Anasayfa » Gizli Ayasofya Müsamahası, Türkiye’ye Yönelik Yeni Bir: HAÇLI NATO SALDIRISINA BAHANE YAPILMA HESAPLI MIYDI? !!

Gizli Ayasofya Müsamahası, Türkiye’ye Yönelik Yeni Bir: HAÇLI NATO SALDIRISINA BAHANE YAPILMA HESAPLI MIYDI? !!

Yazar: yonetici
0 Yorum 450 Görüntüleyen

Gizli Ayasofya Müsamahası, Türkiye’ye Yönelik Yeni Bir:

HAÇLI NATO SALDIRISINA BAHANE YAPILMA HESAPLI MIYDI?

      

Ayasofya’nın Müzeden Camiye çevrilmesi öncesi süreçte, Avrupa, Amerika ve Rusya ile yapılan özel ve gizli görüşmelerde; “Bu girişimin Türkiye’nin bir iç meselesi sayılacağı hususunda toleranslı ve Erdoğan’a cesaret kazandırıcı bir tavır takınıldığı” konusunda bazı duyumlar paylaşılmış ve yorumlar yapılmıştı. Ama Ayasofya’nın açılışının hemen ardından çok sert açıklamalar ve düşmanca yaklaşımlar yoğunlaşmış ve kinlerini kusmaya ve kışkırtmaya başlamışlardı. Acaba bu gizli mahfillerde Ayasofya’nın yeniden açılmasıyla ilgili, “Hristiyan Batı’nın ve Rusya’nın önce tolerans gösterip Sn. Erdoğan’ı cesaretlendirmeleri, yoksa Türkiye’ye yönelik yeni bir Haçlı-NATO saldırısına gerekçe oluşturmak amacı mı taşımaktaydı?” soruları ve kuşkuları üzerinde durmak ve gerekli tedbirleri almak lazımdı. Bunu doğrudan NATO adına olmasa da Yunanistan’ı kışkırtarak yaparlardı. Elbette Yunanistan kendi başına Türkiye’ye saldırmaya kalkışamazdı; ama 1. Dünya Savaşı sonunda olduğu gibi, Haçlı Batı’nın arka çıkması ve kışkırtmasıyla üzerimize saldırtırlardı.

İşte bakınız ABD, sınırımızın hemen dibinde deniz ve hava üssü kurmuşlardı!

18 adamızı işgal eden Yunanistan, şimdi de askersiz olması gereken Dedeağaç'ta ABD'ye üs bağışlamıştı! ABD, buradan Bulgaristan ve Romanya'daki üsleri arasında bağlantı sağlayıp boğazları baypas etmiş olacaktı. Maalesef Türkiye, Ayasofya ve Kanal İstanbul tartışmaları ile oyalanırken, ABD ve Yunanistan, boğazları devre dışı bırakacak ve güvenliğimize ciddi tehdit oluşturacak bir projeye imza atmışlardı. Lozan Barış Anlaşması'na göre, asker bulunmaması gereken, Türkiye sınırı yakınlarındaki Dedeağaç bölgesinde Amerikan deniz ve hava üssü açılmıştı. 21 Temmuz 2020’de ABD’nin Dedeağaç'a 101. ABD Hava İndirme Tümeni'ne ait Skorsky helikopterler ile askeri araçlar ve mühimmat indirdiği ortaya çıkmıştı. Üs, ertesi gün ise Türkiye’ye gözdağı verircesine görkemli bir resmi törenle açılmıştı. Bu törene, Yunan Savunma Bakanı Nikolaos Panagiotopoulos, ABD'nin Atina Büyükelçisi Goeffrey Pyatt ve Dedeağaç'ta konuşlu Yunan 12. Mekanize Piyade Tümeni'nin Komutanı katılmıştı. Üsse getirilen helikopterlerin bazısı birkaç gün sonra Romanya'daki eğitim alanına uçmuşlardı. Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, gelişmeyi “Yunanistan ve ABD, Lozan Antlaşması'nı ve uluslararası hukuku ihlal ediyor” şeklinde yorumlamıştı. (Dünya Gazetesi – 28 Temmuz 2020)

Bu sinsi gelişmelerin arkasından Yunanistan’dan flaş Ayasofya açıklaması, kafa karıştırıcıydı!

Türkiye'de tartışmanın ortasında kalan Ayasofya'nın akıbeti ile ilgili Yunanistan'dan küstahça bir açıklama yapılmıştı. Yunanistan Hükümet Sözcüsü Stelios Petsas, “Ayasofya bir dünya tarihi mirası. Türkiye'yi Hristiyan alemi ile Türkiye arasında dev bir duygusal uçurum oluşturmaktan kaçınma konusunda uyarıyoruz” demekten sakınmamıştı.

Yunanistan Hükümet Sözcüsü Stelios Petsas bir basın toplantısı düzenleyerek; “Ayasofya bir dünya miras anıtıdır… ABD Dışişleri Bakanlığı da dahil olmak üzere birçok ülke Türkiye’yi, dünyadaki Hristiyanlarla Türkiye arasındaki devasa duygusal uçurum yaratmama konusunda adımlar atması konusunda uyarmıştır” açıklamasını yapmıştı. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise, “Türkiye’nin Ayasofya’yı bir müze olarak bırakması gerektiği” konusunda uyarmıştı.

“Bizans ikinci kez çöktü!” kışkırtması!

Yunan tarihçi Helene Ahrweiler, Fethin Şanlı Sembolü Ayasofya'nın özüne dönmesiyle ilgili olarak yaptığı açıklamada, Bizans İmparatorluğu'nun ikinci kez çöktüğünü vurgulamıştı.

Türkiye'nin Ayasofya'yı yıllar sonra ibadete açması, dünyada büyük yankı uyandırmıştı. Karardan en çok rahatsız olan ülkelerin başında Yunanistan vardı. Ülkede Ayasofya kararına karşı her kesimden tepki yağmıştı. Yunan hükümetinin ise Türkiye'ye yaptırım uygulanması için arayışlara girdiği ortaya çıkmıştı. Ayasofya'nın ibadete açılmasıyla ilgili konuşan Yunan ve Bizans tarihçisi Helene Ahrweiler, Ayasofya’nın statüsünün değiştirilme kararıyla ilgili olarak “tarihin tekerrür ettiğini” hatırlatıp, Ayasofya kararını “Bizans İmparatorluğu’nun ikinci kez çöküşü” olarak yorumlamıştı.

Bu arada ABD, Güney Kıbrıs’ı NATO üyeliğine hazırlamaktaydı!

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni destek programına almasıyla; “Amerika’nın, Güney Kıbrıs’ı NATO üyeliğine hazırladığı” ortaya çıkmıştı. AB üyeliğinin yanında bir de NATO üyesi olacak bir GKRY, Türkiye’nin Akdeniz’deki bütün hareket alanını daraltacak ve bölgesel ilişkilerini derinden sarsacaktı.

Erdoğan’ın Vefasızlığı!

Kıbrıs Harekâtı’nın 46. yıldönümünde AKP iktidarı böylesine tarihi bir zaferin kutlu mimarı Erbakan Hocayı ağızlarına bile almamışlardı. Oysa bugün Doğu Akdeniz’deki haklarımıza sahip çıkmamız Erbakan sayesinde başarılmıştı.

Türkiye, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz havzasında emperyalist ve Haçlı-Siyonist bir ittifaka karşı mücadele verirken, bu mücadelenin başlangıç noktası olan Kıbrıs Barış Harekâtı’nın Ankara’nın gündeminde dahi olmaması, vefasızlığın daniskasıydı! Bugün “Mavi Vatan” diye tanımlanan bir olgudan bahsediyorsak, bunu hiç kuşku yok Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın vermiş olduğu tarihi emirle yapılan Kıbrıs Barış Harekâtı’na borçlu olduğumuzu unutmuş olamazlardı. 46 yıl önce yapılan ve necip milletimize 200 yıl sonra toprak kazandıran zaferde Erbakan’ın büyük payı vardı. Ama Erdoğan ve yandaşları, Erbakan Hocamızı rahmet ve minnetle anmaktan bile sakınmışlardı.

Oysa daha önce Ada’da yıllarca Müslüman kanı döken Rumlara karşı birçok kez müdahale edilmek istenmiş, fakat dönemin İnönü ve Demirel hükümetleri Batı’nın bastırmasıyla maalesef harekâtı başlatamamışlardı. Tarih 1974’ü gösterdiğinde garantör ülke olan Türkiye adına İngiltere’ye, Kıbrıs konusunu görüşmek için dönemin Başbakanı Bülent Ecevit uğurlanmıştı. Hemen arkasından Başbakanlığa vekâlet eden Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Milli Güvenlik Kurulu’nu acil gündem koduyla toplayarak, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’a gemilerin yola çıkması için o tarihi harekât emrini vermiş olan kahramandı.

Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’in önemi bir kez daha anlaşılmaktaydı.

Kıbrıs, Türkiye için stratejik bir ada olmasının yanında manevi bir önemi de haiz bulunmaktaydı. Özellikle Doğu Akdeniz’de zengin doğalgaz yataklarının bulunması Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’in önemini daha da arttırmıştı.

Bölgede Rumlarla birlikte Amerika Birleşik Devletleri, AB, İsrail, Mısır ve Fransa’nın da içinde bulunduğu ittifak bir oldubittiyle Türkiye’nin ve KKTC’nin bölgedeki hakkını gasp etmek istiyorlardı. Türkiye, kendi ve KKTC’nin bölgedeki haklarını her yönden korumak ve kollamak zorundaydı. Bunun en büyük göstergesi de Kıbrıs Barış Harekâtı’nı unutmamaktı.

Hâlâ AB ve NATO’ya güvenmek saflıktan öte bir sapkınlıktı!

Haziran 2020 sonu Türkiye’ye uğrayan Macaristan Dışişleri Bakanı, Mevlüt Çavuşoğlu’yla görüşmelerinden sonra, birlikte yaptıkları basın açıklaması sırasında: “AB yetkilileriyle buluştuğumuzda özel odalarda bize: Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne asla almayacağız; ama bu yönde onları umutlandırıp-oyalayıp istediklerimizi yaptıracağız!..” diyorlar, ama dışarıda resmi ortamlarda alacaklarmış gibi davranıyorlar!..” ifadelerini kullanmıştı ve CNN Türk, hemen bu yayını kesip başka haberlere geçiş yapmıştı.

Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırtılması da Türkiye’yi zora sokma ve sıkıştırma amaçlıydı!..

Çünkü Ermenistan’ın tek başına bunu göze alması imkânsızdı. Arkasında Amerika, Fransa ve özellikle Rusya vardı. Yani Haçlı Batı, Türkiye’nin Akdeniz’in doğusunda ve Libya’daki ataklarına karşı tepkilerini, Ermenistan’ı Azerbaycan’a saldırtarak gösteriyorlardı. Bu suretle zaten Suriye, Irak, Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Libya’da uğraşmak zorunda bırakılan Türkiye’ye yeni bir cephe daha açmış olacaklardı. Böylece denizlerimiz dahil bütün sınırlarımızdaki sorunlarla boğuşarak, askeri müdahale ve mücadeleye mecbur kalacaktık.

Azeri-Ermeni çatışmalarının perde arkası

Ermenistan ile Azerbaycan’ı savaşa sürükleyen krizin kökeninde Karabağ sorunu bulunsa da asıl kışkırtan başka odaklardı. Azerbaycan'a ait özerk bir Cumhuriyet olan Karabağ'da yaşayan Ermeniler, Sovyetler Birliği'nin son döneminde isyan bayrağı açarak tek yanlı bağımsızlık kararı almıştı. Bunun üzerine çıkan savaşta perde arkasında Sovyet ordusu tarafından desteklenen Ermeniler, Karabağ'ın tamamını ele geçirmekle kalmamış, çevresindeki Azeri topraklarını da işgale başlamıştı. 30 binden fazla kişinin öldüğü, bir milyondan fazla Azeri'nin evlerini terk etmesine yol açan savaş, büyük devletlerin araya girmesiyle 1994 yılında sonlanmıştı. Topraklarının yüzde 20'sinden fazlası işgal altında tutulan Bakü ateşkese uymasına rağmen bugünkü sınırları kesinlikle tanımamıştı.

Dikkat çekici olan, cephedeki son 20 yılın en şiddetli çatışmalarının, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev'le Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan arasında Rusya'nın arabuluculuğunda yapılacak görüşmelerin hemen öncesine rastlamasıydı. İki liderin o sırada Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Soçi'deki yazlık konutunda bir araya gelmesi planlanmıştı. Çatışmaların neden çıktığı konusunda farklı değerlendirmeler vardı. Örneğin, Bakü'deki Azerbaycan Stratejik Araştırmalar Merkezi dış politika uzmanı Cavid Veliev, sorunun farklı bir boyutuna dikkat çekerek, “Ermeni özel birliklerinin Azerbaycan'a saldırısını aslında Avrasya coğrafyasında gelişen son olaylardan ve jeopolitik mücadeleden bağımsız değerlendirmek imkânsızdır. Kendi bağımsızlığını Karabağ'ın işgaline kurban veren Ermenistan, bölgede diğer güçlerin jeopolitik oyunun bir parçası haline geldiği için bu saldırılara kalkışmaktadır” yorumunu yapmıştı.

Rusya ve Fransa aktif olarak Ermenistan’ı cesaretlendiriyorlardı!

Ermenistan ve Ermenistan'ı buna kışkırtanlar ne yapmak istiyorlardı, ona odaklanmamız lazımdı. Ermenistan'ın iktidar içerisindeki kargaşayı özellikle küresel salgında başarısız siyaset yürütmesi sonucu, ciddi anlamda Paşinyan hükümetine yönelik eleştiriler yapılmaktaydı. Ailesinin ismi de rüşvet ve yolsuzlukla çok ciddi şekilde ifade edilmeye başlanmıştı. Bir de küresel ve bölgesel bakış açısından bakarsak Rusya'nın ve Fransa'nın da burada aktif bir şekilde Ermenistan'ı cesaretlendirdiği anlaşılmaktaydı. Özellikle Türkiye'den Azerbaycan’a yönelik destekler sonucunda Ermenistan ve Rusya basını birbirini suçlamıştı. Sayın Çavuşoğlu'nun; “Azerbaycan hangi kararı alırsa alsın” ifadeleri, savaş kararı da alırsa Türkiye onun yanında olacak anlamını taşırdı. Özellikle Hulusi Akar'dan gelen Azerbaycan desteği Ermenistan cephesinde çok ciddi endişelere yol açmıştı.

Kapitalizmin de Komünizmin de Arkasında Siyonizm vardı.

Aslında Avrupa ve Amerika’nın da, Rusya’nın da gizli patronları Yahudi baronlardı. 1990’larda sona erdiği söylenen Soğuk Savaş yıllarının gerçekten sona erip ermediği üzerinde durmak lazımdı. İki kutuplu Dünya olarak nitelendirilen Soğuk Savaş yıllarında; bir tarafta Batı, diğer yanda Doğu Bloku olarak ikiye ayrılmış bir dünyada yaşarken, ülkeler kendilerine genellikle başını ABD’nin çektiği Batı ya da Rusya’nın çektiği Doğu Bloku’ndan birini tercih etmek, kamplarını belirlemek zorundaydılar. Bu arada bir de Bloksuzlar olarak kendilerini nitelendiren bir kesim vardı ki, aslında bunlar da duruma göre konumlarını Doğu ya da Batı olarak belirliyorlardı. Kısacası, Rusya’nın ürküttüğü ülkeler ve toplumlar kendilerini Batı’nın; bir diğer ifadeyle ABD’nin ve NATO’nun kanatları altına atıyor, ABD’nin ürküttüğü ülkeler ise Rusya’nın kanatları altına sığınmayı tercih ediyorlardı. Böylece hangi Bloğun kanatları altına girmişlerse oranın güdümünü ve sömürüsünü kabullenmiş oluyorlardı. Böyle olunca da dünyayı sömürü hususunda bu iki Blok aralarında pek de gizli olmayan bir anlaşma imzalamış, sömürü alanlarını belirlemiş durumdaydı. Sonuçta iki taraf da paylarına düşen alanda sömürü çarklarını döndürüyorlardı. Eğer sömürülenler içinde “yeter artık” diyerek sömürgeciye kafa tutmaya kalkacak olursa, diğer taraftan ciddi bir hareket söz konusu olmuyor, direnen de bir süre sonra yalnız kaldığını görerek yelkenleri indirmekten başka çaresi olmadığını anlamaktaydı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile iki kutuplu dünya tek kutuplu bir hal almıştı. Daha doğrusu öyle olduğu yoğun bir şekilde pompalanmış, dünya da bunu kabullenmek zorunda kalmıştı. Ancak görünürde tek kutuplu hale gelen dünyada eskiye göre değişen bir şey olmamıştı. Çünkü tüm sömürgeciler kendi aralarında sağladıkları mutabakat ile dünyayı sömürmeyi sürdürüyorlardı. Yani, sömürgeciler kendi aralarında çatışmaya hiç girmiyorlardı. Arada bir bazı itirazlar söz konusu olsa da bu rol icabıydı. Söz gelimi BM’nin aldığı bir kararı Rusya ve Çin veto ederek geçersiz hale sokarken, BM’nin aldığı bir başka karar da ABD tarafından veto edilerek geçersiz hale getirilebiliyordu. Sonuçta meydan sömürgecilere ve onların işbirlikçilerine kalmaktaydı.

Libya petrolü paylaşıldı mı?

Libya’da Hafter saflarında bulunan Rus Wagner paralı askerlerinin Sirte’yi boşaltarak Cufra’ya çekildiği, hatta burada yoğun bir tahkimat oluşturulduğu haberleri kafaları karıştırmıştı. Haberlerin genellikle “Wagner Sirte’yi boşalttı” başlığı altında verilmiş olması Libya’nın Hafter tasallutundan, aynı zamanda bölünmekten hâlâ kurtulamadığını hatırlatmaktaydı. Ancak, haberin içeriğine girildiğinde Wagner’in Sirte’yi boşaltmasının Libya’yı terk ettiği anlamına gelmediği, Cufra’ya çekilerek buradaki varlığını daha da pekiştirdiğini ortaya koymaktaydı. Bu durum ise aslında Libya’nın petrol bölgelerinin paylaşılmakta olduğunun kanıtıydı. Bir bakıma Libya petrollerinin tamamına el koymanın Libya’daki çatışmaları durdurmayacağı ve bedelinin ağır olacağı anlaşılmaktaydı. Ancak, Wagner paralı askerlerinin Sirte’yi terk ederek yine Hafter kontrolündeki Cufra’ya çekiliyor olmalarının perde arkasında bazı güçler arasında bir anlaşmanın olabileceğini akla getiriyordu.

Buna Libya petrollerinin paylaşılması olarak bakmak da yanlış olmayacaktı. Libya petrollerinin paylaşılmasının aynı zamanda Libya’nın bölünmesi anlamına geldiğini sanıyorum tekrarlamaya bile gerek kalmayacaktı.[1] Yani Avrupa, Amerika ve Rusya Libya petrollerini paylaşırken, AKP iktidarına da taşeronluk mu yaptırılmaktaydı?

Sisi’nin tehdidi savaş ilanıydı!

Libya hükümeti, Mısır’ın darbeci Generali Abdulfettah es-Sisi'nin Libya'ya yönelik askeri müdahale tehdidi içeren beyanlarını, Libya'nın içişlerine karışma ve “savaş ilanı” olarak gördüğünü açıklamıştı. Libyalılar, Sisi’nin, Libya’ya askeri müdahale tehdidinde bulunmasını Libya ve Türk bayrakları taşıyarak protesto etmişlerdi. Başkent Trablus’un merkezindeki Şehitler Meydanı’nda toplanan göstericiler, Libya ve Türk bayrakları ile üzerine çarpı işareti çizilmiş Sisi fotoğrafları taşımıştı.

Libya Hükümeti Basın Ofisinden yapılan yazılı açıklamada, “Libya'nın egemenliğine tecavüz ve içişlerine karışma anlamına gelen, Mısır Cumhurbaşkanı'nın Libya'daki darbecileri, milisleri ve paralı askerleri desteklemesi yönündeki açıklamaları kabul edilemez. Bunlar düşmanca adımlar ve içişlere açık bir müdahale ve savaş ilanı olarak görülür.” ifadeleri yer almıştı. Darbeci Sisi’nin Libya ile askeri anlaşmaya varma yönündeki ifadelerine işaret edilen açıklamada, “hükümetin Libya devletinin tek meşru temsilcisi olduğu ve anlaşmalarının, ittifaklarının biçim ve türünü tek başına belirleme hakkına sahip olduğunu hatırlattığı” aktarılmıştı. Libya hükümeti, kendilerinin bu sürece kadar hep siyasi çözüm çağrısı yaptığını, ancak ülkenin doğusundaki gayrimeşru silahlı güçlerin lideri Halife Hafter ve destekçilerinin başkente yönelik saldırı başlattığını, birçok ülkenin de bu süreçte Hafter’in ihlallerine ve suçlarına karşı izleyici kaldığını vurguladı. Libya hükümeti açıklamasında, “Libya’nın tamamı kırmızı çizgidir ve kırmızı çizgiler alevli açıklamalarla değil şehitlerin kanıyla çizilir.” ifadeleri yer almıştı.

Bütün bunlara rağmen Sn. Erdoğan’ın: “Türkiye ve Amerika yakın ilişkiler içinde olmalıdır.” sözleri bunların ayarını ortaya koymaktaydı!

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan, partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, ABD ziyaretinin kapsamlı toplantılar olduğunu aktararak, gerek bölgedeki gerek dünyadaki gelişmelerin Türkiye ve Amerika’nın çok daha yakın ve birbirlerini destekleyici ilişkiler içinde olmasını gerektirdiğini vurgulamıştı. Erdoğan, “Aramızdaki sorun alanlarının pek çoğu küçük pürüzlerden ibarettir. Bu sıkıntılar, Amerika’daki ülkemiz karşıtı çevrelerin köpürtmesiyle suni olarak büyütülmüş ve ilişkilerimize zarar verecek boyuta taşınmıştır” diyerek herkesi şaşırtmıştı.

Türkiye Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan, 19 Kasım 2019’da partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, ABD Başkanı Trump’ın davetine icabeten ABD’de çalışma ziyareti gerçekleştirdiğini anımsatarak, “Başkan Trump ile dar kapsamlı ve heyetlerimizin katılımıyla oldukça verimli toplantılar yaptık. Türkiye-Amerika ilişkilerinin oldukça zor bir dönemden geçtiği, takdir edersiniz ki sır değil. Amacımız bu zor dönemi her iki ülke için de en makul, kabul edilebilir ve sürdürülebilir şekilde yöneterek geride bırakmaktır” ifadelerini kullanmıştı.

“Türkiye ve Amerika’nın çok daha yakın ilişkiler içinde olması lazımdır!” ifadeleri bir teslimiyet ilanıydı!

Gerek bölgedeki, gerek dünyadaki gelişmelerin Türkiye ve Amerika’nın çok daha yakın ve birbirlerini destekleyici ilişkiler içinde olmasını gerektirdiğini vurgulayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın: “Aramızdaki sorun alanlarının pek çoğu küçük pürüzlerden ibarettir. Bu sıkıntılar, Amerika’daki ülkemiz karşıtı çevrelerin köpürtmesiyle suni olarak büyütülmüş ve ilişkilerimize zarar verecek boyuta taşınmıştır. İki ülke arasındaki ilişkileri bozmaya yönelik çabaların gerçek mahiyetini en iyi gören de Sayın Trump’tır. Bunun için sistemin ve siyasetin tüm baskılarına rağmen Türkiye-Amerika ilişkilerinin belirli bir seviyenin altına düşmemesi konusunda inisiyatif kullanmaktadır. Biz de aynı anlayışla, yüzümüzü geleceğe çevirerek, kronik sorunları derinleştirmek yerine iş birliği yapabileceğimiz alanlara odaklanıyoruz. Son ziyaretimiz bu bakımdan oldukça faydalı geçmiştir.” sözleri bunların ayarını ve amacını ortaya koymaktaydı. Oysa cesaret, ciddiyet ve dirayet sahibi Erbakan Hocamız “Bana ne Amerika’dan!” diyebilen tek Başbakandı…

Yeni bir dünya savaşı riski giderek artmaktaydı!

Oysa Milli Savunma Bakanı Sn. Hulusi Akar NATO’nun 70. kuruluş yıldönümü liderler zirvesi öncesinde Euronews’te yayınlanan makalesinde “NATO ve müttefiklerinin Türkiye’yi terörle mücadelesinde yalnız bıraktığını” diplomatik bir dille açıklamıştı. Aslında ABD(Pentagon)-NATO-İsrail üçlüsü PKK/YPG, FETÖ ve DEAŞ terör örgütleri ile iş birliği içinde hedefe aldıkları ülkelerde siyasi istikrarsızlık ve KAOS yaratma çabasındaydı. Türkiye NATO’ya 1952 yılında katılmıştı. Bu konjonktürde komünist Sovyetler Birliği tehdidine karşı NATO’ya katıldığı aşikâr gözükse de yağmurdan kaçarken doluya yakalandığı da sonradan anlaşılmıştı. Zira Türkiye NATO ittifakı içinde yer aldıktan sonra NATO’nun (yani Amerika’nın) en doğu ucunda Sovyetler tehdidine karşı kullanılan sınır bekçisi veya başarılı ve başarısız darbelerle anılan bir ülke konumunda kalmıştı. Ne hazin ki Türkiye’nin darbeler ile anılmasına neden olan bu tehdit Sovyetler Birliği’nden değil, NATO İttifakı içindeki sözde müttefik ülkelerden kaynaklanmıştı. Bir senaryoya göre 1990’da Varşova Paktı’nın çöküşü ve devamında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası NATO’nun içi boşaltılmış ve tamamen ABD’nin güdümüne sokulmuş durumdaydı. NATO, bugün ABD’nin işgal ve sömürü politikalarının bir aracı konumundaydı.

Zaten NATO başından itibaren hiçbir şekilde bir savunma paktı olmamıştı. ABD’nin hegemonyasını kurmak ve üstünlüğünü göstermenin bir aracıydı. NATO’nun 70. yılı nedeniyle Almanya’da yapılan bir çalıştayda “NATO’nun artık bir güvenlik sorunu olduğu” yönünde karar alınması anlamlıydı. Türkiye’ye karşı iyi ve kötü polisi oynayan ABD ve NATO artık Türkiye için açık bir tehdit olmaya başlamıştı. Zira, ABD ve NATO stratejik olarak uzun zamandan bu yana Türkiye’yi tehdit olarak algıladığını dolaylı yollarla ve defalarca açıklamıştı. ABD’nin yüzyıllık hâkimiyet planlarında güçlü bir Türkiye’ye yer ayrılmamıştı. Suriye, Irak, İran ve Türkiye bölünecek ülkeler listesinin başında yer almaktaydı. Ve tabi BOP’un patronu da Amerika’ydı ve maalesef parçalanması planlanan ülkelerin arasında Türkiye de vardı; ve Erdoğan BOP’a eş başkanlık karşılığı iktidara taşınmıştı. Bu durum ABD’nin çeşitli yıllarda hazırladığı haritalarda deşifre edilmekten sakınılmamıştı. 2018 yılında ‘Donanma Taktikleri ve Deniz Harekâtı’ kitabında, Yunanistan’ın Güney Kıbrıs’a taktik balistik füzeler yerleştirme kararı alması yüzünden Türkiye ve ABD arasında Ege Denizi’nde çıkacak bir savaş canlandırılmıştı. Bu kitabın önemi ABD donanması için strateji ve taktik geliştiren Amerika Denizcilik Enstitüsü tarafından desteklenmiş olmasıydı. Bazı Rus uzmanlara göre bu kitabın yayınlanma tarihi bir tesadüf sanılmasındı. Kitabın 2018’de, yani 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’nin Rus hava savunma sistemi S-400 alma kararı gibi olayların ardından ve ABD’nin F-35 ve Patriot hamleleri sonrasında çıkması açıkça Türkiye’ye bir gözdağı niteliği taşımaktaydı. Ayrıca ABD’nin Ortadoğu’da barış istemediğinin en önemli kanıtı işte bu kitaptı. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Ekim 2019 yılının ilk haftasında İtalya, eski Yugoslav Cumhuriyetleri Karadağ ile Makedonya’yı ve Yunanistan’ı kapsayan altı günlük turundan ortaya çıkan sonuç, ABD’nin ve Avrupa’nın Türkiye’ye bir saldırı hazırlığıydı.

Pompeo’nun ziyaretinin merkezinde; İran’a, Rusya’ya ve Çin’e yönelik kurusıkı suçlamalar yanında, Yunanistan’la bu ülkelerin yanı sıra Amerika’nın görünüşte NATO müttefiki olan Türkiye’yi hedef alan bir askeri anlaşma imzalanması vardı. Ve işte yazımızın başında vurguladığımız, ABD’nin Çanakkale karşısındaki Yunanistan’ın Dedeağaç bölgesinde deniz ve hava üssü kurması da bu amaçlıydı. Pompeo’nun Atina’da yaptığı asparagas açıklamalar, Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te suikasta uğramasından sonra bu tür Balkan çatışmalarının I. Dünya Savaşı’nın çıkmasını nasıl tetiklediğini hatırlatmaktaydı. Evet, yeni küresel bir çatışma hazırlıkları giderek hız kazanmaktaydı.[2] Ve tabi öncelikli hedefte Türkiye vardı!?

Libya'da fırtına öncesi sessizlik yaşanırken, İngiltere Savunma Bakanı; “Türk insansız hava araçlarının Kuzey Afrika ülkesi ve Suriye'de yaptıklarından ders alınması gerektiğini” hatırlatıp: “İddiaların yarısı bile doğruysa, bu oyun değiştirici niteliktedir.” uyarısında bulunmuşlardı!

İşlerin giderek karıştığı Libya'da yaşananlar büyük bir fırtınanın yaklaştığını gösterirken, İngiltere'den gelen açıklamalar tüm dikkatleri Türkiye'nin üzerine toplamıştı. Savaş ağası Halife Hafter taraftarları Mısır'dan askeri müdahale istemiş, saatler sonra Kahire yönetiminin Libya'ya gönderdiği konvoy görüntüleri yayınlanmıştı. Birleşmiş Milletler (BM) ve uluslararası toplum tarafından tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne (UMH) bağlı Libya ordusu, Mısır'ın askeri yardımının Hafter milislerinin merkezi Tobruk kentine ulaştığını duyurmuşlardı. Daha önce gizlice Libya'ya sokulan Rus savaş uçaklarının fotoğraflarını paylaşan ABD Afrika Kuvvetleri Komutanlığı (AFRICOM) ise, Twitter hesabından yeni fotoğraflar yayınlamıştı.

Libya'da sahte General Halife Hafter saflarında yer alan Rus paralı askerler Wagner Grubu'nun ateşkes çabalarını zorlaştırdığını belirten AFRICOM, Moskova'ya Kuzey Afrika ülkesindeki faaliyetlerini durdurması çağrısı yapmıştı. AFRICOM'un paylaştığı yeni görsellerde, Trablus ve Sirte çevresinde bulunan Rus yapımı bubi tuzakları, patlayıcılar ve kara mayınları bulunmaktaydı. AFRICOM'dan Tümgeneral Bradford Gering, Wagner Grubu'nun sivillerin ölümünden sorumlu olduğunu belirterek patlayıcıların Rus paralı askerler tarafından Libya'ya sokulduğunu vurgulamıştı. Yerel kaynaklar ise, Rus paralı askerlerin savaşın düğümlendiği Sirte ve Cufra çevresinden çekildiği yönünde bilgiler geldiğini açıklamış, ancak söz konusu bilgiler henüz doğrulanmamıştı. Al Jazeera, Libya'daki yabancı askerler arasında Sudan ve Çad'dan gelenlerin yanı sıra 3 binden fazla Rus Wagner Grubu üyesinin bulunduğunu duyurmuşlardı.

Sahaya inerek Hafter milislerini ve destekçilerini bozguna uğratan Türkiye'nin başarısı ise, İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace'ın dikkatinden kaçmamıştı!

Hava ve uzay kuvvetleri alanındaki yarışı değerlendiren İngiliz Bakan Wallace, “Türkiye'nin silahlı insansız hava araçlarıyla (SİHA) Libya ve Suriye'de yaptıklarından ders alınması gerektiğini” açıklamıştı.

Libya'da Bayraktar TB-2'nin oynadığı role vurgu yapan İngiltere Savunma Bakanı, “Türkiye’nin 2019 ortasından bu yana Bayraktar TB-2’leri Libya’da nasıl kullandığına bakın. Bu İHA’lar istihbarat topladı, gözetleme yaptı ve cephe, tedarik hatlarını ve lojistik üslerini hedef alan operasyonlar yaptı” diyerek:

“(Türk İHA’ları) Geçen yıl temmuz ayında Libya Ulusal Ordusu'nun kontrolündeki Cufra Havaalanı'nı vurarak çok sayıda komuta kontrol noktaları ile iki nakliye uçağını tahrip ettiler. Ya da Türkiye’nin Suriye’de müdahil oluşunu ve Elektronik Harbi, hafif silahlı İHA’ları ve tankları, zırhlı araçları ve üzerlerindeki hava savunma sistemlerini durdurmaya dönük akıllı mühimmatı nasıl kullandığını düşünün. Haberlere göre Esad rejimi ağır kayıplar verdi. '3 bin asker, 151 tank, 8 helikopter, 3 İHA, 3 muharip savaş uçağı, kamyonlar, 8 hava savunma sistemi, bir karargâh ve sair ekipman ile tesisler.' İddiaların yarısı bile doğruysa, bu oyun değiştirici niteliktedir.” sözleriyle Türkiye’nin önünün kesilmesi gerektiğini imaya çalışmıştı.

Mısır ordusu ise, Türkiye ve desteklediği meşru yönetime gözdağı vermek için Libya sınırında büyük bir tatbikat yapmıştı. Tatbikata orduya ait hava ve deniz kuvvetleri de katılmıştı. Mısır'da iktidarı darbeyle ele geçiren Abdulfettah Sisi, Sirte'nin 'kırmızı çizgi' olduğunu söyleyip Libya'ya askeri müdahale sinyali vermiş olmaktaydı.

Uluslararası televizyon Al Jazeera ise, haziran ayı sonunda savaş ağası Hafter ve müttefiklerinin planını dünyaya duyurmuşlardı. Hafter milislerinin yayınladığı videoda, Bingazi ve Sirte arasındaki kente binlerce yabancı paralı askerlerin konuşlandırıldığı anlaşılmaktaydı. Bingazi, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya ve Fransa'nın desteklediği savaş ağası Hafter'in merkezi konumunda. Sirte ile aralarında 570 kilometre mesafe vardı.

ABD'nin başkenti Washington'da bulunan düşünce kuruluşu CSIS (Center for Strategic and International Studies), Hafter'i destekleyen Rusya'nın, Kuzey Afrika ülkesinde genişleyen askeri varlığının bir analizini yapmıştı. CSIS ABD ordusunun Afrika Kuvvetleri Komutanlığı (AFRICOM), Rusya'nın Libya'daki El Cufra ve El Kadim üslerine gönderdiği savaş uçaklarının fotoğraflarını da yayınlamıştı. Söz konusu üslere konuşlanan 14 jet arasında Su-24 saldırı, MiG-29 avcı ve Su-35 önleme savaş uçağı da vardı. Paralı askerler Wagner Grubu'nu çok önceden Libya'ya yerleştiren Moskova yönetimi, 2017'den bu yana Hafter milislerine eğitim, danışmanlık ve ekipman desteği sağlamaktaydı. 2020'nin başlarında Libya'daki Rus paralı askerlerin sayısı 1200'e çıkmıştı.

CSIS uzmanları, El Cufra hava üssünde 6 Haziran'da çekilen fotoğraf öncesinde mayıs ortasında hareketliliğin başladığını, üssün kuzeyine konuşlandırılan Pantsir-S1 hava savunma sistemlerinin çoğunun Türk silahlı insansız hava araçları (SİHA) tarafından imha edildiğini açıklamıştı.

Siyonist Yahudi sermayeli New York Times, mayıs ayında yayınladığı bir haberde ise, Türkiye destekli güçlerin Libya'da elde ettiği zaferlerin General Halife Hafter'in planlarına büyük darbe vurduğunu yazmıştı. Haberde, söz konusu zaferlerin Türkiye'nin Libya'da mücadele eden yabancı ülkeler arasında belirleyici bir güç olarak yerini alışına işaret ettiği vurgulanmıştı. Haberde ayrıca Hafter güçlerinin eline yeni ulaşan Rus hava savunma sistemlerinin SİHA'larla yok edildiğini de hatırlatmış, böylece bütün Haçlı Batı, Rusya’yı ve Amerika’yı Türkiye’ye karşı, dolaylı şekilde uyarıp kışkırtmıştı.

Sonuç: Maalesef, sorunların bizzat kaynağı ve sorumlusu haline gelen Erdoğan iktidarıyla Türkiye’nin bu badireleri atlatması imkânsızdı!..

Yeri gelmişken, Üstad Bediüzzaman’ın hacmi küçük ama kıymeti çok büyük olan MUHAKEMAT adlı eserinin (ikinci makale) Unsuru’l Belâgat bölümü, On ikinci Mesele’nin hâtimesinde buyurdukları şu gerçeği de hatırlatmamız lazımdır:

“Sen söylenene bak, söyleyene bakma!” denilmiştirFakat ben derim ki; (Hayır) Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne (hangi şartlar) içinde söylemiş? Ve ne maksada söylemiş, (yani o sözleriyle neyi hedeflemiş? (olduğunu düşünmek ve) söyledikleri kadar, niyetlerine de dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından (ve mü’minlerin aldatılmaması ve yanıltılmaması açısından) lazımdır, belki elzemdir.”

Evet bunun gibi; “sen yapılan işe ve girişime bak, onun gayesine ve neticesine takma!” denilmez… Çünkü böyle düşünmek, Müslümanların Allah ile ve din istismarıyla daha kolay aldatılmalarına zemin hazırlamaktadır, Vesselam…

 

 


[1] abdulkadirozkan@milligazete.com.tr – 17.07.2020

[2] https://www.yenisafak.com/yazarlar/bulentorakoglu/yeni-bir-dunya-savasi-riski-mi-






































BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi