Wikileaks’ın Türkiye Belgelerindeki Fetullah Gülen ve cemaatiyle ilgili bölümler TARAF Gazetesine sızdırılıp yayınlandı. Dikkatimizi çeken hususlar şunlardı:
1- “ABD’nin Fetullah Gülen’e pek güvenmediği ve Cemaatin Amerika’yı kullanıp kutsal amaçları için istifade ettiği” Kanaati oluşturulmak ve böylece masumlaştırılıp meşrulaştırmak isteniyordu. Bu durumda ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i doğrultusunda kullanılması daha kolay hale geliyordu.
2- Gülen’in Türkiye’ye dönüşünün önü açılmaya ve belki de Abdullah Gül liderliğinde, iyice yıpranan Recep Erdoğan AKP’sine alternatif yeni siyasi yapılara zemin hazırlanmaya çalışılıyordu. Hüseyin Gülerce’nin Başbakana üslup ve AB konusundaki uyarıları da bunu gösteriyordu. (18 Mart 2011 – Zaman)
3- Ama yaklaşan 12 Haziran seçimlerinde, şimdilik bütün oyların AKP’ye akıtılması sağlanıyordu.
4- Birbirine tamamen zıt zannedilen TARAF ve AYDINLIK Gazetelerine, CIA’nın aynı oranda sıcak baktığı ve yararlandığı ortaya çıkıyordu. Çünkü bizzat Aydınlık’ın itiraflarıyla, önce kendilerine sızdırılmak istenen belgeler, sonra Tarafa aktarılıyordu. CIA, daha önce Aydınlıkçıların ne olduğunu bilmiyor muydu?
Aydınlık’ın yazdıkları:
“Aydınlık’ın haberlerinden sıkışan CIA, etkisini kullanarak Wikileaks belgelerinin Taraf gazetesine gitmesini sağladı. Wikileaks belgelerinin Taraf gazetesine ulaştırılmasıyla ilgili dikkat çekici değerlendirmeler yapılmıştı. Bunlardan birincisi, Amerikan istihbarat çevrelerine yakınlığıyla bilinen yabancı bir kaynaktı. Bu kaynağın değerlendirmesi şöyle:
“Wikileaks belgelerinin Aydınlık’a verilmesi düşünülüyordu. Ancak Aydınlık’ın CIA yayını üzerine vazgeçiliyordu ve belgeler, CIA tesiriyle Taraf’a yönlendiriliyordu. Şimdi Wikileaks belgeleri, Aydınlık’ın yayınına karşı kullanacaktı” Türkiye’deki istihbarat çevrelerine yakınlığı ile bilinen gazeteci Avni Özgürel de, katıldığı CNN Türk’teki Medya Mahallesi programında, Wikileaks belgelerinin başlangıçta Aydınlık gazetesine veya Odatv’ye verilmesinin düşünüldüğünü kendi kaynaklarına dayanarak açıklıyordu. Özgürel, belgelerin Aydınlık’a verilmesinden neden vazgeçildiği hakkında bilgi vermiyordu. Özgürel’in vurguladığı bir diğer husus da Ergenekon operasyonlarıyla ilgiliydi.
Avni Özgürel: “Türkiye’de medya ve iş dünyasına da daha geniş operasyonlar yapılacağının, bugüne kadar yapılanların sadece başlangıç sayılacağının” altını çiziyordu. (17 Mart 2011 Aydınlık Sh.8)
5- Büyük kısmının iyi niyetli, istikametli ve hizmet ehli olduklarına inandığımız cemaat bağlılarının da, artık acı gerçekleri görüp, Fetullah Hocayı da, mensuplarını da bu Siyonist-Haçlı tezgâhından çekip kurtarmaları gerekiyordu. Çünkü Yahudi hahambaşılarının, farklı mezhepteki Hıristiyan Din adamlarının ve Papa’lığın, öyle babalarının hayrına ve İslam’ın hatırına cemaate yardım etmeyeceklerini artık anlamaları bekleniyordu.
6- Siyonist Yahudi Lobilerinin ve Haçlı emperyalist mahfillerin güdümünden çıkan hareketin; Milli, İlmi, İslami ve İnsani hedefler istikametinde büyük hizmetlere vesile olacağı umuluyordu.
7- Hiçbir kesimin endişe etmesine ve paniklemesine gerek yoktu. Türkiye’deki Milli derin devlet, ABD’nin kirli ve gizli merkezlerinden daha güçlü bulunuyordu. Bunun en büyük ispatı, Erbakan Hoca’nın cenazesinde yaşanıyordu.
8- Zaman Gazetesinin TSK’yı yıpratıcı yayınları ve “Tai’nin uçağı deneme uçuşunda ters döndü, pilot camdan fırladı” (Bak. 18 Mart 2011 Zaman 1. sayfadan resimli) şeklinde, milli ve yerli harp sanayini kötüleyip körleştirmeye ve her bakımdan Batı’ya bağımlılığımızı sürdürmeye yönelik tavırlarına karşı, cemaatin ciddi ve cesaretli bir baskı oluşturması lazım geliyordu.
İşte WikiLeaks belgelerinde Fetullahçılık gerçekleri
ABD, “Olağanüstü yetenekli yabancı statüsü” veriyor!
Fetullah Gülen halen Amerika’da “sürekli mukim” statüsünde yaşıyor. Ama bu statüyü elde etmesi kolay olmadı. 1999’da “turist” vizesiyle ABD’ye giden Gülen, bu vizeyi daha fazla uzatmasının mümkün olmadığı noktada, bu kez farklı bir statüyle, din adamlarına verilen “R” vizesi ile ikametini sürdürdü. “R” vizesinin de sınırına dayanınca, Gülen’in avukatları, sürekli oturma izni (Yeşil Kart) için başvuruda bulundular. Bu başvuru, önce Amerikan Vatandaşlık ve Göçmenlik Hizmetleri Bürosu tarafından reddedildi. Daha sonra, yine Gülen’in avukatları, Amerikan hükümetinin “ret” kararına karşı Amerikan mahkemelerine itirazda bulundular ve davayı kazanarak müvekkillerinin 2008’den itibaren “Yeşil Kart” sahibi olmasını sağladılar.
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, WikiLeaks belgelerine yansıyan bir basın değerlendirmesinde bu durumu, “Gülen, Yeşil Kart’ını hükümet kararıyla değil, ABD mahkemelerinin kararıyla aldı. ABD hükümeti onu korumadı. ABD hükümeti, Gülen’in Yeşil Kart talebini reddedince, o kişisel olarak ABD mahkemesine başvurdu ve mahkeme kararıyla Yeşil Kart’ını elde etti” diye özetliyor.
Yine Jeffrey, 4 Aralık 2009 tarihli “KİŞİYE ÖZEL” statülü bir telgrafla, Washington’a, “ABD, Gülen’i niye himaye ediyor” sorusuna karşılık olarak, gazetecilere resmen şu cevabın verilmesi tavsiyesinde bulunmuş:
“ABD, Bay Gülen’i himaye etmemektedir ve kendisinin ABD’de bulunması bir siyasi karara dayanmamaktadır. Bay Gülen, ABD’de sürekli oturum için başvuruda bulunmuş ve 2008’de sonuçlanan uzun bir hukuki süreç sonunda, Federal Mahkeme’nin, kendisinin çok sayıda yazılı eserin sahibi ve dünya çapında bir dinî örgütün lideri sıfatıyla, ‘olağanüstü yetenekli yabancı’ olarak görülmeyi hak ettiği yönündeki kararı üzerine bu hakkı elde etmiştir. Bir Yeşil Kart sahibi olarak, Bay Gülen bu statünün getirdiği bütün imtiyazlara sahiptir. ABD’de bulunuşu, ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasının bir göstergesi olarak görülmemelidir.”
Türkiye Hahambaşı referans mektubu yazıyor!
Jeffrey’in Gülen’le ilgili 2009 tarihli telgrafına döneceğiz. Ama önce biraz geriye, Gülen’in ABD oturma izni alabilmesi için başlatılan kampanyanın ABD’nin Türkiye’deki diplomatlarınca nasıl karşılandığına bakalım.
4 Ağustos 2005 tarihinde, ABD’nin İstanbul Başkonsolos Vekili Stuart Smith tarafından Washington’a gönderilen “GİZLİ” statülü telgrafın başlığı: “Hoca’ya destek için seferber olmak.”
Orijinal metnini bugünden itibaren WikiLeaks’in sitesinde de bulabileceğiniz telgrafın giriş bölümünde, Hahambaşı İshak Haleva’nın ABD’nin İstanbul’daki diplomatlarına anlattıkları yer alıyor:
“Haleva kendisiyle ilişkiye geçen kişilerin, Gülen’in yakında ABD’deki göçmenlik statüsünü değiştirmek için başvuruda bulunacağını ve ABD hükümetinin bazı birimlerinde var olan ‘Gülen, ılımlı mesajıyla, daha sinsi ve radikal bir gündemi gizleyen bir radikal İslamcıdır’ inancına karşı bir tavsiye mektubuna ihtiyacı olduğunu söylediklerini aktardı.”
Söz konusu telgrafın kapsamında, imzalayıp Amerikan hükümetine göndermesi için Gülen yandaşlarınca Haleva’ya verilen mektubun tam metni de var. Haleva’nın telgrafa yansıyan ifadelerinden, bu mektubu hazırlayıp kendisine getirenlerin Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı adına hareket ettikleri anlaşılıyor.
Telgrafı okumaya devam edelim:
“İshak Haleva Gülen’in geçmişte Türkiye’nin Yahudi Cemaati’ne verdiği destek nedeniyle, bu talebi öylece geri çevirmemişti.”
Nitekim Yeşil Kart başvurusunun reddi yönündeki kararın düzeltilmesi için açılan davanın iki bin sayfalık belgeleri arasına giren destek mektuplarının yazarları arasında Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) eski çalışanları George Fidas ve Graham Fuller, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz gibi isimler var ama İshak Haleva yok.
Hocaefendi’yi Vatikan destekliyor
Gerek Haleva’ya imzalaması için verilen tavsiye mektubu taslağında, gerekse Gülen’i mahkemede savunan avukatlarının tezleri arasında, kendisinin 9 Şubat 1998’de Vatikan’da dünyadaki bir milyar Katoliğin ruhani lideri olan Papa İkinci John Paul’la bir araya gelmiş olması da vurgulanmıştı.
ABD’nin Başkonsolos Vekili Smith ise, 4 Ağustos 2005 tarihli “gizli” telgrafta, Vatikan’ın Gülen’e desteğine ilişkin farklı bir gözlem aktarıyor:
Burada (başkonsolosluk kastediliyor) düzenlenen kahvaltılı bir toplantıda, Vatikan Temsilcisi’nin, Gülen’i sadece coşkulu bir şekilde övmekle yetinmeyip, o sırada Türkiye’yi ziyaret etmekte olan Kongre heyetinin başkanına Gülen hakkında yazılmış bir kitabı da takdim ederek, heyeti şaşırtmıştı. Gülen’in yıllar önce Papa İkinci John Paul’la görüşmesi Türkiye’de büyük tartışma yaratmış, bazı rakip cemaat ve tarikatlar Gülen’i satılmışlıkla suçlarken, bizim en iyi irtibatlarımız arasında olan başka bazı mütedeyyin Türkler de, bu hareketi ikiyüzlülüğün en son noktası olarak değerlendirmişti.”
Garih öldürülüyor, Marovitch’e suikast düzenleniyor!
Üzeyir Garih ve Georges Marovitch… Fetullah Gülen’le dostlukları bilinen iki isim. İkisinin de, Gülen’i Papa İkinci John Paul’le buluşturmakta ayrı ayrı rol oynadığı, “WikiLeaks Türkiye Belgeleri”ne yansıyan bilgiler arasında.
Fetullah Gülen, Papa İkinci John Paul’le 9 Şubat 1998’de Vatikan’da görüştü. Gülen, aynı gün Roma’ya gitmek için İstanbul’dan ayrılırken, Vatikan’ın Ankara Büyükelçisi Pier Luigi Celata ile İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch aracılığıyla, 1997’de kendisine iletilen bir davete icabet ettiğini söylemişti. Yani davet Papa’dandı. Peki, davet fikrini Papa’nın aklına sokan kimdi ya da kimlerdi?
“WikiLeaks Türkiye Belgeleri”nde, Monsenyör Marovitch’in bu görüşmenin ayarlanmasında oynadığı belirleyici rolü, bizzat kendi ağzından ifadelerle yansıtan bir Amerikan telgrafı da var. Bu sayfalarda sunduğumuz telgrafta, aynı zamanda, Amerikalı diplomatların Papa-Gülen görüşmesinin sağlanmasında Üzeyir Garih’in de dolaylı rol oynadığına ilişkin bir notu yer alıyor.
1929 İstanbul doğumlu Üzeyir Garih, tam kırk yedi yıl İshak Alaton’la birlikte Alarko Şirketler Grubu’nun başkanlığını yürüttükten sonra, 25 Ağustos 2001’de Eyüp Mezarlığı’nda bıçaklanarak öldürüldü. Cinayet zanlısını olarak Yener Yermez adlı bir asker firarisi yakalandı ve suçu “itiraf ettiği” açıklandı. Yermez müebbet hapse mahkûm edildi ama 2008’de cezaevinden Yeni Şafak gazetesine gönderdiği mektuplarda, “Bana cinayeti üstlenmem karşılığı vaat edilen miktar 1 milyon 500 bin dolar olup, kabul etmediğim taktirde ölümle tehdit edildim. Gerek ailemi gerekse kendi güvenliğimi düşünerek, cinayeti üstlenmek zorunda bırakıldım. Başka da çarem yoktu” dedi. Yermez, o mektuplarda ayrıca eski Adli Tıp görevlisi, şimdinin Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın da cinayetle ilgili birçok sorunun cevabını bildiğini öne sürdü.
Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu Sözcüsü Monsenyor Georges Marovitch ise, Garih’ten iki yıl sonra, 1931’de yine İstanbul’da doğdu. Vatikan Büyükelçiliği’nin İstanbul Temsilcisi de olan Marovitch’in adını, geniş kamuoyunun duyması ise 2007’de Roma’da geçirdiği esrarengiz kazayla öldü.
Termini Tren İstasyonu’nda beklerken, biri Marovitch’i raylara itti. Yaklaşan tren son anda durdu. Marovitch’in kaburgaları kırıldı, iç organları hasar gördü. Türkiye’ye dönüp Ermeni Hastanesi’nde tedavi gördü ve yatalak kaldı.
Yine Marovitch’e göre, İtalyan makamlar kısa süre sonra kazayla ilgili soruşturma dosyasını kapattı. Bunu üzerine Marovitch, olayın aydınlatılması için ikinci kez dava açtı. Termini’deki kamera kayıtları esrarengiz şekilde ortadan kaybolmuştu ve İstanbul’da telefonla ölüm tehditleri de alan Marovitch, olayın basit bir kaza olduğuna hiç inanmamıştı.
ABD Polisi, Gülen için FBI’dan ricacı oluyor!
Fetullah Gülen’in ABD’de yasal koşullarda ve sık sık ülkeyi terk etme zorunluluğu olmadan yaşayabilmek için verdiği hukuk mücadelesinde önüne çıkan en büyük engel Federal Soruşturma Bürosu’ydu (FBI). Nitekim Gülen’in avukatları “Yeşil Kart” için açtıkları davada, bu talebi reddeden Göçmenlik Bürosu’nun yanı sıra dönemin ABD Yurtiçi Güvenlik Bakanı Michael Chertoff ve FBI Direktörü Robert S. Mueller’dan da şikâyetçi oldular.
Şimdi, bu bilgiyi de akılda tutarak, ABD’nin İstanbul Başkonsolos Vekili Smith’in telgrafının devamını okuyalım:
“Gülencilerin ABD’nin Gülen’e karşı olumsuz tavırları konusundaki spesifik endişesinin, Gülen’in avukatının ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’ndan yararlanarak elde ettiği 2004 tarihli bir FBI raporundan kaynaklandığı anlaşılıyor. Türk Ulusal Polis Teşkilatı’nda irtibatlı olduğumuz üç üst düzey yetkili, kısa süre önce bu konuyu İstanbul’daki ‘legat’ın (İstanbul Başkonsolosluğu’nda FBI’ı temsil eden diplomat kastediliyor) dikkatine getirdiler ve bu görüşmede aynı zamanda Gülen’le ilgili basılı malzemeler sunarak, FBI’ın, kendisi hakkında bir tür ‘temiz kağıdı’ verip veremeyeceğini sordular. (Not: Legat, bu tip bir kâğıdı bir PR kampanyası başlatmakta kullanma niyetini göz önünde tuttuğu için, buna yanaşmadı.)”
ABD, Fetullah’ı aklamak ve taraftarlarını rahatlatmak için “Ona tam güvenmiyor” tavrı takınıyor!
Bu telgrafın sonundaki “yorum” bölümünü, hem ABD’nin 2005 yılında Gülen’e nasıl baktığına ilişkin bir belge hem de bu bakışın daha sonraki yıllarda nasıl değiştiğini görmek için “baz” olarak aynen aktarıyoruz:
“Gülen’in kamuoyuna verdiği hoşgörü ve diyalog mesajını ve buna paralel olan İslam’ı bilim ve moderniteyle uzlaştırma çabasını hesaba katan bazı Batılı gözlemciler, onu Müslüman bir eğitimci (ya da “hoca”) olarak benimsiyor ve onu “ılımlı İslam”ın sesi olarak görmeyi tercih ediyorlar. Gülen, sıklıkla terörizme karşı konuşuyor (Kur’an’ın bazı tefsirleriyle İslam adına uygulanan terörist şiddet arasındaki bağlantıyı irdelememek konusunda dikkatli davranmasına rağmen…) Gülen ayrıca, Yahudi cemaatince kendi varlığına destek olarak algılanan tavırlar da sergiliyor.
Bu gerçekler, Gülencilerin Türk Milli Polis Teşkilatı dâhil (İstanbul’daki ‘legat’la yaptıkları toplantıda ortaya çıktığı gibi Ankara bu gelişmenin polisin terörizmle mücadele çabalarına etkisini ayrıca ele alacak) birçok devlet kurumuna sızmalarıyla birleştiğinde, yüzeyin altında çok daha katı bir çizginin, dünya çapında bir İslamcı yayılma propagandası misyonunun yattığına işaret ediyor. Kısacası, Gülencilerin sahip oldukları uluslararası okullar ağı ile gelecek nesillere şekil verme çabaları ve sadece Türk iş dünyasına değil, resmi kurumlara da sızma konusundaki belgeli gayretleri, Türk İslamı içinde baskın bir ses haline gelmeleri halinde, ılımlı tavırlarının sürüp sürmeyeceği konusunda soru işaretleri doğmasına yol açtı. Bu nedenle Haleva’nın temkinli tutumu doğru bir tavır gibi görünüyor.”
Yedik içtik ve hep cemaat konuştuk
Bu “profil” telgrafından bir yıl sonra, 27 Nisan 2007’de, yine Başkonsolos Deborah K. Jones, bu kez Gülen cemaatini anlayıp anlatmaya yönelik daha samimi bir çabayı yansıtan bir telgraf yazmış.
“Gülencilerle az viskili bir toplantı” başlığını taşıyan telgraf, 17 Nisan 2007’de ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda verilen akşam yemeğini konu alıyor. “Dinî lider Fetullah Gülen’e sempati duyan ve/veya onun hakkında bilgi sahibi Türklerden oluşan eklektik bir grup” diye tarif edilen misafirlerin listesine Nazlı Ilıcak’ın karar verdiği de telgrafta belirtilmiş. Davetliler ise “gazeteci-yazarlar Fehmi Koru, Ali Bulaç ve Mustafa Akyol, Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Niyazi Öktem ve Galatasaray Üniversitesi’nde ders veren oğlu Emre, Marmara Üniversitesi’nde ilahiyat dersi veren Mahmut Kılıç, sosyolog (Türk yazar Cemil Meriç’in kızı) Ümit Meriç, Fatih Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Alparslan Açıkgenç, Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu Sözcüsü Georges Marovitch ve Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak” diye sıralanıyor.
Başkonsolos Jones, konukların yemekte Gülen’i 1960 ve 1970’lerde İzmir’deki bir camide imamlık yaptığı günlerden itibaren anlattıklarını, onun ilahiyatçı yönü ve eğitime verdiği önem üzerinde durduklarını aktarıyor.
Washington’un bakışı değişiyor
Jones’un telgrafının en sonundaki “YORUM” bölümü de, Gülen hakkında “laikçi” kesimin kuşkularını dinlemeye alışmış bir Amerikalı diplomatın, farklı yaklaşımlar işittikten sonraki yeni değerlendirmesini yansıtıyor:
“Gülen’e akademik, mesleki ve dinî açıdan hayranlık duyan ya da onun takipçisi olanların oluşturduğu bu etkileyici grubun ortaya koyduğu Fetullah Gülen portresi ile, Gülen’i, entrikalar çeviren, Türkiye’yi İran’dan pek de farkı olmayan şeriata dayalı bir İslamî devlete dönüştürme planı yapan bir kripto-Molla olarak gören laikçi algılamalar arasında ışık yılları var. Bu konuklar, Gülen’in günümüz Türk hayatıyla ve modern dünyayla uyumlu ve bağdaşık bir aydınlanmış İslam için model ve hatta Türkiye’nin her iki taraftaki radikalleşmiş unsurlar tarafından da istismarını önlemek için bir ihtiyaç olduğuna açıkça inanıyorlar.”
“Hoca, Humeyni gibi değil, Amerika’nın işine yarar” deniyor!
Amerikalı diplomatların Gülen’e olan ilgisi, 2008 sonrasında birkaç konu başlığında yoğunlaşmış; Gülen cemaatinin siyasi gündemi, AKP hükümetiyle ilişkileri, Ergenekon soruşturmasındaki rolü ve Kürt meselesinin çözümünde bir işlev üstlenip üstlenemeyeceği bu konu başlıkları arasında yer alıyor. Tabii, Gülen hareketinin dünyanın dört yanındaki faaliyetlerinin incelenmesi, Türkmenistan’dan Avusturya’ya kadar birçok ülkedeki okulların gezilerek rapor tutulması da Amerikan diplomatik mesaisinin parçası. Diğer konularla ilgili belgelere geçmeden önce, 25 Temmuz 2008 tarihinde, dönemin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’un ortaya onayıyla Washington’a gönderilen “Türk Gülenci okullar: Ya her yerde ol, ya hiçbir yerde olma” başlıklı telgrafa bakalım.
Bu telgrafta Amerikalı diplomatların Ankara’daki Samanyolu Lisesi’ne yaptıkları ziyarette edindikleri izlenimler ve gerek okul çalışanlarının, gerekse Türkiye ve diğer ülkelerdeki cemaat okulları hakkında bilgi sahibi diğer kişilerin Amerikalılara anlattıkları geniş yer tutuyor.
Telgrafın en sonundaki “YORUM” bölümü, Amerika’nın bu okullara ve cemaate bakışı konusunda ipucu veriyor. “Sadece tek bir kitap okuyan adama güvenmeyin” başlıklı o bölümü aynen aktarıyoruz:
“Kuşkusuz Samanyolu Lisesi’nin öğrencilerinin ve idarecilerinin gurur duyacakları çok şey var. Öğrencileri çok başarılı; okulları, ortalama bir Türk devlet okuluyla kıyaslandığında birinci sınıf; ve Türklerle dünyanın geri kalan bölümü, özelliklede gelişmekte olan dünya arasında değerli ve nadir nitelikte kültürel değişim programları gerçekleştiriyorlar. Bu ve diğer Gülenci okulların somut, müspet kazanımlarına bakıldığında, bu okulların ya da bu okulların öncülük yaptığı Gülenci hareketin Türkiye’nin demokratik laik sistemine nasıl tehdit oluşturabileceğini anlamak güç.”
“Gülenciler, Polis teşkilatına hâkim” tespiti yapılıyor!
Şimdi en başa 4 Aralık 2009 tarihinde Büyükelçi James Jeffrey’nin Washington’a yazdığı ve gülen hakkındaki sorulara nasıl cevap verileceği konusunda tavsiyelerde bulunduğu telgrafa dönelim.
“Gülen Türkiye’nin görünmez adamının uzun bir gölgesi var” başlıklı bu telgrafın büyük bir bölümünü, Washington’un Fetullah Gülen’in şahsına ve cemaatine güncel bakışını yansıttığı inancıyla aktarıyoruz:
“1) ÖZET: Fetullah Gülen Türkiye’de hâlâ siyasi bir fenomen. Son on yıl boyunca Pennsylvania’da ‘sürgünde’ olsa da, Gülen’in etkisi, sadık destekçilerinden oluşan tümenler ve elit bir okullar ağı sayesinde devam ediyor. Gülen Hareketi’nin öne sürülen hedefleri dinlerarası diyalog ve hoşgörü ama mevcut ‘AKP-laikçiler’ bölünmesinde, pek çok Türk, Gülen’in daha derin ve muhtemelen sinsi bir siyasi gündemi olduğuna inanıyor; hatta bazı İslami gruplar bile Gülen’in şeffaflıktan yoksun oluşunu eleştiriyor ve bunun kendisinin amaçları konusunda şüphe yarattığını söylüyorlar.
2) Gülen 1938 ile 1942 arasındaki bir tarihte (değişik tarihler veriliyor) doğdu ve başlangıçta İmam ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın memuru olarak çalıştı. Hareketini, 1970’li yıllarda, takipçileri ‘Nurcu’ olarak bilinen, Kürt kökenli İslami düşünür Said Nursi’nin öğretilerini temel alarak kurdu. Gülen daha sonra Nursi’nin çerçevesinin dışına çıktı. Gülen’in kendi felsefesi İslam’da bilimin rolünü vurguluyor. O, dinlerarası diyalogu destekliyor ve terörizmi lanetliyor. Son yirmi yılda ise, Gülen sadece Türkiye’de değil, dünyada da ağırlıklı olarak eğitim üzerine odaklandı. Onun okulları özellikle Orta ve Güney Asya’da, akademik mükemmeliyetleri ve ılımlı İslami görüşleri savunmaları nedeniyle itibar kazandı.
3) Zaman gibi Gülenci gazeteler Atatürk’ün mirasının geçerliliğini bıkmadan sorguluyor ve AB heveslisi bir ülke olarak Türkiye’nin siyasi konularda Türk ordusunun sesinin kısılmasını sağlaması gerektiğini savunuyorlar. Bu gazeteler, Ergenekon soruşturmasının bayraktarlığını yapıyor ve Türk ordusunun geleneksel hâkimiyetinin Türkiye’nin tarihinde olumsuz bir etken olduğunu sürekli olarak vurguluyorlar. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Türk Genelkurmayı’na yakın kaynaklar Gülen’den açıkça nefret ediyor; onun ve onun destekçilerinin sadece Türk ordusunu yıpratmak değil, aynı zamanda Türkiye’yi İran benzeri bir İslami cumhuriyete dönüştürmek için de amansız bir mücadeleye giriştiklerini savunuyorlar.
4) Hatta bazı İslamcı örgütler nezdinde bile, Fetullah Gülen Hareketi’nin karanlık bir imajı var.
5) Gülen Hareketi, Sünni Hanefi İslam’ın modernleşmiş bir versiyonu olarak tarif ediliyor. Bu eğilimi, eski Başbakan Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş grubuyla uyuşsa da, Milli Görüş, Türkiye merkezli yeni bir dünyayı hedeflerken, Gülen Hareketi’nin küresel sistemle uyumlu ve ılımlı bir kapsamı var ve amaca ulaşmaya yardımcı her aracı mubah gören bir yaklaşımdan rahatsızlık duymuyor; mesela, gerektiğinde başörtüsünü de çıkartabiliyor. Yine de, başka bazı ortak paydalar söz konusu: AKP’nin kurucularının çoğu Milli Görüş’ten gelirken, AKP’nin birçok yetkilisinin de Gülen Hareketi’ne yakın olduğu biliniyor.
6) Zira Cumhurbaşkanı Gül, bizim ilişkide olduğumuz kişilerin hemen hepsi tarafından Gülenci olarak görülüyor ama Başbakan Erdoğan öyle görülmüyor. Esasen, görüştüğümüz bazı kişilerin iddiasına göre, Erdoğan, o kadar kararlı biçimde Gülen cephesinin dışında duruyor ki, Gülen’in sadık çevresi onu bir yük (liability) gibi görüyor. Bu arada, Cumhuriyet Halk Partisi ve AKP’nin diğer muhalifleri ABD’yi, sözüm ona Türkiye’nin laik temellerini zayıflatarak bir ılımlı İslami devlet “modeli” yaratmak amacıyla, gizliden gizliye Gülen’i desteklemekle itham etmekte pek aceleci.
7) Gülen’in İslami olamayan destekçileri de var ve İstanbul’daki Ekümenik Patrik bunlardan biri. Patrik, kısa süre önce Büyükelçi ile yaptığı bir konuşmada, ABD’ye yaptığı son gezi sırasında Gülen’i ziyaret ettiğini ve bir saatten fazla baş başa görüştüklerini anlattı. New York’a yaptığı ziyarette de Gülen’i yeniden görmeyi planladığını söyledi. Patrik, Büyükelçi’ye Gülen’den “çok etkilendiğini” anlattı ve Kazakistan’da Süleyman Demirel’in adı verilen bir üniversite dâhil olmak üzere Gülen okullarını kalitesini övdü.
8) Türkiye’de mevcut AKP-laik bölünmesi veri alındığında, herhangi bir İslami hareketin kendi amaçları konusunda temkinli konuşması şaşırtıcı olmamalı. Ne yazık ki bu durum, Türk toplumunda adeta bir refleks olan komplo teorilerine inanma eğilimini besliyor ve Gülen Hareketi’ne ilişkin kuşkuların üzerine de büyüteç tutuyor. Gülen’in amaç edindiği öne sürülen dinlerarası diyalog ve hoşgörüye söylenecek söz yok ama Gülen Hareketi’nin arkasında ABD hükümetinin (ve Yahudi Lobilerinin) olduğu iddialarında kaygı verici bazı yönler görüyoruz.”
“Cemaat devlet için açık ve yakın bir tehlike” sayılmıyor
ABD’nin Fetullah Gülen’e bakışını genel hatlarıyla yansıtan “KİŞİYE ÖZEL” bir diğer telgraf 11 Kasım 2003 tarihini taşıyor. Bu tarihte Ankara 2 nolu devlet Güvenlik mahkemesi, Fetullah Gülen Davası’nın kesin hükme bağlanmasını 4616 sayılı Şartla Salıverme ve Dava ve Cezaların Ertelenmesi Yasası Kapsamında beş yıl süre ile ertelemişti. Zaten dönemin Ankara Büyükelçisi W. Robert Pearson’ın yazdığı telgrafın başlığı da, “Türk Sivil Toplumu: İslami lider Fetullah Gülen aleyhindeki hüküm ertelendi.” Pearson, Gülen’i şöyle tarif etmişti.
“1970’lerde işe başladığında çok daha radikal olan Gülen, ekümenlik (evrensel) bir anlayışla ilgilendiğini iddia eden ama kökleri yoğun biçimde İslami olan bir ruhani liderdir. Bu hareket diğer İslami tarikatlar gibi çalışıyor ama nispeten daha hiyerarşik ve daha disiplinli. Gülen ve takipçileri, eski Cumhurbaşkanı Demirel ve baş-laikçi-milliyetçi eski başbakan Ecevit dâhil olmak üzere kendi içinde çok geniş bir yelpazedeki Türk siyasetçileriyle iletişim halinde ve onlardan kamuoyu önünde destek almış durumda”
Bu telgrafın sonundaki “YORUM” bölümünü ise aynen aktarıyoruz.
Her ne kadar, tecrübelerimize göre, bu hareket (Gülen Hareketi) Devlet’in baskısı altında gizemli bir hale geldiyse, temsilcileri bize karşı daha temkinli davranıyorsa ve dolayısıyla hedeflerini okumak daha zor oluyorsa da devletin Gülen’e yönelik tacizi, bize bulanık ve keyfi şekilde yorumlanmış bir dizi delile dayalıymış gibi görünüyor. Ayrıca daha militan, İslamcıların Türkiye‘deki bazı Gülen yapılanmalarına girdiklerini de tecrübe ettik. Ama Gülencilerle kapsamlı ve sürekli temaslarımıza dayanarak şu sonuca varıyoruz: Gülen’in yaklaşımı öylesine tedrici ve onun kurmayları militan olarak karalanmamak konusunda öylesine sakıngan ki, bu hareket Devlet’e karşı açık ve yakın bir tehlike oluşturmamaktadır.”
2009 yılında Washington; Türkiye’de Ilımlı İslam’ı ve Fetullahçılığı meşrulaştırıp yaygınlaştırmak üzere aşağıdaki soruların yanıtını istiyor:
Ve günümüze iyice yaklaşıyoruz… Aleviler ve gayrimüslimlerle ilgili Amerikan gizli belgelerini yayımlamayı sonraya bırakarak , “İslam ve Laiklik” dosyasını ve Türkiye üzerindeki hesaplarını ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın sorduğu sorulardan anlamaya çalışalım:
22 Temmuz 2009’da Clinton’ın onayıyla Washington’dan Ankara Büyükelçiliği’ne gönderilen telgraf , “Tarikatlar, Kürtler ve İslam ve Türkiye’de azınlık dinleri konusunda bilgi talebi” başlığını taşıyor.
Sorular öğreticidir ve ipucu vericidir. Söz konusu telgrafta, Bakan Clinton’ın, dönemin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’nin “acilen” cevaplamasını istediği sorular da, Washington’un Türkiye’ye bakarken neleri gördüğü hakkında bizce çok şey anlatıyor:
Tarikatların yapısı ve tavrı
1) Bugün Türkiye’de üye sayıları ve siyasi kudretleri bakımından en güçlü İslamî cemaatler ya da tarikatlar hangileri oluyor?
2) Tarikat üyeliğinin, mesela oy kullanma tercihleri gibi siyasi eylemlerle arasındaki ilişki ne? Tarikatlar hangi işlevleri görüyor?
3) Bu gruplara üyelik nasıl işliyor? Dışarıdan birileri de bir gruba yaklaşıp katılmak isteyebilir mi, yoksa üyeler tarafından davet edilmeleri mi gerekiyor? İnsanlar hiç tarikatlarından ayrılırlar mı? Tarikatlar birbirleriyle nasıl geçiniyor ya da ilişki kuruyor ve bunlar niçin yapılıyor?
4) Bir tarikatın bünyesinde, İslamî kuralların farklı geleneklerine ya da ekollerine mensup olmak cemaatin genel dinamiğini nasıl etkiliyor? Tarikatların önde gelen üyeleri, hamilik ilişkisi dışında da, özellikle gündem belirlemek açısından bu gruplara göre mi hareket ediyor?
Kürtler ve İslam kavramı
1) Türkiye’deki tarikatların üyelerinin ne kadarı Kürtlerden oluşuyor?
2) Fetullah Gülen’in takipçileri de dâhil olmak üzere, Nurcu Hareketi’ne Kürtlerin katılımı ne düzeyde? Kürtler genel olarak Gülen’e nasıl bakıyor?
3) Nakşibendî ve diğer geleneksel tasavvufî gruplar, özellikle Gülen Hareketi ile nasıl bir ilişki ve/veya rekabet içinde bulunuyor?
4) Tarikatlar/Nurcu örgütler dindar Türklerle dindar Kürtler arasında ne ölçüde köprü oluşturuyor? Öte yandan, tarikatlar/Nurcu örgütler, Diyanet’in geleneksel Hanefi dışlayıcılığına kızarak ve kısmen de Kürt kimlik bilincinin/etnik Kürt ayrılıkçılığının körüklemesiyle, ne ölçüde retçi , “ayrılıkçı” bir İslam’ın üretildiği yerler haline geliyor? Kongra-Gel (KGK) ve Demokratik Toplum Partisi (DTP) gibi laik örgütler bu eğilimlerin ne kadar farkında ve ne ölçüde bunları istismar etmeye ya da bunlara karşı harekete geçmeye çalışıyor?
5) Hizbullah’ın çeşitli cephelerde yeniden ortaya çıkması, ne ölçüde Gülen’in ve/veya AKP hükümetinin “reformist” tacizlerine karşı bir İslamî Kürt reddedişi temsil ediyor ya da yansıtıyor? Hizbullah’ın “İlim” ve (geleneksel olarak şiddet uygulamayan) “Menzil” kollarının yükselişinin nedeni ne? Kürtler, Ergenekon/Derin Devlet örgütlenmeleriyle mücadele çabaları kapsamında Hizbullah’ın ve çeşitli unsurlarının geri dönüşünü nasıl görüyor?
Türk Müslümanları dünya İslam ümmetine bağlı mı?
Dış etkiler
1) Türk Müslümanlar, dinî rehberlik için Türkiye dışına bakıyorlar mı ve hangi kaynaklara ya da kişilere özeniliyor?
2) Dışarıdaki dinî etkilerin Türkiye’ye nüfuz etmesine imkân veren ne gibi mekanizmalar mevcut? İslam’ın Türk tipi olmayan biçimleri ve tezahürleri Türkiye’deki gelişmeleri ve dinî tartışmaları nasıl etkileyebilir? Türk İslamî kanaat önderleri dış nüfuza ve tecrübelere ne ölçüde açık ve bu nüfuz nasıl sağlanıyor?
3) Türk Müslümanları günümüzdeki Sünni/İslam ümmete ne kadar entegre görünüyor? Türk Müslümanları, Müslüman dünyanın diğer yerlerindeki İslamî gelişmelerden (teolojik, sosyal ya da siyasi tartışmalardan) ne kadar haberdar ya da ne kadar uzak davranıyor?
Azınlık dinleri
1) Anti-Semitizm ve Hıristiyanlara karşı husumetin tabandaki ifadeleri, siyasetin ve medyanın önderlerince ne kadar cesaretlendiriliyor ya da caydırılıyor?
2) Lütfen bu sorulara, konu satırına C-RE9-01283 yazarak cevap vermeniz bekleniyor.
Ankara’daki Amerikalı diplomatlar bu soruları elbette cevapsız bırakmamıştır. Ama söz konusu cevapları içeren telgraf maalesef “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” arasında yer almıyor. Çünkü Wikileaks belgeleri, hem şantaj hem manipülasyon amacı taşıyor ve ABD’ye (Siyonist Lobilere) zarar verecek kısımlar özellikle ayıklanıyor.
ABD; Kemalist İslam’a karşı, Siyonist (Ilımlı ve Protestan) İslam üretiyor
2003: Diyanet, dinin bağımsızlığına karşı
Taraf’ın elde ettiği 11 bin civarındaki WikiLeaks belgesi 2000’li yıllar ağırlıklı ve bunlar içinde nedense 28 Şubat dönemine ilişkin fazla telgraf bulunmuyor. Bununla birlikte, Marc Grossman’ın büyükelçiliği döneminde Ankara’daki ABD diplomatlarının Washington’a Refah’ın yükselişine paralel olarak Dünya İslam Birliği endişesinin de yükselişe geçtiğini rapor ettikleri bir önceki telgraftan anlaşılıyor. 28 Şubat’ı izleyen dönemin gizli Amerikan yazışmalarında ise bu müdahaleden hemen her seferinde “postmodern darbe” olarak ve belli bir eleştirel mesafeyle söz edilmesi dikkat çekiyor.
27 Haziran 2003’te, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde Maslahatgüzar konumunda bulunan Robert S. Deutsch’un onaylayarak Washington’a gönderdiği “Diyanet’in Denetlenmesi Savaşı” başlıklı telgraf, hem bu açıdan hem de Türkiye’deki “laik” sistemin ABD’de nasıl algılandığını yansıtması bakımından dikkat çekici. Orijinalinin tam metnini bugünden itibaren internet sitemizde de bulabileceğiniz telgrafın bazı bölümlerini aktarıyoruz:
“Özet: AKP hükümetinin Türk camilerine 15 bin ek imam alınması yönündeki önerisinin yarattığı yeni tartışma, dinin Türk kamusal hayatındaki rolüne ilişkin eski tartışmayı yeniden canlandırdı. Bu tartışma aynı zamanda: 1) hem katı laikçilerin hem de dindar muhafazakârların “İslam” kartını kendi çıkarları için kullanmaya çalıştıklarını, 2) Türkiye’de monolitik ve siyasi birleşmişlikten uzak olan İslam’ın, birçok laikçinin itiraf ettiğinden daha esnek bulunduğunu, ana akım toplumun içindeki köklerinin de daha derin olduğunu gösterdi.”
Yani Erbakan’ın İslam anlayışına savaş açan Amerika, Erdoğan’ın İslam anlayışına destek veriyor!
Cami ve devlet: birleşik, ayrı değil
Belgelerden: “Batılılaşmanın en azından taklidini yapan Türk elitler ve yetkililer, Atatürk’ün döneminden beri Türkiye’de laikliğin niteliğini belirleyen şeyin , “cami ile Devlet”in kurumsal olarak birbirinden kesin biçimde ayrılması olduğunu yabancılara anlatıp dururlar. Aslında, laikliğin “Türk” versiyonu ABD’dekine yüz seksen derece zıttır; dokulara derinlemesine nüfuz etmiş ve anayasa tarafından korunan bir alışkanlık değil, anayasayla kutsallaştırılmış ve zorla kabul ettirilmiş bir Devlet ideolojisidir. Türk yasaları dinî düşünce ve duyguların kamusal alanda yer almasını açıkça yasaklasa da, dinî kurumlar sadece katı bir devlet denetimi altında değil, aynı zamanda Türk Devlet aygıtının ayrılmaz bir parçası halindedirler.
Diyanet İşleri Başkanlığı yaklaşık doksan bin personeliyle Türk Devleti’nin en büyük organlarından biridir. Cami inşaatı/teftişi, imamlar gibi dinî memurların işe alınması ve her türlü dinî tavsiyenin yapılmasından resmen sorumludur. Bu işlevler, Diyanet’in asıl amacının yanında ikinci önemdedir. Bu amaç, Cumhuriyet’in ilk günlerinden bu yana olduğu gibi , “İslamî” fikirlerin ve bağımsız dinî kurumların Atatürk’ün laik devrimine karşı tehdit oluşturmasını engellemektir.
Dolayısıyla da, bu kurumu kötüleyenlerin –ki buna İslamcılar, merkezdeki muhafazakârlar ve liberaller dâhil– gözünde Diyanet, bir uçtan bir uca Anadolu’da ve İstanbul ile Cumhuriyetçi Ankara’nın daha az elit köşelerinde yaşanan çok çeşitli inançlarla pek az ilgisi olan bir “Kemalist İslam”ın üreticisidir. Bu kurum, Türkiye’nin hatırı sayılır büyüklükteki Alevi (laik Devlet’i kuvvetle savunsa da, Diyanet’in Türkiye’nin Sünni çoğunluğunun hâkimiyetini güçlendirmesinden uzun süredir kaygı duyan heterodoks Şii azınlık) topluluğu tarafından bile eleştiriliyor.”[1]
Yani ABD, Diyanet’in kaldırılmasını, en azından mevcut yapısının değiştirilip sulandırılmasını ve İslam’ın daha kolay dejenerasyona uğratılmasını öneriyor!.
http://www.millicozum.com/mc/mayis-2011/fetullahcilar-yol-ayrimi