Anasayfa » Haydar Baş’cıların ve Sözcü Yazarlarının ERBAKAN KICIKLIĞI Batı’nın ve Batıcıların Fikir Atası PLATON’UN SAPKINLIĞI

Haydar Baş’cıların ve Sözcü Yazarlarının ERBAKAN KICIKLIĞI Batı’nın ve Batıcıların Fikir Atası PLATON’UN SAPKINLIĞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 263 Görüntüleyen


Haydar Baş’cıların ve Sözcü
Yazarlarının ERBAKAN KICIKLIĞI Batı’nın ve Batıcıların Fikir Atası PLATON’UN
SAPKINLIĞI
 

Sahte şeyh ve sahte Profesör Haydar Baş’ın Basın Müritlerinden Yusuf Karaca; “Erbakan FETÖ ile mücadele etmedi” yazısında şu safsataları zırvalamıştı:

“Bugün, keçilerden söz edecektim. Dünden sözüm vardı ama farklı bir gündemin içine düştüm! Sayın Binali Yıldırım, “FETÖ ile bugüne kadar, iki isim mücadele etmiştir. Biri merhum Erbakan, diğeri Sayın Erdoğan’dır” deyince, keçileri kaçırdım!.. Sayın Erdoğan’ın “17/25 Aralık”tan sonrasına bir şey diyemem ama “Erbakan’ın FETÖ ile mücadele ettiği” iddiası, kesinlikle yanlış. Teşkilatını Gülen’e kaptıran bir insana, “FETÖ ile mücadele etti!” demek, gerçekçi değil. Aralarındaki rekabet, koltuk rekabetiydi… Sayın Haydar Baş, Erbakan’a 10 kişilik bir ekip gönderdi. Ekibin Başında Doç. Dr. Ahmet Kepekçi vardı. Erbakan, Gülen ve Gülen’in “Diyalog” dini konusunda, uyarıları hiç dikkate almadı. Ve ekibi dinlemeyen Erbakan’a Sayın Kepekçi, herkesin huzurunda “Allah Belanı Verecek!” diyerek ayrıldı.” Dinlenilmedi, Allah ülke olarak belamızı verdi.”[1]

Oysa, Haydar Baş, müritlerinin nikahlı karısını ayartırken… Dört karıyla ve cariye hatunlarla şehvet saltanatı sürerken… Sahte icazetli şeyhlik istismarıyla nice beyinsizlerin parasını ve duygularını sömürürken… Azerbaycan Üniversitesinden para ile satın aldığısahte profesörlük diplomasını, kendisine Fetullahçıların ve CIA elemanlarının ayarladığını bu zavallılar her halde bilmemekteydi. Sünni İslam ve Erbakan aleyhine Fetullah’ı kullanan CIA’nın, İran’daki “Ehli Sünnet aleyhine, İslami akideyi dejenere etme hevesiyle, Ehli Beyt sevgisi kılıflı Şiiliğin sapkın düşüncelerini” Türkiye’de yaygınlaştırma görevi de Haydar Baş’a verilmişti. Fetullah Gülen hareketi de, AKP hükümetleri de, Haydar Baş ve ekibi de, hepsi Erbakan’ı etkisiz kılmak ve teşkilatlarını boşaltmak isteyen Siyonist Lobilerin, ABD’nin ve CIA şeflerinin desteklediği kişiler ve organizelerdi. Bunların birbirlerine atıp tutmaları rolleri gereği idi. Zira Haydar Baş’ın bir dönem Erbakan’ın partisinin İl Başkanlığını yaptığını, Ona övgüler yağdırdığını ve elini öpmek için fırsat kolladığını herkes bilmekteydi. Önce teşkilat elemanlarını Erbakan’dan koparmak, sonra da Ehli Sünnet düşüncesini yozlaştırmak adına Haydar Baş’ı ileri sürmüşlerdi. Diğerleri gibi sizin de nasıl belanızı bulacağınızı yakında herkes görecekti… Yüreğiniz ve beyniniz yeterse Bizi Televizyonunuza çıkarın, Haydar Baş’ın müridinin karısını nasıl ayarttığı, sahte Prof.luk diplomasını nasıl ayarladığı ve CIA Şiiliğinin propagandasını nasıl yaptığını ve hangi Farisice hazırlanmış kitapların kimler tarafından tercüme edilip Haydar Baş imzasıyla nasıl yayınlandığını; sağlam belge ve bilgilerle hatta bizzat canlı şahitlerle ispat edelim. Aksi halde biz yalancı ve iftiracı konumuna düşelim.

Yılmaz Özdil Sırtlanı da Erbakan’a şu iftiraları kusmuşlardı!

“Cemalettin Kaplan; İlkokul mezunu bile olmadığı halde, sihirli eller devreye girdi, 40 yaşında, Ankara Üniversitesi ilahiyat fakültesinden diploma verildi. Diyanet işleri başkanlığı bünyesinde imamlık, müfettişlik, müftülük, hatta personel daire başkanlığı yaptı. 1977 seçiminde Milli Selamet Partisi'nden milletvekili adayı oldu, seçilemedi. Adana'da illegal medrese açmıştı, imam hatip öğrencilerine tarikat eğitimi veriyordu. Sırf Atatürk düşmanı değildi, Türk olan herkesten nefret ediyordu…” Köln'de Ulu Cami'de örgütlenmesi sağlandı, külliye açtı, yurt açtı, aşevi açtı, bağış adı altında para toplamasına göz yumuldu. Müritleri “mülteci” statüsünde kabul ediliyor, çalışma izni verilmiyordu, yani, resmi olarak Cemalettin Kaplan'ın emrine tahsis ediliyorlardı. “Anadolu Federe İslam Devleti” ilan etti, kendisini “halife” ilan etti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı “cihad” ilan etti, hilafet töreni Alman televizyonlarından yayınlandı.

Almanya'da kırmızı ışıkta geçeni bile oyarlar ama, bu herifin Türkiye Cumhuriyeti'ne alenen savaş açmasına “demokratik hak” deniyordu… Bu vatan haini yobazın Almanya'da monte edildiği teşkilat hangisiydi? Milli Görüş Teşkilatı'ydı! Peki bu vatan haini yobazı, Almanya'ya, Milli Görüş Teşkilatı'na gönderen kimdi? Necmettin Erbakan'dı!.. Milli görüşçülerin şeyhülislamı Cemalettin Kaplan'la tee Erzurum'dan, tee 13 yaşından beri arkadaş olan, her ikisi de Said-i Nursi'nin talebesiyken, aynı medresede, Kurşunlu Cami medresesinde eğitim alan kişi kimdi biliyor musunuz? Fetullah Gülen'di! Kara ses'i BND aldı. Feto'yu CIA aldı.”[2]

Oysa Cemalettin Kaplan da yine CIA’nın tertibiyle ve Milli Görüş’ü parçalamak niyetiyle Almanya’ya yollanmıştı ve Erbakan’ı -haşa- küfürle suçlayıp sataşmıştı. Yılmaz Özdil zavallısı, her nedense bu gerçeği yazmamıştı. Üstelik Cemalettin Kaplan’a İlk, Orta ve Lise diplomaları, Batıcı ve sağcı Mason Süleyman Demirel ve yine Batıcı ve solcu Mason CHP hükümetleri döneminde ayarlanmıştı. Üstelik ona İlahiyat diploması veren Ankara İlahiyat Fakültesi de Din tahripçisi Reformist Kemalistlerin güdümünde bulunmaktaydı. Cemalettin Kaplan’ı müftü yapanlar ve Diyanette yetkili konuma taşıyanlar da Erbakan değil, bunlardı. Ve zaten Haydar Baş da, Sn. Recep Erdoğan da, Fetullah Gülen münafıkı da, Cemalettin Kaplan da; evet hepsi Erbakan’ı etkisiz kılmak ve teşkilatlarını ayartıp parçalamak için aynı odaklarca kışkırtılmışlardı. Çünkü Siyonist şeytanların, emperyalist şarlatanların ve sizin gibi uşaklarının sömürü saltanatlarını bozacak plan ve projelerinin ve tarihi girişimlerinin tek sahibi Erbakan’dı. Sözcü’den Yılmaz Özdil’lerin, Yeni Mesaj’dan Yusuf Karaca gibilerin, birer hafta ara ile Erbakan’a havlamaları, bunların yularlarının aynı mahfillerin elinde olduğunu ve ikisinin de aynı merkezlerce doldurulduğunu açığa vurmaktaydı. Neyse ki bu marazlı manyak takımının rezil ve rüsvay olacakları, -çünkü tüm hakikatlerin ortaya çıkarılacağı- kutlu bir devrim çok yakındı.

Evet, Cemalettin Kaplan’ı Almanya’ya taşıyan da, CIA’nın Almanya kanadıyla tanıştıran da, onu kollayıp kışkırtan da asıl Murat Bayrak’tı.

Murat Bayrak 1973-77 yılları arasında Süleyman Demirel'in AP'sinden Milletvekili yapılmıştı. Ardından MHP'ye geçerek Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine atanmıştı. 12 Eylül'den itibaren MHP yöneticilerinin tamamı gözaltına alınırken sadece Bayrak bu operasyonun dışında kalmış ve “Almanya'ya kaçtığı” açıklanmıştı! Aslında bu, bir “özel görev” kaçışıydı. 14 Ocak 1987 tarihli Milliyet'in ilk sayfasından “Murat Bayrak'tan Yerli Humeyni'ye Destek!” başlığı atılmıştı. Milliyet'in haberinde “Dışişleri eski bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil'i Almanya'daki evinde konuk eden kaçak işadamı Murat Bayrak'ın 'Türkiye'deki rejimi sallıyoruz' diyen kaçak müftü Cemalettin Kaplan'ı nasıl koruduğunu” anlatmıştı! Murat Bayrak, “Eski Müftü Kaplan'a Almanya'da oturma iznini ben aldım” diye açıklamıştı!

CIA ajanı Frank Terpil, yıllar önce bir Amerikan televizyonunda ifşaatta bulunmuş ve “Türkiye'de Murat Bayrak'a silah sattığını” açıklamıştı! İtalya'daki mahkeme kayıtlarına göre, Ağca'yı Bulgaristan üzerinden Avrupa'ya kaçıran kişi bu Yahudi CIA ajanı Terpil olmaktaydı. 1974-1977 arasında CIA'in Türkiye istasyon şefliğini yapmış olan Paul Henze'nin Ankara'daki en yakın dostu “Mason” Kasım Gülek CHP kurmaylarındandı. Gülek, Paralel Locaefendi'nin “Mason locasıyla bağlantısını sağlayan” insandı. 1948'den sonra “Kontrgerilla” eğitimi için ABD'ye gönderilen subaylardan Esad Keşafoğlu'nun, 1952'den itibaren “antrene ettiği” iki isimden ilki Paralel Yapı'nın “Locaefendi”si ikincisi ise Cemalettin Kaplan'dı![3]

Eski Yandaşları bile Yılmaz Özdil’in bu dolaylı Erdoğan hizmetkârlığını kınamıştı:

Türk-Alman krizi derinleşmeye başlamıştı. Bu kötü bir şey miydi? Soruyu boşuna sormuyorum. Çünkü, düne kadar bu Almanya Erdoğan’ı her kritik dönemde destekliyor diye şikayetçi olan kimi ulusalcılar, bakıyorum birden Almanya’nın “geçmiş suçlarını” sayıp durmaktaydı. İlgili yazısında Yılmaz Özdil tam da böyle yapmıştı.

“Vaktiyle Cemalettin Kaplan’ın Almanya’da nasıl örgütlendiğinden yanaşmış, Kaplan’la Milli Görüş lideri Erbakan’ın ilişkisini sorgulamış (saptırmış), sonunda Kaplan’la Fetullah Gülen’in ahbaplığından çıkmıştı. Şu anda Almanya, yıllardır destek verdiği Erdoğan’la sert bir kavgaya tutuşmuşken, böyle bir yazı yazmanın pratik sonucu ne olacaktı?Erdoğan’a Özdil’in de dediği gibi, “bu FET֒ye Almanya vaktiyle kucak açmıştı, şimdi de aynısını yapıyor” deme imkânı sağlayacaktı. Daha önemlisi, Özdil’in seslendiği laik ve ulusalcı, ama aynı zamanda Erdoğan’a hayır diyen kitlede kafa karışıklığı oluşturacaktı. Almanya karşısında Erdoğan’ın haklılığına dair bir bilinç bulanıklığı yaratacaktı. Almanya ile Türkiye arasında bir çelişki ortaya çıktığında, aman bana kimse emperyalizmden medet umuyor demesinler diye, Yılmaz Özdil gibi davranacaksın.

Evet! Köşe yazarı operatif olmalıydı. Düşman kampın “iç çelişkilerini” derinleştirmeye çalışmalıydı. Bu “çelişkilerden” yararlanarak, düşmanın cephesinde endişe, yılgınlık, dağınıklık şüphe yaratmalıydı. Bu defa liberal gazeteci (Yılmaz Özdil) mızmızlanıyor: Ama böyle de gazetecilik olmazmış… Bu soğuk savaş’ taktiği sayılırmış… İlahi liberal jurnalist Yılmaz Özdil. Sıcak savaşın içinde yaşıyor, soğuk diye üşüyordu…”[4]

Bu konuda, daha tutarlı ve tarafsız bir araştırma yapan Rahmetli Dr. Necip Hablemitoğlu 15.09.2012’de şu yazıyı hazırlamıştı:

Alman İstihbaratı ve Kaplancılar

Alman İç İstihbarat Servisi'nin kontrol ve güdümünde Türkiye karşıtı eylemlerini sürdüren PKK, Dev-Sol, TİKKO, gibi terör örgütü ve radikal grupların arasında “Kaplancı”ların mümtaz(!) bir yeri vardır. Alman İstihbarat Servisi, Milli Görüşçüleri, daha ziyade legal görünüşlü faaliyetlerde (kullanmayı düşünüp başaramamış) bir başka ifadeyle, tetikçilik yaptırarak yıpratamamıştır. Bu itibarla, şeriatçı militanlık alanındaki boşluğun doldurulması, “Kaplancı”lara bırakılmıştır. Almanya'daki en radikal islâmi grup olarak bilinen “Kaplancı”ları tanımak için önce müteveffa lideri Cemalettin Kaplan'ın, nam-ı diğer “Kara Ses”in bilinmesi gerekir:

1926'da Erzurum'un İspir ilçesinin Dangis köyünde doğan Cemalettin Kaplan'ın etnik kökeni ile muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Türklükten nefreti sabit olan bu meczup, köy mollalarının (sözde medreselerde) dini eğitim(!) aldıktan sonra nurcularla münasebet tesis etmiştir. Erzurum'da, Kırkıncı Hoca, fetullahçıların lideri Hocaefendi(!) gibi “nurdaş”ları ile aynı eğitimi(!) paylaşan Kaplan, yurdun pek çok yerinde imamlık, vaazlık yaptıktan sonra, Türk Devletinin kendini savunma mekanizmasının işlemeyişinden de yararlanarak (AP ve CHP iktidarları döneminde) oldukça önemli görevlere gelmiştir. Sırayla ilkokul, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitiren ve yaklaşık 40 yaşında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden de mezun olan bu meczup, oğlu tarafından kaleme alınan biyografisine bakıldığında, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “Müfettiş”, “Personel Dairesi Başkanı”, “Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı”, “Adana Müftülüğü” gibi nitelik isteyen işlevsel görevlerde bulunmuştur. 12 Eylül döneminde, Adana'da açmış olduğu illegal medresenin Sıkıyönetim Komutanlığınca fark edilmesinden sonra, re'sen emekliye sevkedilen Cemalettin Kaplan, medresesindeki eğitimi(!) noksan kalan 400'ü aşkın özel seçilmiş İmam-Hatip Lisesi öğrencisinin eğitimini tamamlamak amacıyla Almanya'ya gitmiştir.

Cemalettin Kaplan'ın Almanya'da ilk sığındığı teşkilât, “Milli Görüş Teşkilâtı” olmuştur. Başlangıçta, bu teşkilâtın “Fetva Komisyonu Reisliği”ni yapan Kaplan, ihanet yolundaki yarışta, derin ilmine(!) duyduğu özgüven, megalomani ve de liderlik hırsı ile bu teşkilâttan koparak (ve Erbakan’a savaş açarak) “Avrupa İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliği”nin kurucu başkanlığını üstlenmiştir. 1983'den itibaren Köln'de Ulu Cami adını verdikleri sözde dinsel mekânda -gerçekte örgüt merkezi- kurduğu medresede “Kaplancı” yetiştirmeye başlayan Cemalettin Kaplan, bir süre sonra Alman İç İstihbarat Servisi'nin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Türkiye'den Almanya'ya kaçak yollardan giren ya da turist vizesiyle gelip de geri dönmek istemeyenleri ağına düşüren Cemalettin Kaplan, bu suretle mürit sayısını 3.000'li rakamlara ulaştırmıştır. Alman İç İstihbarat Servisi, söz konusu müritleri “sığınmacı” statüsünde kabul etmiş, ancak çalışma izni vermeyerek tüm mesailerini Kaplan'ın emrine hasretmelerini sağlamıştır. Müritlerini “mücahit” ve “mücahide” olarak tanımlayan Kaplan, bunların askeri disiplin içinde eğitimi (özellikle bomba eğitimi) konusunda mesafe katettikten sonra “Milli Görüş Teşkilâtı” ile tüm organik ilişkisine son vererek, yine Köln'de “Federe İslam Devleti Reisliği”ni ilân etmiştir. Hemen akabinde de “Emir'ül-Mü'minin ve Hilâfet'ül-Müslimin”liğini yani Hilâfet Devleti Reisliğini ve Halifeliğini açıklamıştır. Video ve ses bantları ile tüm Avrupa'ya ve Türkiye'ye ulaşarak mürit sayısını arttırmaya çalışan Cemalettin Kaplan, bir yandan da Türk Devletine karşı savaş ilânını öngören cihat fetvalarını peşpeşe yayınlamıştır. Nurcuların ve fetullahçıların “bölge imamları” esasına kurulu teşkilât yapısını biraz değiştirerek “bölge emirleri” tayin eden meczup, üstüne kendini “Halife” ilân ederek Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerine miras (!) kavgasına girişmiştir.

Alman İç İstihbarat Servisi, “Kaplancı”lar adıyla bilinen bu cahil sürüye, Alman Devletinin kulu ve tetikçisi olmaları bağlamında altyapı desteği vermektedir:

1. Örgüte gayrıresmi yoldan büyük meblağlar akıtılmaktadır. Müritlere ücretsiz televizyon ve video temin edilmektedir. Keza, eğitim (!) kasetleri ücretsiz olarak Avrupa ve Türkiye'ye dağıtılmaktadır.

2. Almanya'da yakalanan şeriatçı söylemli ve kılıklı kaçak Türklere, “sığınmacı” statüsüne geçebilme şartı olarak kaplancıların adresi gösterilmektedir. Böylece, örgütün mürit kaynağı Alman İç İstihbarat Servisi marifetiyle kurumamaktadır.

3. Alman İç İstihbarat Servisi, “kaplancı”lara internet üzerinde bir türlü çökertilemeyen ve sürekli yenilenen bir web sitesi tahsis etmiştir (http://www.hilafet.org). Sitedeki bilgiler, Türkçe, Arapça, Kürtçe, İngilizce, Fransızca, Hollandaca, Farsça dillerinde verilmektedir. Ayrıca, periyodiklerin yanı sıra, geniş kitlelere ulaşılmasına olanak sağlamak üzere bir de Televizyon kurulmuştur. Hakk TV, Fransız “Telecom 2 D” uydusundan kiralanan kanal üzerinden (11598 – 1848 MHz) deneme yayınlarını sürdürmektedir. Şimdilik sadece Pazar günleri müteveffa Cemalettin Kaplan'ın eski video bantları ile “küçük karases” Metin Müftüoğlu'nun Köln Camiindeki vaazları banttan ya da canlı olarak yayınlanmaktadır. Türk Devleti'nin yetkili resmi kurumları, sevindirici bir duyarlılıkla, tıpkı Med-TV'de olduğu gibi, Hakk TV için de diplomatik ve teknik müdahaleye Şubat 1999'un başı itibariyle başlamıştır.

Haydar Baş’cılar, Yavuz Selim’den mi, Şah İsmail’den mi yanaydı?

Vatikan öncülüğünde Osmanlı’ya karşı İran’ı kışkırtmaya yönelik faaliyetler sonucu, Safevi’ler ile Osmanlı arasında bir mezhep çatışması, akabinde de binlerce insanın hayatını kaybettiği savaş yaşanmıştı. Şah İsmail’e, Osmanlı karşısında Batı tarafından destek çıkılmış, Osmanlı’yı kuşatma ve Anadolu’dan çıkarma hesapları tutmamıştı. Bu proje “Batı’nın, ilk etapta İran sonra da Mısır üzerinden Osmanlıyı parçalama ve kuşatma” adımıdır.

O süreçte İpekyolu ve Akdeniz ticaret yollarındaki Osmanlı egemenliği artmış, Avrupa’nın sömürü düzeni için büyük bir tehdit olmaya başlamıştı. Artık giderek güçlenen ve Avrupa topraklarına doğru genişleyen Osmanlı’yı durdurmanın yolları bulunmalıydı. Ağırlıklı olarak Batı’ya doğru genişleyen Osmanlı’yı savaş meydanlarında durduramayan Avrupa, çareyi Doğu’daki işbirlikçisi devletleri kışkırtmakta aramaktaydı. Osmanlı’nın, İran, Suriye, Mısır ve Arap Yarımadası’na sokulmamasıyla birlikte, doğuyla uğraşmak zorunda bırakılacak bir Osmanlı, hem Avrupa’ya yürüyemeyecek hem de sömürü çarkına çomak sokamayacaktı. Teorik olarak üzerinde iyi çalışılmış bir Vatikan stratejisi hazırlanmıştı. 

Safevi’lerin Tahrik ve Tehditleri Artmıştı.

Osmanlı Devleti 1500’lü yılların başında yaşadığı saltanat mücadeleleri sebebiyle hâkimiyetindeki bölgelerdeki otoritesi zayıflamıştı. Bu durumdan istifade eden şah İsmail, Doğu Anadolu bölgesinde yaşayan Türkmenler üzerinde baskı kurmakta; Şii Bâtıni hareketine tabi olan Osmanlı tebaasını bünyesine katmak için fırsat kollamaktaydı. Safevi’lerin uzun bir süre devam eden tahrik ve tehdit dolu hareketleri Osmanlı için büyük bir sorun halini almıştı.

Şahkulu İsyanı

Safevi Saltanat ailesinin bir mensubu olan Hasan Baba, Anadolu’da yaşayan Alevi Türkmenler ile uzun yıllardır irtibatlıydı. Vefatı üzerine yerine oğlu Şahkulu geçmiş, babasının Tekkesinin liderliğini yapmaya başlamıştı. Zamanla itibar gören Şahkulu Baba, nüfuz kazanarak Alevi Türkmenler içerisinde liderlik konumuna çıkmıştı. Şahkulu, Anadolu’da şah İsmail lehine faaliyetler yürütmeye başlamış, gerek kendi tekkesine bağlı olan tebaasını gerekse diğer Alevi Cemaatleri, Safevi Devletine biata davet etmekten sakınmamıştı. Şahkulu Baba’nın başını çektiği Bâtıni isyancıları, Osmanlı idaresini büyük zararlara uğratmış, halka uyguladıkları zulüm, büyük sorunlara yol açmış, nihayet isyan zorla bastırılmıştı. Ancak bu isyan Bâtıni hareketlere cesaret kazandırmıştı. Devam eden yıllarda şah İsmail ve Safevi yanlılarının, Osmanlı aleyhine faaliyetleri artmıştı. Şahkulu İsyanı, bastırılmış olsa da Anadolu’daki bazı gruplar isyana hazırlanmıştı. Çözülememiş bir sorun olarak uzun yıllar kanamıştı.

İran Seferi Hazırlıkları 2 Seneyi Almıştı. 

Saltanat mücadelesinden galip çıkarak 1512’de Osmanlı tahtına oturan Yavuz Sultan Selim, giderek büyüyen ayrılıkçı Bâtınilik hareketine ve Şah İsmail’e karşı büyük taarruzun hazırlıklarını yaptı. 1514 baharına kadar devamlı çalıştı. Tarihe İran Seferi olarak geçen büyük doğu seferine başladı. Bizzat başına geçtiği ordusuyla Mart ayında Edirne’den yola çıkan Sultan Selim Çaldıran Savaşı’nın yaşandığı ovaya yaklaşık 5 ayda ulaşmıştı. 

Yavuz Aramakta, Şah İsmail Kaçmaktaydı! 

Yavuz’un ordusu Safevi Topraklarına girmiş ancak şah İsmail, henüz karşısına çıkmamıştı. Yavuz Sultan Selim, seferini devam ettirmekte, ancak uzun yollar kat eden yorgun ordusu huzursuzlanmaktaydı. Şah İsmail’in karşılarına çıkmayacağını düşünen ordudaki bir grup, geri dönülmesi gerektiğini düşünüyor, ama bunu Padişaha söyleyemiyorlardı. Padişahın itimat ettiği ve sevdiği Karaman Valisi Hemdem Paşa’yı elçi tayin ederek durumu Padişaha ulaştırmışlardı. Yavuz Sultan Selim, bu duruma hiddetlenerek Hemdem Paşa’yı cezalandırıp görevinden uzaklaştırdı.

“Ûlülemre İtaat Edenlerle, Hedeflediğimiz Yere Kadar Gitmekten Geri Durmayacağız!”

Ordu Eleşkirt civarına ulaştığında Yeniçeriler bu kez başkaldırarak “Düşman meydanda yok, bu harap yerlerde ilerlemek askeri beyhude yere telef etmektir.” yazan bir mektubu Padişahın çadırına bırakmıştı. Hatta Padişahın çadırına ok atarak da tehditler yağdırmışlardı.  Yavuz Sultan Selim, bu hadise üzerine atına atlayarak Yeniçerilerin içine dalıp, “Biz henüz kastettiğimiz yere varmadık, düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimali yoktur, hatta bunu düşünmek bile hayaldir. Teessüf olunur ki Şah’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri halde, biz şeriat-ı Ahmediyye’ye muhalif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlara kadar gelmişken, birtakım gayretsizler, bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. Biz, katiyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ûlülemre itaat edenlerle, kastettiğimiz yere kadar gideriz. Kalpleri zayıf olanlar, ehlü ıyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahane edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler. Eğer bahane, ‘düşman gelmedi’ ise, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle beraber gelin ve illâ ben tek başıma da giderim” diye haykırmıştı. Sultan’ın bu tavrı, yeniçerileri uyandırmıştı. Ordu yeniden yola çıkmış, nihayetinde 22 Ağustos günü beklenen haber ulaşmıştı. Şah İsmail’in meydana düştüğü haberi alınmış, ertesi gün iki ordu  Çaldıran Ovası’nda karşı karşıya kalmıştı. 

Çaldıran Ovası’nda 2 Büyük Ordunun Kapışması.

Ordusunun merkezinde yer alan Yavuz Sultan Selim’in, yanında kapıkulu askerleri vardı. Sağ cenahta Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa, sol cenahta ise Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa bulunmaktaydı. Ordunun en önünde ise Azap askerleri konuşlanmıştı. Şah İsmail’in ordusu ise sağ cenahta en büyük kumandanları olan Durmuş Han Şamlu ve Nur Ali, sol cenahta Diyarbakır Beylerbeyi Ustacluoğlu Mehmet Han yer almıştı. Şah İsmail ve muhafızları ordunun en gerisinde ihtiyattaydı. İki tarafın kuvvetleri sayıca eşit sayılır durumdaydı.  80-100 bin kişilik bu denk güçler için galibiyeti strateji ve askeri yetenekler belirlemiş olacaktı. Osmanlı ordusunun en muntazam birliği yeniçerileri, Safevi’lerin ise süvari birlikleri vardı. Yaklaşık 2 bin 500 kilometre yol gelmiş Osmanlı ordusunun piyade birliklerine karşılık, daha hızlı süvarileriyle Safevi’ler stratejik olarak üstün sayılırdı. 

Savaş, müthiş bir şiddetle başlamış, Safevi’ler, Osmanlı’nın sol cenahını bozguna uğratmıştı. Beylerbeyi Hasan Paşa şehit düşmüş, asker arasında bozulmalara yol açmıştı.  Bu zafiyeti Hadım Sinan Paşa’nın hamleleri gidermeye başladı. Zamanında ateşlenen hafif Osmanlı topları Safevi’lerin üstünlüğünü boşa çıkarmıştı. Her iki ordunun da sol cenahları ağır zayiatlara uğramıştı. Yeniçerilerin tüfek atışlarıyla Osmanlı ordusu canlanmıştı. Safevi’lerin sağ cenahı isabetli atışlarla bozguna uğramış, Şah İsmail de kolundan yaralanmıştı. Sonunda Safevi Ordusu, geri çekilmeye mecbur kalmıştı. Şah İsmail’in esir düşmesi söz konusuyken, onun gibi giyinen bir Safevi askeri, “Şah İsmail benim” diyerek Osmanlı askerlerini oyalamıştı. Şah İsmail ise çevresindekiler tarafından oradan kaçırılıp, Tebriz’e taşınmıştı. Safevi Ordusu’nun gün batmadan dağıtmaya muvaffak olan Yavuz Selim, Tebriz’e doğru yola çıkmıştı. Osmanlı Ordusu’nun Tebriz’e yaklaştığını haber alan Şah İsmail, İran içlerine kaçmak zorunda kaldı. Yavuz Sultan Selim, Tebriz’de 8-9 gün kaldıktan sonra, burada yaşayan pek çok sanat erbabı, tüccar ve edebiyatçıyı da İstanbul’a davet ederek seferini zaferle tamamlamıştı.

Avrupa’nın Umutları Başka Bahara Kalmıştı.

Çaldıran Zaferi’yle Erzincan, Bayburt ve Kemah Kaleleri Osmanlı hâkimiyetine katılmıştı. Savaşın tezahürü olarak ortaya çıkan Turnadağ Zaferi de Dulkadiroğulları Beyliği’ne son vermiş, Diyarbakır, Mardin ve Bitlis Osmanlı himayesine alınmıştı. Yavuz Sultan Selim’in bu seferi neticesinde, Anadolu’daki Osmanlı hâkimiyeti tamamen sağlanmış, “Batılı şer Güçler”i yeni bir korku sarmıştı.[5]

Şimdi Haydar Baş’a ve yalaka takımına sormak lazımdı: Kıvırıp kaytarmadan cevap verin bakalım; siz Yavuz Sultan Selim’den mi, yoksa Haçlı Papa’nın işbirlikçisi ve Anadolu’daki Müslüman Türk birliğini ve dirliğini bozma görevlisi sapık ve münafık Şah İsmail’den mi yanasınız? Sultan Selim’in Anadolu birliğini ve Osmanlı Devleti’ni dağılmaktan kurtaran kutlu zaferine mi, yoksa Şah İsmail’in hezimetine mi üzüntü duymaktasınız?

Erbakan karşıtlarının Batı hayranlığı!

Batı, barbarlık ve ahlaksızlık medeniyetinin adıdır. Rusya da Haçlı batının bir parçasıdır. Kapitalizm, Komünizm ve Sosyalizm sistemleri de Batının bayağı değer yargılarının bir yansımasıdır. Erbakan Hoca’nın AB’ye katılımı kurtuluş kapısı sananlara yönelik: “Bu Batı, eski Roma’nın, o da eski Yunan’ın, onlar da eski Mısır’ın ve Firavunluk anlayışının bir devamıdır, bunlar temelde inkârcılığa ve zulümkârlığa dayalıdır!.” uyarıları haklıydı.

İşte bu Batı’nın fikir atalarından Yunanlı Filozof Platon (Eflatun) kendi DEVLET kitabında[6] Yunan Devletinin korunması ve kalkınması için, asker ve polislerin karılarının ve mallarının ortak olması ve müşterek kullanılması, ayrıca, en güçlü ve güzel olanlarının çocuklarının seçilip geleceğe hazırlanması gereğini yazmakta, yani Komünist ve Sosyalist düşüncenin temellerini atmaktadır.

“Öyle ya, bekçiler ve askerler elbette öteki yurttaşlardan daha iyidir, daha önemlidir ve daha önceliklidir. (456.e)

Demek ki, askerlerimizin ve bekçilerimizin kadınları çırılçıplak soyunacak, güzellik değerleri elbiseleri yerine geçmiş olacak onlar da savaş ve barışta devletin bütün bekçilik işlerini erkeklerle paylaşacaklar, başka iş de görmeyecekler. Yalnız cinslerinin zayıflığı göz önünde tutularak, onlara erkeklerden daha kolay işler verilecek. Daha iyiye ulaşmak için, soyunup bedenini çalıştıran kadınlara gülen adama gelince, bu adam dereyi görmeden paçayı sıvamış oluyor, neye güldüğünü, ne yaptığını bilmiyor. Çünkü, her zaman için doğru olan bir şey varsa, o da faydalının güzel, zararlının çirkin olduğudur. (457.b)

Bekçilerimizin kadınları hepsinin arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak. Baba oğlunu, oğul babasını tanımayacak… (457.d)

Üzerinde anlaştığımız ilkelere göre, her iki cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerin değil, en iyilerinin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün cinsi bozulmasın. Bunun için baş vurulacak çareleri yalnız devlet adamları bilmeli, yoksa bekçiler arasında çatışmalar olabilir. (459.e)

Askerler ve bekçiler, karıları ve malları ortak olunca böylece ilk kurallarımıza eklediğimiz yeni kurallar, koruyucularımızın gerçekten koruyucu olmalarını büsbütün sağlayacak. Her biri bir başka şeye değil, her biri aynı şeye “benim” diye sahip çıkacak. Teker teker kazandıkları şeyi biri kendi evine, öbürü kendi evine götürmeye kalkmayacak. Ayrı ayrı kadın ve çocuklarla ayrı ayrı sevinç ve üzüntüleri olmayacak. Çıkarları bir, amaçları bir, duyguları mümkün olduğu kadar bir olacak. Böyle olunca da, devletin parçalanmasına sebep olmayacak.

Öyle ya.

Bedenlerinden başka her şeyleri ortak olunca, mahkemelere düşmeler, birbirlerini suçlandırmalar kalır mı ortada? Para, çocuk, akraba yüzünden doğan bütün kavgalardan kurtulurlar. (464 d-e)”

Bugün BATI hayranlığı, Avrupa, Amerika ve Rusya yandaşlığı ve AB’ye katılım sevdalısı bütün sağcı ve solcu takımının kafa ve karakter yapısı ve Erbakan gıcıklığının hangi temellere dayandığı, böylece daha iyi anlaşılmış olmaktadır. 

“Amerika’nın kurdurduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde, Türk tarihi ve Türk Edebiyatı bile bir İngiliz kitabından üstelik İngilizce olarak okutulmaktaydı. Kepazeliğe bakın. Bunlar düzenledikleri sempozyumla ne yapıyorlar bu üniversitede biliyor musunuz?.. ‘İstanbul’u tekrar nasıl Bizans toprağı yaparız hangi dalavereyle Sultan Ahmet Camii’ni kaldırıp yerine Hipodrum’u kurarız? Bunlar konuşuluyor Boğaziçi Üniversitesi’nde. İşte sonuç ortada… İsmet Paşa 1947’de Amerikalılarla bir anlaşma yaparak, Türk Eğitim sistemini ABD’lilere teslim edip çıkmıştır. Bunun belgesi de vardır. Demişler ki; Milli Eğitim Bakanlığı makamı; dördü Türk, dördü de Amerikalı olmak üzere 8 kişiden oluşacak. Ancak, dört Amerikalıdan biri Amerikan elçisi olup; onun oyu ‘iki’ sayılacak. Vaziyetten anlaşılacağı gibi, Türk eğitim sistemini dünyanın en rezil eğitim sistemi haline soktular.” diyen Oktay Sinanoğlu bu gerçeklere tercümanlık yapmıştır.

Evet asırlardır bütün Batı’nın kafasında, “Endülüs’ü sildik bu topraklarda Türk-Müslüman lafı bırakmayacağız.” düşüncesini fiiliyata geçirmek vardır.

Elbette Amerika ve Avrupa’nın yönetiminde asıl etkili ve tehlikeli olan bir avuç Siyonist takımıdır:

Evet etkili olanlar ABD’nin tepesindeki birkaç milyon insan, İngiliz’in tepesindeki birkaç milyon, Fransa’nın da, Almanya’nın da öyle hatta Rusya’nın bile (başındaki bu Siyonist takımıdır). Bunlar Anadolu’dan Müslüman Türkün tasfiyesi için uğraşıyorlar. Yıllarca Haçlı Seferleri yaptılar bir türlü beceremediler bu işi, sonunda dediler ki biz bu işi içinden halletmeye bakmalıyız. Bunları içinden bozarsak, Türklük ve Müslümanlık şuuru bırakmazsak bunları yozlaştırıp, yolsuzlaştırırsak ve nihayet birbirine düşürüp feleğini şaşırtırsak, dinini tarih şuurunu ortadan kaldırırsak, o zaman bu işi biz rahatça başarırız. Şimdi bu plan yürümektedir Türkiye’de. Ve bu o kadar hızlı ve başarılı yürümüştür ki, bunun neticesinde zaten 2000 yılının başlarında bu işi bitireceğiz diyorlardı.

Bunlar çok zengin olurlar. Amerikan ahalisinin de çoğu cahildir Cahil bırakılmıştır büyük çoğunluğu. Eğitim sistemi ve basın yayınıyla tam kara cahil bir şekilde bırakılmıştır. Bu ahalinin kendisi de garibandır. Onların tepesinde de yiyici birkaç milyon insan vardır. ABD'yi, ABD yapan bunlardır. Kendilerinde olduğu gibi bütün sömürgelerinde de milletinden kopuk bir aydın sınıf oluşturmuşlardır. Türkiye'de de buna benzer bir durum görülüyor. Fakat Türkiye'de ben vaktiyle şuna dikkat ederdim; hani tahsil veya iktisadi olarak sözüm ona alt tabakaya doğru indikçe yani gariban halka, köylüye falan indiğin zaman onlarda daha bir dinginlik ve derinlik görürdüm. Yani bunlarda daha bir kültür vardı, çünkü biz Asyalıyız. Ve bizim binlerce senelik bir kültürümüz var. Bu kültür hâlâ oralarda yaşıyor. Gerçi bu güzel tabakayı da bugünlerde bozuyorlar ya; en büyük tehlike de buradadır. Fakat Amerika'ya gittiğim zaman gördüğüm şu ki; üst tabaka çok keskindir, mesela bilgilidir, çalışkandır, zekidir orada da aşağıya doğru indikçe gittikçe barbarlaşır, yabanileşir. Bütün Avrupa memleketlerinde de böyledir. Neden çünkü bunların kültürü birkaç yüz seneliktir. İşte bunlar barbar kavimlerin elektronik cihazları yapmayı öğrenmiş -onu da devşirdikleri insanlar sayesinde yapmış- insanlardır. Fizik, kimya, cebir bizden geçmedir Batı'ya. Batı'ya bilimi, felsefeyi, insanlığı öğreten Osmanlı'nın 1600'lere kadar olan döneminde Müslüman Türk milletidir. İşte bunlar bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç oluşturmak için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başladılar.Bu işe özellikle 1700 başlarında soyunmuşlar. Fiziki olarak bunlarla başa çıkmamız mümkün değil demişler. Onun için biz olsa olsa bunları içinden yıkabiliriz demişler.

Bir kere şunu iyi belirlemek lazım… Türkiye'nin AB’den umduğu ne? Belirsiz!.. Evet belirsiz… Türkiye’nin politikasına yön veren insanların “derin bir cehalet”, hatta“hıyanet”, içerisinde olduklarını söyleyebilirim. Bunu açıklıkla belirtmekteyim… Dış mihraklarda ve “örtülü gövdeye” göre yön çizen medya organları vasıtasıyla Türkiye politikaları belirleniyor. Türkiye ne umuyor Avrupa Birliğinden?.. Eğer umduğu bir şey varsa, Türkiye siyasetine yön veren (sağcı ve solcu) insanların yazılarından, beyanatlarından, dış ve iç irtibatlarından bunu anlamamız, görmemiz lazım. Hayır!.. Niye hayır, Türkiye'nin en cahil insanları siyaset haremine dolmuş da ondan. Adeta küçük çocukların “lelepop” sevdası gibi “Avrupa Birliğine girersek bize para akacak, Türkiye’de refah toplumu olacak” şeklinde kalıbı çıkarılmış cümlelerin dışında ortada bir şey bulunmamaktadır. Tabii Avrupalılar aptal ya, çalışıp Türklere yedirecekleri sanılmaktadır.

Bu arada “Küreselleşme” sevdası ve safsatası milli devletleri ciddi manada tehdit etmeye başlamıştır. Çünkü küreselleşme, Siyonizm’in “sınırsız bir dünya” ve “bir tek dünya” devleti tasarımının alt yapısıdır. Malezya Başbakanı Mahathir Muhammed’in bir konuşmasında söylemiş olduğu çok dikkat çekici bir cümle vardır: “Küreselleşme, bize sınırsız bir dünya vaat etmektedir, aslında bu üstü kapalı çok ciddi bir tehlikedir. Eğer benim vatanımın sınırları olmayacaksa haliyle bu benim ülkem de olmayacak demektir.”ifadeleri çok ciddi bir itiraftır.

 

Ufuk EFE

Bilişim Uzmanı – Kara Harp Okulu Mezunu

 


[1] 15 Temmuz 2017 – Yeni mesaj

[2] 23 07 2017 / Achtung / Sözcü Gazetesi

[3] Kaynak: http://www.yenisafak.com/yazarlar/tamerkorkmaz/derin-kaz

[4] 24 Temmuz 2017 / Veysi Sarısözen / Yeni Özgür Politika

[5] Milli Gazete / 01 08 2017 – SH. 17

[6] (Çeviri: Sabahattin Eyuboğlu ve M. Ali Cimcoz Remzi Kitabevi 6. basım 1988 Sh. 145-148 ve 153)



















BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi