HAYAT; SERAB, HAKİKAT, RAB!…
Her türlü küfür ve kötülüklerin şu üç günahtan doğduğunu görüyoruz. “3H” olarak hatırda tutacağımız bu anaç günahlar;
1. Hakaret (Hakir görmek)
2. Hırs (Aşırı istek)
3. Haset (kıskançlık ve çekememek)tir.
Hakaret; kendisini üstün ve önemli, karşısındakini ise basit ve değersiz zannetmek… Başkalarını hor ve hakir görmek; nefsanî bir gururla, büyüklenip, rakip gördüklerini küçümsemektir. Azazil’i İblis yapan bu düşüncedir. Bu günahı ilk defa şeytan işlemiştir.
Hırs; doyumsuz arzular, aşırı tutkular ve nefsanî duygular demektir. Aklı örten, vicdanı körleten, gaflete ve şehvete sürükleyen düşüncelerdir. Hz. Âdem’i ve Havva validemizi sonunda pişman ve perişan olacakları duruma düşüren işte bu hırs ve hevestir.
Haset; insanlara verilen nimet ve faziletleri onlara reva görmemek… Özellikle yakınlarının ve tanıdıklarının maddi ve manevi hoşluklarını ve huzurlarını kıskanıp çekememek… ve bir bakıma Allah’ın takdir ve taksimini beğenmemektir.
Bu kötülüğü ilk işleyen Hz. Âdem’in oğlu Kabil’dir ki, haset yüzünden kardeşi Habil’i öldürmekten çekinmemiştir.
Hakaret’in sebebi kibir ve enaniyet; acı meyvesi ise hile ve hıyanettir.
Hırs’ın sebebi gaflet, neticesi ise; hasaret ve mahrumiyet’tir.
Haset’in sebebi vicdan kirliliği ve iman zafiyeti; neticesi de cinayet ve müsrifliktir, yani fitne ve fesada yönelmektir.
Kibir ve hareket’in ilacı: Vahdet (birlik)
Hırs ve Heves’in ilacı: Kanaat
Haset ve fesatlığın ilacı: Uhuvvet (kardeşlik)tir
Her zerrenin ve herkesin Allah’tan gelip, Allah’a döneceğini… Canlı cansız, her şeyde Yüce yaratıcının tecelli ve tezahür ettiğini… Kendisini müminlerin; müminleri cemiyetin; cemiyeti ise âlemlerin bir parçası olduğunu ve hepsinin de Rabbimizin eseri ve nefhesi olarak meydana geldiğini bilen ve “kesret içindeki vahdeti” (görüntü çokluk içindeki gerçek birliği) gören bir insan; yaratılış sırrına ve iman huzuruna ermiş demektir.
Elbette küfre, kötülüğe ve nankörlüğe tepki göstermek ve bunları terbiye etmek te, bir kulluk görevimiz ve olgunluk gereğimizdir. Ama bu uyarma ve önlem alma görevimizi yaparken; toplumdaki fasıkları ve teşkilattaki münafıkları tanıtırken bile: Kendi vücudumuzdaki kanser urlarını ve kangren çıbanlarını kurutmaya çalışır gibi hareket etmelidir.
Çünkü: “bebe”lerin “gebe”lere “gebe”lerin ise “ebe”lere ihtiyacı olduğu da asla unutulmaması gereken bir gerçektir.
Akılları ve ahlakları farklıda olsa, bakış açıları ve yaşam tarzları uymasa da; bebelerin, gebelerin ve ebelerin biri birine katlanmak zorunda olduklarını kim inkâr edebilir?
“Müslümanlar tek bir vücut gibidir. Her insan, aynı bedenin ayrı bir organı yerindedir.”
“İnsanlar, ya dinde kardeşimiz ya yaratılışta eşimizdir. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşit (haklara sahip)tir.” Mealindeki hadislerin hikmet ve hedefini iyi düşünmelidir.
Hiçbir şekilde ve hiçbir bahane ile: “başkasından bize ne… neme lazım.” Denilmeyecek, bunun yerine:
“6 milyarın hepsi bize lazım” şeklinde düşünülecek ve bu sorumlulukta hareket edilecektir.
Ve zaten: milli şuur, insani onur ve vicdani huzur da bu değil midir?
Ayşe Işık Gül hanımın bir hikmet meyvesi ve rahmet eseri olan R.A.B. romanının sonunda dile getirdiği gibi: (Karakutu Yay. 1. Baskı İst. 2006)
Her şey ve herkes bir ayna yerindedir. Ve insan o aynalarda kendisinin farklı yönlerini seyretmektedir!…
Evet:
“Bizim o kadar çok versiyonumuz var ki, baktığımız her yerde, her şeyde ve herkes de kendimizi görüyoruz…
Biz aslında başkasını değil, kendimizi arıyoruz. Kendimizi bulduğumuz ve bildiğimiz kadar da Rabbimize ulaşıyoruz…
İnandığımız, inanmadığımız; sevdiğimiz, sevmediğimiz; sadece kendimiziz…
Savaştığımız, barıştığımız; özlediğimiz, beklediğimiz hep kendimiz ve öz benliğimiz…
Kendimizi kendimize tanıtmak ve kanıtlamak en büyük derdimiz…
Bizim geldiğimiz yer, gittiğimiz yer; çıktığımız yer, vardığımız yer; hep kendimiz.
Kınayıp eleştirdiğimiz, kıskanıp esirgediğimiz; İhsanlarda bulunduğumuz, hayran olduğumuz; kin tutup nefret duyduğumuz; alkışladığımız, taşladığımız; onayladığımız, karşı çıktığımız, hepsi, evet hepsi kendimiz.
Attığımız her adımda ve aldığımız her tavırda; kendimize ve özümüze biraz daha yaklaşıyoruz.
Amacımız; tayin ve takdir edilen en ileri durumumuza, makamı maksudumuza ulaşmak… Bir gün Onun çehresinde kendi çehremizi, “Rahman suretinde yaratılan suretimizi” seyre koyulmak!…”
“Biz Allah’a aitiz ve şüphesiz ona dönücüleriz”[1] ayetinin kutsi hikmetine ve gizemli hedefine kavuşmak…
Başkalarında görüp iğrendiklerimiz, kendi gizli çirkinliklerimiz; onlarda fark edip beğendiklerimiz kendi güzelliklerimiz ve olumlu özelliklerimizdir.
Başkaları bizim aynamız gibidir. Aynadaki yüzümüzde gördüğümüz kirler, çiğlikler ve çirkinlikler nedeniyle, aynalara kızmak ve onları kırmaya kalkışmak yerine, kendi nefsimizi ve özbenliğimizi düzeltmeye çalışmak; daha akıllı ve yararlı bir girişimdir.
Hz. Ali efendimizin:
“İyiliğim de, kötülüğümde sadece kendimedir. Kime kötülük ettimse, kendime ettim, kime iyilik ettimse, yine kendime ettim. Kim bana kötülük etti, o bendim… kim bana iyilik etti, o da bendim.” Sözleri, hikmet ve hakikatin ta kendisidir…
Mutlak hakikat “tek”ti ve vuslat o gerçeğe erişmekti. Yani damlaların deryaya karışıp birleşmesiydi. Bütün Hak dinler bu hakikatin öğretileri, bütün diller bu hikmetin ifadeleriydi. İnsanlardan cinlere, madenlerden meleklere, hayvanlardan hava’ya ve göklere; görünen ve görünmeyen her şey, aynı enerji nurunun farklı boyutlardaki görüntüleriydi. Ve ayette buyrulduğu gibi:
“Göklerin ve yerin nuru Allah’u Taala Hazretleriydi.”
Hayırlar da şerler de; sevinçler de, kederler de hep aynı kaynağın eseriydi. Allah: eşi, benzeri, dengi, veziri ve neziri olmayan “Ehad-Birtek”ti.
Onun dışında her şeyin eşiti, karşıtı, ortağı ve benzeri vardı, olabilirdi.
Örneğin bir insanın aynadaki görüntüsü, kendisinin aynısı değildi, ama gayrisi da değildi… Aynadaki görüntü -1, kendi bedeni +1, bunların toplam değeri ise; O(sıfır) ederdi!?.
Bir insanın herhangi bir uzvu, o insana aitti, ama o insan demek değildi. Bunun gibi, her şey ve herkes Allah’ın eseriydi, O’nun tecellisiydi, ama haşa, bunlara Allah denemezdi…
Bu gerçeği kavrayan; nefsanî ve şeytani duyguların esaretinden kurtulup kendi kendisini yönetmeyi başaran, başkalarını da yönlendirebilirdi. Yani lider konumuna yükselirdi. Gerçek ve örnek lider; Hz. Muhammed’di (sav). O, bütün varlığın ve insanlığın; hem çekirdeği, hem meyvesi, hem lideriydi…
Öz ruh, öz akıl ve öz hayat, Hz. Muhammed Aleyhisselam olduğuna göre, her insanın fıtratında O’nun bir hissesi ve eseri var demekti.
“Dünya bir podyum, hayat ise bir defileydi. Allah tarafından yaratılmış bütün kavramlar; önce bitkiler, sonra hayvanlar, en sonra da insanlar tarafından somut biçimde belirtilmeyi ve sergilenmeyi sabırsızlıkla beklemekteydi. Podyuma çıkarılıp seyircilerce izlenecek olan o kavramlardan bazıları kabul görürken, bazıları görmeyecekti. Fakat o kavramların hiçbirinin soyut özleriyle çıplak olarak görülüp anlaşılması mümkün olmadığından, temelde aşkın “acı ve haz” adlı iki zıt yüzünden türetilmiş olan: merhamet-hiddet, emniyet-ihanet, izzet-acziyet, mülkiyet-fakru zaruret vb. kavramların kendilerini göstermeleri için; önce çeşitli elbiselere bürünmeleri gerekliydi. İnsan ister davet etsin, ister etmesin farklı giysilere bürünüp kapısına gelen o kavramlarla muhakkak yüzleşecekti. O elbiselerin içinde neler yoktu ki; hırsız, polis, fahişe, rahibe, anne, baba, öğretmen, öğrenci, doktor, hasta, işçi, patron, dost, düşman… Allah, yarattığı bütün bu elbiselerin bir insanın önce ruhu sonra bedeni aracılığıyla tanıtılmasını murad etmişti. Bireysel ruhlar birer mankendi. Yazgı, dünyaya gönderilen bütün bireysel ruhlara çeşitli kostümler biçmişti. Her renk bir ismi, her desen bir duyguyu, her modelse bir fikri canlandırmakla görevliydi.
Büründükleri her etiket, üzerlerine geçirdikleri her duygusal elbise, gözlerine inen yeni bir perde demekti. Beden gözü ile görülemeyen, yalnız gönül gözü ile fark edilebilen bu peçeler, beden gözlerinin gerçeği apaçık görebilmelerine olanak vermiyordu. O peçeleri sıyırıp atmaları için, arzulardan ve dolayısıyla da acılardan kurtulmaları gerekiyordu. Çünkü tüm acılar arzulardan, tüm arzularsa beklentilerden kaynaklanıyordu. Yani en güçlü, en iyi, en zengin, en güzel, en saygın olma beklentisinden… Daha da derine inildiğinde, en büyük olma beklentisinin altında yatan ana nedene ulaşılıyordu: Hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç bulunmamak, ihtiyaçsız olmak, kendi kendine yeter konuma ulaşmak, kısacası Tanrı olmak!?. Yani veren olmak, alan olmamak. İşte maddi ve bedenli olarak ulaşılması olanaksız olan bu ütopya, yaratan ile yaratılan arasındaki en kalın, yırtılması en zor perdeyi oluşturuyordu. İnsan psikolojisinin en derin katmanlarında yer alan bu cüretli eğilim, zavallı insanın bilgisizliğinden, Rabbini layığınca tanıyamamış olmasından ileri geliyordu. Çünkü O’nun ortağı yoktu ve hiçbir zaman olmayacaktı. Tanrılık iddiasına kalkışmak, ikinci bir yaratandan söz etmek olurdu ki bu en büyük suçtu.
Dünya podyumundaki hayat defilesi muhteşemdi. Sefaleti sergileyen, azgınlığı ve aşırılığı sembolize eden, cesareti, kanaati, şefkati, sabrı vb. temsil eden kostümler, kader yazgısı tarafından manken ruhların üstlerine giydirilip çağlar boyunca art arda podyuma çıkarılıyordu. O elbiselerin yarısı ateşten, yarısı nurdan yapılmıştı; ancak bunun önemi yoktu. Çünkü giysiler, bir insanın yüklendiği misyonu, yani gerçeği bulma oyununa canlandıracağı rolüydü. Rollere takılıp kalanlardan bazıları kendilerini çok yüce görüp aldanarak, bazıları çok aşağılık sanarak, özünde bir ve eşit olduklarını hatırlayamayacaklardı.
Çünkü kendilerini özel ve ayrıcalıklı hisseden o kişiler; bulundukları konuma, imtihan eseri ve görev gereği geldiklerini unutmuşlardı. Toplumu oluşturan bireysel ruhlar, hem bir bedene benzeyen toplumun yaşayabilmesi, sürekliliğinin sağlanabilmesi için, hem de gerçeği arayanlara ışık tutabilmesi için o elbiseleri taşıyorlardı. Ama ikilikten ayrılamayan birliği asla anlayamazdı.
Toplum, sanki bir tek bedendi. İnsanlarsa o bedenin hücreleriydi. Kimi insan beyin, kimi mide, kimi el, kimi ayak, kimi de göz, kulak hücresi gibiydi. İnsanın kişiliğini oluşturan iyi kötü bütün kavramlar, sadece ruhunda değil, bedeninde de çeşitli doku, organ ve yapı taşları olarak yerlerini almışlardı. Örneğin gülmek bir duyguydu ve bedende hormon olarak yer almıştı. Bedenin çeşitli yerlerinde, ruhundaki negatif kavramlara benzeyen asitler ve türlü mikroplar vardı ve onlar bile, bedene gerekliydi. Toplumda da, iyisiyle kötüsüyle her çeşit insanın olması takdir edilmişti. İnsanların toplum içindeki görevlerinin ayrı olması, değerlerini ayrı olduğunu göstermezdi.[2] Çünkü asıl değerleri: inançla, ahlakla ve insanlığa sağladıkları yararlarla belirlenecekti.
“Gerçekte sadece “O” vardı, başkası denilenler sadece hayaldi. Kendini başkalarından ayrı sananlar ve herkesin, Mutlak Birin farklı tezahür ve tecellileri olduğunu kavrayamayanlar için bu dünya adaletsiz gelebilirdi. Fakat Allah’ın en önemli özelliklerinden birisi Adil olması değil miydi? Bu özelliğinin yansıması olarak, herkese eşit güzellikte bir kalp vermişti. Farklı yaşam biçimlerini deneyimleyen sahneliyen kimseler hep aynı hakikatin farklı suretlerdeki görüntüleriydi. Bir kesim zenginliği deneyimlerken, bir kesim de yoksulluğu deneyimliyordu. Ama her şey gerçekte olduğundan farklı algılanıyordu. Zengin rolünü canlandıran kişiler daha şanslı gibi görünse de, aslında gerçeği daha çabuk ve daha kolay kavramada yoksul rolünü canlandıran kişiler daha şanslıydı. Çünkü acı çekmeden, zoru yüklenmeden ve aciz duruma düşmeden hiçkimse kulluğunu kavrayamıyordu. Evrenin her yerinde en ilkelinden en gelişmişine kadar çeşitli yaşam formları bulunduğu gibi kıyamete kadar dünyanın her yerinde en aşağısından en yukarısına kadar her türlü kişilik bulunacaktı. Eğer herkes aynı telden çalsaydı, melodi ortaya nasıl çıkacak, gerçek nasıl anlaşılacaktı? Gerçek, farklı seslerin uyumunda saklıydı. Herkes aynı kalıptan çıkmış gibi, aynı şekilde düşünseydi hayatın hiçbir anlamı olmazdı. Hayatın tadı ve tuzu bu farklılıklardı. Olgunlaşmanın ve huzura ulaşmanın sırrı herkesin birbirinin sesine kulak vermesinde, sabırla dinlemeyi ve saygı göstermeyi öğrenmesinde aranmalıydı. Farklı ifadeler, aynı gerçeğin tanımlarıydı.”
Allah, en güzel isimlerin sahibiydi ve mükemmel olan bir tek O’ydu. Bu yüzden O’ndan daha çok övgüye, hayranlığa, sevgiye, saygıya değer hiçbir şey yoktu. Bu şaşmaz gerçeğin, yaratacağı şuurlu bir varlık tarafından takdir ve tasdik edilmesini istiyor, kendisini gereğince tanıyıp, layığınca sevebilecek bir kul yaratmayı diliyordu. Öyle bir kul ki: “Gönlünde bütün her şeyi taşıdığı halde hiçbir ağırlık hissetmesin, karşılaştığı tüm zorluklara karşın, yine de Rabbine hiçbir zaman isyan etmesin, O’ndan ayrı olsa bile daima O’nunla beraber olsun ve nereye giderse gitsin O’nu hiç unutmasın, daima ansın ve O’nunla arasına hiçbir şeyin girmesine izin vermesin.” Murat buyrulmuştu. İnsan denen gizemli varlığın yaratılış gayesi işte buydu. Oysa Rabbini daima ansın diye yaratılan insan, maalesef çok nankör oluyordu. İhtiyaç duyduğu her şeyi hatırlayıp peşinden koşuyor ama, Rabbini layıkınca anmayı ve aramayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.
İnsanın; hem dört bir yanı aynalarla kaplıydı, hem bizzat kendisi bir aynaydı, fakat aynaya dikkatli bakmayı ve yazılı duran gerçeği okumayı çoğu zaman başaramıyordu. Üstelik aradığını bulmak için gerekli her türlü donanıma sahip bulunuyordu. Her varlık gerçeği yansıtan bir aynaydı ve her biri kendi içinde nice sırları taşıyordu. Her şey biricikti, fakat mikrodan makroya kadar her şey aynı sırrı saklıyordu. Her 1 varlık, 2 farklı yüze sahipti, 3 ana katmandan oluşuyor ve 4 asal dönem geçiriyordu. Her 1 varlık, 5 ayrı duyarga içeriyor, 6 değişik yönde duruyor ve kendi içinde 7 derece anlam taşıyordu. Her 1 varlığın 8 çeşit yeteneği, 9 temel içgüdüsü ve sayısız eseri vardı. Âlemlerin Rabbi olan ALLAH, tüm yarattıklarını işte bu şekilde sayıların sırrı ile bürümüştü. Ancak “1” sayısının ifade ettiği mana sadece ALLAH’A aitti. Yaratanı yaratılanlardan ayıran fark bu idi. Her sayının bir anlamı ve görevi vardı. Çünkü hiçbir şey boş yere yaratılmamıştı. Gerçeğe işaret eden bütün her şey gibi, tüm sayılar da önceden tasarlanmış içleri dolu simgelerdi.”
Kâinat bir kitap, dünya bir bölüm, hayat bir sayfa, acı-tatlı olaylar bir paragraf, yıllar bir satır, günler bir kelime, anlar bir harf… gibiydi. Kuran’ın hitabını dürbün yaparak Allah’ın kâinat kitabını okuyabilenler, mutlu ve kutlu kişilerdi.
Kelebek böceği misali, nefis zarını deşip hikmet semasına kanat çırpanlar, sonunda hakikat sarayına erişeceklerdi.
Bu maneviyat yolculuğunda ise, insana önder ve örnek olacak mürşidi kamiller mutlaka gerekliydi.
Ve hele ahir zamanda; kâinatın hem sebebi hem çekirdeği, hem meyvesi, hem peygamberi olan Hz. Muhammed Aleyhisselamın en son ve en kâmil vekili ve varisi olan Hz. Mehdinin rehberliği olmadan, hakikati bilmek ve bulmak Deccalizmin ve Siyonizmin kıskacından kurtulmak mümkün değildi.
[1] Bakara: 156
[2] Bkz: Sf: 219-223
http://www.millicozum.com/mc/agustos-2014/hayat-serab-hakikat-ra