ERDOĞAN İKTİDARININ VERDİĞİ GİZLİ TAVİZLER
VE
TÜRKİYEYİ BEKLEYEN TEHLİKELER
Yazımıza iki soruyla başlayalım:
1- Kuzey Kıbrısta Maraş bölgesinin açılması, ve Azerbaycanın Ermeni işgalindeki Karabağın bazı yörelerini haklı olarak geri almasına malum ve melun odakların mecburen göz yummaları; acaba KKTCnin haklarının AB üzerinden Rumlara peşkeş çekilmesine Ege Adalarındaki ve Doğu Akdenizdeki haklarımızın ve çıkarlarımızın, dolaylı biçimde Yunanistana ve İsraile devredilmesiyle ilgili verilen tavizlere yönelik tepkileri törpüleme rüşvetleri mi olmaktaydı?
2- Anayasamızın 153. Maddesine göre: Anayasa Mahkemesi kararları; hem Meclisi, hem idareyi, hem de mahkemeleri bağlayıcıdır hükmüne rağmen, Enis Berberoğluyla ilgili mahkûmiyet kararını Anayasa Mahkemesinin bozması üzerine, ilgili alt mahkemenin Biz bunu tanımıyoruz ve takmıyoruz!.. şeklinde yorumlanan tavrı, Acaba yargı talimatla mı çalışıyor? sorularına yol açmıştı!.. Öyle ya, Anayasaya ve Yüksek yargı kararlarına, mahkemeler bile uymuyorlarsa, Türkiye nereye kaydırılmaktaydı?
KKTC Cumhurbaşkanı adaylarından biri olan ve yıllardır Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Mustafa Akıncı'nın tekrar gündeme taşınan “Kıbrıs'ta çözüm için topraklarımızın bir kısmını Rumlara geri vermeliyiz” sözleri, bize 2014 yılında yayınlanan “bölünmüş” Kıbrıs haritasını ve KKTC Dışişleri Bakanı Kudret Özersay'ın günler önce attığı manidar harita tweetini hatırlatmıştı.
On yıllardır Kıbrıs sorunu çözüm beklerken, büyük umutların bağlandığı Annan Planı başarısızlığa uğramıştı. O dönem, Cenevre'de tarafların “büyük bir gizlilik içinde” BM yetkililerine verdikleri haritalar çelik kasalara saklanmıştı. Rumlar, “Hayır” dedikleri Annan Planı'ndaki haritanın bir benzerini, kendi haritaları olarak BM yetkililerine sunmuşlardı. Milli Gazete yazarı ve Kıbrıs konusunda uzman isim Prof. Dr. Ata Atun, 11 Kasım 2014'te Rumların aklındaki planı haritalaştırarak kamuoyuyla paylaşmıştı. Bu harita incelendiğinde, Rum tarafının Türkleri azınlık durumuna düşürmeyi, Rum toplumu içinde eritmeyi ve KKTC'yi tamamen yok etmeyi amaçladığı anlaşılacaktı!
Mevcut Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Maraş'ın açılması kararını, seçim için atılmış bir adım olarak gördüğünü belirterek, “Demokrasi için yüz karası bir karardır” diyecek kadar şaşırmıştı. Bu sözler büyük tepkiyle karşılanmış, Akıncı'nın daha önce söylediği bir söz gündeme taşınmıştı. 2017 yılında verdiği röportajda Akıncı, “Kıbrıs'ta çözüm için topraklarımızın bir kısmını Rumlara geri vermeliyiz” ifadelerini kullanmıştı.
Şimdi sormak lazımdı:
1- Sn. Mustafa Akıncı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı mıydı, yoksa Rumların adamı ve ajanı mıydı?
2- Sn. Erdoğanın bu talihsiz ve tavizci sözlere tepkisiz kalması, yoksa Rum kesimine ve arkasındaki (AB, ABD ve İsrail gibi) güçlere verilen gizli sözlerin icabı mıydı?
3- Bu haritaya göre, elimizdeki toprakların Rumlara verilmesi durumunda KKTCnin Kıbrısta sığıntı konumuna taşınacağını Üstelik Akdenizdeki bütün haklarımızın Rumlara ve Yunanistana devri sayılacağını Mustafa Akıncı ve Sn. Erdoğan fark etmiyorlar mıydı?
4- KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın tepki çeken “Rumlara toprak vermeliyiz” sözlerini daha önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da kullandığı hatırlanacaktı! Erdoğan, 2004 yılında Başbakanlığı döneminde ABD'de Harvard Üniversitesi'nde katıldığı bir etkinlikte sorulan bir soruyu, %36sı elimizde bulunan Kıbrıs'tan belli bir oranda toprağı verebiliriz şeklinde yanıtlamıştı. Tercümanlığını ise eski Bakan Egemen Bağışın yaptığı etkinlikte Erdoğan Kıbrıs sorununda çözümü “toprak vermede” gördüğünü böylece açığa vurmuşlardı! Yoksa Sn. Erdoğan, Rahmetli Denktaşa karşı Mustafa Akıncıya bu yüzden mi destek çıkmıştı?
5- Şimdi asıl ve can alıcı olan şu sorunun yanıtını almanın tam zamanıydı: Bir Başkan ve iktidarı; Kuzey Kıbrıs arazileri gibi, şehit kanlarıyla alınmış olan ve Türkiye için hayati önem taşıyan vatan topraklarını, şahsi ikbal ve ihtirasları uğruna düşmanlara rüşvet verme gafletine kalkışırsa, Anayasamıza göre bu hıyanetin yaptırımı ne olacaktı ve hangi kurumlar bu görev ve yetkiyi kullanacaklardı?
Oruç Reisi, ABD ambargosu mu geri çektirdi? sorusu hâlâ yanıtlanmamıştı
Pentagon, hem İHA'lar (Damat Selçuk Bayraktar'ın ürettiği) hem de ATAK helikopterleri için (Pakistan ve Filipinler'in toplam 54 adet siparişi 2.7 milyar dolarlık) ambargo kararı almıştı. Ambargo sürerse bu iki ülke de alımdan vazgeçeceği için sıkıntı yaşanacaktı. Bakmayın öyle bakım için falan sözlerine; Oruç Reisin geri çekilmesinin arkasında Fransa ile Yunanistanın yaptırım tehditlerinden çok ABDnin uyguladığı üstü örtülü ambargonun etkisinin payı konuşulmaktaydı. Trump ile Erdoğan arasındaki tamamen şahsi hesap ilişkili ve göstermelik flörte rağmen ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, Türkiyeye üstü örtülü bir ambargo uygulamaktaydı. Akdenizde Türkiye geri adım atmazsa, bu örtülü ambargonun daha da genişletileceğinin sinyalleri vardı. Edinilen bilgilere göre, Türkiye için hayati öneme sahip İHAların opto elektronik, avionik ve kamera ekipmanlarının tedarikinde büyük sıkıntı yaşanmaktaydı. Bu, Erdoğanın küçük damadı Selçuk Bayraktarın şirketinin ürettiği TB-2 ve Akıncı İHAları zora sokmaktaydı. Üstelik Türkiyenin hem terörle mücadelede kullandığı hem de ihracatından para kazandığı ATAK helikopterlerine ilişkin sorunlar; ABDnin uyguladığı ambargonun sonuçlarıydı.
TAI, bir süredir ATAK helikopterlerinde kullanılan ve de kullanılacak motorları (ki ABDde Honeywell ve Rolce Royce tarafından üretiliyor) alamamıştı. Hal böyle olunca da, Pakistanın 30 adet (1,5 milyar dolarlık), Filipinlerin 24 adet (1,2 milyar dolarlık) ATAK helikopteri siparişleri vaktinde hazırlanamayacaktı. Her iki ülkenin de, Türkiyenin helikopterlerin teslimine ilişkin bir taahhütte bulunamaması nedeniyle sözleşme iptaline gitmeyi düşündükleri konuşulmaktaydı.
Türkiyenin Akdenizde geri adım atması karşılığı (ki ilk adım Oruç Reisin sözde bakıma alınması ile atıldı) ABD ambargosunun kademeli olarak kalkmasına umut bağlanmıştı.
Kanada Dışişleri Bakanı François-Philippe Champagne, ülkesinde üretilen Silahlı İnsansız Hava Araçları teknolojilerinin Dağlık Karabağ'da kullanıldığı yönündeki iddialar üzerine, Türkiye'ye ihracat izinlerini askıya aldığını açıklamıştı. BBC haberinde ise; “Baykar'ın TB2'ler için Kanada merkezli L3Harris Wescam'ın kameralı sistemlerini kullandığı biliniyor. Baykar, Wescam'ın Türkiye'deki tek ve dünyadaki 12 Wescam lisanslı yetkili tesisinden birisi… Baykar, hem yurt içi hem yurt dışı ortaklarına MX-15D ve CMX-15D modellerine yönelik her türlü bakım-onarım desteği sağlamakta” olduğu vurgulanmıştı. Yine Kanada merkezli silahlanmayı denetleyen sivil toplum kuruluşu Project Ploughshares, Bakü yönetiminin paylaştığı hava saldırıları görüntülerine bakıldığında Kanada merkezli L3Harris Wescam tarafından üretilen teknolojilerin kullanıldığının anlaşıldığını aktarmıştı. The Globe and Mail gazetesi de, L3Harris Wescam şirketinin bu yıl Bayraktar ailesine ait Türkiye merkezli insansız hava aracı üreticisi Baykar şirketine yeni sistem satmak için izin aldığını yazmıştı.
Almanyanın isteği doğrultusunda; eğer Erdoğan iktidarı, Ege Ordusunu lağvetmeye kalkışırsa bunun altından kalkamazdı!
Doğu Akdeniz'de Türkiye-Yunanistan arasındaki diplomatik satrançta hamleler kafa karıştırıcıydı! İki ülke arasındaki gerilimi düşürmek amacıyla araya giren Almanyanın, Atina'ya “Türkiye'ye yakın adalardaki askeri birlikleri geri çekin” önerisinde bulundukları, buna karşılık da Ankara'dan da Ege Ordusu'nun lağvedilmesini dayattığı konuşulmaktaydı.
AKP hükümetinin üyeleri, her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu tapusu sayılan Lozan Antlaşması'nı eleştirirken, Türkiye'nin son bir hafta içinde antlaşmaya dayanarak Egede NAVTEX ilan etmesinin nedeni ortaya çıkmıştı. Edinilen bilgilere göre; Türkiye-Yunanistan arasındaki gerilimi düşürmek amacıyla araya giren Almanya'nın, görüşmelerin başlaması için Yunanistandan Egede Türkiyeye yakın adalardaki askeri birliklerini geri çekmesini önerdiği anlaşılmıştı. Almanya, buna karşılık Türkiyeye de bir öneri sunmuş, Ege Ordusunun lağvedilmesini dayatmıştı!.. Ege Ordusu, 1960'lı yıllarda Yunanistan'da cunta rejimi hâkimken, Ankara ve Atina arasında da Kıbrıs gerilimi üst seviyeye çıkmışken, Yunan hükümetinin Ege'deki adaları Lozan'a aykırı şekilde silahlandırmaya başlaması üzerine, 20 Temmuz 1975 tarihinde NATO'dan bağımsız olarak kurulmuş bulunmaktaydı. Türkiye de son bir hafta içinde sınırlarımıza çok yakın iki ada için Lozan Antlaşması'na dayanarak NAVTEX yayınlamıştı. NAVTEXlerden ilki Sakız için birkaç gün sonra, ikincisi ise Limninin Lozan Antlaşmasına aykırı olarak Yunanistan tarafından silahlandırıldıkları gerekçesiyle yayınlanmıştı.
Kıbrıs yakınlarındaki Finike-1 ve Karpaz-1 kuyularında servis, ekipman ve kimyasal aldığımız Schlumberger, Baker Hughes, Weatherford (ABD) ve Geo-log (İtalyan) antlaşmaları iptal ederek bu kuyular ve ada civarındaki kuyular için servis, mühendis, ekipman, malzeme sağlamayacaklarını söyleyip irtibatı koparmışlardı. Oysa aynı firmalar hâlâ Marmara Denizi çalışmalarına katılmaktalardı. Ve yine ABDnin Suriyedeki tutumu ortadaydı. Türkiyenin milli çıkarlarını hesaba katmayan ABD, Washingtonda yaptığı planları bir bir uygulamaktaydı. Suriyenin kuzeyinde iç savaş sonrası başlayan PYD-PKK Terör Devletini fiilen hatta resmen kurmuşlardı.
Benzer durum Doğu Akdenizde de aleyhimize çalışmaktaydı. 1982de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi yayımlanmıştı. O tarihten itibaren deniz kıyısı olan ülkeler münhasır ekonomik bölge (MEB) ilan edebiliyorlardı. ABD, çevre denizlerdeki paylaşımını yapmıştı. Türkiye de Karadenizdeki bölüşümü sorunsuz tamamlamıştı. Ama Akdenizde petrol ve doğalgaz kaynakları tartışması 2003te başlayınca, ABD, 2010da Doğu Akdenizde 2 milyar varile yakın petrol, 4 trilyon metreküpe yakın doğalgaz rezervi olduğunu resmen açıklamıştı. O tarihten bu yana Türkiye en hafif anlatımla resmen uyuyakalmıştı. Sondaj gemisini alan, uluslararası konsorsiyumunu kuran, Akdenizde çoktan hâkimiyet alanları oluşturmuşlardı.
Bu arada ABDnin Exxon, Noble, İngilterenin BG, Fransanın Total, İtalyanın Eni, Güney Korenin Kogas, İsrailin Delek Drillinig Group şirketleri; Mısır, İsrail, Ürdün, Filistin, Lübnan, Yunanistan ve Güney Kıbrısla anlaşmıştı.
Bunların hepsi bir olup, Doğu Akdeniz Gaz Forumunu kurmuşlardı. Ama maalesef Akdenizde en uzun sınırı olan Türkiyeyi aralarına almamışlardı. Bir de Suriyeyi dışlamışlardı. Ama Rusya, Suriyenin MEBinde yakın gelecekte var olacaktı. Karadan sonra denizde de yalnız olan, çok çok geç kalmış olan AKP Türkiyesi, şimdi tek başına varım demeye çalışmaktaydı, ona da izin vermek istemiyorlardı.
İsrail, gözünü şimdi de Doğu Akdenize dikmiş durumdaydı!
Sözde normalleşme anlaşmaları ile Ortadoğuda kendisine alan açmaya çalışan Siyonist oluşum İsrail, şimdi de gözünü Doğu Akdenize dikmiş durumdaydı. Türkiyenin de ulusal egemenliğini ve çıkarlarını korumak için etkinliğini artırmaya çalıştığı Doğu Akdenizde kendine alan açmak isteyen İsrail, Lübnan ile diplomatik kanal oluşturmaya başlamıştı.
Büyük bir gaz rezervinin kullanımı İsraile açılacaktı!
Lübnan ile İsrail arasındaki Doğu Akdenizde yer alan 9uncu blokta 860 kilometrelik üçgen alanda pek çok ihtilaf bulunmaktaydı. İsrail, 9uncu blokun bir bölümünün kendi karasuları içinde yer aldığını iddia ediyordu. Ancak bu anlaşmazlık, 2009 yılında büyük doğalgaz yataklarının bulunması ile daha da büyüyüp önemli bir sorun halini almıştı. Çünkü o tartışmalı üçgende 25 trilyon fit gaz bulunduğu konuşulmaktaydı. İşte iki ülke arasında amaçlanan müzakere de bu sorunun çözülmesini amaçlamıştı. Eğer iki ülke karşılıklı bir anlaşmaya varırsa gazın çıkartımı ve büyük oranının kullanımı Tel Avivin eline geçmiş olacaktı.
Bu arada İsrailin Azerbaycana destek çıkması da kafa karıştırıcıydı ve elbette altında bir sürü şeytanlık yatmaktaydı.
AKPnin açılımları, milli davalarımızı aksatmaktaydı!
Libya'yla deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasını imzalayanlar, şimdiki Başbakan Sarraçın gidişinden sonra yerine gelecekler AKP hükümetinin imzaladığı anlaşmayı tanıyacak mıydı, yoksa bozacak mıydı? Hatta Libyada darbeci Hafter'in yıldızının, Tobruk'taki parlamentonun başkanı Agila Salih'inkiyle birlikte yeniden yükselişe geçtiği konuşulmaktaydı. Libya'da siyasi çözüm sonrası kurulacak yeni hükümet; Amerika, Avrupa, Rusya ve İngilterenin desteklediği Yunanistan'la da deniz yetki anlaşması yapmaya kalkarsa ne olacaktı? Ayrıca Yunanistan'ın Libya-Türkiye anlaşmasını Lahey Adalet Divanı'na götürmesi vardı. Hem Libya, hem Yunanistan Lahey'in yetkisini tanıyorlardı. Ya Lahey bu anlaşma aleyhine bir karar verirse neler yaşanacaktı? Bunların hepsi birer muammaydı…
Katar'la AKP hükümeti arasındaki kardeşlik ilişkisi, Türkiye'nin tüm Arap-İslam coğrafyasıyla ilişkisini de rayından çıkarmıştı. Suudiler Katar'a ambargo uygulamaya başlayınca, bir dönem Kralı'na AKP eliyle Devlet Nişanı takılan, ölünce de bir günlük yas ilan edilen Suudi Arabistan'la Türkiye'nin ilişkileri de onarılamaz noktaya taşınmıştı. Yetmez, Mısırla ilişkiler de koparılmıştı.
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Necirvan Barzani'nin Eylül 2020 başındaki Türkiye ziyareti sonunda bir karar alınmıştı; Buna göre Irak Kürt Bölgesel yönetimi Türkiye'de bir diplomatik temsilcilik açacaktı. Tıpkı bağımsız bir ülke gibi resmi imtiyazlar sağlanacaktı. Yani Ankara'da hem Irak Büyükelçiliği olacak, hem de -nasıl olacaksa- Kuzey Irak Kürt Bölgesi temsilciliği bulunacaktı. Şimdiye kadar Türkiye, Kuzey Iraklı Kürtlerin Türkiye'deki temsilciliklerinin siyasi parti temsilciliği olmasına göz yummuşlardı. Bu çerçevede hem Barzani'nin KDP'si, hem Talabani'nin KYB'si Ankara'da siyasi parti kimlikleri ile temsilcilik açmış, ancak Kürt Bölgesel yönetiminin böyle bir temsilcilik kurmasına izin çıkmamıştı. Ama şimdi Barzani'nin sağ kolu, Kürt bölgesel yönetimi Dış İlişkiler yetkilisi Safin Dizayi -ki Necirvan Barzani'nin Türkiye seyahatine de katıldı- Kuzey Irak'taki etkin medya organı Rudaw'a yaptığı açıklamada, Bölgesel yönetimin Türkiye'de resmi temsilcilik açması için anlaştık açıklamasını yapmıştı.
Acaba bu konuda AKP hükümetinin ortağı MHP, nasıl bir tavır takınacaktı?
Balkanlarda da Etkinliğimiz Sıfırlanmıştı!
AKP hükümeti, bir dönem Türkiye'nin en çok sözünün dinlendiği Balkanlar'da da bu etkinliğini bozuk para gibi harcamıştı. Bakınız bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden birinin Türkiye olduğu, yıllardır Türk askerinin görev yaptığı Kosova bile, Filistin sorunu konusunda AKP hükümeti ile tam ters pozisyon almıştı. Herkesle kavga etmekle meşgul olan AKP'nin barıştırıcı rol imkânını kaybettiği Sırbistan-Kosova anlaşmazlığında arabuluculuk görevini Trump üstüne almıştı. Karşılığında ise hem Sırbistan'dan, hem de Kosova'dan İsrail tavizi koparmayı maalesef başarmıştı. Sn. Erdoğan'ın alay-ı vâlâ ile gittiği, et ithal etme anlaşması imzalayıp, Bir Sırp öldürürseniz, 100 Müslümanı öldürürüz sözüyle tanınan Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic'ten değerli dostum diye bahsetmesi bile işe yaramamıştı.
İçeriye karşı ne gerekirse yaparız, bedelini de öderiz, hadlerini bildiririz hamasetiyle atılan Mavi Vatan palavraları, Rum-Yunan ikilisinin kurduğu Türkiye karşıtı cephe genişledikçe, dışarıya Rumlar hariç herkesle ön şartsız masaya otururuz, NATO'nun teknik görüşmelerine varız, ön koşulsuz diyaloğa hazırız şeklinde yansımıştı. Yine içeriye karşı en küçük bir geri adım atmayız hamasi çıkışına karşılık, Akdeniz'de Yunan-Mısır deniz egemenlik anlaşmasının sınır olarak çizdiği 28. boylamın batısına geçmeme kararına uymuşlardı. Navtex ilanlarında bile Yunanlıların çizdiği bu sınıra riayet edip, Mavi Vatan meselesine ilişkin uluslararası anlaşmazlığın sadece Meis Adası'yla ilgiliymiş gibi göstermeye bile çalışmışlardı. Durum böyle olunca da, ilgili ilgisiz herkes AKP'nin yönet-eme-diği Türk Dış politikasında bir delik açma çabasına başlamış ve Fransa, Türkiye'nin gerçek mavi vatanı olan sulara uçak gemisi göndermekten sakınmamıştı.
Üstelik Erdoğan'ın hemen her görüşmelerinde dostum dediği Putin'in Rusya'sı bile konuya müdahil olup, Türkiye'nin Navtex ilan ettiği bölgede, üstelik tam da Navtexin içerdiği tarih aralığında atış tatbikatı yapacağını açıklamıştı. Bizimkiler sadece yutkunup susmuşlardı. Bazı aklıevveller ve yandaş AKPliler bu durumu Rusya ile Türkiye arasında yakınlaşma olarak yorumlamaya kalkıp, yandaş kanallarda, gazetelerde aman ne kadar iyi yorumları yapıyorlardı ki, çok şükür Milli Savunma Bakanlığı'ndan; Rusya ile ortak tatbikat değil bu açıklaması yapılmıştı!
Krizi Krizle Yönetmekle Nereye Varılacaktı?
Türkiye'de işsizlik, açlık arttıkça, AKP hükümeti ülkeyi yönetmekten aciz kaldıkça sarıldığı dış politikada da hamlelerini hep krizi krizle yönetmek üzerine kurma çabasındaydı. İşte Beka adıyla çıkılan Suriye seferlerinin sonunda Fırat'ın doğusunda artık PKK terör örgütü bağlantılı bir devletçik vardı. Hatta bu oluşumun bir dönem PKK adına terör eylemlerine kalkışmış elebaşısı, ABD Başkanı Trump tarafından kahraman ilan edilip çıkmıştı. Trump, bizzat AKP Lideri'nin de olduğu basın toplantısında bu teröristten övgülerle bahsetmekten sakınmamıştı.
AKP iktidarı o kadar yanlış yapmış ve yalnız kalmıştı ki, gerçek milli davası Ege'deki haklarını kimseye anlatamadığı gibi, üstelik yeni tavizler vermeye başlamıştı. AKP hükümetinin üzerinden algı yönetimine soyunduğu navtex uygulamaları da tıkanıp kalmıştı; Önce Oruç Reis gemisini 90 günlük sefere çıkarıyoruz diyen AKP hükümeti; ABD, Rusya, Fransa, Mısır ve AB Yunanistan'ın yanında saf tutunca, sessiz sedasız limana çekmek zorunda kalmıştı. Beceriksizlik o denli büyük ki, Oruç Reis'i limana çekme süreci bile kafa karıştırıcıydı; önce planlı gidiş-geliş dendi, olmadı aylık ikmal ve bakım denilmeye kalkışıldı. Son olarak da Erdoğan Yunanistan'la diplomasiye fırsat tanımak için limana çekildiğini açıkladı.
Şimdilerde AKP hükümeti sıkça Yunanistan'la masaya oturmaktan filan bahsetmeye başladı. Oturdukları her masanın Türkiye'nin milli davalarına neye mal olduğunu unutmamak lazımdı.
Hatırlayınız, Kıbrıs'ta masaya oturuldu; Rumlar AB üyesi yapıldı…
Ruslarla masaya oturuldu; sonunda Suriyeden Türkiye'ye göç etmeye zorlanan milyonlarca insan ülkemize yığıldı…
Amerikalılarla masaya oturuldu; Fırat'ın doğusunda PKK bağlantılı devletçik yapılandırıldı.
Korkarım AKP hükümeti Yunanistan'la masaya oturursa, olan Türkiye'nin Ege'deki haklarına olacaktı!? diyen Zeynep Gürcanlı haksız mıydı?
Karabağ Sorunu Nasıl Aşılacaktı?
Haçlı Dünyasının kışkırtmasıyla iyice şımaran Ermenistanın Azerbaycan topraklarında sivil yerleşim yerlerine saldırması ile beraber Güney Kafkasyada tansiyon bir kere daha fırlamıştı. Temmuz (2020) ayında Ermenistanın Azerbaycanın Tovuz şehrini hedef almasının ardından, bu son gelişme ile birlikte, ortam daha da karışmıştı. Çünkü Tovuz şehri Türkiye ile Azerbaycanın karadan bağlantısı ve iki ülke arasındaki enerji hatlarının geçtiği bölgeyi kapsamaktaydı. Bu saldırıların üzerinden daha birkaç ay bile geçmeden, Ermenistanın tekrar harekete geçmesi ile birlikte olayları tekrar derinlemesine analiz etme zorunluluğu ortaya çıktı. Bu son saldırı da gösterdi ki, Dağlık Karabağın işgal altında tutulmasına ve Birleşmiş Milletlerin bile (BM) bu durumu çeşitli defalar tescil etmesine rağmen Ermenistan hiçbir uyarıyı dikkate almadığı gibi pervasızlığını çeşitli şekillerde daha da artırmıştı.
Dünyanın neresinde bir çatışma ve işgal varsa bu kapışmada eğer Haçlıların yandaşları dayak yiyorsa akıllarına hemen ateşkes yapılması ve meselenin masada çözüme kavuşturulması geliyor olması tam bir münafıklıktı. Oysa, Azerbaycanın yüzde 20si Ermenistan tarafından yaklaşık 30 yıldır işgal altındaydı. Aradan geçen bunca zamana rağmen, BMnin Ermenistanın işgal ettiği topraklardan çekilmesi kararının uygulatılması için hiçbir adım atılmamıştı. Bu arada Azerbaycan 2016da Ermenilerin sivillere yönelik saldırıları üzerine harekete geçmiş, Ermenilere haddini bildirme noktasına gelmişken yine ABD, Rusya ve Fransa birdenbire meselenin diplomatik yollardan çözülmesi gerektiğini hatırlamışlardı. Hâlbuki özellikle ABD, Rusya ve Fransa tarafından Ermenistan-Azerbaycan sorununa çözüm bulmak için oluşturulan Minsk Grubu bugüne kadar hiçbir etkinlik ortaya koymamıştı. Bunlar Ermenistana karşı bir yaptırım uygulamamış, ama Azerbaycan bu defa Ermenilere haddini bildirmeye başlayınca akıllarına meselenin barış yoluyla çözülmesi takılmıştı.
ABD Temsilcisi Siyonist Jeffrey, YPG/PKKya; Türkiye size karşı operasyon yapmayacak garantisini nasıl sağlamıştı?
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey, Suriye'de terör örgütü YPG/PKK elebaşları ile Kürt Ulusal Konseyi temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde Türkiye'nin bölgeye yeni bir operasyon düzenlemeyeceğini iddia etmişti.
Yerel kaynaklardan edilen bilgiye göre, ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, 21 Eylül 2020de Suriye'nin Haseke ve Deyrizor illerinde YPG/PKK elebaşları ve Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) temsilcileriyle bir araya gelmişlerdi. Haseke'deki görüşmede YPG/PKK ile diğer terör şebekesi ENKS'nin bir an önce uzlaşmaya varmasını isteyen Jeffrey, Türkiye'nin bölgede terör örgütüne karşı yeni harekât düzenlemeyeceğini öne sürerek, güvence vermişti. TGRT Haber internet sitesinde yer alan habere göre Jeffrey, Deyrizor'da ise YPG/PKK'nın sözde askeri konseyi ve yerel meclis üyeleriyle yaptığı görüşmede bölgede sükûnetin önemini vurgulayarak bölge halkına hizmetlerin temin edilmesinin gerektiğini söylemişti.
ABD, Terör Şebekelerini Türkiyeye Karşı Uzlaştırmaktaydı!
Jeffrey'nin bölgeye ziyareti kapsamında, YPG/PKK'lı teröristler ile Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nde (IKBY) Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi'nin (KDP) himaye ettiği ENKS, Karar Merci Heyeti meydana getirmişlerdi. 40 kişiden oluşan heyetin yarısını YPG/PKK, diğer yarısını da ENKS belirlemişti. Ekim 2014'te eski IKBY Başkanı Mesut Barzani liderliğinde Duhok kentinde düzenlenen toplantıda, Suriye'nin kuzeyindeki Kürt siyasi oluşumlarının ortak hareket etmelerini öngören 'Duhok Anlaşması' imza edilmişti. Ancak YPG/PKK, Suriye'nin kuzeyini işgal ettikten sonra muhalif ENKS üyelerinin faaliyetlerini engellemiş, silahlı unsurlarını tasfiye ettirmiş ve siyasi mensuplarının birçoğunu hapsetmişti. Terör örgütü, ENKS ofislerini de kilitlemişti. Örgüt ile ENKS, ABD'nin baskıları neticesinde Haseke'de 'Duhok Anlaşması'nı temel alarak müzakerelere devam kararı verilmişti.
Yaklaşık 9 aydır görüşmeleri sürdüren ENKS, örgütten, PKK'nın Kandil kadrolarının bölgeden gönderilmesi ve sivillerin zorla silah altına alınmasına son verilmesi gibi konularda isteklerini kabul ettirememişti. Müzakere şartlarını yerine getirmeyen YPG/PKK, ENKS'ye bağlı peşmergenin bölgeye girmesi hususunda halen direnmekteydi.
Siyonist James Jeffrey Suriyede PKK-PYD Terör Devletini Kurmaktaydı!
Stratejist Abdullah Ağar, Suriye'nin kuzeyindeki gelişmelerle ilgili çok sert mesajlar yayımlarken, ABDnin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford dikkat çeken bir yazı kaleme almıştı. Güvenlik Uzmanı Abdullah Ağar sosyal medya hesabından önemli bir açıklama yaparak; Amerika Birleşik Devletlerinin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffreynin, Suriyenin kuzeyinde, terör örgütü PKKnın Suriye kolu PYDnin omurgasını oluşturduğu Kürt Ulusal Birlik Partileri ile görüşmesine dikkat çekmiş ve Gözlerimizin içine baka baka YPG/PKKnın Suriyede devlet kurmasına izin mi vereceğiz? diye uyarmıştı.
Öte yandan ABDnin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford, daha da küstahlaşıp: Washington, Suriyedeki Kürt liderlere Suriye rejimi yıkılana kadar bölgede kalacağını anlatmaya çabalıyor ifadelerini kullanmıştı. Fordun yazısı, Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi Başkanı Barzaniye yakınlığıyla bilinen Rudaw'da da yayımlanmıştı. ABDnin tamamıyla Irak ve Suriyeden çekilmesi söz konusu olmayacaktır ve Erbildeki askeri üs özel bir önem taşımaktadır! diye yazan Robert Ford, ABDnin Irakta askeri üslerde Iraklı güçleri eğittiğini ve ABDnin Suriyenin kuzeyindeki terör örgütü PKKnın Suriye kolu YPGye lojistik destek sağladığını vurgulamıştı. Siyonist güdümlü RAND Araştırma Merkezinin bir raporunu referans gösteren eski büyükelçi Ford, ABDnin Iraktan tamamıyla çekilmesi Suriyedeki operasyonlarının yürütülmesini zora sokar ifadelerini kullanmıştı. ABD ile Peşmerge Güçlerinin işbirliğine değinerek, ABDnin Erbildeki askeri üslerine dikkat çeken Ford, ABDnin Erbildeki askeri üslerinin özel bir önemi vardır. ABDnin Irak Büyükelçisi Matthew Tueller geçen hafta ekonomik sorunlar yaşadığı bir dönemde Erbili ziyaret ederek Peşmerge Güçlerine 250 milyon dolar değerinde askeri yardımda bulunmuşlardır itirafından sakınmamıştı
Bu arada Gizli Dünya Devletinin ve Büyük Ülkelerin nasıl ve kimler tarafından yönetildiğini anlamak için çarpıcı ve canlı bir örneği hatırlatmamız lazımdı:
Meşhur dönmelerden Ali Kemal, Osmanlının son döneminde, mason İttihatçıların Bakanıydı. Milli mücadeleye muhalefeti ve hıyaneti nedeniyle İzmitte linç edilmekten kurtulamamıştı. Diğer Aile üyeleri de İngiltereye kaçmışlardı. Atatürkün şüpheli ve şaibeli vefatının ardından, Kemalizmin mucidi İsmet İnönü, diğer Atatürk muhalifleri gibi bunlara ve ittihatçı mason artıklarına da af çıkartıp Türkiyeye taşımış, yetmez en önemli devlet kademelerine atamıştı. İşte Yahudi dönmezi hain Ali Kemalin oğlu Zeki Kuneralp de Türkiyeye getirilip Dışişleri Bakanlığında en etkin ve yetkin makama çıkarılmıştı. Ardından Menderes döneminde ise aynı şahıs Paris, Bern ve Londra Büyükelçiliklerine atanmıştı. Derken Süleyman Demirel Hükümetinde de aynı Zeki Kuneralp Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliğine oturtulmuşlardı
İşte Milli Mücadele karşıtı mason Ali Kemalin, İngiliz asıllı hanımından olan diğer çocuğu, yani Zeki Kuneralpin üvey kardeşinin oğlu ise, şu andaki İngiltere Başbakanı Boris Johnson olmaktaydı İşte bu İngiliz Siyonistlerince kurulan ve Britanyanın CFRsi sayılan Chatham Housenin müdavimleri ve misafirleri arasında; hem Abdullah Güle, hem Sn. Recep Erdoğan Hz.lerine, hem Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibilere, hem de CHP lideri Kemal Kılıçdaroğluna rastlanması, görünüşte sağcı, solcu ve İslamcı tanınanların gerçekte aynı Siyonist merkezlere bağlı olduklarının kanıtıydı!…
Rahmetli Erbakan Hocamızın tam 50 yıl boyunca sürekli hatırlatıp haykırdığı bu gerçeği anlamadan; siyasi, sosyal ve ekonomik hiçbir soruna ciddi bir çözüm bulunamazdı. Samimi ve iyi niyetli Ben-i İsrail hariç, Siyonist ve zalim Yahudilerin Gizli Dünya Devleti fark edilip çökertilmeden huzura ve refaha kavuşacaklarını sananlar ise; ya akıl fukarasıydı, veya bu şeytan şebekesinin kiralık bir elemanıydı!..
Bütün bu sıkıntıların ve sorunların kaynağı bâtıl sistemler olmaktaydı. Bu nedenle gerçek demokratik ve Adil Bir Düzen kaçınılmazdı:
1- Despotizm: Kuralları krallar koyar. Halk tabakası ise mecburen bunlara uyar zihniyeti geçerlidir. Bu kralın firavun, şah veya diktatör olması fark etmemektedir.
2- Demokraturizm: Kuralları seçkin kurullar koyar. Halkın ise bunları kendisinin yaptığını sanarak avutulduğu sistemlerdir. Bu seçkin kurullar ise çoğu kez gizli masonik mahfillerin ve Siyonist merkezlerin güdümündedir. Bunların, Sultan veya Başkan olması sonucu değiştirmeyecektir.
3- Gerçek Demokrasi ve Adil Düzen: Kuralları Hak koyar, krallar da bu kurallara uyar; Halk ise saygı duyarak bunları uygular. Ve bu yöneticileri sürekli denetleyip seçimle değiştirir. HAK ise, DOĞRU VE YANLIŞ kriterlerine göre belirlenir. Şu beş ölçüye, yani:
1- Aklı selime, 2- Müsbet bilime, 3- Vicdani kanaate ve evrensel değerlere, 4- Tarihi tecrübe ve birikimlere, 5- İlahi dine ve Kuran-ı Kerime göre ittifakla; Bunlar hayırlıdır, yararlıdır, güzel ve iyi oldukları için lazımdır denilenler doğru; ama bu beş kritere göre ittifakla: Bunlar kötü, çirkin, zararlı ve yıkıcıdır bilinenler ise yanlış kabul edilir.