Anasayfa » FETULLAHÇILARIN İRAN KIŞKIRTMASI VE YAKLAŞAN TÜRK-AMERİKAN SAVAŞI

FETULLAHÇILARIN İRAN KIŞKIRTMASI VE YAKLAŞAN TÜRK-AMERİKAN SAVAŞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 67 Görüntüleyen

FETULLAHÇILARIN İRAN
KIŞKIRTMASI VE YAKLAŞAN TÜRK-AMERİKAN SAVAŞI

“İbrahimi Dinler”
safsatasıyla ve diyalog kılıfıyla, Siyonist Yahudiler ve Haçlı Hıristiyanlarla
dayanışma ve kaynaşma edebiyatı yapan Fetullahçılar, şimdi Şii-Sünni
kamplaşmasını kışkırtıp Suriye ve İran’a saldırıya fetva hazırlıyordu.

Bu talihsiz gelişmeler
üzerine, İran Ankara Büyükelçiliği Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem
Dumanlı’ya ağır bir mektup yazıp uyarmak zorunda kalıyordu.

Bir zamanlar İran
devrimi taraftarlığı ve Humeyni yandaşlığı ile öne çıkanlar, şimdi hepsi birden
AKP ve ABD yalakalığına başlıyor ve birden bire İran’ın Şiiliğini hatırlıyordu.

Fetullah Gülen’in en
yakın adamı olarak bilinen Hüseyin Gülerce’nin 4 Mayıs 2011 günü Zaman
Gazetesi’nde yaptığı değerlendirmede Şii-Sünni kamplaşmasının tehlikelerine
dikkat çekerken şunları söylüyordu:

Saddam’ı İran’a karşı
silahlandıran, sonra da yalanlarla beslenmiş eften püften bahanelerle Irak’ı
işgal eden 1 milyon Müslüman’ın ölümüne yol açan Amerika, şimdi Büyük Ortadoğu
Projesi ile satranç tahtasında yeni hamleler yapıyor. Mısır, Libya, Tunus,
Yemen, Suriye şu anda bir belirsizliğin cenderesine sıkışmış durumda. Kanlı
mezhep savaşları, yüzyıl boyunca Avrupa’da olurdu. Bugün de İslam dünyasında en
büyük tehlike mezhep çatışmalarıdır. İslam coğrafyasının, Sünni-Şii ayrılığına zorlandığını
görmemek için uzayda bir yerlerde yaşıyor olmak gerekir. Türkiye, bu oyunun
dışında olamaz. Güneydoğuda, tahrikçilerin “Mısır gibi, Suriye gibi sivil
direniş çağrısı” yapmaları kendi akıllarının eseri değildir. Çünkü tek bir
satranç tahtası var…”

Ama bundan bir yıl
sonra aynı Gazetede Ali Bulaç şunları yazıyor ve İran’ı “Şiilik taassubuyla”
suçluyordu:

“Yeni gelişen bölgesel
ve küresel durumda herhangi bir İslam ülkesi üç seçenekten birini esas alarak
bir dış politika tayin edebilir: Ya salt kendi ulus çıkarı adına, yahut
uluslararası büyük bir gücün partneri olarak veya İslam dünyası adına. Ulusal
kimlik ideolojisi, kültürel değerler, mezhep, etnisite, tarih ve coğrafya gibi
unsurlar sadece destekleyici mahiyette enstrümanlar hükmündedir.

Bu kombinezonda
birbirleriyle rekabet ediyormuş gibi görünen -ve aslında rekabet edip
birbirleriyle savaşmaları istenen- Türkiye ve İran, ortak özellikler arz
etmektedirler:

1) Her iki devlet
henüz ulus-devlet kimliklerini aşabilmiş değildirler. 1979-1989 döneminde
İran'da “İslam için İran” adı verilen İmam Humeyni doktrini
geçerliydi; Rafsancani'nin başa geçmesinden sonra “İran için İslam”
doktrini benimsendi. Bu, sistemin “İslam”dan “ulus devlet”e
kayışı demekti. “Ulus devlet refleksi” İran söz konusu olduğunda
Müslüman halklarda “İran acaba milli çıkar peşinde mi koşuyor?”
sorusunun uyanmasına sebep olup, İslam Devrimi'ne olan desteği azaltıyor.
Türkiye söz konusu olduğunda Türkiye, kendi Kürt sorununu çözme aczi içinde
kıvrandığından hem bölgesel sorunların çözümünde umut olamıyor, hem İran'a
ilişkin soru Türkiye için de vârid oluyor.

2) Türkiye ve İran,
bölgenin ortak paydası ve mutlak doğru değeri olan İslam'ı referans
alacaklarına İran, giderek Şiiliği öne çıkarıp kendini Sünni dünyadan
uzaklaştırıyor; Türkiye de “1 tam laiklik-yarım Sünnilik” yaparak,
“Şii İran”a karşı 1,5 karışık “laik-Sünni ideoloji”yle
mukavemet etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri “Ya Sünni
Türkiye!”, Batı “Mr. Laik Türkiye!” diye sesleniyorlar. Oysa
bölgenin ve dünyanın genel gidişi ne Sünnilik ve Şiilik, ne laiklik yönündedir.
Bu süreçte Türkiye de, İran da kendilerini zamana karşı anakronikleştiriyorlar.

3) Her iki ülke, salt
bağımsız veya potansiyeli yüksek İslam ülkelerini harekete geçirmekten çok,
bölgesel sorunlarda dünyanın küresel güçlerine, onların etkileyici
patronajlıklarına başvurmayı tercih ediyorlar. İran, Rusya ve Çin'e güveniyor;
Türkiye Batı'ya ve ABD'ye. Suriye örneğinde açıkça gördüğümüz şu: Eğer söz
konusu küresel patronajlıklar olmasaydı; Türkiye ve İran -Mısır'ı da yanlarına
alıp- kendi aralarında bir çözüm arama iradesini gösterebilselerdi, ne
Suriye'de bunca kan akardı ne bölge bundan 20 sene önceki kutuplaşmaya dönerdi.

Her iki ülkenin
ideallerini unutmuş reel politikacıları, mezhep nefretiyle yanıp tutuşan
mutaassıp şahinleri ve postmodern sömürge edinme peşinde koşan ulusal
maceraperestleri var. Eğer son sözü bunlar söylerse, iki ülke dâhil Daru'l
İslam'ın tamamı yeni küresel güçlerin av sahası olur.”[1]

Aynı süreçte Milli
Gazete’den Ebubekir Sifil de “İran’ın Şiilik damarıyla hareket ettiğini ve
Suriye’ye müdahale edilmesi gerektiğini” savunuyordu:

Sağduyunun sesi

Suriye olayları
İran'ın bölgeye ve İslam Dünyası'na yönelik siyaseti için turnusol kâğıdı oldu
adeta. Biz İran'ın itikadî/mezhebi yayılmacılık politikası izlediğini, hatta
mezhepçiliğin İran'ın dış politikasının temelini teşkil ettiğini söyledikçe
aramızdan birileri bizi mezhepçilikle, dar görüşlülükle, emperyalizmin ekmeğine
yağ sürmekle ithama devam etti. Oysa her şey o kadar açık ki!…

Timetürk muhabiri
Mustafa Öztürk, Lübnan'daki Hizbullah örgütünün ilk genel sekreteri Subhi
e-Tufeylî ile bir mülakat yapmış ve et-Tufeyli, gerek İran'ın gerekse
Hizbullah'ın şimdiki yönetiminin politikaları hakkında son derece önemli
açıklamalarda bulunmuşlardı:

“(…) Suriye
Rejiminin yönetimi kendi isteğiyle bırakacağını düşünmüyoruz. Şüphesiz tüm
gücüyle yönetimde kalmanın mücadelesini verecektir. Suriye rejimi, Alevi
mezhebine mensup kitlelere; ben sizi korumak için varım, sizde beni koruyun ki
sizi korumayı sürdürebileyim demektedir. Gerçekte koruduğu tek şey
sistemleştirdiği güç dağılımıdır. Herhangi bir mezhebi önemsememektedir.

“(…) İran
yönetimi ve bölgedeki Hizbullah gibi, Emel hareketi gibi siyasi müttefikleri,
Suriye halk devrimi sürecinde Şam yönetiminin yanında duran bir siyasi tavır
sergiliyor. Çünkü Suriye yönetimi Sünni bir yönetim değildir. Dolayısıyla tabir
yerindeyse mezhepsel bakış açısıyla dost addedilen bir yönetimdir. Ne yazık ki
olayı Şii-Sünni çatışması dâhilinde değerlendirmek durumundayız.”[2]

İran Ankara
Büyükelçiliği’nden Zaman Gazetesi’ne sert mektup: 'Zaman’ın, İsrail'den daha
Siyonist!' olduğu vurgulanıyordu:

İran Ankara
Büyükelçiliği’nden Zaman Gazetesi’ne gönderilen yazıda: “Zaman’ın yayınlarının,
artık Siyonist ve Amerikan medyasının, İran İslam Cumhuriyeti’ni Türkiye’deki
karalama faaliyetlerine gerek bırakmadığı” vurgulanmıştı.

İran Büyükelçiliğin
Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya gönderdiği mektupta,
“Zaman’ın 24 Nisan 2012 tarihli sayısında bir kez daha İran İslam Cumhuriyeti
aleyhinde kasıtlı iftiralara yer verildiği belirtilerek, “gazetenizin İran
karşıtı bir yaklaşım sergilemesi ve Türk kamuoyunda komşu bir ülkeye karşı
kötümser bir atmosfer oluşturarak mezhep ve ırklar arası çatışmayı körüklemesi
iyi niyete ve dürüstlüğe aykırıdır” açıklaması yapılmıştı.

Mektupta kısaca şunlar
yer almaktaydı:

“Zaman Gazetesi’nin
Siyonizm’e uşaklık ettiği” hatırlatılmıştı.

“Zaman’ın ABD’nin
yörüngesinde yayın yaptığı” değerlendirmesi vardı.

“Mezhepçilik yaptığı
ve İslam’ın içinde fitne çıkarmaya çalıştığı” yazılmıştı.

“Müslüman ve komşu bir
ülkeye hasımlık yapıldığı, Siyonist ve ABD basınının bile bu kadar
azgınlaşmadığı” vurgulanmıştı.

“Zaman Gazetesini
satın alan sözde mütedeyyinlere bu tabloyu armağan ediyoruz!” denilen mektupta:
“Hoşgörü yalan, nefret gerçek!” ifadeleri yer almıştı.

Zaman Gazetesi’nde
İran’ı suçlayan Ali Bulaç, Milli Gazete’den Gökçen Göksal’a daha farklı şeyler
anlatıyordu:

“Dört ülkeyle aynı
anda savaşa girebiliriz” diyen Ali Bulaç AKP iktidarını neden uyarıyordu? Yoksa
Siyonist merkezlere: “Milli Türkiye tuzaklarınızın farkında, yeni tedbirler
alın” mesajı mı veriyordu? Çünkü bir zamanlar: “Eğer Ayasofya aslına
döndürülecekse, o zaman kiliseye çevrilmelidir!” diyecek kadar genlerini
deşifre eden Ali Bulaç’tan her şey bekleniyordu.

“Uzun zamandan beri
Batı, özellikle küresel ekonomik bir güç olarak ABD, Ortadoğu'da bir değişim
arzu ediyor. Fakat bunu nasıl yapacaklarına ilişkin hem görüş ayrılıkları hem
de belli bir görüşte olanlar içinde de bir tereddüt söz konusu. Genellikle iki
görüş ortaya atılıyordu. Ortadoğu'da demokraside iç dinamiklerle gelmez, dolayısıyla
bu bölge “entegre edilmemiş bir boşluğu” ifade eder. Boşluğu sisteme
entegre etmek için yaratıcı kaos fikrini ortaya attılar. Yani Ortadoğu
ülkelerinde bir kaos oluşturarak taşları yerinden oynatmak. Ortadoğu'yu
dağıtmak, hallaç pamuğu gibi atmak. Sonra bu dağılmış, parçalanmış yapılar
küresel bir 'nazım güç' (Siyonizm) tarafından yeniden yapılandırılacak. İşte
bunun için de işgal doktrini temel alındı. Yani askeri işgallerle mevcut
yapıların dağıtılması. 2003 yılında Irak'la başlayan ve daha öncesindeki
Afganistan işgali bunun bir parçasıdır.”
 (BOP bu projenin
adıdır ve Sn. Recep T. Erdoğan bu Siyonist projenin eş kâhyasıdır. M.Ç.)

Tabi bölgeyi domine
edebilecek durumda olan 3 ana aktör var: Türkiye, İran ve Mısır. İran hedef
tahtasında, Batıya karşı cepheden tavır alıyor. Batıyla özellikle ABD ile
çatışma halinde görünüyor. Dolayısıyla İran'ın doğrudan partner aktör,
değiştirici bir güç olarak kullanılması düşünülmedi.

İran, ABD ve İsrail'e
karşı tavır aldıkça büyüyor. Bölgede patronaj durumuna geçiyor. Çünkü bütün
Ortadoğu ve İslam dünyasının ana problemi yani bütün sorunların merkezi
Filistin sorunudur. Sizin Filistin sorununda nerede durduğunuz sizin bölge
politikanızı ve geleceğinizi tayin eden en önemli faktördür. Eğer İsrail'den
yanaysanız sizin bölgede alacağınız tutum ABD ve körfez ülkeleri, yani Batı
yanında olur.

Türkiye ise açıkça
Batı ülkelerinin yanında yer alıyor. NATO ülkesidir ve NATO ile beraber hareket
ediyor. AB üyelik sürecini takip ediyor, ABD ile model ortaklığı bulunuyor. Bu
üç parametre; NATO üyesi olması, AB üyelik sürecine uyması ve ABD ile model
ortaklığı bulunması Türkiye'yi Batının yanında konumlandırıyor. Kendi başına
hareket eden bir ülke değildir tabi. Türkiye Özal'dan bu yana Batı dünyasını
şuna ikna ediyor: Siz burada çok kaba yöntemler kullanıyorsunuz, kaos
yaratıyorsunuz, düşman kazanıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz. Biz sizin
dostunuzuz ve müttefikiniziz. Bizi kendi yöntemlerimizle baş başa bırakın,
çünkü biz bu bölgenin dilini daha iyi biliyoruz. 400 sene bu bölgede hükümran
olduk, bölge insanlarıyla bizim akrabalık bağlarımız var. Biz sizinle beraber
ve sizin çıkarınıza bu bölgeyi dizayn edebiliriz.

Batı buna göz yumdu,
Türkiye kendi yöntemlerini kullanmaya başlayınca büyük başarılar kazandı. Bölge
ülkelerine gitti, sınırlar anlamsızlaşmaya başladı, vizeler kalktı. Bunun
arkasında ise Türkiye, Ortadoğu'yu batıya yaklaştırmak, ılımlaştırmak, bu
radikal sert unsurları yumuşatmak istedi. Fakat ilişkiler ve gelişmeler
kontrolden çıkınca bu yöntem batıyı tedirgin etti. “Biz Türkiye'yi kendi
başına bıraktık” diye düşünüp bunu geri çekmeye başladılar. Ve son 1,5
sene özellikle Türkiye tekrar batıyla birlikte açık ve net bir şekilde hareket
etmeye başladı.

Bu da Türkiye'nin,
bütün politikalarının alt üst olması, ters yüz olmasına yol açtı. Tekrar eski
konumumuza döndük. Yani bütün komşularımızla ihtilaf halindeyiz, çatışma
potansiyelimiz son derece yüksek, Allah muhafaza Suriye olayı eğer iyi
sonuçlanmayacak olursa bir anda Suriye, Irak, İran ve Lübnan'la savaşa girmiş
olacağız. Bizim tarihimizde ilk defa böyle bir şey olacak.

Türkiye bir enstrüman
olarak kullanılmak isteniyor

Bence Ankara'nın
Suriye politikası Türkiye'nin kendi inisiyatifiyle, özgür iradesiyle
yürütülmüyor. Batının baskısı altında. Burada önemli rol oynayan faktör
Türkiye'nin NATO ülkesi olması ve batı yanında yer almasıdır. Batı Suriye
olayının Mısır ve Tunus'taki gibi bir iç toplumsal dinamikle ve sivil
muhalefetle sona erdirilemeyeceğini anladı. Dışardan bir müdahale gerekiyor, bu
müdahaleyi de kendisi yapmak istemiyor. Yani ABD, Afganistan ve Irak'ta olduğu
gibi kendisi girip Suriye'yi işgal etmek istemiyor. Libya'daki modeli de
uygulamak istemiyor. Burada Türkiye'yi bir enstrüman olarak kullanmak istiyor.

İkinci önemli faktör
İran, Irak, Suriye ve Lübnan'ın bir blok teşkil etmesidir. Bunlar artık kendi
içlerinde siyasi ve askeri bir ittifak kuruyorlar. Bunlar Türkiye'nin veya
batının Suriye'ye girmesine asla müsaade etmeyecekler. Türkiye'yi vuracaklar.
Bunu söylüyorlar zaten. Mesela devrim muhafızları başkomutanı, Lübnan Stratejik
Araştırmalar Merkezi bunu söylüyor. Türkiye bir anda bu 4 İslam ülkesiyle
savaşa girmiş olacak.”

– İsrail, İran'ı Amerika'ya
rağmen vurabilir mi? Vurursa Türkiye'nin durumu ne olur?

İsrail, İran'ı tek
başına vurabilir ancak bunun altından tek başına kalkamaz. ABD, Afganistan ve
Irak'taki gibi İran'ı işgal edebilir. Fakat Afganistan ve Irak'ta karşılaştığı
sorunlardan çok daha büyük sorunlarla karşılaşabilir. Bu durumda NATO konsepti
içinde bunu yapmak üzere Malatya'daki NATO radar sistemi düşünülmüştür. Şöyle
bir senaryo düşünün: İsrail, İran'ı vurdu. Füze yerini buldu. Vurduğu anda
otomatikman İran da İsrail'i vuracak.

Fakat İran füzeyi
ateşlediği zaman otomatikman Malatya'daki radar sistemi bunu tespit edecek ve
Almanya'ya, ya da Romanya'ya bildirecek. Oradan da İran'ı vuracaklar. O zaman
İran ne yapacak? Kendi füzelerini Romanya'ya ya da Almanya'ya bildiren
Malatya'daki tesisi vuracak. Bu sefer Türkiye saldırıya maruz kaldığı için İran
tarafından, NATO anlaşmasının 5. maddesine göre, bir NATO ülkesi saldırıya
uğramış sayılacak ve NATO ülkeleri İran'ı vuracak. Tabii ki; bu bir senaryo,
ama her an olabilir. Son derece tehlikelidir. Maalesef bizim (AKP) hükümetimiz
bunu kabul etmiştir.

“Yahudi lobisi daha
makul gösterilen bir stratejiye sahip çıkıyor. Lobiler şöyle düşünüyorlar:
İsrail'in bugünkü çılgın yöneticileri Yahudileri bütün dünyada ve Ortadoğu'da
bir uçuruma, bir felaket doğru götürüyorlar. Öyle ise İsrail'i durdurmak
lazımdır. İsrail'i durdurmanın anlamı ise, sınırlarının belli olmasıdır. Çünkü
İsrail dünyada milli sınırları belli olmayan tek devlettir. İsrail nerede
başlar nerede biter belli değildir. İşgal devletidir. Buna bir son verilmesi
gerekir. Mevcut İsrail işgali, hem Yahudiliğe karşı, hem ABD'ye ve Batıya karşı
büyük bir öfke demektir, İsrail’i eğer İran durdurursa onu nötralize edecektir.
Ama Türkiye durdurursa, bunu Batı adına yerine getirecektir. Dolayısıyla
(Türkiye’nin Suriye müdahalesi) Batıyı, NATO'yu, ABD'yi rahatlatan bir
girişimdir.”

Oysa ABD’li generaller
İran’a savaş açmaması için gazetelere ilan verip Obama’yı uyarıyordu:

“Sizi İran’la savaş
baskısına karşı direnmeniz için uyarıyoruz”.

Bu uyarı, Amerika’da,
Başkan Obama’ya karşıydı. Gazeteye ilan vererek Obama’yı uyaranlar ise, yine o
ülkedeki paşalardı. Hayır hayır, emekli filan değil, halen görevde bulunan
komutanlardı.

Bundan bir süre önce
İsrail Başbakanı Netanyahu Amerika’ya bir ziyaret yapmıştı. İran’a askeri
müdahaleyi savunan Netanyahu Obama’yı etkilemeyi başarmıştı. İşte böyle bir
maceranın nelere mal olacağını hesaplayan Amerikalı generaller aynı gün bazı
Amerikan gazetelerine şu ilanı dağıtmıştı:

“Sayın Başkan,

Amerikan Ordusu
dünyadaki en heybetli askeri kuvvettir. Ancak, her sorun için mutlaka askeri
çözüm gerekli değildir. Bize ya da müttefiklerimize saldırı olmadıkça, savaş
son seçenektir. Cesur askerlerimiz, onları zorluklarla dolu yola göndermeden
önce, sizden tüm diplomatik ve barışçı seçenekleri denemenizi beklemektedir.
Nükleer silahlı bir İran’ı önlemek haklı olarak sizin önceliğiniz ve
kırmızıçizginizdir. Ancak, diplomasi henüz tükenmiş değildir. Barışçı çözüm
hala imkan dâhilindedir.

Şu anda askeri bir
harekât sadece gereksiz değil, aynı zamanda hem Amerika, hem İsrail için
tehlikelidir. Sizi İran’la savaş baskısına karşı direnmeniz için uyarmak
görevimizdir.”

Bu İlanı Amerikalı
gazeteciler olağan karşılıyordu. Amerikan Yönetimi ilanla ilgili kimse hakkında
soruşturma filan açmıyordu. Ama Allah korusun, bizde bazı generaller gazetelere
böyle bir ilan vermeye kalkarsa;

1- İktidarın sadık
bendelerinin ve kiralık kalemlerinin hemen demokratik yiğitliği kabarır ve o
generallere olmadık hakaretleri savururlardı.

2- Bir kaç zıp çıktı
aynı hızla savcılığa başvurarak, o generaller hakkında suç duyurusunda
bulunurlardı.

3- Bu yazı ve
girişimlerden feyiz alan iktidar o generaller hakkında derhal soruşturma açar,
terfilerini önler, adamların askerlik hayatlarını karartırdı. “Askerin siyasete
karıştığı iddiasıyla ortalığı ayağa kaldırırlardı” diyenler haklıydı.

Ricci emrediyor, AKP
uyguluyordu:

ABD Büyükelçisi,
Ricciardone’nin “Bazı ülkeler, İran’dan petrol ithalatlarını önemli ölçüde
azalttı. Türkiye’nin bu konuda bir karara varmasını bekliyoruz” sözlerinden bir
gün sonra Enerji Bakanı Taner Yıldız’dan “İran’dan alımı azaltıyoruz”
açıklaması geliyordu. İran’dan alınan petrolün bir kısmının Libya’dan
sağlanması için çalışma başlatıldığını belirten Yıldız, “Libya’dan petrol alımı
başlattık, İran’dan alımı azaltıyoruz. Libya’dan yapacağımız alım, İran’dan
yaptığımızın yüzde 10’u civarında olacak” diye konuşuyordu.

Güney Kore’de ABD
Başkanı Barrack Obama ile görüştükten sonra Tahran’a giden Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın iki günlük ziyaretinden bölge yararına tek bir sonuç çıkmıyordu.

İran Cumhurbaşkanı
Mahmud Ahmedinejad, rahatsızlığı nedeniyle Erdoğan’la görüşmüyor ve muhatabını
bir gün boyunca Tahran’da bekletiyordu. Ancak Erdoğan’ı sağlık gerekçesiyle
bekleten Ahmedinejad, Türkmenistan Petrol Bakan Yardımcısı Hoca Muhammedov’la
buluşuyordu. Ahmedinejad’ın açıklanan sağlık sorunu ise ilginçtir, yüksek
tansiyondu! Erdoğan, İran’ın dini lideri Ali Hamaney’le görüşebilmek için ise
bin km uzaktaki bir başka şehre gitmek durumunda kalıyordu. İran, Sn. Recep T.
Erdoğan’a “ABD’nin ulakı” muamelesi yapıyordu.

İran ile yeni
rahatsızlık: Tarık Haşimi konusuydu

Hakkında tutuklama
kararı varken Irak’tan kaçan Devlet Başkan Yardımcısı Tarık Haşimi’nin
Türkiye’de üst düzeyde kabul görmesi İran’da rahatsızlık yaratıyordu. İran
kanalı Press TV, Tahran’ın rahatsızlığını bildiren haberinde “Türk polisi,
kaçak Irak Devlet Başkanı Yardımcısını koruyor” ifadesini kullanıyordu. Press
TV, Haşimi’nin, İstanbul’da “17 kişilik polis ekibi ve beş araba tarafından
korunduğuna, ailesi ile birlikte İstanbul’da iki eve yerleştirildiği”ne vurgu
yapıyordu.

Press TV, Irak’ta “bir
ölüm mangası”nı yönetmekle suçlandığını bildirdiği Haşimi’nin, Katar ve Suudi
Arabistan’dan sonra ziyaret ettiği Türkiye’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile
görüştüğünü, Ankara’dan “siyasi destek” istediğini belirtiyordu. Ve zaten
Siyonist Merkezlerin tahriki ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırma niyetiyle, Tarık
Haşimi’nin yakalanması için kırmızı bülten çıkartılıyordu.

“İran-Türkiye-Suriye
çatışması tuzaktır” uyarısına kulak tıkanıyordu

Sezai Karakoç’un
yaptığı açıklamaları çeşitli yayın kuruluşlarında pek revaç bulamazken, Ruşen
Çakır, Karakoç’un söylediklerine dikkat çekiyordu.

Yüce Diriliş Partisi
Genel Başkanı Sezai Karakoç İstanbul İl Başkanlığında yaptığı konuşmada açık ve
net bir şekilde “İran-Türkiye-Suriye çatışması tuzaktır” diyordu.

Bugün bilhassa Türkiye
ile İran’ı çarpıştırmak istiyorlar ve ben bakıyorum ki, bunu önlemesi gereken
kalemler tam tersine, en basit bir bahanelerle tahrikçi bir şekilde ortaya
atılıyorlar. Tabiî bu tek taraflı değil. İran’da da mutlaka böyle oluyor.
Suriye’de de öyle oluyor. Türkiye’de de. Şunu bilelim ki bu ülkelerin
arasındaki meseleleri çözemeyecek tek şey var ise o da silâhtır. Bir tek
kurşunun bile atılmaması gerekiyor. Eğer bu atılırsa arkası gelir ve bu ülkeler
göz göre göre mahvolur gider. Arkası da Batı’nın korkunç istilâsıdır. O zaman
ne ezan ne kitap kalır.” uyarılarına nedense kulak tıkanıyordu.

 

BM'in “Suriye’de
insanî koridor çağrısı” Türkiye’yi tuzağa çekiyordu

Suriye'de başlayan
kısmî ateşkes, uluslararası toplum tarafından izlenmeye devam ederken, BM ve
Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan'ın sözcüsü Ahmed Fevzi, insanî
yardım koridoru açılması ihtiyacını dile getiriyordu. BM Güvenlik Konseyi'nin
Suriye gündemli oturumunun bitmesinin ardından basın toplantısı düzenleyen
Fevzi, “Özel Temsilci Annan, şu anda harika bir durumda olmadığımızın
bilincinde. Serbest bırakılması gereken mahkûmlar, açılması gereken insanî
yardım koridorları var.” diyordu. Altı maddelik Annan planında,
saldırılardan etkilenen tüm bölgelere insanî yardım ulaştırılması için her gün
2 saat çatışmaların durdurulması öngörülüyordu.

Erdoğan, Barzani
Kürdistanının resmiyet kazanmasına ve Suriye’de, Kürdistan’ı Akdeniz’e
bağlayacak bir koridor açılmasına yeşil ışık yakıyordu:

Katar temasları
sırasında Türk gazetecilerin sorularını cevaplandıran Başbakan Erdoğan, Irak'ın
kuzeyindeki bölgesel yönetimin lideri Mesut Barzani'yle yaptıkları görüşmede,
terör örgütünün silah bırakmasının sağlanmasını ele aldıklarına dair haberlerle
ilgili şunları söylüyordu:
 “Gündemimizde bu
olmadı. Ama bu bizim Kuzey Irak'la yaptığımız görüşmelerde zaten gündemde olan
bir başlık. (çelişkiye bakın…) Çünkü bölücü terör örgütü, silahı bırakması
lazım. Silahı bıraktığı andan itibaren de zaten bizim Türkiye Cumhuriyeti
devleti olarak tavrımız nettir. Tamamıyla operasyonların durdurulması
istikametindedir.”

“Irak'ın
bölünmesini asla arzu etmeyiz”

Başbakan Erdoğan,
başka bir soru üzerine ise Irak'ın bölünmesini arzu etmediklerini söylüyor, ama
buna asla fırsat tanımayacaklarını belirtmiyordu.
 “Bizim başından
beri hedefimiz, arzumuz; Irak'ın toprak bütünlüğüdür. Irak'ın bölünmesinin,
parçalanmasının hiçbir Iraklı vatandaşa faydası olmayacağı gibi, bir komşu ülke
olarak, bir kardeş ülke olarak biz zayıflanan, bölünen bir Irak'ın da
geleceğine yönelik doğrusu burada sadece üzüntümüzü beyan ederiz”
 diyerek art niyetini ve acziyetini ortaya koyuyordu.

 

Demirtaş, Kışanak ve
Türk ABD’ye gidiyordu!

Bu arada BDP Eşgenel
Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gülden Kışanak’ın da bulunduğu bir heyet
ABD’ye çağrılıyordu. Heyette, DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün de olacağı
açıklanıyordu. BDP Van Milletvekili Nazmi Gür’ün de katıldığı heyet, 22-29
Nisan tarihleri arasında ABD’de olacağı ve Washington ve New York’ta temaslarda
bulunuyordu. Daha sonra Shov TV Siyaset meydanına katılan
 Selahattin Demirtaş Ali Kırca’ya “sorunlarımızı iç dinamiklerimizle
çözmekten yanayız. Ancak ABD gibi etkin güçleri de yok sayamayız, desteklerini
almalıyız” sözleriyle Amerikan uşaklıklarını itiraf ediyordu.

AKP, Kerkük'ü Barzani
Bölgesi’ne bağlanmasına “evet” demeye hazırlanıyordu!

Kürt lider Barzani ile
İstanbul’daki görüşmelerde temel gündem maddesi, Irak’ı bütünleştirmeye çalışan
Maliki Hükümetinin nasıl düşürüleceği konusuydu. ABD’nin de desteklediği plana
göre, AKP ve Barzani, Iraklı Şii liderlerden El Hekim ya da Mukteda Sadr’ı ikna
ederek, Irak Meclisi’nde çoğunluk sağlamak istiyordu. Davutoğlu, Kerkük’ün
“Barzanistan”a verilmesi planını destekliyordu. Erdoğan ise Kerkük konusunda
kararsız görünüyordu.

AKP hükümetine,
Suriye'den sonra Irak'ta da kriz çıkarma taşeronluğu veriliyordu. Kürt lider
Barzani ile görüşmede, kamuoyundaki beklentilerin tersine, PKK ve teröre değil,
Irak'ta yapılacak değişimlere ağırlık verildiği anlaşılıyordu. İstanbul'daki
görüşmede ele alınan en önemli dosya, Irak'ın toprak bütünlüğünü kuvvetli bir
şekilde savunan Başbakan Nuri Maliki hükümetinin düşürülmesi oluyordu. Bu,
zaten biliniyordu. Ancak, açıkça konuşulmayan, fakat kulislerde dillendirilmeye
başlanan ve Türkiye'nin geleceğini şekillendirecek Kerkük dosyası, dünkü
görüşmelerde de masaya yatırılıyordu. Farklı kaynaklardan aldığımız bilginin
özeti şöyle: AKP hükümeti, Türkiye'nin “kırmızı” çizgilerini
“beyaz”a çevirip Kerkük'ün Kürt bölgesine bağlanmasına
“evet” demeye hazırlanıyordu.

Üçüncü Türk Amerikan
savaşı kaçınılmaz görünüyordu!

Em. Tümg. Alaettin
Parmaksız, kitabını da yazmıştı. Yani, ABD’nin Türkiye’yi nihai düşman görmesi
TSK’nin malumlarıydı. Ve aslında ABD Türkiye’ye savaşı daha 1991’de
başlatmıştı. Bugün üçüncü Türk-Amerikan Savaşı yaşanmaktadır:

Birinci savaş

ABD’nin 1991’de Irak’a
saldırısı, sonuçları açısından değerlendirilirse aslında Türkiye’ye açılmış bir
savaştı. Irak’ın kuzeyinde kurulacak ikinci bir İsrail (Kuzey Irak) bu savaşın
temel amacıydı. Birinci Türk-Amerikan savaşının can alıcı çarpışmaları
şunlardı:

ABD, Muavenet
Zırhlısı’nı vurdu: ABD, 2 Ekim 1992 günü Ege’deki fiili ateş bölümü olmayan bir
ortak askeri tatbikatta, ateş düğmesi çok kademeli olmasına rağmen
“yanlışlıkla” Türk zırhlısı Muavenet’i vurmuş ve 5 askerimizin şehit olmasına
yol açmıştı. Em. Albay Erdal Sarızeybek, Muavenet’in Eşref Bitlis‘e gözdağı
vermek için batırıldığını açıklamıştı. Bitlis, ABD’nin Kürdistan Projesi’ni
bozmak için 3 Ekim 1992 günü, yani Muavenet’in vurulmasından bir gün sonra,
Irak’ın kuzeyine harekât düzenleyen komutandı!

Eşref Bitlis Suikastı:
Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis, 17 Şubat 1993 günü uçağına yapılan
bir sabotajla saf dışı bırakıldı. Hem ABD-PKK bağlantısını, hem de ABD’nin
Çekiç Güç’le Irak’ın kuzeyinde kukla bir devlet kurmaya çalıştığını saptayan ve
buna engel olmaya çalışan Eşref Bitlis, Pentagon’un baş düşmanıydı! Birinci
Türk-Amerikan savaşının bu döneminde Uğur Mumcu başta olmak üzere aydınlarımız
katledilmiş ve Sivas katliamı tezgâhlanmış ve Alevi-Sünni, Dindar-Laik
çatışması amaçlanmıştı.

Çelik Harekâtı: Türk
Ordusu, Birinci Savaş’ın ilk dönemine yanıtını Çelik Harekâtı ile başlattı. 35
bin kişilik Türk Ordusu, ABD’nin ikinci İsrail’ine girip kontrolü sağladı.
Washington 5 bin CIA Peşmergesini Guam adasına çekmek durumunda kaldı. ABD’nin
bu harekâtı engellemek için Gazi Mahallesi’nde Alevi-Sünni çatışması
tezgâhladı.”

Diyen Mehmet Ali
Güller, doğru tespitler yaparken, her nedense 28 Şubat meselesine gelince,
olayı çarpıtıyor, Erbakan’dan kurtulmak isteyen ABD’nin tertip ve teşvik ettiği
bu post modern darbeyi
 “gericiliğe karşı
ilericilerin bir zaferi”
 gibi sunmaktan çekinmiyordu.

Oysa Başbakan
Erbakan’ın Çekiç Güç’ü bölgeyi terk etmeye mecbur bırakması, aldığı ciddi ve
milli tedbirlerle terörü sıfır noktaya taşıması, Havuz Sistemi gibi projelerle
ekonomiyi faizci-rantiyeci kesimden ve IMF’den kurtarması, D-8’ler gibi büyük
projelere imza atması ABD’yi çileden çıkarıyor ve yerli işbirlikçilerini
kullanarak 28 Şubat krizini başlatıyordu. Ve şöyle devam ediyordu:

İkinci savaş

“Binyılın Meydan
Okuması” tatbikatı:
 ABD, Türkiye’ye ikinci savaşı 2001
yılında ilan ediyor ve ekonomik krizle felç edilen Türk ekonomisi sayesinde ABD
hızla yeni araçlarını devreye sokuyordu. TSK’ya Hilmi Özkök darbesi yapılıyor
ve 3 Kasım 2002’de sandıktan AKP çıkartılıyordu. Önüne Türk Ordusu’nu Kuzey
Irak’tan atma hedefi koyan ABD, Nevada’da “binyılın meydan okuması“ tatbikatını
başlatıyordu.

Türk askerine çuval
takılması:
 Çıkmayan 1 Mart tezkeresinin intikamını
almak ve Türk Tugayı’nı Kuzey Irak’tan atmak için hamle yapan ABD, 4 Temmuz
2003 günü TSK’nin Süleymaniye’deki karargâhına girerek Türk askerlerini esir
alıp başlarına çuval geçiriyordu. Türk askeri 2003-2007 yıllarında bölgeden
çekildikçe PKK büyüyor, ikinci İsrail yani Barzanistan konumunu sağlama
alıyordu.

Ergenekon
Operasyonları:
 Hilmi Özkök‘ün 2002’de TSK’ye darbesiyle
başlatılan operasyonu, Türkiye’nin bağımsızlığı için mücadele veren aydınları
ve TSK’yı yıpratma kampanyasına dönüşüyordu.

Kürt Açılımı: ABD 2009 yılında AKP’ye “Kürt Açılımı” görevi veriliyor, böylece Kuzey Irak
cephesi fiilen Güney Doğu Anadolu’ya açılmış oluyordu. Bu dönemde Türk
Ordusu’na sınır ötesi operasyon yasaklanıyordu.

Üçüncü savaş

Üçüncü Türk-Amerikan
savaşının ana hedefi artık doğrudan Türkiye oluyordu.

Malatya füze radarı: AKP üzerinden Kürecik’e İran ve Rusya’yı hedef alan füze radarı kuran ABD,
böylece Türkiye’yi bu ülkelerle de karşı karşıya getirmeyi başarıyordu.

ABD-İsrail tatbikatı: Şubat 2012’de ABD ile İsrail ortak bir tatbikat yapıyor, sanki İran’dan
yönelmiş gibi bir Sparrow füzesi atılarak hem İsrail’deki hem de Kürecik’teki
radarın çalışması kontrol edilmiş oluyordu.

ABD-İsrail-Yunanistan
ittifakı:
 Kıbrıs açıklarında yapılan
ABD-İsrail-Yunanistan tatbikatında, Türkiye düşman ülke ilan ediliyordu.”

Evet, Türkiye ile ABD
ve İsrail’in kapışması ve tarihi bir hesaplaşmanın yaşanması artık kaçınılmaz
görünüyordu. Rahmetli Erbakan Hoca’nın hazırlayıp Kahraman Ordumuzun ilgili
birimlerine teslim ettiğini açıkladığı; teknoloji harikalarıyla, süper güçlerin
bütün şeytani hazırlıklarının, nükleer füze rampalarının, savaş zırhlarının,
tüm uçak ve gemi filolarının etkisiz bırakılıp boşa çıkarılacağı günler
yaklaşıyordu.


 



[1] 14 Nisan 2012, Zaman

[2] 19 Nisan 2012,










 



BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi