Anasayfa » I X . BÖLÜM: TÜRKİYE İÇİN STRATEJİ

I X . BÖLÜM: TÜRKİYE İÇİN STRATEJİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 6 Görüntüleyen

DOKUZUNCU BÖLÜM: TÜRKİYE İÇİN STRATEJİ

 

 

III . K I S I M
TÜRKİYE`NİN DÜZEN`DEKİ YERİ

 

  

 

“Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada, Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim, genişletilmiş
iktisadi yardım, örneğin Türkiye`ye, bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini
arttırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere-Türkiye gibi-doğrudan doğruya iktisadi yardım
yapılabilir, ama bu bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri
zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır.”

 

Nelson A. Rockefeller`ın Başkan Eisenhower`a yazdığı bir
mektuptan, M. Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, s. 17

 

 

 

 D O K U Z U N C U B Ö L Ü M:

 

TÜRKİYE İÇİN STRATEJİ

 

“Türkiye parçalanabilir.”
Morton Abramowitz

 

Kitabın şimdiye kadar olan bölümlerinde incelediklerimiz, bizlere içinde yaşadığımız dünyanın bilinmeyen gerçeği ile ilgili pek çok şey gösterdi. Kurulu dünya düzeninin, dini otoriteye karşı uzun bir mücadeleye girişen ve başını yahudi önde gelenleriyle masonlar arasındaki İttifak`ın çektiği seküler (din-dışı) güçler tarafından kurulduğunu 1. ve özellikle de 2. bölümlerde inceledik. Bu güçlerin bugün dünya bazında iktidarı halen elinde tuttuğunu da 6., 7. ve 8. bölümlerde birlikte gördük. Bu durumda rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Yahudi önde gelenleri ve masonluk arasındaki geleneksel İttifak, bu yüzyıl içinde oluşturduğu CFR, Trilateral Komisyonu, Bilderberg gibi kuruluşlarla ve dünyanın tek süper gücü konumundaki ABD üzerindeki büyük etkisiyle, dünyadaki en etkili güç odağı konumundadır. Düzen, ABD Büyük Mührü`nde yazıldığı gibi Yeni Seküler (din-dışı) Düzen`dir (Novus Ordo Seclorum) ve Düzen`in yönetimi, yahudi önde gelenleri ve onlarla İttifak içindeki masonik güçlerin elindedir. Bu gerçek, yine ABD Büyük Mührü`nde anlamlı bir biçimde sembolize edilmiştir: Novus Ordo Seclorum ibaresinin tepesinde, Yahudiliğin ve mason örgütlenmesinin ünlü sembolü “üçgen içinde göz” yer alır.

 

Ve sözkonusu Düzen içinde, yahudi önde gelenleri ısrarlı bir şekilde “dünya egemenliği” hedefine doğru yürümektedirler.

 

Peki bu Düzen içinde Türkiye`nin konumu nedir?…

 

Türkiye`nin stratejik, ekonomik, kültürel konumu ve geleceği ile ilgili kuşkusuz buradaki çalışmadan çok daha ayrıntılı çalışmalar vardır. Ancak bu çalışmalar, kitabın başından bu yana incelediğimiz Düzen`in farkında olarak yapılan çalışmalar değildir çoğu kez. Bu nedenle de eksiktirler ve gerçekliği kavramaktan uzaktırlar. (Evet çoğu kimse, dış politika, ekonomi ve benzeri konularda ne denli derin bir bilgiye sahip olursa olsun, Düzen`in farkına varamaz. Çünkü Düzen kendi varlığını inkar etmektedir. Zaten bu nedenle de bu kadar etkili olabilmektedir; görünmez olduğundan dolayı, muhalefetle karşılaşmaz. Düzen`in temel özelliği “seküler” olması olduğu için, bu özelliği taşıyan başka kişiler Düzen`i farkedemezler. Aynı, hayatı suyun içinde geçen balığın, suyun varlığının farkında olmayışı gibi.)

 

Bu bölümde, Düzen`in gerçek tablosu önünde Türkiye`nin konumunu görmeye çalışacağız.

 

CFR`nin ideoloğu Samuel Huntington`ın kehanetine göre, bir “medeniyetler çatışması”na sahne olmaya aday bir dünyada yaşıyoruz. Bu kehanete (ya da plana) göre, dünya yakın gelecekte “İslam medeniyeti” ve “Batı medeniyeti” (siz bunu İttifak diye okuyun) arasında yaşanacak dev bir çatışmaya doğru sürükleniyor.

 

Böyle bir ortamda Türkiye hangi konumdadır? Batı tarafından sadık bir müttefik mi, yoksa müslümanlığından dolayı potansiyel bir teh olarak mı görülmektedir? Ortadoğu üzerindeki Mesihi egemenlik planlarına önceki sayfalarda değindiğimiz İsrail, Türkiye`ye nasıl bakmaktadır? Türkiye`ye gerçekten de iddia ettiği gibi dostça mı yaklaşmaktadır, yoksa başka hesapları da var mıdır? İttifak`ın Türkiye üzerindeki etkisi nedir, Türkiye`nin iç dengelerini denetleyebilmekte midir; bizim de bir “P2″miz var mıdır?…

 

Bu ve benzeri soruların cevaplarını ilerleyen sayfalarda bulmaya çalışacağız. Sırasıyla, Türkiye`nin ve bölgenin en önemli sorunları arasında yer alan Kürt Sorunu`na, Irak dosyasına, Ortadoğu`daki yeni denklemlere ve müslüman dünyasının dibinde doğan yeni bir tehli oluşuma, “Ortodoks cephesi”ne değineceğiz. Tabii ki olayların bilinmeyen yönlerini görmeye çalışarak, Düzen tarafından oluşturulan saptırıcı yorumların ve dezinformasyonların (yanlış bilgilendirme) dışına çıkarak…

 

 

 

KÜRT SORUNUNUN WASHINGTON BOYUTLARI

 

1993 yazının sıcak günlerinden birinde, Mümtaz Soysal, Hürriyet`teki “Açı” başlıklı köşesinde Kürt Sorunu`na değinmişti. Soysal, sorunun ardındaki uluslararası boyuta dikkat çekerken, bir de Washington`da kurulmuş olan bir think-tank`in kendisini bir Kürt devleti kurmaya adamış olduğundan söz etti. Washington Institute for Near East Policy adlı bu kuruluş, Soysal`ın aldığı ve yazısında aktardığı bilgilere göre, kurulmasını hedeflediği Kürt Devleti`ne Türkiye`nin Güneydoğusu`nu da dahil etme hesapları yapıyordu.

 

   
Türkiye`nin Güneydoğusu`nu kapsayan bir Kürt Devleti kurmayı hedefleyen Washington Institute for Near East Policy`nin (WINNEP) üç önemli yahudi üyesi: soldan sağa Martin Indyk, Richard Haass ve Richard Perle. Daha pek çok WINNEP üyesi de yahudi asıllıdır. Çünkü kurum, İsrail`in ABD`deki uzantılarından biridir. 

 

Kısa adı WINNEP olan sözkonusu kuruluşun Kürt sorununa olağanüstü bir hassaslık gösterdiği ve sorunun ancak bağımsız bir Kürt devleti kurularak çözümlenebileceğini savunduğu, başka kaynaklarda da sık sık vurgulı. Örneğin Cengiz Çar da, WINNEP`in Kürt devleti kurma çabasına değindi.1 Çar, WINNEP`in “Irak: Amerikan Politikası için Müstakbel Adımlar” adlı raporundan yola çıkarak, bir Kürt devletinin yolda olduğunu ima ediyordu. “… Adı geçen think-tank`in (WINNEP) de Amerikan Ortadoğu politikasının belirlenmesindeki ağırlığı tartışılmaz” diyen Çar, kurumun yayınladığı raporda Kuzey Irak`taki Kürt hareketinin desteklenmesinin savunulduğunu hatırlatıyor ve rapordan, “Irak muhalefetinin şemsiye örgütü Irak Ulusal Kongresi`ne, onunla temas düzeyini yükselterek ve ona bölgesel ve uluslararası destek sağlayarak, desteği arttırmak” maddesini aktarıyordu.

 

Peki neden bu think-tank Kürt sorunuyla bu denli yakından ilgileniyor ve daha da önemlisi, sorunun çözümünün açıkça söylemese de, Türkiye topraklarının bir bölümünü de kapsayan bir Kürt devleti kurulmasından geçtiğini iddia ediyordu?… Belki ülkemizde çok yaygın olan “dış mihrak” edebiyatından hareketle, bu kurumun Ermeni ve Rum lobileriyle ilgisi olduğu sanılabilir. Oysa bu kurum, başka bir “lobi”nin uzantısıydı.

 

Arap-İsrail sorununa İsrail yanlısı olarak değil, tarafsız bir şekilde yaklaşılmasını savunan Washington Report on Middle East Affairs dergisinin Mart 1993 sayısında sözkonusu think-tank`e oldukça geniş bir yer ayırıldı. Haberin başlığı şöyleydi: “Clinton`s Indyk Appointment, One of Many from Pro-Israel Think Tank.” Yazıda Clinton`ın Ulusal Güvenlik Konseyi`nin Ortadoğu danışmanlığı masasına Martin Indyk`i atamasının, “İsrail yanlısı think-tank`lerden yapılan sayısız transferin yeni bir örneği” olduğu söyleniyordu. Çünkü Martin Indyk, İsrail lobisinin en ünlü isimlerinden birisiydi. İsrail`in ABD`deki resmi lobi kurumu olan AIPAC`ın (American-Israel Public Affairs Committee) araştırma müdürlüğü yapmış, İsrail eski Başbakanı Yitzhak Şamir`in medya danışmanlığı işini yürütmüştü. Avusturalya doğumlu bir yahudi olan Indyk, Sudan ve İran`ın “terörist devlet” ilan edilmesinde oynadığı büyük rolle de dikkatleri üzerine çekmişti. Indyk, son olarak 1995 başında Clinton tarafından Amerika`nın İsrail Büyükelçisi olarak atı.

 

Indyk`in önemli icraatlarından biri ise 1985 yılında, AIPAC`ın yöneticiliğini yapmış Los Angeles`lı bir yahudi olan Barbi Weinberg ile birlikte Ortadoğu konusunda strateji üretecek bir think-tank kurmuş olmasıydı. Washington Report`un “İsrail yanlısı” olarak tanımladığı bu kurum, Washington Institute for Near East Policy (WINNEP) idi, yani az önce “Türkiye`yi bölme” hesapları yaptığına değindiğimiz think-tank…

 

Kurumun İsrail lobisiyle olan ilişkisi, daha doğrusu İsrail lobisinin bir uzantısı olduğu o kadar belliydi ki, Washington civarında “AIPAC`ın bir kolu” olarak tanımlanıyordu. Örgütün kurulduğu yıl seçilen 11 kişilik yönetim kurulunda, 6 kişi AIPAC`ın üst düzey yöneticisiydi.

 

Washington Report`un bildirdiğine göre, kurumun İsrail bağlantısı her geçen gün daha da güçlenerek devam etti. Başlangıçta sadece üç kişi istihdam edebilen enstitüde bugün en aşağı 30 civarında uzman, araştırmacı, yönetici çalışıyor. Kısa zama büyüyen enstitünün yıllık bütçesi 750 bin dolar civarında ve bu bütçe büyük ölçüde yahudi lobisinin ve yahudi cemaatinin bağış ve yardımlarından geliyor.

 

Enstitünün Indyk ve Weinberg dışındaki üyeleri de oldukça ünlü ve kurumun İsrail bağlantısına uygun isimlerdi. Washington Report`un yaptığı tanımlamalarla bu isimleri şöyle sayabiliriz:

 

“Amerikan tarihinin en İsrail yanlısı Dışişleri bakanı” olarak tanımlanan George Schultz; eski NATO genel sekreteri General Alexer Haig; “İsrail`in uzun vadeli destekçilerinden” BM eski temsilcisi Jeane Kirkpatrick; Mossad ajanı David Kimche ve İsrail Başbakanı`nın terör danışmanı Amiram Nir`le bağlantılı çalışan Reagan`ın mahkum olmuş eski Milli Güvenlik Konseyi danışmanı Robert Mc Farlane; Kissinger Şirketler Topluluğu`ndan Lawrence Eagleburger; Bush yönetiminde Dışişleri danışmanlığı yapan Dennis Ross; ABD`nin eski İsrail büyükelçisi Samuel Lewis; eski Savunma Bakanlığı yardımcılarından yahudi asıllı “Karanlıklar Prensi” Richard Perle; askeri yorumcu Edward Luttwak; eski Başkan yardımcılarından Siyonist örgüt B`nai B`rith üyesi W Mondale; US News World Report, Atlantic Monthly ve The New York Daily News`un sahibi Mortimer Zuckerman; Yahudi cemaatinin yayın organlarından New Republic`in yayıncısı Martin Peretz; Carter dönemindeki iç politika danışmanı ve İsrail için yapılan lobi çalışmalarının lideri Stuart Eizenstat; Bush yönetimindeki yahudi asıllı Milli Güvenlik Konseyi Ortadoğu danışmanları Richard Haass ve Aaron David Miller…

 

Washington Report`un da vurguladığı gibi bu isimlerin en büyük ortak özellikleri İsrail yanlısı görüş ve icraatlarıyla tanınmalarıydı. Zaten yarısına yakını Barbi Weinberg, Martin Indyk, Samuel Lewis, Martin Peretz, Richard Haass, Aaron David Miller, Richard Perle yahudiydi. Kuruma üye olmasa da, çalışmalarına katkıda bulunan kişiler arasında da ilginç bir isim daha vardı: “Tarihin Sonu” teziyle ses getiren Francis Fukuyama…

 

Washington Report, ayrıca kurumun “Kissinger bağlantısı” üzerinde de durmuştu. George Schultz`la birlikte “İsrail çıkarlarını en çok savunan Dışişleri Bakanı” ünvanını taşıyan Kissinger, Washington Report`un deyimiyle, İsrail taraftarı kurumlar arasındaki ilişkiyi koordine eden kilit isimlerden biriydi. “Sağ kollarından birini”, Lawrence Eagleburger`ı Washington Institute for Near East Policy`e üye yapan Kissinger, Washington Report`un haberine göre, bu bağlantıyı kullanarak kurum üzerinde etki kurmuş durumdaydı.

 


`IRAK`IN TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜNÜN SORGULANMASI` VE AIPAC`IN NEVRUZ NEŞESİ

 

Washington Institute`un ve genel olarak da yahudi lobisinin Kürt devleti kurma hedefine, gazeteci Sedat Ergin de Hürriyet`in Washington muhabiri olduğu sıralarda değinmiş ve şunları yazmıştı:

 

Demokratik aday Bill Clinton`un seçim zaferinden en çok hoşnut olan kesimlerin arasında ABD`deki Yahudi Lobisi de yer almaktadır. ABD`deki Yahudi Lobisi`nin en güçlü kuruluşu olan AIPAC`ın (American Israeli Public Affairs Committee) Başkanı David Steiner, geçenlerde `Little Rock`ta (Clinton`ın karargahı) pek çok adamımız var. Yeni yönetime adamlarımızı sokacağız` yolundaki sözlerinin yer aldığı teyp bının basına yansıması üzerine istifa etmek zorunda kalmıştır. AIPAC`ın `adamları`ndan biri de Washington`un önde gelen Ortadoğu uzmanlarından Martin Indyk`tır. İlginçtir ki, ABD`nin saygın araştırma kuruluşlarından (Think Tank) Carnegie Endowment`ta geçen hafta düzenlenen ve `Kürt Sorunu`nun da ayrıntılı bir şekilde tartışıldığı `Irak toprak bütünlüğünü koruyabilir mi?` konulu panelde en önemli müdahalelerden biri Martin Indky`ten gelmiştir. Washington`daki bir başka nüfuzlu araştırma kuruluşu, Washington Institute for Near East Policy`nin direktörü olan Indyk, ABD yönetiminin Irak`ın toprak bütünlüğünü savunan geleneksel çizgisini eleştiren bir yaklaşımla `Irak`ın toprak bütünlüğünü sorgulayan bir politikanın hatası ne olabilir ki` diye sormuştur.2

 

Indyk, Irak`ın toprak bütünlüğünü sorgulamanın hikmetlerinden söz ederken, bir başka ilginç gelişme de Washington`da Barzani yanlısı Irak Kürtleri`nin düzenlediği Nevruz kutlamasında yaşanmıştı. Nevruz halayı çekenlerin arasında bir de ilginç isim vardı. Sedat Ergin, bir başka yazısında olayı şöyle anlatıyor:

 

Nevruz kutlamaları Washington`daki Crystal City Sheraton Oteli`nin balo salonunda düzenlendi. Sahnede asılı duran Molla Mustafa Barzani`nin resmi, Barzani isminin manevi ağırlığını kuvvetli bir şekilde hissettirmekteydi. Gecenin sonuna doğru eğlence tam bir cümbüşe dönüştü. Halay çekenler arasında Kongre Danışmanları Musevi Lobisi`nin en güçlü örgütü AIPAC`ın eski direktörü Morris Amitay da bulunuyordu.3

 

Ne ilginç değil mi, İsrail`in ABD`deki en güçlü temsilcisi olan AIPAC`ın eski direktörü, işi gücü bırakmış, Nevruz kutlamalarında Barzani aşireti ile halay çekiyordu. Aynı a Martin Indyk, Irak`ın bölünmesinin faydalarından söz ediyor, başkanlığını yaptığı Washington Institute for Near East Policy de bir Kürt devleti kurmak için hesaplar yapıyordu…

 

Kısacası, Ortadoğu`da bir Kürt devleti kurmak için kolları sıvayan ve açıkça söylemeseler de Türkiye`nin Güneydoğusu`nu da bu hedeflenen devlete katmayı düşünen Washington`daki odaklar arasında en başta İsrail`in ABD`deki uzantıları geliyordu…

 

Bu satırları okuyanların bir kısmı “peki ama nasıl?” diye sorabilir. “Nasıl olur, İsrail bizim dostumuz değil mi? İsrail`in cumhurbaşkanlarını, dışişleri bakanlarını ülkemizde misafir edip el üstünde tutmuyor muyuz? Onları GAP`a kadar götürüp gezdirmiyor muyuz? Onlar da bizlere gülümseyen yüzlerle barış ve işbirliği nutukları atmıyorlar mı? Teröre karşı işbirliği yapmıyor muyuz? (daha doğrusu, yapmaya niyetlenmedik mi?) Ortadoğu`nun bizden başka yegane demokrasisi olan Yahudi Devleti, müttefikimiz değil mi?” şeklinde düşünebilirler.

 

Ama gerçek budur. Her ne kadar, “demokratik toplumlarda düşünce kontrolü”nün en önemli aracı olan medya yoluyla İsrail`e karşı sempati beslemeye şartlırılsak bile, ortada biraz araştırınca hemen farkedilebilen gerçekler vardır. Kaldı ki, Washington Institute for Near East Policy ya da AIPAC`ın Nevruz neşesi, Kürt sorununun ardındaki İsrail gölgesini ortaya koyan göstergelerden yalnızca biridir.

 

 

 

İSRAİL`İN KÜRT KARTI

 

Milliyet`in Washington muhabiri Turan Yavuz, ABD`nin Kürt Kartı adlı önemli kitabında, Kürtlerin, özellikle de Iraklı Kürtlerin onyıllardır ABD tarafından nasıl kullanıldığını ayrıntılarıyla gözler önüne sermişti. Ancak hem Yavuz`un kitabında, hem de daha bir çok kaynakta verilen bilgiler göstermektedir ki, bir de “İsrail`in Kürt Kartı”ndan söz etmek mümkündür.

 

İsrail, Araplarla süren uzun savaşı boyunca, Arap ülkelerini zayıflatma stratejisi gütmüş, bunun en kolay yolunun da bu ülkelerdeki etnik ve dini azınlıkları kışkırtmaktan geçtiğini düşünmüştü. İsrailli yazar Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms Why?(İsrail Bağlantısı: İsrail Kimi Neden Silahlırıyor?) adlı kitabında Yahudi Devleti`nin bu strateji doğrultusunda 1950`li yılların sonunda Kuzey Irak`ta gelişen rejim muhalifi Kürt hareketine vermeye başladığı desteği şöyle anlatıyor:

 

Irak`taki Kürt direnişçiler her zaman İsrail`in ilgi alanı içerisindeydi… Mossad`ın Kürtlere desteği 1958`de başladı. İsrailli askeri danışmanları, cephaneyi ve silahları kapsayan daha geniş çaptaki yardım ise 1963`de başladı. Ağustos 1965`de İsrailli askeri uzmanlar tarafından Kürt subaylar için Kuzey Irak dağlarında eğitim kampları oluşturuldu. Haziran 1966`da Başbakan Levi Eshkol Kürt liderleriyle görüşmeler yaptı. 1967 Savaşı sırasında, Kürtler İsrail`in isteği üzerine Kuzey Irak`tan Bağdat yönetimine bir saldırı düzenlediler ve Irak ordusunun diğer Arap ülkelerine yardım etmesini engellediler. Savaş sonrasında ise Kürtlere Mısır ve Suriye birliklerinden ele geçirilen Sovyet yapımı silahlarla yardım edildi. Her ay yaklaşık 500.000 dolarlık bir para yardımı da İsrail tarafından Kürt gerillalara ulaştırılıyordu. Kürt lideri Mustafa Barzani önce Eylül 1967`de sonra Eylül 1973`de İsrail`i ziyaret etti.4

 

Turan Yavuz da kitabında İsrail-Kürt ilişkisinin uzun geçmişine değinir. Buna göre, İsrail başından beri Kürtlere bir “Kürt devleti” vaadetmiştir. Knesset (İsrail parlamentosu) üyesi Luba Eliav, 1966`da Kürt hareketinin lideri Molla Mustafa Barzani`yle yaptığı görüşmede, “İsrail`in Kürt devleti ve halkının kalkınması için askeri, ekonomik ve teknik yardım vermek istediği”ni söylemişti.5 İlerleyen yıllarda Kürt-İsrail ilişkisinin kilit isimleri, birer Mossad ajanı olan David Kimche ve “Kürt Yahudisi” Yacov Nimrodi`ydi. Yine Turan Yavuz`un bildirdiğine göre, Amerikalı gazeteci Jack erson, Washington Post`un 18 Eylül 1972 tarihli sayısında yazdığı makalede şöyle diyordu:

 

Her ay, kimliği belli olmayan bir İsrail yetkilisi Irak`a gizlice İran sınırından girerek Kürt lider Molla Mustafa Barzani`ye 50 bin ABD doları veriyor. Bu para, Kürtler`in İsrail aleyhtarı olan Irak hükümetine karşı faaliyetlerini devam ettirmelerini sağlıyor.6

 

Barzani`nin İsrail`in üst düzey yetkilileriyle olan ilişkisi oldukça düzenli bir biçimde sürmüştü. Kürt lider, Mossad lideri Zvi Zamir ile defalarca yüzyüze görüşmüş, Zamir yaptıkları yardım karşılığında, Barzani`den Irak rejimine karşı daha etkili saldırılar beklediklerini hatırlatmıştı. Barzani, İsrail`in eski Başkanı Menahem Begin ile de görüşmüştü.

 

Barzani-İsrail ilişkilerini ayrıntılarıyla anlatan bir başka kaynak ise, İngiliz The Guardian gazetesinin 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black`in yazdığı Israel`s Secret Wars: A History of Israel`s Intelligence Services (İsrail`in Gizli Savaşları: İsrail Gizli Servisleri`nin Tarihi) adlı kitap. Kitapta Mossad-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve Mossad yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Uğur Mumcu da, öldürülmeden 17 gün önce gazetesindeki sütununda bu kitabı kaynak göstererek uzun bir “Mossad-Barzani ilişkisi” yazısı yazmıştı.

 

Peki İsrail`in Kuzey Irak`taki Kürt ayaklanmasını desteklemekteki amacı neydi? Akla ilk gelen cevap, doğal olarak, İsrail`le savaş halindeki bir Arap devleti olan Irak`ın zayıflatılmasının hedeflendiği şeklindedir.

 

Oysa İsrail`in hedefi, yalnızca Irak rejimini zayıflatmak değildi. İsrailliler, Barzani`ye vaadettikleri gibi Irak`ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasını hedefliyorlardı. İsrail`in bu hedefi, İsrail eski dışişleri görevlisi Oded Yinon`un 1982`de yazdığı “İsrail İçin Strateji” başlıklı raporda açıkça görülmektedir.

 

Kuzey Irak`taki Kürt ayaklanmasının efsanevi lideri Molla Mustafa Barzani, aynı zama Mossad`ın da yakın müttefiği idi. İsrail, “Arap ülkelerindeki azınlıkları ayaklırma” stratejisi gereğince, Barzani kuvvetlerinden hiçbir yardımı esirgememişti.

 

Raporun İsrail`i konu edinen 8. bölümünde, Oded Yinon`un Dünya Siyonist Örgütü`nün yayın organı olan Kivunim dergisinde 1982 yılında yayınlanan sözkonusu raporuna değinmiştik. Raporda yazılanlar, İsrail`in “Nil`den Fırat`a” uzanan coğrafya üzerindeki yayılmacı hedeflerini ve bunun için kullanılması düşünülen yöntemi ortaya koyuyordu. Kullanılması düşünülen, daha doğrusu kullanılan yöntem, bölge ülkelerindeki etnik ve dini çatışmalar körüklemekti. Böylece bu ülkelerin bölünüp parçalanması ve İsrail işgaline hazırlanması öngörülüyordu. Yinon, Irak`ın geleceği hakkında ise şu kehanette bulunmuştu: “Irak etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünecektir; kuzeyde bir Kürt Devleti; ortada bir Sünni ve güneyde Şii devleti.”

 

İsrail, Kürt ayaklanmasını, yalnızca Bağdat rejimine karşı bir koz olarak kullanmayı düşünmüyordu. Bunun da ötesinde, İsraillilerin aklında, tüm Ortadoğu`yu kapsayan hegemonya hesaplarına uygun olarak, bir Kürt devleti kurulması hedefi vardı. Hem de bu Kürt devletinin, Türkiye`nin bir bölümünü kapsaması hedefleniyordu. Öyle ki, 1983 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir Türkiye`nin Kuzey Irak`ta gerçekleştirdiği sınır ötesi harekat ile ilgili olarak görüşlerini soran Brüksel`deki gazetecilere verdiği cevapta; Türkiye`yi “Kürdistan`ı işgal altında tutan devletlerden biri” olarak tanımlamış ve şöyle devam etmişti: “Ama bu işgalci devletler hiçbir şey dinlemedikleri için, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşamamaktadır.”

 

Kısacası Ortadoğu da bi “Kürdistan” yaratmak, İsrail`in geleneksel hedefleri arasında yer alıyordu. Bu hedef, Oded Yinon`un “Irak`ın Kuzey`inde bir Kürt devleti” öngören satırlarının yazılışından yaklaşık 10 yıl sonra gerçekleşmeye başladı: Körfez Savaşı, İsrail`e, Kürt kartını daha iyi oynama fırsatı verecekti.

 

 

 

KISSINGER`IN KÖRFEZ SAVAŞI

 

Körfez Savaşı, pek çok kişinin kabul ettiği üzere, yüzyılın en önemli savaşlarından biridir. Özelliği ise askeri yönünden çok, toplumsal etkisinden kaynaklanır. Çünkü tarihin ilk “naklen” seyredilen çatışması olan bu savaş, tam anlamıyla “medyatiktir”. Noam Chomsky`nin Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies (Gerekli İlüzyonlar: Demokratik Toplumlarda Düşünce Kontrolü) adlı önemli kitabının “Medya Gerçeği” başlıklı Türkçe çevirisinde bu “medyatik” boyuttan şöyle söz edilir:

 

Zavallı bir kuşun petrole bulanmış çaresiz görüntüsü karşısında dehşete kapılıp, lanetler yağdıracak kadar hassas olduğumuz günlerde, nasıl oldu da Irak`ta, çoğu kadın ve çocuk, yüzbine yakın insanın gökyüzünden yağan bombalar altında ölümünü odalarımızdan havai fişek gösterileri seyreder gibi izledik? Ne oldu da, ölüm gibi son derece hayata dair sahici bir olgu, `medya şöleni`ne, `gösteri`ye dönüştü? Ne oldu da biz, ölümü tepkisiz, şaşkın, belki biraz zevkle izler hale geldik? Kıyamet habercilerinden Guy Debord`un 1968`lerde öngördüğü `Gösteri Toplumu` gerçekleşti mi yoksa?

 

Aslında, sonradan, sözü geçen “petrole bulanmış çaresiz kuş”un bile, aslında 10 yıl önce Fransa`da meydana gelmiş bir kazadan çekilmiş bir fotoğraf olduğu, ama Körfez savaşına aitmiş gibi “yutturulduğu” ortaya çıkmıştı.7 Körfez Savaşı`nın daha pek çok yönü bize çarpıtılarak “yutturulmuş” olabilir. Bu nedenle elden geldiğince “perde arkası”na bakmak gerekmektedir. Perde arkasına bir göz attığınızda karşılaşacağınız ilk önemli kişi ise Henry Kissinger`dır.

 

 
Henry Kissinger; hey aynı adam

 

Henry Kissinger, kitabın önceki sayfalarında da yeri geldiğinde değindiğimiz bir isimdir. Başkan Nixon ve Ford dönemlerinde önce Ulusal Güvenlik Danışmanlığı sonra da Dışişleri Bakanlığını yürüten Kissinger, İsrail çıkarlarını ABD`de en iyi temsil eden isimlerden biri olarak değerlendirilir. Noam Chomsky, Kader Üçgeni adlı kitabında, Kissinger`ı Amerikan dış politikasını “Büyük İsrail” hedefine endeksleyen kişi olarak tanımlıyor. Kissinger`ı böylesine İsrail yanlısı olmaya yönelten nedenlerin başında kuşkusuz kendisinin de bir yahudi olması gelir. Kissinger`ın bir ikinci özelliği ise, ABD`deki yahudi sermayedarlarla çok yakın ilişki içinde olmasıdır. Rockefeller egemenliği altındaki CFR ve Trilateral Komisyonu gibi örgütlerin (bkz. 6. bölüm) en önemli isimlerinden biri kuşkusuz Kissinger`dır. İtalyan P2 locasından Avrupa`daki kontrgerilla örgütlenmelerine kadar bağlantıları olan bu kurt politikacı, aynı zama ABD`deki tüm İsrail yanlısı lobi ve think-tank kurumlarının da “koordinasyonunu” sağlayan isimdir. Kissinger`ın gücü, Dışişleri Bakanlığı`nı bıraktıktan sonra kurduğu ilginç sistemden gelir. Kissinger Associates adıyla kurduğu politika üretme şirketi, ABD`nin pek çok ünlü diplomatını yetiştirir. Bu sayede, Kissinger`ın bir çok “adamı” olmuştur Dışişleri Bakanlığı`nda. Kurt politikacı, bu “sağ kolları” sayesinde, kendi politikalarını ki bunlar aynı zama da İsrail`in politikalarıdır uygulamaya sokabilmektedir.

 

“Kissinger`ın adamları” denildiğinde akla ilk gelecek isimler arasında ise, Lawrence Eagleburger ve Brent Scowcroft sayılabilir. Öyle ki, Scowcroft`a Washington kulislerinde, Kissinger`ın her söylediğine “evet” der anlamında, “Kissinger`s yes-man” adı bile takılmıştı.

 

Şimdi tüm bunların Körfez Savaşı ile ne ilgisi olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Emin olun, çok ilgisi vardır.

 

Turan Yavuz`un, ABD`nin Kürt Kartı adlı kitabında en detaylı olarak incelediği konu Körfez Savaşı`dır. Yavuz, kitap boyunca savaşın su yüzüne çıkmamış gerçeklerini aktarır. Kitabın hemen başında anlattığı olay ise, “Kennebunkport`taki balık avı”dır. Yavuz`un Washington kulislerinde topladığı bilgilere dayanarak yazdıklarına göre, Başkan Bush`un Kennebunkport`taki yazlık evinde Körfez krizinin patlak vermesinden kısa bir süre sonra ve Körfez Savaşı`ndan 6 ay önce yaşanan bir balık avı sırasında, tüm Körfez Savaşı stratejisi belirlenmiştir. Yavuz, kitap boyunca bu olaya gönderme yapar ve Körfez Savaşı`nın ve onu izleyen gelişmelerin burada belirlenen stratejiye göre yürüdüğünü sık sık vurgular. Balık avına, Başkan Bush`un Fidelity adlı teknesinde çıkılmıştır. Teknede bir gizli servis görevlisinin dışında iki kişi vardır. Bu iki kişi, kafa kafaya verip tüm gelişmeleri önceden planlarlar. Turan Yavuz şöyle diyor:

 

Strateji hazırdı. ABD Saddam`ı vuracak ve Kuveyt`ten çıkmasını sağlayacaktı. Saddam`ın dişlerini sökecek, ancak ülkede bir iç savaş başlamasına engel olacaktı. Kısacası, iki arkadaş, Atlantik Okyanusu sularında, ellerinde oltalar ile Bağdat`a ilk bombanın atılmasından tam 6 ay önce, Körfez Krizi`nin sonunu tayin etmişlerdi bile.

 

Körfez Savaşı`nın tüm ayrıntılarını “6 ay önceden tayin eden” bu iki arkadaşın birisi Başkan Bush`tu elbette. Ötekisi ise Bush`un Ulusal Güvenlik Danışmanıydı, yani Brent Scowcroft, “Kissinger`s yes-man”. Hatta Turan Yavuz`un yazdığına göre, savaşın planını yapan asıl olarak Scowcroft`tu; Bush`a yalnızca onaylamak kalmıştı.

 

Bu şu anlama geliyordu: Körfez Savaşı`nı Kissinger`ın bir “adamı” planlamıştı, yani Kissinger`ın kendisi. Kissinger demek ise, İsrail demekti. Nitekim Körfez Savaşı, tam İsrail`in istediği çizgide seyretti.

 

Scowcroft`un Bush`a kabul ettirdiği plana göre, mutlaka ve mutlaka Saddam`a savaş açılmalıydı. Ancak bunun yanında, dünyanın geri kalan kısmının çoğunun beklentisinin aksine, Saddam`ın iktidardan indirilmemesi gerektiğine karar verilmişti. Saddam`ın yalnızca “dişleri sökülecek”ti. Turan Yavuz, bir de Irak`ın bölünmemesinin kararlaştırıldığını söylüyor, ama sanırız bu konuda bir “dezinformasyon”a (yanlış bilgilendirme) uğramış; gelişmeler bunu gösteriyor.

 

Peki acaba İsrail`in politikası neydi? Körfez savaşı bir Kissinger yapımıysa, İsrail`in politikasına da uyuyor olmalıydı. İsrail, Tel-Aviv`e üç-beş işe yaramaz füze atarak “yahudi düşmanı” rolünü en iyi biçimde oynayan Saddam`ın düşmesini istiyor muydu? Kendisini fanatik bir antisemit olarak tanıtmak için elinden gelen her şeyi yapan Saddam`ın şovlarına ve medyada verilen imaja göre, İsrail Saddam`dan nefret ediyor olmalıydı. Oysa Saddam hakkında çizilen bu tablo, aynı Körfez Savaşı`na girerken Irak bayrağına Allah-u Ekber ibaresi koyarak sözde ispatlamaya çalıştığı müslümanlığı gibi sahteydi.

 

 

 

SADDAM HÜSEYİN: `MADE IN USA`

 

Az önce Körfez Savaşı`nın Kissinger`ın Beyaz Saray`daki sağ kolu olan Scowcroft tarafından planlığına değindik. Bu, savaşın bir Kissinger yapımı olduğunu gösteriyordu. Ancak bundan çok daha ilginç bir yönü daha vardı Körfez`de yaşananların: Saddam da bir Kissinger yapımıydı…

 

Bu ilginç ilişkiyle ilgili bazı bilgileri, Turan Yavuz ABD`nin Kürt Kartı adlı kitabında aktardı. Buna göre, 1980`li yıllar boyunca İran`la savaş halinde olan Irak, Batılılar`dan büyük destek görmüştü. Irak`ın silahlırılması işinde en büyük rolü ise İtalyan Bankası Banca Nazionale del Lavoro (BNL) oynamıştı. Bu uluslararası banka aracılığıyla, Saddam`a nükleer güce ulaşmasına bile yardım edecek destek verilmişti. Turan Yavuz, ABD`den Irak`a BNL aracılığıyla verilen desteği şöyle anlatıyor:

 

13 Ekim 1989. BNL hakkında soruşturma olmasına rağmen James Baker Irak`a verilen kredinin engellenmemesini söylüyor… ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan bir rapor, Atlanta`daki BNL Bankası ile ilgili 10 değişik soruşturmanın sürdürüldüğünü detaylıyor. Rapor, Irak`ın ABD`den aldığı sözkonusu tarım kredilerini, nükleer programını geliştirmek için kullığına dikkat çekiyor ve şöyle diyor: `Ateş olmayan yerden duman çıkmaz ve bu konuda çok büyük bir yangının olduğu anlaşılmaktadır`. Bu uyarıya rağmen, Dışişleri Bakanı Baker aynı gün ABD Tarım Bakanı Clayton Yeutter`e gönderdiği bir notta söz konusu tarım kredilerinin yönetim tarafından desteklendiğini belirtiyor ve önündeki tüm engellerin kaldırılarak kredilerin Irak`a verilmesini istiyor… 6 Kasım 1989. CIA, BNL Bankasının Irak`ı silahlırdığını belirtiyor. CIA tarafından Beyaz Saray`a gönderilen bir gizli raporda Irak`ın ABD`den sağladığı tarım kredilerini nasıl nükleer, biyolojik ve kimyevi silah üretiminde kullığı detaylırılıyor. Gizli raporda ayrıca Irak`ın BNL Bankası`ndan sağlığı söz konusu kredileri de bu konuda kullığı belirtiliyor.8

 

Yani Saddam, BNL bankası aracılığıyla sistemli bir şekilde silahlırılıyordu. İşte olayın en ilginç yönü de buydu: BNL`nin yönetim kurulunda çok tanıdık bir isim vardı: Henry Kissinger. Turan Yavuz`un deyişiyle, “BNL Bankası`nın Irak`a kredi sağladığı dönemde Henry Kissinger da Yönetim Kurulu`ndaydı.” 9 Ayrıca Kissinger`ın “adamları” da BNL ile yakın ilişki içindeydiler. Kennebunkport`ta Saddam`a karşı girişilecek olan savaşın planlarını Bush`a kabul ettiren Brent Scowcroft ile Lawrence Eagleburger, BNL`nin danışmanıydılar:

 

BNL skalını soruşturan kongre üyesi Henry Gonzales, Ulusal Güvenlik danışmanı Brent Scowcroft`un hisselerini içeren portfolyosunu açıklıyor. Buna göre Scowcroft ve yine Kissinger Associates`in bir diğer üyesi ve halen ABD Dışişleri Bakanlğı`nın vekaleten yürüten Lawrence Eagleburger, maaşlarının yanısıra BNL Bankası`ndan danışmanlık ücreti alıyorlar. Eagleburger`in, BNL`nin müşterisi olan Yugoslav Bankası`nın yönetim kurlunda olduğu ortaya çıkıyor. Diğer yan Scowcroft`un yaklaşık 11 ABD savunma şirketinde hissesi olduğu anlaşılıyor. Scowcroft`un hissesi olduğu şirketlerin çoğunun Irak ile ilişkisi olduğu ve Irak`a ileri teknolojik malzeme sattığı belirleniyor.10

 

Yani Saddam`ı besleyip büyütenler de, savaş açılmasına öncülük edenler de aynı kişilerdi: Kissinger ve ekibi. (BNL`nin CIA ile yakı ilişkisi olduğuna dair de bilgiler ortaya çıktı. BNL`nin Atlanta şubesinin CIA tarafından kurulduğuna yönelik ciddi deliller vardı.11 Turan Yavuz, BNL`nin ünlü “skallar bankası” BCCI ile de yakın bağlantılar kurmuş olduğunu yazıyor. Bu da son derece anlamlı, çünkü BCCI, doğrudan Mossad`la birlikte çalışan hatta bazılarınca “Mossad`ın paravan bankası” olarak tanımlanan bir bankaydı).

 

BNL aracılığıyla yürütülen Kissinger-Saddam bağlantıları araştırılsa belki daha ilginç bağlantılar da bulunacaktı, ama olmadı. Çünkü “birileri” BNL ile ilgili dosyaları ortadan kaldırdı. 10 Mart 1992 gecesi “kimliği meçhul kişiler” İtalyan Senatosu binasındaki bir odaya girerek, Senato`nun soruşturduğu BNL bankası ile ilgili dosyaların tümünü imha etti.

 

Yine de ortaya ilginç bir tablo çıkmış durumdaydı: Saddam`ı silahlıran, yani onu bir teh olarak görmeyen kişiler, bir süre sonra ona karşı savaş açmışlardı. Ancak bu savaşla da onu devirmek değil, yalnızca biraz yola getirmek istiyorlardı. Bu kişiler, en başta Kissinger ve adamlarıydı; yani İsrail çizgisini en iyi temsil eden Amerikalılar.

 

Peki İsrail`in Saddam`a bakışı nasıldı? İsrail, Kissinger`a yol gösterecek bir tarzda, Saddam`ı yola getirilecek ancak asla feda edilmeyecek bir piyon olarak mı görüyordu?

 

 

 


İSRAİL`İN SADDAM POLİTİKASI

 

Körfez Savaşı boyunca, hem Saddam`ın kendisi hem de medya bizlere ilginç bir tablo çizdi: Saddam, fanatik bir yahudi düşmanıydı. Kendini tarihteki en büyük “yahudi düşmanı” sayılabilecek isimlerden biriyle, Babil Kralı Nabukadnezar`la özdeşleştirmeye çalışan Saddam, bu görüntüsünü pekiştirmek için Körfez Savaşı sırasında Tel-Aviv`e Scud füzesi yollamayı da ihmal etmedi. Dolayısıyla İsrail`in, kendisini “yahudi düşmanı” olarak tanıtmak için gereken herşeyi yapan Saddam`a çok soğuk baktığı ve onun düşürülmesini her şeyden çok istediği sanılabilir. Oysa durum hiç de böyle değildi. Başbakan Yitzhak Şamir, bir keresinde şöyle konuşmuştu:

 

Saddam psikolojik açıdan ömrü boyunca İsrail`e faydalı olmuştur… Dünyanın, Araplara ve dolayısıyla Filistinlilere karşı nefret duymalarını sağlayacak sınırlı bir körfez savaşı İsrail için faydalı olabilir. İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayan Filistinliler güvenlik sebebiyle Ürdün`e gönderilebilirler. Saddam Hüseyin bu stratejik planlama için çok uygun bir katalizör.12

 

Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky de, çok ses getiren By Way of Deception (Hile Yolu İle) adlı kitabının ardından yazdığı The Other Side of Deception`da (Hilenin Öteki Yüzü), İsrail ve Mossad`ın Saddam`a olan bakış açısıyla ilgili önemli bilgiler verir. Ostrovsky`nin söyledikleri, İsrail`in gerçek politikasını açıklamaktadır: İsrail, Saddam`ı Irak`ın başında tutmak, ama Amerika ile Saddam`ı savaştırmak istemektedir. Eski Mossad ajanının yazdığına göre, İsrail bu yöndeki planını İran-Irak savaşının hemen ardından uygulamaya koyar. Mossad, Amerikalılar`a Saddam`ın düşürülmesi gerektiğinden söz etmeye başlar, ama aynı zama da Washington`daki İsrail Elçiliği tarafından Irak gizli servisi Muhaberat`a istihbarat aktarılmaktadır. Mossad`ın Muhaberat`a verdiği bu istihbarat, Irak`taki muhaliflerin Saddam`ı düşürmek ya da öldürmek için yürüttüğü çabalarla ilgilidir. Kısacası Mossad, Saddam`ın ayakta kalmasına destek olmaktadır… Ostrovsky, bunun ardındaki mantığı şöyle açıklıyor: “Mossad, Saddam Hüseyin`i Ortadoğu`daki en büyük fayda olarak görüyordu. Çünkü Saddam uluslararası politika açısından tümüyle irrasyoneldi ve Mossad`ın kullanabileceği bir aptallık yapmaya oldukça yatkındı.” 13

 

Bu arada İsrail`in planının öteki yönü de uygulamaya konur. Mossad, “aptallık yapmaya yatkın” olduğu için Saddam`ın ayakta kalmasını destek olurken, bir yan da ABD`yi Saddam`a karşı kışkırtmaya başlar. Ostrovsky`nin yazdığına göre, Mossad`ın LAP-LohAma Psicologit (Psikolojik Savaş) bölümü, çeşitli dezinformasyonlarla (yalan haber) bu konuda etkili bir kampanya başlatır. Saddam`ı kanlı bir diktatör ve dünya barışına yönelik büyük bir tehdit olarak göstermeye başlarlar. Ostrovsky, Mossad`ın bu propaga için farklı yerlerdeki ajan ya da sempatizanlarını kullığını, örneğin Amnesty International ya da Amerikan Kongresi`ndeki “gönüllü ajan”ların (sayan) devreye sokulduğunu anlatıyor. Kullanılan propaga malzemeleri arasında; Halepçe`deki ünlü Kürt katliamının görüntüleri ya da Saddam`ın rejim muhaliflerine nasıl kendi elleriyle işkence yaptığına dair fantastik hikayeler yer alır. Irak`ın İran`la olan savaşı sırasında İran`daki sivil hedeflere yolladığı füzeler de kampanyanın malzemeleri arasındadır. Ancak, Ostrovsky`nin dediği gibi Mossad`ın Saddam`ın sözkonusu füzelerini malzeme olarak kullanması biraz garip bir durumdur; çünkü o füzeler, Amerikan uydularından gelen bilgilerin de yardımıyla, savaş sırasında Mossad tarafından hedeflere yönlendirilmişlerdir. İsrail, kendi büyüttüğü ve ayakta tuttuğu Saddam`ı canavar olarak gösterme çabası içindedir. Ostrovsky, şöyle diyor:

 

Mossad liderleri, eğer Saddam`ı yeterince korkunç göstermeyi başarırlarsa ve onun Körfez petrolü için bir teh olduğu ki Saddam daha önce bu konuda bir güvence olarak algılanıyordu düşüncesini yerleştirebilirlerse, ABD ve müttefiklerini Saddam`a saldırtabileceklerini hesaplıyorlardı.14

 

Ostrovsky`nin anlattığı bu Mossad kaynaklı propaga, Körfez Savaşı için gerekli olan kamuoyunu oluşturdu. Savaşın fitili de yine Mossad`ın “gönüllü ajanları” tarafından ateşlenmişti. Kongre üyelerinin Saddam`a karşı savaşa ikna edilmesi için yahudi lobisinden Tom Lantos`un yönetimindeki Hill Knowlton lobi şirketi dramatik bir senaryo yazmıştı. Turan Yavuz, olayı şöyle anlatıyor:

 

9 Ekim 1990. Hill Knowlton lobi şirketi Kongre`de `Irak`ın Vahşetleri` başlığı altında bir oturum düzenliyor. Lobi şirketi tarafından oturuma getirilen bazı `görgü tanıkları` Iraklı askerlerin yeni doğmuş çocukları hastane odalarında öldürdüğünü öne sürüyor. Bir `görgü tanığı` vahşeti tüm detaylarıyla anlatıyor ve Iraklı askerlerin bir hastanede 300 yeni doğmuş çocuğu öldürdüğünü söylüyor. Söz konusu bilgiler, Kongre üyelerini hayli rahatsız ediyor. Bu da Başkan Bush`un işine yarıyor. Ancak sonra anlaşılıyor ki, Hill Knowlton lobi şirketinin kongre önüne getirdiği `görgü tanığı` aslında Kuveyt`in Washington`daki büyükelçisinin kızıdır. Buna rağmen kızın söyledikleri kongre üyelerinin Saddam Hüseyin`e `Hitler` lakabı takmasına yol açacaktır.15

 

Kısacası İsrail, hem “faydalı aptallıklar” yaptığı için Saddam`ı iktidarda tutmak, hem de Amerika`yı Saddam`a saldırtmak istiyordu. Yahudi Devleti, Turan Yavuz`un da belirttiği gibi Körfez Savaşı sırasında ve sonrasında Saddam`ın iktidarda kalması gerektiği tezini hep savundu. Turan Yavuz şöyle diyor:

 

Körfez savaşından sonra İsrail, bölge istikrarı açısından Saddam Hüseyin`in iktidarda kalmasını savunuyor ve istikrarın ancak, yarı güçlü bir Saddam ile sağlanacağına inanıyordu. İsrailli diplomatlar bu mesajı tüm dünyaya yaymakta gecikmediler.16

 

Kennebunkport`taki balık avında Kissinger`ın “sağ kolu” Scowcroft`un Başkan Bush`a kabul ettirdiği ve harfi harfine uygulanan strateji de tam tamına buydu: Saddam`ı düşürmemek, ama dişlerini sökmek. Oysa Saddam`a karşı savaşan müttefiklerin (aralarında Türkiye de olmak üzere) amacı Saddam`ı düşürmekti. Amerikan kamuoyu hatta ordusu da bunu beklemişti. Ama Saddam düşürülmeyecekti; bu savaş bir Kissinger yapımıydı ve dolayısıyla İsrail`in tezine uygun olarak gelişecekti.

 

Peki İsrail tezi neyi hedefliyordu, Yahudi Devleti tüm bunlarla ne yapmak istiyordu, Saddam`ı iktidarda tutmanın, ancak Amerika`yı Irak`a saldırtmanın amacı ne olabilirdi?… Bu soruların cevabı, İsrail`in geleneksel hedefleri arasında yer alan Kürt Devleti projesiydi. İsrail, 1982 yılında Oded Yinon`un raporunda belirtildiği gibi Kuzey Irak`ta bir Kürt devleti istiyordu. (Oded Yinon bir de güneyde kurulacak bir Şii devleti istendiğini ortaya koymuştu, ancak bu kez İsrailliler bu projeye sıcak bakmıyorlardı. Çünkü bu muhtemel Şii devleti, kaçınılmaz olarak İran`ın kontrolü altına girecekti. Bu, İsrail açısından kuşkusuz göze alınamayacak bir riskti).

 

İsrail, hem Saddam`ın “yarı güçlü” bir şekilde iktidarda kalması, hem de Kuzey Irak`ta bir Kürt devleti kurulmasını hedefliyordu. Körfez Savaşı tam da bu hassas dengeyi tutturdu; ne Saddam`dan vazgeçildi, ne de Kürt devleti hedefi bırakıldı. Saddam, tüm dünyanın beklentisinin aksine, tam Kennebunkport`ta kararlaştırıldığı gibi iktidardan düşürülmedi. Beyaz Saray`dan Saddam`ın düşürülmemesi yönünde gelen emir, Irak`taki uluslararası gücün başkomutanı Schwarzkopf`u bile şaşkına çevirmişti. İsrail`in tezi böylece uygulanmış oluyordu.

 

 

 

KÜRT DEVLETİNE DOĞRU İLK ADIM: KUZEY IRAK AYAKLANMASI

 

“Ayaklanın. Zaman geldi. Bu sefer müttefikler sizi yalnız bırakmayacaktır… Her kalp
atışınızda bizler yanınızdayız. Ne yaparsanız, neye karar verirseniz, sizi
desteklemeye devam edeceğiz.”
(CIA tarafından kurulan VOFI-“Hür Irak`ın Sesi” radyosunun Körfez Savaşı
sırasında Irak Kürtleri`ne yaptığı yayından, ABD`nin Kürt Kartı, s. 147)

 

Körfez Savaşı sonucunda Saddam`ın bozguna uğraması, ülkenin kuzey ve güneyindeki muhalifleri ümitlendirdi. Özellikle ABD`nin desteğini arkalarında hisseden Kürtler, bir kez daha Kürt devleti hayaline kapılarak Saddam`a karşı isyan bayrağını açtılar. Sonra gelişen olayları; Kürtlerin Türkiye sınırına yığılışını, Çekiç Güç`ün konuşlırılışını, 36. paralelin kuzeyinin Irak birliklerine yasaklanışını ve Kuzey Irak`ta bir Kürt devletine doğru adım adım yürüyüşü, hepimiz biliyoruz

 

Ancak ilginç olan, Çekiç Güç yoluyla de facto bir Kürt devletini oluşturan ABD`nin, sürekli olarak, gerçekte böyle bir niyeti olmadığını ilan edişidir. Ancak buna inanılması, ABD`nin bir Kürt devleti hedeflemediğinin sanılması, kuşkusuz daha da ilginçtir.

 

Güneri Civaoğlu`nun Körfez Savaşı sırasında yaşadığı bir olay vardır. Civaoğlu`nun gerek Sabah`taki köşesinde, gerek televizyon yorumlarında bir kaç kez aktardığı olay, Amerikalıların Körfez Savaşı sırasında bir Kürt devleti hedefleyip-hedeflemediklerini oldukça çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Civaoğlu, sözkonusu olayı, bir yazısında şöyle anlatır:

 

Körfez Savaşı sırasında Dahran`daydım. Orada beni Amerikan kuvvetlerinin bulunduğu binanın üst katlarından birinde çok iyi Türkçe bilen bir Albay ve Yarbay`ın odasına aldılar. Daha evvel Sabah`ta bu köşemde yazmıştım… O Albay ve Yarbay haritanın Kuzey Irak yörelerinde avuçlarını gezdirmişler ve `burada savaş bitecek, geri çekileceğiz. Saddam`a da o yöreyi yasaklayacağız… Saddam`ın bıraktığı silahlara, havaalanlarına, cephaneliklere yöredeki Kürtler el koyacaklar. Orada bir Kürt devleti kurulacak. Sizden toprak isteyecekler… Ya vereceksiniz barış olacak… Ya da vermeyeceksiniz savaşacaksınız` demişlerdi 17

 

Yalnızca Civaoğlu`nun bu “anı”sı bile oldukça açıklayıcıdır. Açıktır ki, Amerikalılar baştan beri, bu niyetlerini pek belli etmek istemeseler de, Kuzey Irak`ta bağımsız bir Kürt oluşumu, kısacası bir Kürt devleti kurmak hedefindeydiler. Nitekim Körfez Savaşı sırasında bunun için epeyce çaba da göstermişler, Kuzey Iraklı Kürtleri ayaklanmaları için silahlırmışlardı. Turan Yavuz`un yazdığına göre, Amerika sözkonusu silah yardımını açıktan açığa değil, geleneksel yöntemini kullanarak aracılar yoluyla yapmıştı: Jim McDonald adlı ABD Hava Kuvvetleri`nden emekli bir albayın kurduğu silah şirketi, ABD yönetiminden aldığı direktifle Kürtlere bol miktarda silah vermişti. Amerikalılar aynı sıralarda da bölgeye Türkiye üzerinden soktukları ve parasız dağıttıkları binlerce transistörlü radyo aracılığı ile Amerika`nın Sesi Radyosu`ndan sık sık “ayaklanın, sizlerle birlikteyiz” mesajları vermişlerdi.

 

Amerika`nın “ayaklanın, arkanızdayız” vaadlerine inanan Kuzey Iraklı Kürtler gerçekten ayaklılar. Ama Amerika onları birden bire yüzüstü bıraktı ve Saddam`la yeniden karşı karşıya kaldılar. Tek çareleri Türkiye`ye kaçmaktı; onlar da öyle yaptılar. Türk – Irak sınırının orta yerinde üsttekine benzer dramatik görüntüler oluştu. Türkiye için Çekiç Gücü davet etmekten başka çare kalmamıştı.

 

Kuşkusuz İsrail de Kürt devleti konusunda ABD`yle aynı düşüncedeydi (zaten savaş onun düşüncesine göre şekilleniyordu). Hatta İsrailliler, ABD`nin Kürt ayaklanmasına yeteri kadar destek vermediğini düşünüyorlardı. Dışişleri Bakanı David Levy, Kudüs`te yaptığı ve Reuter Ajansı tarafından dünyaya geçilen konuşmasında Kuzey Irak`ta ayaklanan Kürt`lere (yeterince) silah yardımı yapmadığı için ABD`yi eleştirerek, isyancı Kürtlere silah verilmesini istemişti.

 

Bu arada İsrail Barzani ile olan kadim ilişkilerini çoktan yenilemişti. Körfez Savaşı`nın başından beri, Mossad`ın Mesud Barzani güçlerine verdiği destek sürüyordu. Uğur Mumcu, öldürülmeden 17 gün önce yazdığı yazısında bu konuya değinerek şöyle demişti:

 

70`li yıllardaki bu ilişkiler (Barzani-Mossad ilişkileri) bugün sürüyor mu? Kitaba göre (Israel` Secret Wars) sürüyor. `Körfez Savaşı` sırasında Irak`ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv`e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı.” Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. Mossad, (Mesud) Barzani`ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta Mesut Barzani`nin, İsrail`e gizlice giderek yardım istediği de yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek… Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek… İlgi belli… İlişki de belli.

 

Evet, Kuzey Irak`taki Kürt devleti “embriyo”sunun ardındaki asıl güç İsrail`di. İsrailliler, 1982`de Yinon raporunda ortaya konduğu gibi uzun süredir bu hedefin peşindeydiler. 1950`li yıllardan beri süren Mossad-Barzani ilişkisi, Kürt ayaklanmasına akan İsrail silahları ya da paraları hep bu hedefin birer sonucuydu. Körfez Savaşı ise bu büyük hayali gerçeğe dönüştürme şansı vermişti İsraillilere. İsrail, Kissinger ya da “Washington Institute for Near East Policy” gibi Amerikalı uzantıları sayesinde savaşın stratejisini hem Saddam`ı iktidarda bırakacak, hem de bir Kürt devletine yol açacak şekilde belirlemişti. Bu ortamda Morris Amitay`ı Nevruz kutlamalarında halay çekerken görmek ya da Martin Indyk`e “Irak`ın toprak bütünlüğünü sorgularken” rastlamak şaşırtıcı olmamalıydı aslında.

 

Peki İsrail bir Kürt devletini neden istiyordu? Kitabın 8. bölümünde bu sorunun cevabını birlikte bulmuştuk: İsrail, Vaadedilmiş Topraklar`ın tümünü ele geçirebilmek için, şu klasik yöntemi, “böl-parçala-yut” metodunu kullanmak istiyordu. Kürt devleti, bu stratejiye göre oluşturulmak istenen mini-devletlerden biriydi yalnızca.

 

Bu arada, İsrail`in, tüm Vaadedilmiş Topraklar`ı istiyor olması da bu noktada ortaya ilginç bir sonuç daha çıkarmaktadır. Çünkü Vaadedilmiş Topraklar, “Nil`den Fırat`a” uzanan topraklardır. Bu durumda İsrail, “Fırat`ın doğusu”nu da istemek durumundadır. Bunun tek yolu ise, bizim “Güneydoğu Anadolu” dediğimiz bu bölgenin, aynı Kuzey Irak için kullanılan yöntemle Türkiye`den koparılmasıdır; yani bir Kürt devleti yoluyla. (Konjonktürel yönden de Kuzey Irak`ta kurulacak bir Kürt devleti, kaçınılmaz bir biçimde Güneydoğu`ya yönelecektir. Cengiz Çar`ın da dediği gibi “Türkiye`nin Güneydoğusu ile Kuzey Irak`ın tarihte olduğu gibi birbirinden kolay kolay tecrit edilemeyeceği ve giderek birlikte mütalaa edildiği” bir döneme giriyoruz.)

 

Nitekim 10 yılı aşkın bir süredir, “birileri”, adı üstünde “Fırat`ın doğusu”nu Türkiye`den koparma ve burada bir Kürt devleti kurma hedefi peşindedir. Ne tesadüf, değil mi?…

 

 

 


KÜRT SORUNUNA KISA BİR BAKIŞ VE “DIŞ MİHRAKLAR”

 

“İnananlar ancak kardeştirler.”
(Hucurat Suresi, 10)

 

Acaba Türkiye`de 10 yılı aşkın bir süredir gündemde olan bölücü akımın kaynağı nedir? Bu sorunun cevabını bulmak, kuşkusuz Kürt sorununun nasıl çözüleceğini de bulmak demektir. Ancak bu konuda birbirinden çok farklı cevaplar ortaya konmaktadır. Burada, yanlış bilgilendirmelerden, tabulardan uzak bir biçimde bu soruya kısa bir cevap vermeye çalışacağız.

 

Öncelikle bir noktanın altı çizilmelidir: Karşı karşıya olunan sorun, “dış mihrak”ların ürettiği bir sorun değildir. Sorunun kökeni bizim içimizdedir ve tarihten gelen bazı yanlış politikalardan kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet modelinden ve bu modelin keskin uygulamalarından kaynaklanan soruna gerçek ve kalıcı bir çözüm bulmak ise ancak ve ancak Kürt ve Türk insanını ortak bir noktada birleştirecek olan tek kimliğin, müslüman kimliğinin temel olarak kabul edilmesiyle mümkün olabilir. “Halkların kardeşliği” denen şey, ancak İslam temeli üzerinde gerçekleşebilir (tarih, aksi halde karşılaşılan sonucun hep “halkların düşmanlığı” olduğunu yeterince göstermiştir). Bu nedenle, sorunun yalnızca “askeri” bir sorun olduğunu sanmak, büyük bir hatadır. Teröre karşı askeri önlemlere başvurulacaktır kuşkusuz, ancak asıl çözüm bu değildir.

 

“Dış mihrak” denilen faktörün rolü ise, asıl olarak sorunun terör boyutundadır. Dış güçler, bir ülke içinde koskoca bir Kürt sorunu oluşturamazlar, ancak var olan Kürt sorununu kışkırtabilir ve bir terör örgütünün oluşmasını sağlayabilirler. Bir terör örgütü kurmak basit bir iş değildir. Bu konunun “uzmanları”nın desteği olmadıkça, bir terör örgütü kolay kolay oluşmaz. Geçmiş tecrübeler de, terör örgütlerinin hep “profesyonel”lerin, yani gizli servislerin yardımıyla doğup-geliştiğini göstermiştir.

 

Bu profesyonelliğe ulaşan ülke sayısı ise sınırlıdır. Bu nedenle küçük ülkelerde boyundan büyük güçler vehmetmek doğru olmaz. Örneğin klasik bir Ermeni fobisinden hareket ederek bütün bu yaşanan terörü “Ermeni fitnesi” olarak yorumlamak, akan kanların “Büyük Ermenistan” fesadlarının bir ürünü saymak, kuşkusuz anlamsızdır. Eğer “dış mihrak” diye bir şey varsa, ancak ve ancak Noam Chomsky`nin “terörizm kültürü” (Culture of Terrorism) dediği şeye sahip bir ülke olabilir. Kitabın önceki sayfalarında incelediğimiz ve Chomsky`nin de vurguladığı gibi bu ülkelerin başında İsrail ve ABD gelmektedir.

 

Oysa, Kürt sorunuyla ilgili tabloya baktığımızda, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin ve İsrail`in, terör örgütünü sürekli olarak kınadıklarını, Türkiye`nin teröre karşı verdiği mücadeleyi destekler tarzda açıklamalar yaptıklarına şahit olabiliriz. Görünene göre, bu ülkeler yalnızca insan hakları konusunda daha duyarlı olunmasını ve terör örgütü ile halkın bir tutulmamasını istemektedirler ki bunlar oldukça makul isteklerdir.

 

Ancak yine kitabın önceki sayfalarında gördüğümüz gerçekleri göz önünde bulundurursak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: ABD ve İsrail gibi ülkeler, gerçek politikalarını gizlemekte oldukça başarılıdırlar. Hatta bu ülkelerin çoğu kez bir tür “ikili politika” izlediği söylenebilir: Biri izlendiği iddia edilen politika, diğeri gerçek politika. Örneğin İsrailli yazar Benjamin-Beit Hallahmi, The Israeli Connection adlı kitabında ülkesinin çoğu kez bu tür bir “ikili politika” izlediğini örnekleriyle anlatır. İsrail`in gizli askeri ilişkiler içinde bulunduğu faşist rejimlerle görünüşte son derece uzak olması, bu “ikili politika” geleneğinin bir uygulamasıdır. Hallahmi, İsrail`in Güney Afrika`daki eski Apartheid (ırkçı) rejime karşı da “ikili politika” uyguladığını, görünüşte ırk ayrımı politikasını şiddetle kınarken bir yan da beyazların egemenliğindeki rejimin ayakta kalması için elinden gelen her türlü yardımı yaptığını anlatır.18 Güney Afrika`ya yönelik bu “ikili politika”nın mimarı ise, bugün Türkiye`ye de dostluk mesajları yollayan Şimon Peres`dir

 

İsrail`in tarihi tecrübesi, bizlere bir de Sri Lanka örneğini hatırlatmaktadır. İsrail, 1983`te patlak veren iç savaşın her iki tarafını, yani Sri Lanka hükümetini ve kuzeyde bağımsız bir devlet kurmak isteyen Tamil gerillalarını, iki tarafın da bilgisi dışında silahlırmış ve askeri açıdan eğitmiştir (bkz. 11. bölüm). Bu, İsrail`in savaşan iki ayrı tarafı birden destekleyerek ölüm ticareti yaptığını gösterir ve kuşkusuz dikkate alınması gereken bir bilgidir.

 

Benzer bir ikiyüzlülük, İsrail kadar olmasa da, ABD için de geçerlidir. ABD`nin “insan hakları, demokrasi” masalları altında hangi kirli hedeflerin peşinde koştuğunu görmek için biraz bilinçli olmak yeter. Bu durumda ne ABD`nin ne de İsrail`in sözlerine güvenmemek, akıl ve bilinç sahibi bir zihnin yapması gereken şeydir. Bu sözler ve bu sözlerden yola çıkarak geliştirilen medya propagaları tamamen bir kenara bırakılmalı ve somut gerçeklere bakılmalıdır. Kürt sorunu ve ondan kaynaklanan terör problemi de mutlaka ve mutlaka bu bakış açısıyla incelenmelidir.

 

Ve gerçekler üzerinde yapılacak dikkatli bir inceleme, bizlere “müttefik”lerimiz hakkında hiç de hoş olmayan şeyler gösterebilir.

 

 

 

AMERİKA`NIN SESİ RADYOSU`NUN AYRILIKÇI YAYINI

 

ABD`nin, Türkiye`nin toprak bütünlüğünün sonuna kadar arkasında olduğunu ve bölücü teröre kesinlikle karşı olduğunu sık sık duymak mümkün. Ancak açık bir bilinç, mide bulırıcı kokuları çok rahat bir biçimde algılayabilir. Örneğin, ABD`nin Türkiye`nin Güneydoğusu`nda yaptığı Kürtçe yayın, çok ilginç bazı gerçekleri göz önüne sermektedir. Çünkü, Amerika`nın Sesi Radyosu`ndan, ABD`nin ayrılıkçı terör konusunda takındığı sözde “Türkiye yanlısı” tavırdan çok farklı olarak, ayrılıkçı terörü destekleyen yayınlar gelmektedir. Ve en önemlisi, konuyla ilgili haberi veren Milliyet yazarı Nur Batur`un, 26 Ağustos 1993 tarihli yazısında bildirdiğine göre, Türkiye`nin bundan haberi bile yoktur:

 

Amerika, 22 Nisan 1992`den bu yana, yani 16 aydır, Güneydoğu`ya 5 ayrı frekanstan her gür bir saat Kürtçe yayın yapıyor. Türkiye ise `devekuşu misali` kendi kabuğuna kapanmış, öyle kısır bir tartışma içinde ki, bu yayından habersiz, izlemiyor bile… Amerika`nın Sesi Radyosu`ndan Kürtçe yayın yapılması tartışması iki yıl öncesine rastlıyor. Bu öneriyi o günlerde Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör Clairborne Peel gündeme getiriyor… Peel`ın öyle bir danışmanı var ki, Kongre`de kendisini Kürt sorununa adamış bir kişi olarak tanınıyor… 16 ay önce 15 dakika olarak yayına başlayan Amerika`nın Sesi Kürtçe Servisi son birkaç aydır bir saate çıkarmış durumda. Yayında iki önemli değişiklik var. Birincisi, artık yayın Güneydoğu Anadolu`da konuşulan kurmançi lehçesiyle yapılıyor ve yayın saatleri de akşam üzerine alınmış durumda. Böylece yaygın dinleme imkanı yaratılıyor. Yayında önce PKK eylemleri ve çatışmalarla ilgili haberler veriliyor. Kullanılan deyimler de son derece ilginç ve önemli. Güneydoğu Anadolu`dan `Türkiye Kürdistanı` diye söz ediliyor. PKK tanımlanırken de `Türk Peşmergeleri`, soreşker `yiğit savaşçı` deniyor. Ama daha da ilginci serhilde sözcüğü. Bu Kürtçe`de `başkaldıran` anlamına geliyor ve PKK kendi eylemlerini tanımlarken `serhildan ayaklanma` tabirini kullanıyor. Haberler verilirken de hem Anadolu Ajansı hem de PKK`nın yayın organı olan Kürt Haber Ajansı ile Özgür Gündem gazetesine dayanıyor Amerika`nın Sesi.

 

Sizce bunun açıklaması ne olabilir?… Amerika`nın Sesi, neden Türkiye`nin Güneydoğusu`nda yaşayan insanlarımıza kışkırtıcı sözlerle yayın yapıyor olabilir? Bu sorunun cevabı sanırız oldukça basit. Hatırlarsak, ABD aynı yöntemi Kuzey Irak`taki Kürt ayaklanmasını kışkırtmak içinde kullanmıştı. Turan Yavuz`un bildirdiğine göre, CIA`nın Kuzey Irak`a yönelik olarak kurduğu Voice of Free Iraq adındaki “Hür Irak`ın Sesi” radyosu, Kürtlere “Ayaklanın, zaman geldi, bu sizin en önemli gününüz olacak” mesajları vermişti. CIA, bu mesajın muhataplarına ulaşması için de gerekli özeni göstermiş, Türkiye üzerinden Kuzey Irak`a binlerce transistörlü radyo yollamıştı.19

 

Bugün Türkiye`deki ayrılıkçı terör örgütüne “yiğit savaşçı” adını veren Amerika`nın Sesi`nin yayını, yakın bir gelecekte gerekli şartlar belki de senaryoları şimdiden hazırlanan muhtemel bir Türk-İran veya Türk-Suriye çatışması sırasında oluştuğunda, “ayaklanın, biz sizlerle beraberiz” şekline dönüştüreceğini tahmin etmek pek de zor değil…

 

Amerika`nın Sesi Radyosu`nun bu ilginç yayınlarıyla ilgili bir başka bilgi ise M. Ali Bir ve ekibinin hazırladığı “32. Gün” programında ortaya çıkmıştı. Ermenistan sınırları içindeki bir Kürt köyünü ziyaret eden Mithat Bereket, köy sakinlerine Türkiye`deki Kürtlerin durumu hakkında ne bildiklerini sorduğunda yaklaşık şöyle bir cevap aldı: “Türk Devleti, Kürtlere karşı katliam uygulamaktadır, ancak buna karşın Kürt ayaklanması boyun eğmemektedir.” Bu söylenenler, Türkiye`deki ayrılıkçı terör örgütünün kullığı üslubun aynısıydı. Olayın en ilginç yanı ise Mithat Bereket`in, Ermenistan`da yaşayan bu Kürtlerin bu yanlış bilgileri nereden aldıklarını sormasıyla ortaya çıktı. Köylüler, bu “inci”leri, hergün Kürtçe yayın yapan ve dikkatle izledikleri Amerika`nın Sesi Radyosu`ndan öğreniyorlardı…

 

Dışişleri yetkililerimiz bu bilgilerin ortaya çıkmasının ardından Nur Batur`un söylediğine göre önceden haberleri yoktu ne yaptılar bilmiyoruz. Ancak eğer ABD yönetimi ile temasa geçip bu anormal durumun bir açıklamasını istedilerse, büyük olasılıkla; ortada abartılacak bir şey olmadığına, yalnızca bir spikerin konuşurken bir-iki hatalı sözcük kullığına, müttefikler arasında böyle ufak şeylerin lafının bile edilmeyeceğine dair soğuk ve bulanık bir cevap almışlardır.

 

Bu masallara inanacak kadar saf olmalı mıyız?… Amerikanın Sesi Radyosu`nun yayını bile, ABD`nin Kürt devleti hedefinden bizim Güneydoğumuz`un da payını aldığını göstermektedir.

 

Bu yayının ardında ABD`deki hangi güçlerin bulunduğu ise daha da ilginç bir konudur. Önceki sayfalarda İsrail`in Washington Institute for Near East Policy gibi Amerikalı uzantılarının, Türkiye`nin Güneydoğusu`nu da kapsayan bir Kürt devleti planları içinde olduğuna değinmiştik. Acaba Amerika`nın Sesi Radyosu`nun da böyle bir İsrail bağlantısı var mıdır?

 

Nur Batur`un da bildirdiğine göre, sözkonusu Kürtçe yayınların ardındaki isim, Amerikalı senatör Clairborne Peel`dir. Ve ne ilginçtir, Clairborne Peel, İsrail lobisinin sadık hizmetkarlarından biridir. Washington Report dergisinin editörü Richard Curtiss, ABD`deki lobi sistemini anlatan Stealth PACs: Lobbying Congress for Control of US Middle East Policy adlı kitabında, Peel`in bu özelliğini şöyle vurguluyor:

 

Kimberly Lifton, Detroit Jewish News`te yazdığı makalesinde şunları bildiriyor: `… İsrail`in bir başka Demokrat dostu da Rhode Isl Senatörü Clairborne Peel`dir. Peel, 1960`da seçildiğinden bu yana İsrail`in ısrarlı ve sadık bir dostu olmuştur`.20

 

Stealth PACs kitabında Clairborne Peel`in, sadece 1990 yılında AIPAC ve ona bağlı İsrail lobilerinden 153.600 dolar “bağış” aldığı bildiriliyor. Peel`in İsrail lobisiyle olan olağanüstü yakın ilişkisi, İsrail lobisi hakkındaki en önemli kaynaklardan biri olan Kongre üyesi Paul Findley`in They Dare to Speak Out: People Institutions Confront Israel`s Lobby (Konuşmaya Cesaret Ettiler: İnsanlar ve Kurumlar İsrail Lobisiyle Karşı Karşıya) adlı kitabında da vurgulanıyor.21

 

Clairborne Peel, daha sonra “sürgünde Kürt hükümeti” kurma çalışmalarına da destek verdi. 10 Ağustos 1994 tarihli Sabah`ın haberine göre, Washington`da bir Kürt Derneği toplantısı düzenlenmiş ve sürgünde Kürt hükümeti kurulması ve Kürtlerin yaşadığı bölgelerde bir Kürdistan Devleti temelinin oluşturulması çağrısı yapılmıştı. Toplantıya iki de önemli Amerikalı katılmıştı: Senato Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Clairborne Peel ve Amerikan Kongresi bünyesindeki Helsinki Komisyonu üyesi Mike Amitay, İsrail lobisinden bir yahudi…

 

Bu arada ilginç bir bağlantı da, Amerikan hükümetinin Foreign Broad Information Service (FBIS) adlı bülteninde yayınlı. 18 Ağustos 1995 tarihli Milliyet`in haberine göre, FBIS bülteninde, Güneydoğu`da eylem yapan terör örgütünün lideri ile David Adolph Korn adlı Amerikalı bir diplomat arasında uzun süredir devam eden bir mektup diplomasisi olduğu haber verilmişti. Bu “gayrıresmi diplomasi” ilişkisinin kahramanı olan Korn`un kimliği ise yine oldukça ilginçti. Korn bilinçli bir Amerikan yahudisiydi ve daha önce büyükelçi olarak atığı Moritanya`da yahudi olduğu için hükümet tarafından istenmeyen adam ilan edilmişti…

 

Bizim Güneydoğumuzu da kapsayan bir Kürt devleti kurma yönündeki örtülü çabaların arkasında sürekli olarak İsrail`in ve onun ABD`deki uzantılarının bulunması ne kadar ilginç değil mi? Hem de bir taraftan Türkiye ve İsrail`in “doğal müttefik” olduğu şeklindeki telkinler medya tarafından pompalanırken…

 

 

 

ÇEKİÇ GÜÇ`ÜN ŞEYTAN ÜÇGENİ, İSRAİL ABD VE TERÖR…

 

Körfez Savaşı`nın ardından başlayan Kürt ayaklanmasının başarısız olması ve Bağdat yönetiminin Kürt birliklerine karşı üstünlük sağlaması üzerine Kuzey Irak Kürtleri arasında Halepçe fobisi patlak vermiş ve onbinlerce Kürt Türk sınırına yığılmıştı. Bu “emrivaki” üzerine Türkiye Amerikalı dostlarından yardım istemek zorunda kaldı. Amerikalılar, Richard Perle`nin mimarlığını yaptığı SEİA anlaşmasına dayanarak ve yanlarına İngiliz ve Fransız dostlarını da alarak İncirlik`e ünlü Çekiç Gücü yerleştirdiler.

 

Ve ilginçtir, Çekiç Güç ülkeye adım attığı an itibaren sürekli eleştirildi. Yıllar boyunca tüm muhalefet partileri bu gücün varlığına karşı çıktılar. Basında, televizyonlarda sürekli Çekiç Güç aleyhtarı yazı yazıldı. Çekiç Güç`ün terör örgütüne lojistik destek verdiği duyuruldu.

 

Ama ilginçtir, Amerikalılar tüm bu suçlamalara karşın seslerini çıkarmadılar. Çekiç Güç aleyhtarlarına karşı tek kelime etmediler.

 

Biri hariç… Çekiç Güç hakkında yapılan tüm yorumların yanında, tek bir yorum vardı ki, Amerikalıları çileden çıkartmıştı. Yorumun sahibi, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan`dı. Erbakan`ın yorumunu bu denli önemli kılan ve Amerikalıların tepkisini çeken şey ise RP Genel Başkanı`nın Çekiç Güç içinde yahudi askerler olduğunu söylemesi ve Çekiç Güç-İsrail bağlantısını kurmasıydı. Sözkonusu tepki, Turan Yavuz`un ABD`nin Kürt Kartı adlı kitabının hemen başında şöyle anlatılıyordu:

 

Öğleden sonra Washington`daki Türkiye Büyükelçiliği`nin numarasını çeviren Amerikalı yetkili oldukça sinirliydi. Ankara`daki Büyükelçiliklerinden gelen bir kripto, sinirlerini germiş ve adeta çatacak bir yer arıyormuş gibi Türkiye Büyükelçiliği`ne ulaşmaya çalışıyordu. Ankara`dan gönderilen bilgi, Refah Partisi Genel başkanı Necmettin Erbakan`ın o günkü gazetelerde yer alan bir demeci ile ilgiliydi. Erbakan, Türkiye`nin güneydoğusunda konuşlırılan Çekiç Güç`e bağlı ABD askerlerinin çoğunun Musevi asıllı olduğunu öne sürüyor ve bunu da Washington`ın bölgedeki gizli emellerine bağlıyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, ahizenin öbür ucundaki Türk diplomatına beklenmedik şu öneriyi getiriyordu: `Çekiç Güç`e dahil bir çok Amerikalı asker var. Sayın Erbakan`a söyleyin, Çekiç Güç`e bağlı bütün askerlerimizi incelesin. İçlerinde Musevi asıllı tek bir asker bulursa, biz o askeri bir helikoptere bindireceğiz ve 10 bin metreden aşağıya atacağız…` Türk diplomat neye uğradığını şaşırmıştı. Daha doğrusu ne söyleyeceğini bilemiyordu. Karşısındaki Amerikalı yetkili, aynı ses tonuyla devam ederek Erbakan`a iletilmesini istedikleri öneriyi açıklıyordu: `Ancak Çekiç Güç`e bağlı Amerikalı askerler arasında Musevi asıllı bulamazsa, o zaman kendilerini bir helikoptere koyacağız ve 10 bin metre aşağıya atacağız.22

 

Evet, Amerikalılar Çekiç Güç`ün İsrail`le ilişkilendirilmesine çok kızmışlardı ve Erbakan`a karşı da böylesine küstah bir üslup kullanmaktan çekinmemişlerdi. Anlaşılan son derece “sakıncalı” bir yorumdu bu ve gözden kaçırılmak istenen bazı gerçekleri dile getiriyordu. Nitekim Erbakan`ın söyledikleri de doğruydu. Turan Yavuz kitabın aynı sayfasında, aslında Çekiç Güç`e bağlı ABD askerleri arasında yahudi olanların var olduğunu, hatta İncirlik Üssü`nde Çekiç Güç komutasında bulunan ABD askerleri arasında adı “Israel” olan subayların bile bulunduğunu belirtiyor.

 

Çekiç Güç`ün sözkonusu İsrail bağlantısının yanında, bir de terör örgütüyle olan bağlantısı vardı ki, son yıllar içinde çokça konuşuldu. Ancak bu konuda ortaya çıkan bazı açık deliller, nedense bir çırpıda unutturuldu. Çekiç Güce bağlı helikopterler, ayrılıkçı terör örgütüne yardım paketi atarken görüntülendi. Ama gazetelerde “Şok” gibi başlıklarla haber olan bu konu bir çırpıda unutuluverdi. Amerikalıların “teröre karşı Türkiye`nin yanında” oldukları şeklindeki açıklamaları, nedense “ikna edici” bulundu.

 

Oysa Çekiç Güç`ün ve ABD`nin Türkiye`deki ayrılıkçı terör örgütüne gizli destek verdiğine dair sık sık skallar patlak verdi. Örneğin Zaman gazetesinin 13 Mayıs 1994 tarihli sayısında verdiği habere göre, “KKTC Magosa Limanı`nda PKK`ya silah götürürken yakalanan Anne M isimli geminin Litvanya Klaipeda Limanı`ndan Kalaşnikof marka silahları ABD Savunma Bakanlığı`ndan alınan silah satın alma belgesiyle yükleme yaptığı” ortaya çıkmıştı.

 

Çekiç Güç-İsrail-ABD-Terör dörtgeni içinde, İsrail-terör örgütü arasında doğrudan ilişki olduğuna dair deliller de vardı. İsrail`in terör örgütünü “taşeron” olarak kullığı yönündeki bir açıklama, Zaman gazetesinin 3 Mart 1994 tarihli sayısında yayınlı. Habere göre, BOTAŞ Petrol Boru hattında meydana gelen patlamalarla ilgili olarak bir üst düzey yetkili şöyle diyordu:

 

İsrail kendi teknolojisini ve uydularını kullanmak amacıyla iki defa boru hatlarının güvenliğini sağlamak için talepte bulundu. Türk yetkililer bu duruma sıcak bakmadı. Hemen ardından boru hatları PKK tarafından bombalı. Bombalama olayından sonra İsrailli yetkililer tekrar boru hatlarının güvenliğine talip oldular. Türk yetkililer bu talebe sıcak bakmalarına rağmen müsbet bir cevap vermediler. Bunun ardından, kısa bir süre önce ikinci bir bombalama olayı meydana geldi. Boru hatlarının bombalanması eylemlerini üstlenen PKK, bu eylemleri artırarak devam ettireceklerini söyledi. İsrailliler boru hatlarının güvenliğine tekrar talip oldular. Bu son talebe devlet yetkilileri olumlu cevap verdi. Çok kısa bir süre içinde yapılacak anlaşma ile de bundan sonra boru hatlarının güvenliğini İsrail sağlayacak… Bombalama olayı ve takip eden gelişmeler son derece manidardır.

 

Kısacası Çekiç Güç, Terör Örgütü ve ABD-İsrail arasındaki ilişki, dışardan göründüğü gibi değildir. Her ne kadar ABD ve İsrail terör örgütüne karşı olduklarını ve Türkiye`ye destek verdiklerini açıklasalar da, “ikili politika” geleneğinin iyi bir örneği olarak, terör örgütünün arkasında İsrail ve ABD (daha doğrusu İsrail`in Amerika`daki uzantıları) vardır. Çekiç Güç, Kuzey Irak`ta hem bir Kürt devleti oluşturmakta hem de otorite boşluğu meydana getirerek terör örgütüne lojistik destek sağlamaktadır.

 

Çekiç Güç`ün göründüğünden farklı hedefleri olduğunun, hem de oldukça “pis” ve “karanlık” hedefleri olduğunun bir başka göstergesi ise Çekiç Güce karşı çıkan bazı önemli isimlerin ilginç akıbetleridir. Ortak özellikleri Çekiç Güç`ün gitmesini istemek olan bu kişiler, nedense birbiri ardına “fail-i meçhul” kurbanı olmuşlardır.

 

Örneğin Hulusi Sayın ve İbrahim Selen. İkisi de korgeneraldi. İkisi de Güneydoğu`da Jarma Bölge Asayiş Komutanı`ydı… Ve ikisi de öldürüldü. İki emekli korgeneralin ortak yönleri ise Çekiç Güce karşı çıkmalarıydı. Çekiç Gücün gitmesi gerektiğini belirten Jarma Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis uçak kazası süsü verilen bir sabotaja kurban gitti. Eşref Bitlis`in en güvendiği kişilerden ikisi, yani Bitlis`in Güneydoğu`daki özel kadrosunda yer alan Emekli jarma Binbaşı Cem Ersever ve onun yakın arkadaşı yüzbaşı Mustafa Deniz fail-i meçhul cinayete kurban gittiler. Ersever ve Deniz`in ortak yönleri de Çekiç Güc`ün bölgedeki varlığına karşı çıkmalarıydı. Derya Sazak`ın 14 Kasım 1993 tarihli Milliyet`teki yazısında belirttiği gibi “Çekiç Güç sanki şeytan üçgeni”ydi, “… ona karşı çıkanları içine çekebiliyor”du. Lice`de Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Cumhurbaşkanı Demirel`in deyimiyle `bir kör kurşunla` can verdi. Bahtiyar Aydın`ın en önemli özelliği de Çekiç Güce karşı çıkmasıydı. Bu kişilerin bir diğer özellikleri, soruna mümkün olduğunca “barışçı çözüm” bulunması gerektiğini savunmalarıydı. Dağları bombalamakla, bölgedeki savaşı bu biçimde yürütmekle bir şey kazanılmayacağına inanan insanlardı. Bölgeden Amerikan uzantılarının kaldırılmasını ve Türkler ve Kürtler arasında kardeşlik temelinde bir birlik kurulmasını savunuyorlardı. (Nitekim gerçekten de tek çözüm budur.)

 

Çekiç Güç`e karşı çıkanları birbir ortadan kaldıran güç, kuşkusuz Çekiç Güç`ü İncirlik`e getiren ve onun kanalıyla bir Kürt devleti kurmak isteyenlerin bir uzantısından başka bir şey olamazdı.

 

Bu durumda Amerika`nın (ve İsrail`in) Türkiye üzerindeki hesaplarının göründüğünden çok daha farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Son dönemde Türkiye`de gelişen olaylara bir göz atarsak şunu görürüz: Türkiye, ardarda gelen terör olayları ve milli birliği bozacak provokatif eylemler ile Güneydoğu`dan gönüllü bir biçimde vazgeçecek bir noktaya sürükleniyor. Tırmanan olaylar karşısında Türkiye`den beklenen “alsınlar Güneydoğu`yu ne yaparlarsa yapsınlar, yoksa bütün ülke kana boğulacak” demesidir, Güneydoğu`yu vermeyi “ehven-i şer” olarak kabul etmesidir.

 

Bu durumda araya girecek olan bir ABD, hem Türkiye`yi küstürmemiş, hem de istediği piyon Kürt devletinin sınırlarını amaçladığı çizgiye getirmiş olacaktır. Ve dikkat edelim, bu sınırlar “Nil`den Fırat”a uzanan sınırların üst kısmıdır. Yani İsrail`in Vaadedilmiş Topraklar`ının sınırları…

 

Başbakan Tansu Çiller, Kasım 1993`teki ABD gezisinin ardından ki o sıralarda New York Times`ın yahudi başyazarı William Safire tarafından “satılık müttefik” olmakla suçlanmıştı Türk gazetecilere yaptığı açıklamada, “Türkiye`yi oyuna getiren getirene… Bir Kürt devleti kurulmak isteniyor. Bu gerçeği görelim. Artık stratejimizi değiştiriyoruz. Talabani ve Barzani ile ilişkilerimizden kuşkuluyum” demişti. Çiller haklıdır; “Türkiye`yi oyuna getiren getirene”dir. Ancak hakkında kuşku duyulması gerekenler arasında, Talabani ve Barzani`nin yanında, bir de onların Washington ve Kudüs`te oturan patronları olmalıdır sanırız…

 

 

 

1 Cengiz Çar, Sabah, 16 Ekim 1994.
2 Sedat Ergin, Hürriyet, 23 Kasim 1992.
3 Sedat Ergin, Hürriyet, 22 Mart 1993.
4 Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms Why, 1.b., New York: Pantheon Books, 1987, s. 19.
5 Turan Yavuz, ABD`nin Kürt Karti, 1.b., Istanbul: Milliyet Yayinlari, Nisan 1993, s. 46.
6 Ibid., s. 46.
7 Nilgün Cerrahoglu, Cumhuriyet, 24 Temmuz 1991.
8 Turan Yavuz, ABD`nin Kürt Karti, ss. 301-302.
9 Ibid., s. 309.
10 Ibid., s. 311.
11 Newsweek, 16 Kasim 1992.
12 Wiener, 2 Subat 1991.
13 Victor Ostrovsky, The Other Side of Deception: A Rogue Agent Exposes the Mossad`s Secret Agenda, New York: Harper Collins Publishers, 1994, s. 247.
14 Ibid., s. 254.
15 Turan Yavuz, ABD`nin Kürt Karti, s. 307.
16 Ibid., s. 166.
17 Sabah, 27 Mayis 1994.
18 Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection, s. 168.
19 Turan Yavuz, ABD`nin Kürt Karti, ss. 146-147.
20 Richard Curtiss, Stealth PAC`s: Lobbying Congress for Control of U.S. Middle East Policy, 3.b., Washington DC: American Educational Trust, Ekim 1991, s. 143.
21 Ibid., s. 84.
22 Turan Yavuz, ABD`nin Kürt Karti, ss. 9-10.

 



BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi