gibi bizzat yönetti ve defalarca taktikler verdi. Ve bu durumdan pek çok kimsenin haberi bile yoktur diye aktardı. Ve zaten bunlara benzer, Kıbrıs Barış Harekâtında verdiği taktikler de anlatılmaktaydı.[8]
[4] Tesim Haber Ajansı / 11.08.2018
[5] Tesim Haber Ajansı / 04.08.2018
[6] abdulkadirozkan@milligazete.com.tr
[8] https://www.youtube.com/watch?v=y8cEpxd6m4E